16 Aralık 2010 Perşembe

Sonuç?

Sabaha 21 aylık veletin koltuğa bir golon su boşaltmasıyla başla, ileriki dakikalarda ütünün su akıtması eşliğinde atan sigortaları onarıp, ardından tekrar ütüyü fişe taktığında giden telefon bağlantısından sıçtığını anlayıp, üzerine bir de yanmış uydu alıcısını ekle.

Bitmedii! Bunların üzerine dün yapılmış iki aşının yan etkisinden dolayı bol huzursuz ağlama hallerini, yardım etmeye çalışan kadıncağızın suratına kapı çarpma alıştırmalarını, üzerine yemek, yine ve yeniden su, koltuk ayak aparatına birkaç damla süt (lacivert belirtilir), köpek müsvettesinin beyazlı kısımda bıraktığı kahverengimsi ve yağlı, koyu renklerde ise silme tüy yamalarını, saniyenin binde birine denk gelen bir zamanda mutfak tezgahına tırmanıp oradan da buzdolabına yapıştırılmış gerekli numaralarını çekiştirme çalışmalarını, üzerine çıkıp oturduğu masadaki kalemleri ve kağıtları binbeşyüz elli kez dağıtmasını ve arkadan sürekli bir dağınıklık toplama hallerini koy.

Yine bitmedi, bir de adet görme psikolojisi ile bu tüm olanların karesini çarp.

Bu arada yemek ne yapılacak diye düşün, ortalığı makinaya illa ki vur, yetmedi yerleri sil ama aynı anda ufaklığı mutlu etmeyi düşün, her yere yetemediğin için kız şimdi birde bakim kendine!

Eşittir, ağızda çiçek kafada huni.

Ütüye bakıldı, fatiha, uydu alıcısı mefta, bu akşama kadar özlemle beklenen ve videoya alınıp ancak izlenebilen Türkan'a veda...

2 Aralık 2010 Perşembe

Agresif enerji

Arap Emirlikleri'nin kurtuluşu bugün. Okullar, devlet daireleri Perşembe günü tatile girdi, alışveriş merkezleri herdaim açık ama dün akşam uyumak mümkün olmadı.

Ve şimdi yeniden bütün klaksonlar, kocaman bayrakları iki araba arasına koymuş insanlar sokaklarda. İnanılacak gibi değil gürültü, nasıl anlatsam bilmem ki, hani bizde evlenirler komvoy halinde arabaların düdüğüne basıp giderler ya da çok önemli bir devlet adamı geçiyordur, sirenler, ambulanslar ortalığı ayağa kaldırır, öyle işte. Saatlerce ama...

İşin açıkçasını söyleyeyim, ben buraya gelmeden önce yurt dışında yaşama tecrübesi yaşamadığım için bu tip olaylara hiç dikkat etmezdim. Sevincimiz bizim, işte atıyorum dinimiz bizim halleri hakimdi, hatta üzerinde kafa bile yormazdım bu konunun. Ne zaman ki başkasının ülkesinde yaşamaya başladım, sokaklara dökülen, avazı çıktığı kadar bağıran erkek kalabalığının ne kadar itici, ne kadar tırstırıcı ve yokedici bir enerji olduğunu anladım. Halbuki bu Türkiye'de her kazanılan futbol kupasında, evlenen bir konvoyun peşinde, beldeye gelen bir devlet adamının arabasının ve yalakalarının geçmesi esnasında hep yaşanmaz mıydı?

Tüm bu eylemlere bakıyorum da gördüğüm hep erkek enerjisi. Bunun hormonal açıklamaları var kuşkusuz, erkeklik hormonunun getirdiği bir savaşçı, agresif taraf baki ve bunu yadsımak, görmezden gelmek abesle iştigal olur ama kendi adıma hayal ettiğim dünyada ne din, ne spor, ne milliyet bahane edilerek sokaklara dökülüp gövde gösterileri yapılmıyor.

Bayram zamanlarında mesela, ezan ve dua sesleri öylesine açılıyor ki minicik bebeklerin bile o saatte uykuya gitmeye hakları yok, uyuyarlarsa da uyanıyorlar yazık. Cuma hakeza!

Hayatım boyunca gürültülü kapı kapayan insandan bile hazetmedim ki ben! Şimdi şimdi anlıyorum Türkiye ortamında yaşayıp da aman, yanlışlıkla(!) Türk olmayan insanların buna benzer hareketleri nasıl algıladıklarını. Ne kadar sıkıldıklarını. Ben artık kendi memleketimin bile bu hallerinden bile bunalıyorum.

Kısaca söylemek gerekirse hangi milletten, dinden, dilden insan olursa olsun yapılan çiğ, baskın, ben merkezci her türlü hareketten, yontulmamış sevincinden ve üzüntüsünden gına geçiriyorum. Duanı ediyorsan edersin kardeşim, akşam saura kalkacaksan davula ne gerek, saatini kur ve kalk! Futbolmuş, düğünmüş, kurtuluşmuş...bitmiyorrrrr!

ÖFF BEEEE!

29 Kasım 2010 Pazartesi

Çocuğunuzu Dinlemek...

Benim bir huyum var, çocuklarımla beraber sürekli geçmişime dönüş yapıyorum. "Deja vu" dedikleri hani. Şimdilerde aklımda hep babamın omzuna kafamı yaslayıp sobalı salonda bir aşağı bir yukarı dolaştırılırken ağlamalarım geliyor mesela.

Ama bir yandan da hastaneye gitmeyi sallamak, bıçak kemiğe dayanana kadar beklemek gibi bir diğer huyum daha var. Ateş yoksa sorun yok mantığı... Boktan bir durum çünkü çocuğuna gelince iş, birisi; " Bekle canım, bunlar hep olur!" dediğinde boğazını sıkma isteği de hortlayabiliyor. Karışık...Hem de çok.

Aslında iş kendine gelince doğrudur, çoğu hastalık kendi kendine düzeliyor. Duruma göre daha çok...

Mesela düşünüyorum da şimdi, bu kulak iltihabının tarihçesi aslında bayağı bir geçmişe uzandı Zo'da ...Çocukçağız sağ kulağını tutup; " Aci!" Türkçe meali " Acıyor" diyordu bir haftayı aşkın süredir ama bunu söylemesinin akabinde bir yandan sekip bir yandan alevli çemberden atlarsa küçük bir insan yavrusu, ateş falan da yoksa böyle yanıltıyor ve zaman zaman bu ana babalık mesleği insana harakiri yapmanın aslında nasıl bir duygu olduğunu anlama alıştırmaları bile yaşatabiliyor.

Diyelim ki çocuğunuz gözünüzün önünde havalanarak düştü, o anın binde biri aklınızda yavaş çekime dönüşüyor ama yetişemiyorsunuz (Bu, benim ilkinde birkaç olayda yaşanmıştı ve uzun yıllar boyunca gece yattığımda kabus gibi üzerime çöktü, beyin sürekli bir şekilde aynı kareleri oynatıp durdu) ya da aynı evde olmanıza rağmen o an emanet ettiğiniz kişi koca da olur, yardımcınız, büyük çocuğunuzda, hiç fark etmez, bir hata yaptı ve ufaklık ağlamaktan katıldı değil mi? Hah! İşte o an çıkar bıçağı kendine sok, pardon ondan önce çevredekileri bir kılıçtan geçir, sonra kendine döndür olsun bitsin diyorsun, o derece.

Dediğim gibi, iki numara aralarda söylüyordu, biz de " Aaaa! canımmm acıyor mu?!" gibi kabak bir soru sorup durumu unutuyorduk. Perşembe günü yardımcı yukarda ufaklık yanına gitti, bende alt katta çayımı koydum ve bir feryat figan. Bizimki normalde kafasını duvara toslar mesela, tık yok, kaldığı yerden devam, yani öyle aka boka ağlayan bir karakter de değil, etinden et kopuyorsa benim anında tansiyonum tepe yapıyor.

"Ne oldu?!!!!" Bebek katılıyor o sırada, benden terler boşalıyor. Kulak çubuğunu kulağına sokmuş!!! " E, peki onu nasıl bulmuş?!!!" Yardımcı vermiş.

Şimdi bunu yardımcılar cehenneme gitsin diye yazmıyorum çünkü aynı kazmalıkları ana baba olarak hepimiz yapabiliyoruz. İnanın oluyor bunlar!

Zozo'yu sakinleştirdim ama kendime yazıyorum şimdi, ulan hayvan! hastane burnunun dibi mi? Dibi. Sigortan var mı? Var.

Sakinleşti ve koşturmaya başladı ya, tamam dedim herşey yolunda, zaten kulak çubuğuna da bakmışım, asayiş berkemal, kanama yok, içerde bir parça da kalmamış. Fakat o gün ilginç bir şey oldu, öğlen uykusundan ağlayarak uyandı, hatta aralarda rahatsızlık hissetti, akşam zor geçti ama ortada bir şey yok! Hala gitmiyorum hastaneye çünkü ateş de normal.

En sonunda Cumartesi sabaha karşı işler iyice kötüleşti, kulakta kan gelince acile...İçerde bir şey göremedi doktor fakat yine de işin kompetanı baksın, sabah sekizde gelip yürüyerek girin içeri, acilden giriş yapıyorsunuz beklemezsiniz, randevuya gerek yok dedi. Resepsiyondaki bekleme listesine alıyorum dedi. Haydaaaa! Aciliz falan dedik ama tuhaf yahu, bu işte bir karışıklık var. Neyse...

Bu sefer ablayı da alıp ma ailece gittik sabah sekize yirmi kala falan. Bir aile, ağzı burnu şişmiş bir bebek...Tamam, acil belli. Diğer bir adam, yürüyerek gelen hastaymış kendileri, ben ilk defa burada böyle bir şey duyuyorum. O yüzden orada olayı algılayana kadar epey bir süre geçti.

Benim adam kavga sevmez, ses yükseltmekten ve mücadeleden uzak durur, yani bazı zamanlarda tam tersim, kültür farkı daha çok belki de. Biz Türkiye'de söke söke almaya alışmışız ya hakkımızı, davranış gerçektende ortamla öğrenilen bir şey, öyle yetişmişiz. Zaten geç kalmışım, niye o kadar beklemişim diye kendimi boğmak üzereyim, en tehlikeli Amazon kıvamındayım, yani kısaca herkesi ısırabilme modundayım.

Koca gitti sabah sekiz için resepsiyon açılınca, arkadan acil diye düşündüğüm diğer adam kalktı, bizimki ona yer verdi, sanırım onlar daha acil olduklarını düşünüyorlardı tamam sorun değil, hadi dedim o da bebektir. Derken arkadan diğer adam çıktı, Allah'ım kabus gibi...Randevulu hastalar geldikçe onlar alınıyor biz kapıdan çevriliyoruz, bir kalkmışım yerimden, bizimki " Dur gitme nereye?!" dedikçe daha da sinirlenerek resepsiyona...

" Bu nasıl bir acil hasta anlaşyışıdır!" diye parladım kadın ilk anlattıklarımı anlamadığında ve hafifçe sıkıldığını beyan ettiğinde. " Ne kadar bekleyeceğiz peki?!" Bilemiyormuş kendisi! Yok ya! " Bakın" dedim " Ben tekrar baştan alayım, biz sabahın beşinde geldik, 20 aylık kızım kulağına çubuk soktu diyorum, kanama var ve acil servisinizde yeterli ekipman yok diye sabah bu saati beklemek zorunda kaldık, yürüyen hasta değil, aciliz diyorum!!!"

Oradan hiyerarşik olarak daha üst düzey olduğunu düşündüğüm bir bayan kalktı yerinden. Bir takım hastalar beni dinliyorlardı zaten. İçeri telefon açtı " Hastanın ismi neydi?" diye bana sorduktan sonra " Bu hastadan sonra O alınacak!" dedi. Teşekkür ettim, ayrıca söylediği yapılmış mı diye sonradan kontrole de geldi. Çaktırmadan ;)

Ufaklık zaten o kadar zamandır ızdıraptan harap olmuş, ilk defa o günün sabahı ağrı kesici yapılmış. Stresten babasının üzerine kustu, kulak anlaşılmak için kanırtıldı yine :(

Sağ kulakta birazcık iritasyon, üç güne kadar kapanır önemli değil dedi doktor. Kanama normalmiş ve üzerinde endişelenilmesi gereksizmiş, bu ortakulak iltihabında oradaki birikmişin dışarı akması esnasında görülürmüş ve hepimizde yaşanabilirmiş. Yani, kulağına çubuk sokmasa da olabilirmiş...

Antibiyotiğe bağlandık, kulağa damla günde üç kere, yedi gün. Hem lokalden, hem de ağızdan. Bu çocuk birincisi gibi değil, ne Calpol içiyor ne bir şey, direkt kusma. Bir dert aldı mı beni bu sefer nasıl olacak diye.

Neyse, bugün ikinci gün... Doktorların malum çalıştıkları ilaç şirketleri var, bir şey söyledin mi dört şeye ilaç yazılıyor. Ne kadar tüketim o kadar para akışı. Ağlamaktan içi çıkan bebeğe soğuk algınlığı için burun damlası, tam yağlı süt verildiği zaman ortaya çıkan alerjik reaksiyon için şurup, sabah acilden aldığımız fitile alternatif başka bir ağrı kesici ateş düşürücü (dönüşümlü kullanın denildi, öyle de yapıyorum)

Bunların içinde kullandığım, ağrı kesiciler (zorunlu kaldıkça), kulak damlası ve tabi ki antibiyotik (yoğurda karıştıyorum, bir kaşık, çilekli yoğurt oluyor, onu bile zor alıyor) Bugün öğlen sanki bütün enfeksiyon dışarı aktı fakat geceler çok zor geçiyor :( Sanırım bu akşama kadar üç gece ciddi derecede her saatte bir kalkmalar, ne yapacağını bilemeden ağlamalar, odadan odaya dolaşmalarla geçti hepimiz için.

Beraber yatmak bir kabus, bebek için ve anne baba için geçerli bir durum bu. Bizim yatak king size birde, yani o da mazeret falan değil. Zaman zaman iki yetişkin insanın bile aynı yatağı paylaşması uyku kalitesini olumsuz yönde etkilerken ciddi derecede tepişerek ve dört dönerek uyuyan bir varlığın ortada olması katlanılmaz etki yaratıyor.

Mesela üçüncü gece mi ne ben pes ettim ve yatağa getirdim, dün gece yalnızca bizim yatağa gelmek adına uyandı hanımefendi. İşin iyi yanı şu; bizlerle O da iyi uyuyamıyor. Kendi yatağı gibi dört dönüp yumuşak kenarlarla atlatamıyor durumu, ayağını atıyor babanın kafasına, ittiriliyor yeri gelince...

Bakalım bu gece bizi neler bekliyor?

25 Kasım 2010 Perşembe

Bunun İsmi Zaferdir!!!!

Avrupa Komisyonu, biberonlarda plastiği sertleştirmek için kullanılan "Bisfenol A" maddesini yasakladı.

Biberonlardan bulaşan madde bebeklerin bağışıklık sistemini etkileyebiliyor

Gelecek yıldan itibaren uygulanacak yasağa göre BPA olarak da bilinen söz konusu madde, bebeklerin bağışıklık ve gelişim sistemini etkileyebiliyor, tümör gelişimine sebep olabiliyor.

Söz konusu maddeyi ilk yasaklayan Eylül ayında Kanada olmuştu.

Bisfenol A maddesinin sıcakla birleştiğinde kansere neden olduğu yolunda bilgiler gündeme gelince Kanada hükümeti, bu tür biberonların satışlarını yasaklamıştı.

Sağlığa zarar

BPA'nın kullanımı konusunda bir süredir kaygılar gündemdeydi, ABD'de altı üretici firma Amerikan pazarında sattıkları ürünlerde BPA maddesini kullanmayı bırakmıştı.

Ancak diğer pazarlarda hala Bisfenol A içeren ürünler satılıyordu.

Bisfenol A maddesi, plastik biberon, su bidonları ve daha birçok şeffaf plastik malzemede kullanılıyor.

Biberonlar, sert-sağlam su ve gıda kapları ve benzeri mutfak malzemelerinde de bulunuyor.

Avrupa Parlamentosu, Bisfenol A maddesinin yasaklanması için Haziran ayında çağrıda bulunmuştu.

Buna göre Avrupa Birliği üyesi ülkelerde Bisfenol A içeren biberon üretimi, gelecek yılın Mart ayından itibaren durdurulacak, satışı ve ihracatına da gelecek Haziran ayından itibaren tamamen son verilecek.

Türkiye'de Sağlık Bakanlığı, Temmuz ayında yaptığı açıklamada Bisfenol A maddesine ilişkin bilimsel verilerin, vatandaşların endişe etmelerini gerektirecek bir durum olmadığını gösterdiğini bildirmişti.

Bakanlık, Avrupa Birliği standartlarına uyulduğunu ve Bisfenol A ve benzeri maddelerle ilgili konuların 2005 yılında kurulan 'Ulusal Kanser Danışma Kurulu' tarafından Avrupa Gıda Güvenliği Ajansı ve Amerikan FDA gibi uluslararası örgütlerle işbirliği içinde yakından takip edildiğini' vurgulamıştı.

Evin kedisi'nin Notu: Yazı buradan alınmıştır, içim içime sığmamaktadır, sevgilerle blogger dünyası :)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Yürüyüş

Akşamları pedometremi ve Laila'yı alıp yürüyüşe çıkmaya başladım. Kulağımda walkman...Bir sürü villalar ve bir o kadar yaşanan hayat...Müziğe tempomu uydurup, hızlı hızlı günlük adım sayımı en az 10.000 e çıkartmaya çalışıyorum.

Derken, radyoda " Big In Japan" çalmaya başlıyor ve walkman'in ilk çıktığı, hatta tank gibi olduğu kaset çalar zamanında babamın Libya'dan getirdiği ve koca bavuldan çıkarttığı alet geliyor aklıma. Seksenli yıllar mıydı acaba? İlk okulda olduğum kesin de gerisini tam kestiremiyorum. Kulağıma demo kaseti takmış, "Hadi söyle bakalım nasıl ses düzeneği ama?" ifadesi ve koca bir gülümseme eşliğinde suratıma bakarken ben kulaklarımda çınlayan ilk melodiyle kendimden geçmişim...O walkmanin yıllar içinde kaç kere, hem de çok sertçe düştüğünü hatırlamıyorum bile ama en sonunda kaset yerine cd ler çıktı da emekliye ayırdık onu biliyorum, yoksa hala çalışır belki.

O fotoğraftan, çalan müzikle Caddebostan'da yaptığımız doğumgününde çalan "Big In Japan" e geçiyor belleğim...

Geride kalan 22 yıl ve ben aynı melodiyle şimdi iki çocuk annesi bir kadın olarak, çölün ortasında kurulmuş bir ülkenin sokak aralarında, bir o kadar yıl sürünüp hayalini kurduğum köpekle yürüyüş yapıyorum...

O insan yaşlanıyor belki ama hala aklında eski dostları, yaşanmış aşkları, zayıflıktan kopacak haliyle " Bir, iki, üççç!" diyerek dans edişleri..."Eskiden ne yerdim ki ben?" diye düşünüp yedikleriyle kilo almasına sinirlenen şimdiki hali baki...

Velhasıl, aslında kendi hayatıma zaman zaman böyle bir film karesi izler kıvamda bakabiliyorum, hani kendini dışardan görebilme duygusu, derler ya ölürken hayatım gözlerimin önünden geçti kıvamı...Nostaljik yan çok demek...Birikmişleri silememek biriktirmek de öyle.

Bir de belki çok uyuz bir huy ama elimde olmadan evlerin içlerinden gelen ışıkla insanların nasıl hayatlar yaşadığını anlamaya çalışıyorum. İngiltere'de kendimi tutabilmek, tül kullanımı olmadığı için belki daha zor, yani geçerken mesela eğer ev yol üzerine bakıyorsa ve içerdeki dekorasyon, ışık vesaire bir şekilde dışarıdan görünüyorsa bitti! Kesin birkaç dakikalık yürüyüş anında bir göz hapsi kaçınılmaz.

Oralarda anladığım, güneş ışığını maksimum içeri alma isteği var, tül bile güneşin görülmesine engel bir yerde. Fakat bu iklim onun tam tersi sonuçta, hem hava şartları, yılın %99 u tepede eksik olmayan bir güneş hem de dini kurallardan gelen bir mahremiyet duygusu...

Arap Emirlikleri vatandaşları (dışardan alınan bir hak değil, kan bağı şart) elektrik ve su parasını çok cüzzi miktarlarda ödedikleri içindir ki kocaman evlerin bir o kadar sayısız ışığı yanmakta, bazılarından gelen kah yemek kokusu, kah yeni yıkanmış bir avlu belki ya da giriş...

Benim ise bu evlerin bahçelerinde yanan en az yirmi ampulden pek bir şikayetim yok çünkü bazı sokaklardaki ışıklandırma neredeyse onlardan gelenle sınırlı. Yürüyüş yolunda trafik sevmediğim için ise ara sokaklar ideal, bir de düşünmek, hayal kurmak için araba farlarından elimden geldiğince uzağa kaçmakta fayda var.

Villalar genelde çok büyük aileleri barındırdığı ve özele girme duygusu çok önemli olduğundan çoğunun bahçe duvarları çok yüksek ama bu evden gelen ışığa, zaman zaman açık bir bahçe kapısının aralığından süzülen atmosfere ortaklık etmeye engel değil.

Bahçe içlerinde kendi havuzları olan villalar çoğunlukla Avrupalı, Rus ya da Amerikalı müşteriyi hedef kitle olarak görüyor. Sharjah'da yabancıların ev satın alması yasak iken, Dubai veya bir diğer Arap Emirliği'nde çok farklı bir mentalite geçerli olabiliyor.

Arap Emirliği vatandaşı olan ve kendi mekanını yaptıranların büyük bir parçası ise bahçesinde keçi bile besleyebilecek kadar büyük alanlar oluşturmuş. Kocaman, duvar genişliğindeki kafeslerde onlarca kuş bakanına da tanık oldum, tavus kuşu bahçeden çıkıp sokaklarda aheste aheste dolaşanı da...

Köpek beslemek pek o kadar yaygın olmasa da imkansız değil. Sokak kedileri öylesine zayıf ki! Su bulamadan kaç gün idare edebilirler belli olmasa da çöplerden bir şeyler araklamak için sürekli keşifteler akşamları. Gündüz ve özellikle çok sıcakların yaşandığı aylarda nasıl ki başka memleketlerde hayvanlar kış uykusuna yatarsa burada da tam tersi...Yazın kertenkeleler bile kaçışta...

Gökyüzüne bakıyorum...Kutup yıldızının bu ülkeden görünüşü kocaman, geceleri bulutsuz ve berrak. Bu akşam dolunay var ve köpüş ağzı yerde bir şekilde arkamdan sürünüyor. Hala soğuk iklime alışkın bir insan için ortamda kalp geçirttirecek bir nem ve sıcak olsa da iklimize olmak demek bu olsa gerek.

Derin bir solukla havayı içime çekiyorum. Köpeğim ve ben eve dönüyoruz. Bambaşka bir ülkede, bambaşka bir kültürün ortasında evimiz dediğimiz yere...

Ve tekrar düşünüyorum ki kendi oluşturduğumuz aileler ve eşyamızla dünyanın neresine gidersek gidelim, o mekan bizim evimiz.

Gülümsüyorum...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kedinin Kuyruğu

Yıllarını evde harcayıp, çocuklarını doğurup, onları büyütmüşsen şayet, o zaman kariyer yapmadığına lanet edersin, elinden her geldiğinde evinden kaçma moduna girersin. "Ay şekerim ev depresif yapıyor insanı." dersin her iki cümlede bir.

Bir yerin genel müdürüysen ya da özel hayata zaman vermeyen bir işte tükettiysen ömrünü bu sefer de neden evlenemeyip, çocuk doğurmadığına, eğer çocukların varsa onların dakikalık değişimlerine tanıklık etmediğine, yaşama bakış açılarını istediğin gibi yönlendiremediğine yanarsın. Bu sefer kaçmaya çalıştığın evin olur bir kuş yuvası. İşten çıkışlarında ayaklarının kıçına vurarak geldiğin sükunet mekanın...

Kıvırcık saçlıysan düze, düz saçların varsa dalgalı ya da kıvırcığa özenirsin.

Uzun ve inceysen, minyatür ve yuvarlık hatlı olmaya takarsın kafayı, tersi durumunda kendini olduğundan uzun gösterecek ne tür ayakkabı varsa onu seçer, hayatını spor salonlarına adarsın zayıf görünmek uğruna...

Çocuklu ve yalnızsan içinden sorumluluk duygusu yüzünden, dinlenememekten, sevişememekten "İmdaaattt!" diye bağırmak gelir, çocuğun yoksa karı koca çocuklu ve ince hatlı kadınları dünyanın en şanslı ve seksi kadınları, erkeklerini de en iyi baba adayları olarak tanımlar, hamile kalmak için kendinden geçercesine paranı ve bedenini tüketirsin.

Birlikte yaşadığın bir erkek yoksa hayatında, sorumluluk paylaşmanın o ilişkiden neler alıp götürdüğünü, her günün getirdiği boktan rutinin nasıl hayatı ele geçirdiğini bilmez, erkek ve kadın ilişkisini karşılıklı mehtaba karşı yudumlanan şarap olduğunu sanırsın, hep sonsuzluğun peşinden koşar durursun.

Şayet yıllara yayılan bir ilişkide, bir de küçük insanların sırtlara yüklediği ağırlığı hissediyorsan omuzlarında, işte o zaman da tek başına kalmayı özler, geçmişe bir kadeh kaldırırsın...

Kısa ve öz, hayatında elinde olmayan ne varsa onun peşinden koşar durursun, kedinin kuyruğunu kovalaması misali...

Ama seçimlerinden biri ya birine izin verir ya diğerine...

Hepsi birden asla olamazsın.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Fil Hafızası Bu Mudur?

Sürekli ve hiç değişmeyen tek his yorgunluk...

Tatile gitmeden yorgundum, tatili dört gözle beklerken ve umut ederken de, tatilde ve tatilden sonra, şu an, burada da yorgunum.

Böylesine bir tekrar zinciri var hayatımda ve bunu asla değiştiremiyorum.

Neden? Bebeğin doğması... Artık herkes kabul ediyor ki sezeryan ciddi bir ameliyat, gereği olmadan yapılmaması gereken bir durum. Ama yapılmış tamam, olması gereken oydu ve uygulandı onu anladık, değiştiremiyoruz.

Lohusa demek ne demektir? Bebeğin birazcık annenin kucağından alınması, o sırada çiçeği burnunda annenin uyuyabilmesi, dinlenebilmesi değil midir? Bir kadının kırkının çıkması ne demektir? Yıllara yayılmıştır lohusanın kırkının çıkması...Nesilden nesile aktarılmamış mıdır? Evde anne veya kayınvalidenin yüzünde sevgi dolu bir gülücükle getirdiği sıcacık demli bir çay ya da dumanı tüten çorba ne anlama gelir?

Peki, ben bunların hangi birini yaşayabildim?

Doğumdan yalnız başıma çıkıp evime geldim, gümbür gümbür olayın orta yerine düşüp bir gün bile yatma dinlenme lüksümü kullanmadan, bakılmadan yalnız bebekle kalakaldım. Başımızdan öylesine büyük olaylar geçmiş ki zaten bu sekiz aylık doğmuş ya çantada keklik diye niteliyoruz...

Yanlış! Normal sağlıklı doğan bir bebeğin bile ailesinden çaldığı uyku 6 aya denk geliyormuş. Düşünsenize! Dünyadaki en bilinen işkence tekniklerinden birini sürekli 6 aya yayılacak şekilde uygulayın bakalım ve neler oluyor görelim.

İngiltere'ye gittim...Çiçekler böcekler kuşlar ve o ülkenin fevkalade olması değil kastettiğim...Verilen değer, acıma duygusu, empati...Hepsi tahmin ettiğim gibi sıfır çıktı.

Bir kadının bir kadına yaptığı en büyük bencillik, en sapkın duygudur üveylik ve sevgisizlik. "Uyumam lazım biraz" cümlesine verilen yanıt " Sen dün gece iyi uyumadın mı?" oldu.

Eşimle konuşup tatilde rahatlama sözü almış olmama rağmen sevgili(!) oğul bile bile, gözüme sokula sokula uykuya yollanıldı.

Bütün bulaşıklar "Sen yıkayacaksın" duygusu verilerek, o an işi çıkarak, yokolarak bana bırakıldı (%80 nini yapmadım o ayrı), oğul sürekli ne kadar harika bir baba, ne fonksiyonel bir koca ve evlat olduğu için pohpohlandı.

Öfke, tanımlamalarda hata, yokluk, sanki hiç varolmamışlık...hisleri bastıra bastıra, kanırta kanırta yaşatıldı. Çocuklarla beraber değişen bu ilişki benim cidden canımı sıkmaya başladı.

Türkiye'de...Bir ay yalnızlık bu sefer. 9 yaşında bu zamana gelinceye kadar tatile aktivite kitaplarıyla çıkarılmış, O'na zaman ayrılan bir çocuktan ne yapacağını bilemeyen, küçük kardeş yüzünden içi çıkmış insanlar kalabalığına dönüşen bir aile...

Büyüğe yetişemediği, hiçbir şeye katlanamayacak bir hale geldiğinden üzüntü içinde olan bir anne...

Kendi hayatımda farkına vardığım en önemli şeylerden biri oldu bu tatil. Ha, güzel yanları yok muydu? Tabi ki vardı ama hayatta pür kötülük veya pür iyilik diye bir şey var mı? Doğa harikaydı, korunmuşluk, bloggerlardan Fatma ile tanışmak, kendi kendime yaptığım tren yolculuğu, bahçede masa ve içki, kaldığımız cottage...

Hala yorgunum, hala hiçbir şeye zaman bulamıyorum çünkü yemek, ev ve çocuklar arasında bölünmüş durumdayım, birisi biraz ara verdiğinde diğer konuyu tamamlamaya çalışıyorum.

Yine her zamanki gibi ben düştüğümde aldığım destek tam bir fiyasko. Bu, kendi ailem açısından bir türlü becerilemiyor, bahane belli çoook isteniyor ama işte yaşlılıklar, yorgunluklar, hastalıklar olarak liste uzayıp gidiyor. Ama en azından ne bileyim görülüyor bir şeyler, "Kızım bu ne hal böyle?! Canın çıkıyor hiç oturmuyorsun." deniliyor, bu da bir şeydir.

Diğer taraf ise istemiyor. Bahane bile üretilmemekle beraber yardım istenildiğinde şöyle deniliyor "Yapamam ben efendim!!" E peki o zaman sormazlar mı zamanı geldiğinde senin için kim yapacak?! Ben değil çünkü asla unutmam, öyle de bok bir huy işte!

İngiltere tayfası toruncuklarını çok özlüyor ya, hani kafalarını okşayıp iki kere öpmek için. Ama bir gün geç yat da bebek ağlarsa duymamazlık etmeyesin denildiğinde bir bakıyorum hiç beklenmedik bir şekilde kayınpeder devrede. Sabah erken kalkılırsa ilk söylenen " Çok erkenden görüşmeyelim" İki kere bebeğe incy mincy spider demek için taaaa o kadar yollar tepiliyor ya, bebek her huysuzluk yaptığında hani anneden bekleniyor uzaklaştırmak ve saatlerce oyalamak ama o sırada kimse istifini bozup " Kızım otur şuraya bir yemeğini yiyemedin" demiyor.

İşte öyle sevgi bana biraz tuhaf geliyor. Yani, boktan işlerin hepsi acınılmayan anaya atılırken, baba biraz devralmaya kalktığında "Zavallı!" damgasına gark ediliyor. Ne kadar da fevkalade bir eş, sen al kocanı da al öp başına koy deniliyor.

Tüm bunların sonunda kim kaybeder kim kazanır bilemiyorum ama bildiğim bir tek şey var evliliğin bu zorunluluklar kısmından bıktım usandım. Kelalaka sana zerre kadar sevgisi olmayan bir kadına anne demek, ne yapılırsa yapılsın söylenilirse söylensin olmamışı oynamak ve taaa bunu bir taraf ölene kadar sürdürmek...

Ben olaya hiç öyle "Bak affet, ölümlü dünya, gelir geçer" falan diye bakamıyorum. Ne tuhaf! Dibine kadar da nefret ediyorum artık ve zamana bırakıyorum ama biliyorum ki zaman bu olayların tekrarlanmasından başka bir boka yaramayacak.

Allah yardımcım olsun, amin!

27 Haziran 2010 Pazar

Ben Normal miyim Dr. Öz?????

Dr. Öz'ün sağlık show'unu izleyen herkes bilir ki programı canlı olarak seyretmeye gelenler stüdyoya çıkıp sorusunu sorma potansiyeline sahiptir. Benim gördüğüm bu soruların pek de duyulması olağan, her gün karşılaştığımız cinsten konular olmadığı. Bir kısmı sorulamayacak kadar utanç verici veya bir diğer bölümü hakikaten "Dr Öz ben gözümü mıncıklayıp mıncıklayıp içinden sümüksü bir madde çıkarıyorum, normal mi?" gibi akla gelmeyecek türden...

Ben orada olsam ve bir şekilde soru sorabilsem; "Çocuklarla sosyalleşmenin aşırı stresli, karı koca görüşmelerinin sıkıcı olduğunu düşündüğüm için bana kalsa çoluk çombalak ve çiftli olarak zamanımı hiç bu konulara harcamam, normal miyim doktor?" derdim.

Bir kısım insana göre "AAaaaa ne ayıpppp, olur mu canım öyle şey?! E o zaman hiç görüşülmesin!" tepkisine gark olacağımın bilincinde olsam da çocuklu sosyalleşme, başkasının evinde kalma, yaşama, tatil yapma mantığı bana göre değil. Bu normal veya değil bilmiyorum ama normallik neye ve kime göre orası da tartışılır.

Mesela bazısının aklında çocukların çığlıklar atarak çevrede koşturduğu, ağaçlardan perende attığı, koskocaman İtalyan tarzı kurulmuş masalarda kimin ne söylediğini bir diğerinin dinlemediği, şen kahkahaların ve aynı anda bebek ağlamalarının birbirine karıştığı bir senaryo olabilir. Ben ise o senaryonun bir parçası olmak istemediğimi buradan rahatlıkla haykırabilirim.

Bunun altında yatan başlıca sebeplerden biri insanların kalabalık ailelerden gelmesi ve alternatifin aslında ne derece ruha sakinlik verdiğinin ayırdına varmamaları da olabilir. Hatta kuvvetli bir ihtimaldir bu, insan nasıl ortamda büyüyorsa o ortamı kurmaya meyillidir.

Aslında biz de üç kardeşiz ama ben büyük farklarla en küçükleri olduğu için sanırım "Tek Çocuk Sendromu" yaşıyorum. Heryerde ve her an sessizliği, kendime ayıracağım zamanın kalitesindeki bilinci ve onu bırakmama direncini şiddetle hissetmekteyim. Kardeşlerimle o benim, bu senin! ama onları benden daha fazla seviyorsunuzzzzz! kavgası hiç yaşamadım. Onların bir yerde genç yaşta edindikleri çocukları gibiydim.

Ablam zaten kendimi bildim bileli evli ve çocuklu oldu, abim ise en sevdiği filmlere, çizim yaptığı odaya beni ortak etti, öyle büyüttü. O yüzden de bir yerde çok genç bir baba modeli de vardı karşımda büyürken.

Yaşamım boyunca kendime yakın kardeşler ve onların bitmek bilmeyen çekişmeleri, enerjileri, titreşimleri olmadığı için belki şimdiki yaşımda aynı ortamlardan hep kaçtım. Kendi çocuklarımı da elden geldiğince o enerjiden uzak kendi hallerinde yetiştirmeye çalıştım ve çalışıyorum, hala heyecandan, hop hop hop zıplama, bağırış, evin içinde deli gibi koşuşturan çocuklar fotoğrafını kendime uygun bulmuyorum.

Çocuklu arkadaşlarla bir araya geldiğimizde durmadan kesinti yaratan ve bambaşka bir konudan bahsederken "Ayyyy bugün kaçıncı bezini değiştirdim, meyve yiyince kaka bombardımanı oluyor" ya da "Yaaaa görüyor musun işte yapamıyor kakasını, kabız oldu, hadi gidelim mi tuvalete, orada deneyelim?" tipi kesintilere uğramak çok normal mesela. Ya da anne ve babalar oturup çocuklarının yaptıkları haylazlıkları anlatıyorlar birbirlerine ki bu nokta gerçekten hiççç ilgimi çekmiyor. Bir de gerçekten insanların bebekleri olunca bir kaka muhabbetidir gidiyor, önceden ağza hiç alınmayan hatta tiksinilip burun bükülen bu kelime neredeyse her cümlenin içinde birer ikişer kullanımda.

Peki bu durum beni kötü bir ebeveyn mi yapıyor? Sanırım başkalarıyla beraberken olaylarla yüzleştirmemi, problem çözüm yeteneğimi ve soğukkanlı olmamı engelliyor. Kendi çocuklarım bir kenara, belli bir saatten sonra ortalığa saçılan error sinyalleri, çocukların maksimum oynama saatleri olan iki saatin erişkinlerin bitmeyen konuşmalardan ötürü uzadıkça uzamasını, bu yüzden yenilemeyen yemekleri, içilemeyen içkileri veya çayı kahveyi, o sırada oynanacak oyun kalmadığından deli danalar gibi saklambaç, bağrış çığrışın beni deli ettiğini görmezden gelemiyorum.

Sonuç ise yorgunluktan bitap düşüp dengesi bozulan kendi çocuklarımdan çıkıyor onu da gözlemliyorum. Bu sırada izlenmekten "Evin kedisi de pek bir agresif canım!" denmesi potansiyelinden de hoşlanmıyorum.

Çünkü aslında bu tahammülsüzlüğün altında yatan neden, görmezden gelinen, suçlusunnnn! diye kaldırılan parmağın esas sebebi bambaşka. Ve onun adı da uyku bölünmesi, kargalar bokunu yemeden yaz kış okul iş zamanı ayırdedilmeden kalkılması, sürekli bir hareket hali ve bölünme histerisi olarak özetlenebilir.

Herşeyden önce çocuk ve bebek bakımı denilen süreç belli bir yaşa gelene kadar ciddi derecede engebelerle dolu. Bir çocuk en ideal şartlar altında yatsa uyusa ki bu genelde görüyoruz ana babalar tarafından sağlanamıyor, gece bir kez ya açlık ya da susuzluk adına kalkmak demek...

Bu durum ise kolay değil en bilinen işkence yöntemlerinden biri olan uykusuzluk problemini yatırıyor masaya. Kaldı ki memlekette genelleme çocukların ayakta sallanarak, yanlarında yatarak, aynı yatak odasında ya da yatakta uyumasına izin verilerek uykuya gönderme teknikleri ya da bana göre tekniksizliklerinden ibaret.

Ben ve eşim düşünemiyoruz ki gece maksimum sekiz buçuktan sonra, o da pek tabi ki uyku ihtiyacı yoksa ve koltukta falan uyuyakalınmıyor ya da dokuzda kös kös yatak odasına gidilmiyorsa, maksimum kalan üç buçuk saatlik zaman dilimi sakince bizlere ait olmasın...

Bu bahsettiğim stres, çocuklarımızı koyuyoruz yatağının içine hadi bay diyip odadan çıkıyoruz versiyonu olduğu halde böyle aksi şartlarda karı koca bizim sinir stres yığınından ağzımızda çiçek kafamızda huni dolaşma olasılığımız, birbirimizi parçalama, çocuklarla intihara teşebbüs yüzdemiz hayli yüksek olurdu.

Bir anne ve baba olarak belki garipsenecek çünkü işin doğası ona göre oturtuluyor ama çocuklarımın uyku ve diğer hiçbir konuda bana/bize bağımlı olmasını istemiyorum.

Süt verirken de aynı duygu altında ezildim unufak oldum. Bunlar dediğim gibi yazılınca bazılarına ayıp gelebilse de bizim gibi kadınların ve adamların olduğunu da bilmenizde fayda var diyorum. İnsanların dinlenmesi yemek yemesi veya kendilerine gelmesi gereken zamanlarının hepsini çocuklarına harcayarak geçirmeleri durumunda bırakın sağlıklı bir evliliği, normal bir hayat yürütebileceklerini bile düşünmüyorum. Yatılan ve paylaşılan yatakta bebeğin veya çocuğun yanında yapılan seks...Söyleyecek bir şey bulamıyorum desem daha mı doğru acaba?

Bana göre...

Çocuk kendi kendine uyumayı öğrenmeli, odasında yatmalı mıdır?

Evettttt!

Çocuğun uyuma saati belli olmalı ve bu büyüklerin saati ile karıştırılmamalı mıdır?

Eveeettttt!

Sonra, insan neden sosyalleşir? Kafa dinlemek, keyif almak, sohbetlemek, espri ve yemek yapmak, yemeği servis etmek ve adam gibi yiyip içmek için, değil mi? Peki, her çocuklu arkadaşlık festivalinde içtiğim çay bile piç oluyorsa, yediğim yemek boğazıma diziliyorsa, karı koca insanların arasında gidip gelen enerji (o da haliyle sen bak da ben bir nefes alayım ya kardeş, bak görüyor musun işte hiç yardım alabiliyor muyum? dır dır dar dar) ikilemi üzerine oturuyorsa bana ne kardeşim demez miyim?

Derriiiiimmmm!

Ya da yıllarca kanka olduğum arkadaşım çocuk doğurmuş ama o çocuğu eğitme metodu, çocuğun hareketleri benimkine çok ters düşmüş, al sana başka bir dağılma konusu olur mu?

Oluuuurrr!

Dışarı çıkmışım alışveriş yapacağım ama ufaklık yeni yürüme ardından da koşma moduna geçmiş, elde torbalar, hiçbir şeye bakamadan bebeğin peşinden, o alışverişin içine edilmiş midir?

Edilmişşşşş!

Aile ziyaretine tatile gidilmiş, herkes gülüp eğleniyor, yemekler yeniliyor ama ben kendi çocuklarımın yemeğini düşünmek, kendimden önce onları doyurmak, kaka yapılmış bezi değiştirmek, üst baş değişimi yapıp bin kere konuşulan konuyu kaçırmak, çok önemli bir noktada; "Pardon kaka yapmış bir bez değiştireyim..." ya da "uyku zamanı geldi bir yatırıp geleyim..." "Aaaaa cısssss bom bom olursunnnn çıkma oraya bak....görüyor musun bir dakika oturmaya gelmiyor!!" gibi bok bok diyaloglara girmek zorunda mıyım?

Zorundayımmmm!

Bunlar beni fena halde sıkıyor mu?

Sıkıyorrrrrr!

Bu şartlar altında "Kardeşim sen de neden çocuk yapmışsın ki hiç yapmayaydın da bunları da yaşamamış olurdun." denilebilir ancak illa ki çocuklarımla sosyalleşmem gerekmekte mi o da bir soru işareti tabi. Başkalarının doğrularıyla yaşamak zorunluluğum yok, ben nasıl ki çocuğu duvara tırmanan birine müdahale etmiyorsam benimkine de karışılmasını istemem, anlayış beklerim.

Son söz olarak insan hayatını ikiye ayırıyorum, çocuktan önce ve çocuktan sonra...Ve ardından kapımın üstüne şu yazıyı asıyorum;

"ÇOCUKLARIM VAR, BÜYÜTENE KADAR MEŞGULÜM, RAHATSIZ ETMEYİNİZ!"

22 Haziran 2010 Salı

Alerji veya Kızamık

Akşam babayla 1 numara eve girdiklerinde saat 22:00 ye geliyordu, alerji teşhisi konmuş olması beni şüphede bıraktı.

Benim bildiğim alerji oluşması için gerçekten de çok ilginç bir şey yenmesi ya da olağanüstü bir durumla karşılaşılması lazım. Bir de hiç alerji boğaz ağrısı, ciddi bir ağız kokusu ve kuru öksürükle başlar mı?

Aklıma ilk gelen çocuk hastalıklarından oldu ki kitaptan listeye girenler kızıl ( iki sene önce İngiltere'ye tam gitmeden başımıza gelmişti ve çok yüksek ateş yapmıştı, hadi geçirdiği için belki minimum böyledir etkisi dedim ) kızamık...

Ayrıca Fenistil alerjide hemen etkisini gösteren bir şurup olmasına rağmen bu hastalık bir şekilde akşam yediye doğru tekrar ediyor, bütün vücudun ön kısmı zımpara gibi kabarıyor ve kaşıntı...Yani şurup da etkisiz...I ıh! İçime sinmedi, hatta;" Leyn sen de o doktora gidip kötü haber alamayınca tatmin olmayan manyaklara mı döndün?!" dedim kendi kendime.

Dün ise okuldan yazı geldi. " Çocuklarda kızamık vakaları görülmekte olup belirtiler şu şu ve şunlar olabilir. Döküntüler görüldükten bir hafta sonra bile bulaşıcı olup, evde takibi gereklidir."

Al sana alerji! Doktor üzerine basa basa astım atakları oldu mu onu sormuş. Tamam olmadı ama kuru öksürükle başladı olay ben biliyorum. Chloe de bunu hatırlayamamış ve öksürüğe " Olmadı" karşılığını vermiş.

İşte kim çocuklarla iş dolayısıyla daha uzun vakit geçiriyorsa o gözlemlediği için, ortamda ben olsaydım belki de teşhis bile daha farklı olacaktı diye düşünüyorum. En azından doktora alerji ile kuru öksürük ve boğaz ağrısının bağlantısı ne olabilir diye sorardım.

Bunların hepsi çocuk hastalıkları ve hayati tehlikeleri olan şeyler değil biliyorum ama bebeğe geçme riski uyku ve yemek düzeninin tam giderayak alt üst olması demek ki bu bizim için herşeyin belki beş kat daha zor olması demektir. Bunu düşünmek bile istemiyorum, zaten herşey dört dörtlük giderken bile o kadar enerji harcanıyor ki...

Şu yazıyı yazarken bile içtiği sütü inek memesi kıvamında sıkıp süt çıkarttığını gördüm, zar iki gündür yatak o yüzden sırılsıklam ıslanıyormuş demek ki. Ya nasıl bir durumdur anlamak mümkün değil. Bazen işte olta atıp gözlemlemek lazım...

Bu arada, iyi ki ailede herkes aşılı (geçen sene doktor demişti ya aşılı olmamama rağmen aaa neden hemen hamile kalmıyorsun), ne diyim, geciktirmemek lazım, hele de evde okula giden birileri ve küçük kardeşler varsa...

20 Haziran 2010 Pazar

Atışa Tepişe Yaşamak...

Hayatımda ilk defa online da üç kişi gördüm içim bir hoş oldu :) Aynı anda sayfa sayımı okuyan ve online sayısını gösteren widget'ıma da baktım, ahanda onda hala bir kişiiiiii!!! Demek ki ben yıllarca ona kanmışım vay ahlaksız kahpe felek dedim kendi kendime, ne kadar üzüldüğümü hatırladım ve bugün için yazılacaklara geçtim.

Efendim, önce haberler... Yarın itibarıyla resmi anlamda evlenmemizin üzerinden 13 yıl geçmiş oluyor ve nerdeeee benim o eski hamarat, pasta üzerine kadın erkek yaptığım günler? Yapıp yapacağımız ancak gece bir saatliğine, yakında bir pub'a kaçmak olabilir, ötesi imkansız.

Olsun! Hiç yoktan iyidir. Bana part time gelen yardımcımı çok seviyorum, O da Zo'yu :)) Büyük gayetten cool, artık büyüdü, ikisi de pek birbirlerine yaklaşmıyorlar, sebep de dil sorunu. Soraj'la beraber bir çocuk bakıyoruz bir ev temizliyoruz, O Zo'yu oynatırken ben yemek yapıyorum, tuvaletleri falan temizliyorum, ben alıyorum kızı o halıları siliyor falan. Böyle bir iş tanımından azami derecede mutluyum, bence O'da öyle. Hiçbir insanın götünü devirdiği yerden emirler yağdırmasından hoşlandığını düşünmüyorum. Yukardan alta bir emir komuta zincirindense bir işbirliği havası hepimize iyi geldi ne diyeyim :)

Dün gece Zozo hanım her saat başı kalkarak kafalarımızı tavana vurdurdu, onun da hemen nedenini açıklayayım. Ablanın okuldan sonsuz sayıda eve taşıdığı, ilk baharın o çorba havasını ortama getirmesiyle birlikte başlayan klimalı hava soluma çalışmaları...Bunun sonucunda neredeyse bir şekilde her hafta sonuna denk gelen boğaz ağrısı, bitmeyen bir burun akıntısı üçgeni...Ha! Bu geçtiğimiz hafta sonu kuru bir öksürük olaya eşlik etmekteydi. Bir de şimdi İngiltere'ye gidilecek ya oraya gitmeden önce illa bir olunur kızıl, kızamık, ishal, kabızlık...artık akla ne gelirse! Aldı mı beni yine bir sinir...

Zar gittiğim yerde tam bir otorite çatışması yaşanıyor. Kimseyi dinlemeyi sevmeyen aslan burcu kadınına; " Bir de ben bakayım, hımmmm bu doğallll herkesde olurrr" gibi yorumlar yapılmaktan ziyade alınan kararlara sürekli müdahale edilip koca arada pin pon topu kıvamında bırakılıyor. Allah'ım sen beni koru!!! Bu bende korkunç öfke patlamaları yaratıyor doğruya doğru. Bir de o organize olurken yapılması gerekenleri sayan ban'a " Don't worry Evin Kedissiiii, be happpyyyy!" denilmiyor mu?! Al at kafasına bir şey.

Neyse, devam edeyim sabahda kalmıştık...En son kalkıldığında saat sabahın dört buçuğuydu ve ben kendimi artık yataktan doğrulma pozisyonuna çekmeyedurayım koca gitti ve çocukların odasının olduğu derinlikte kayboldu. Haşır huşur sesler, ulan sabahın dört buçuğunda da mıçılır mı e be kardeşim, yapmışşşş, ne yapsın adam?!

Değiştirme falan derken Zozo ile sabah ezanı arası gidilip gelinmiş ve sabah O'nu işe uğurlama çalışmaları yaparken 1 numara çıkageldi. " Annneee ben kaşınıyorum!" Haydaaaa! Bu arada ufaklık zıpkın misali odadaki çekmeceleri açıp içinde ne var ne yoksa çıkartma ve kahkahalar atma modundaydı yani o cephede asayiş berkemal.

Bir baktım ki ciğer olmuş bizim kız! Son ciğerlik halinde yine İngiltere'ye gidilme öncesi bu sefer çok yüksek ateş de vardı ve kızıl hastalığına yakalanıldı. E bebek uyumamış mı bir gece önce doğru düzgün, Chloe der mi ben kaşınıyorummmm dedim yedik ayvayı, yine bir tatil seyahat planı yine yeni ve yeniden...Yani anlaşılıyor mu bilmiyorum ama iki çocuk arasında yaşanan dakikalık ebeveyn psikolojisi bu; hadi yırttık, aaa mıçtık arasında sarkaç misali gelip gidiyor insan.

Bir numarayı evde tuttum, gözlemleyeceğim ama yarı baygın bir haldeyim, iki numara sabah kahvaltısını yapmasının ardından nakavt oldu zaten, hadi ben de O'nunla bir uykuya...Kalkış...Allah'tan evde yemek vardı, hatta ev ekmeğim bile hazırdı, arkadaş aramış kahvaltıya gelsen...Ben aradım bu sefer O uykuya gitmiş oğluyla yazık...

Chloe iyileşir gibi oldu, Fenistil kremin ve şurubun tarihleri Allah'lık olmuş atıldı, babaya gelirken alması için sipariş verildi, o sırada bir şekilde tuzluk elimden düşüp kırıldı, arkasından Zo hanımın elinden kurtarayım derken bizim karı koca resmimizin olduğu çerçevelik...Aman akşama doğru alınan Fenistil şurupla iyileşilir derken daha bir kötüye gitti, babayla kızı yolladım hastaneye...

Bunu neden mi yaptım? Birincisi evde küçük bir bebek var ve bunun mikrobik mi ne üdüğü belirsiz bir şey mi olduğunu anlamalıydım. Yarına kadar çocukcağız böyle kaşıntılı kaşıntılı yatmamalı dedim. Eğer kızıl bir şekilde tekrarladıysa ki kuru öksürük ve boğaz ağrısı bana onu düşündürdü, o zaman gerekli antibiyotik verilir, yarın da ne yapacağımız anlaşılır.

Babanın yorgunluktan haliyle yüzü düştü, dört buçukta başlamış bir gün...Ama yine de beş dakikalık doğum yaptığımız hastaneye gittiler beraber. Orası evimiz gibi sanki, butik hastane diyorum ben. Allerjik reaksiyon denmiş, yine bir oh! En azından mikrobik değil ve bir de minik bebeğin ve dolayısıyla bizlerin uykusunun içine edilmeyecek...

Kafamda binbir tilki oynuyor yine. Doğum kontrol iğnesi öküzce yan etkilerini sürdürmeye devam ediyor. Daha gazlıyım bir kere ki normalde hayatta olmayan bir şey. Sabah yine gaz sancısı vardı. Saçlar çatal çatal tiftik gibi :( Sinir boğazımdan yukarı tırmanışlarda, eller tutmuyor, kelimeler kaçışlarda, isimler zaten çoktan sırra kadem basmış vaziyette. Gitmeden taze taze saç yaptırayım demiştim, umarım boya tutar bu gidişle çünkü adet dönemi öncesi saça da gidilmez :( Ah kafama sıçim! Nerden çıkarttım tam tatil zamanı bu salak deneme yanılma oyununu ya?!

Her zamanki gibi bu dönemlere gelen ruhi bunalım halleri de yapılan, söylenen her türlü hareketin binbir kere evrilip çevrilmesi ile sonlanıyor. Bu durum çocuklarımı pek tabi ki olumsuz etkiliyor çünkü ruhumu, beynimi onlara vermemi imkansızlaştırıyor. Neymiş efendim? Yaşlı, bokum suratlı, bizleri sürekli kıran osuruktan insanların torunlarını görmeye ihtiyaçları varmış safsatası bende şu soruyu yaratıyor. Neden hep kötüler, iyilerin; " Ya boşver şimdi şu ölümlü dünyada kalp kırmaya değer mi?" leriyle besleniyorlar? (Aman, lütfen haminnemin siz de yaşlanacaksınız gün gelecek ama... tarzı yorumları yapılmasın çünkü burada üzerine basmak istediğim konu tatlı tatlı yaşlanmak, lafını sözünü bilmek, sevgi dolu olmak değil, başka bir şey)

Artık ciddi ciddi sorduğum soru bu. Dikkat edin bakın hep bu böyledir. Karşıdan öküzlükler gelir bir üç beş, aradan zaman geçer o hareket iyi tarafından unutulur, kırmayalım üzmeyelim denir ve aynı nakarat...

İnsanların yaşlılıkları, sorunları vb... her türlü bahaneleri arkasına sığınmalarından ve yontulmamışlıklarını haklı göstermelerinden çok sıkıldım. Cidden öyle...

Peki bunu belli ediyor muyum? Evet, kendimce yollarla... Eskisi gibi içten, mutlu, arkadaş canlısı, durmadan yazan eden halimi değiştirip, buz gibi, konuşmayan, tepki vermeyen halime bürünüyorum. Bunu yapmış olmak ya da zorlamak anlamında değil kendiliğinden o sıcacık duyguların yerine bunlar yerleştiği için yapıyorum. Ha tabi kim takıyor, umursuyor ya da farkına varıyor orası ayrı. Zaten onun da hesabını yapamıyorum, yalnızca ben yaşım ilerledikçe ciddi dönüşümler değişimler geçiriyorum.

Ve işte yeniden böyle duygularla yapılan hazırlıklar, hayatımın bu noktasını yüzde yüz kontrol edememekten doğan isyanlarla geçiriyorum zamanımı. Allah'tan kalınacak iki haftanın bir haftası Stonehange'in olduğu Glustonbury civarlarında bir countryside evde geçirilecek, yine kocam ve kızlarımla birlikte zaman zaman atışarak, zaman zaman sevişerek :) Ama işte aile demek bu demek! Olması gereken neyse sürekli kasmak değil dolu dizgin atışa sevişe tepişe yaşamak...

Kadehimi bu 13 yıla ve getirdiği iki güzel kız yavrusuna kaldırıyorum, hala onların benden çıktığına inanamayarak, şerefe!

16 Haziran 2010 Çarşamba

Freeeeddommmmm!!! Derken...

En zorlandığım konulardan biri diyet yapmak, çocuklar büyürken onlara besleyici ve iştah açıcı ne varsa yapılmalıyken evde kendine davetiye çıkartmayan, hatta sıkıcı olmasından mütevellit ağza atılıp hemen geçiştirilmesi gereken yemeklerden hazırlamak...Ne kadar zormuş...

Aerobik sınıfına katılalı yaklaşık ikinci ayımın içindeyim. Haftada üç günlük ki bu haftadan itibaren o sayı ikiye düştü, bir program. Şu an 40 bedendeyim amaç 38...Dediğim gibi hem lezzetli iştah açıcı, teşvik edici yemek yapmaya çalış hem de yeme!

Geçen hafta da üç aylık hormon (pregesteron) korunma iğnesi yaptırdım. "Yan etkileri neler olabilir?"soruma yine dangalakça bir şekilde " Hiçççç! Süperrrr bir iğne!" cevabını alıp kıçıma acılısından vurulana kadar hanyayı konyayı pek anlamadım, hoplaya zıplaya eve döndüm. Amannnn ne güzel yıllardan sonra free sexxx, freeeddoooommmm naraları ataraktan...

Bir kere yakan bir iğne bu birrrr, ikincisi iğneyi yediğimin ikinci günü baktım yine sinirden saçlarım dimdik ahanda dedim bakalım bu hormonun yan etkileri nelermiş. Dınınınnnnnn!

Sene içinde 1 ila 3 kilo arasında hormonun su tutma ve iştah açıcı özelliğinden gelen yan etki. Bu muhakkak söylenilmeli demez mi internetteki bir doktor röportajında!!!

Bazılarında depresyon sinirlilik hali. (Bu ben tanıştırayım)

Saçlarda dökülme (Tam da bu aralar yaştan ve doğum sonrasından saçlarım inceliyor mu neeyyy? derken)

Bana göre aynı adet öncesi sendromların yansıması, mesela koşturararak gelen tuvalet atakları hani epey bir zaman önce 25 adet semptom bulmuştum ya kendimde, ya kabızlık demiştim ya tersi, işte bu öyle.

Salaklaşma, elinden onu bunu düşürme

Acıyı daha fazla hissetme

Herşeyi daha fazla kurcalama, bunalma ve dert etme (bugün mesela aman evden kaçayım dedim evden çıktım alışveriş merkezine...Arkadaş ve oğluyla. Eve gelirken evim evim güzel evim diye ayaklarım kıçıma vurma modundaydı)

Tatlıya aşırı istek, özellikle çikolatalı şeyler :(((

Yorgunluk, hareket yaparken kesilme, uyku hali

Ulan ben ne diyim artık bilmiyorum ki!

Bundan sonra hele de bu iş üç ay kendini bu şekilde sürdürürse Allah korusun, kıssadan hisse yumurtalıklarıma dokunmayan yılan bin yıl yaşasın! sloganı olacak. Çünkü yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibi bir şey bu. Adet görürken her ay bunları yaşıyorsun ama iğneyi yiyince üç ay sürekli böyle dolaşıyorsun :( Sabır taşı olsa ortasından çatlar, ben kendime bir hafta dayanamıyorum, aile tuz buz olur, kendi kendini imha eder yahu!

Bu arada belirtmekte tekrar fayda var Arap Emirlikleri'nde zaten korunmayı destekleyen bir sistem yok. Aman çoğalalım, çoğalasın, çoğalsınlar... bakış açısı hakim. İlacın fiyatı talep görmemekten dolayı neredeyse parasız hale gelmiş denilebilir. Doktorun fiyatı eczaneye soruşu ve hemşirenin bize iletişi, yok canımmm bu kadar da olmaz yanlış anlaşılmıştırrrr! dememiz...

Bir de bak dedim ki jinekoluğuma "Rabab'cım (kendisini gerçekten de çok severim ama beni bu konuda hayal kırıklığına uğrattı, dersine iyi çalışmamışşşş) bir kilo bile aldırırsa ben yokum bu işte."

Bir buçuk aydır kıçımız çıkıyor beş kilo verelim diye atla deve de değil ama yaşlar ilerledikçe ne zor oluyormuş eski kılıfa dönmek, e bir alacaksın iğneyi hadi tekrar şiş olacak iş mi bu?!

"Aaaa hayatta!" dedi Rabab. Al sana hayattaymış!

Benden size tavsiye önce korunma planlamasında araştırın, öyle yapın. Fakat bir yandan da deneme yanılma...Zor bir karar.

Bak yine acıktım şimdi :(((

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Baydın Avent Türkiye!

Berceste ebeveynlere ait bir link yollamış, Avent Türkiye şimdilerde annelere " Ama bakın bizim BPA lı biberonları dünya sağlık örgütü de benimsemiştir" diye yazmış da yazmış, vermiş de linkleri vermiş...

Amaç milletin kafasını karıştırmak ya, aynı politika bakarsın hep din ve politika, tarih tartışmalarında da yapılır, çıkarlar birbirlerinin karşısına herkes kendine uygun bir araştırma yazısı çıkartır, o kağıt gider bu kağıt gelir, bakanın da kafası döner küfür eder bitirir, hah aynen aynı hikaye.

Ben kendi yazdığım yazılarda tamamıyla objektif, hükümet yalakalarının yer almadığı kurumları, bilim insanlarının araştırmalarını çevirmeye çalıştım. Gidersen öbür tarafa bol onlardan. Devlet tarihçisi, devlet bilim insanı...Bunlar o kadar korkutucu boyutta ki olacak depremi bile aman devlet erkanına bir şey olmasın, peşkeş çektikleri olaylar aydınlanmasın diye olmayacak gösterirler. O derece.

Dünya sağlık örgütü bu konuda geri adım attı ve olması gereken benimsendi, Dr. Öz'ün en son yolladığı bilgide bile var özellikle hamile kadınların uzak durması gereken bir madde BPA diye. Kendi programında bu maddenin sağlığa zararları konuşuldu, hatta konserve yiyecekler için insanlar uyarıldı. En son yapılan testlerde en pahalı konserve beyaz ton balığında en yüksek BPA belirlendi ve hatta aynı balık türü yaşlı olduğu için en fazla cıvayı da barındırmakta denildi.

Türkiye'deki yetkililer hala bir savunma içindeler. Nedendir bu Türk insanında sürekli yaptığı öküzlüğü kabul edip özür bile dilememek, bırakın özürü hala içi geçmiş araştırmaların linkini verip insanların da bunu okumayacağına güvenerek hatayı devam ettirmek? Anlamak mümkün değil demiyorum çünkü yalnızca bu konuda değil, her konuda o kadar tükürdüğünü yalamam halleri yaşatılıyor ki, içim geçti artık yazıp çizmekten.

Buradakiler de bilmiyorlardı BPA nedir diye ama konuştuğumuz tüm dükkanlar notlarını alıp hemen getirttiler, yazdıklarımız okundu ve akabinde harekete geçildi. Türkiye ayağı hala zart zort atıp tutmak ama icraate gelince bir bok yapmamakla meşgul.

İnsanların bunu fark etmesini beklemeden hemen harekete geçen iki firma oldu Arap Emirlikleri'nde biri Nuk, diğeri hiç BPA sız ürünü olmayan Medela. Bu iki ismi gerçekten de kutlamak lazım.

En son The Independent UK (İngiltere) bu konuya değindi ve Danimarka eğer BPA'yı yasakladı ve standlardan kaldırdıysa biz neden yapmayalım başlığı altında 2 Şubat 2010 tarihli bir yazı yayınladı.

Biraz da o yazıdan bahsedeyim. Bu konuda başı çeken ilk Avrupa ülkelerinden biri Danimarka. Kanada ve Amerika'nın birkaç eyaletinde de aynı şekilde BPA yasaklanmış durumda ancak yazıda belirtildiği gibi İngiltere piyasasında Boots çok yakın zamanda BPA li ürünlerini geri çekmeyi garanti etmişken Mother Care Ağustos'un sonlarına kadar satışlarına devam edeceğini açıklamış.

Yazıda en fazla dikkatimi çeken unsur, yıllar boyunca BPA nın özellikle de esas yıkımı yaptığı bebekleri es geçmesine rağmen bu yıl Ocak ayında Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu EFSA'nın geri adım atması ve bu kimyasalla ilgili iletişimin en aza indirgenmesi yolunda çark etmesi. Amerika'nın ikinci en büyük sağlık kurumu olan Çevre Koruma Vakfı da BPA nın çevreye potansiyel tehlike oluşturduğunu kabul etmiştir.

Bütün bu gelişmeler üzerine İngiltere bilim insanları ve kanser üzerine uzmanlaşmış doktorlar da İngiltere hükümetini Kanada ve Danimarka'nın uygulamasını takip etmeleri ve BPA nın özellikle biberonlardaki varlığının kaldırılması yönünde uyarmışlardır.

Yazının devamında birçok profesörün BPA ve İngiliz devletinin bu konuda izlediği şu anki politikanın ilerde getireceği riskleri gözönünde bulundurması ile ilgili uyarılar var.

Yazı burada, onu da isteyen okuyup daha detaylı bilgi elde edebilir veya benim daha önce ayrıntılı olarak araştırıp koyduğum BPA yazılarına dönebilir.

Kısa ve öz arkadaşlar, BU MERET ÖZELLİKLE BEBEKLERDE ÇOK CİDDİ SORUNLARA YOL AÇIYOR, BU BU KADAR! İşte azı şuymuş, çoğu buymuşu yok, varsa ortada mide bulandırıcı bir şey toplayacaksın kardeşim, laga luga diye milletin bebeğini zehirlemeyeceksin.

Bir de bu yetmiyormuş gibi özür dileyip çark etmeden hala zamanı geçmiş bilgileri vererek BPA Free olmayan ürünü getirtmeme öküzlüğünü yapmayacaksın.

NOKTAAAA!

28 Nisan 2010 Çarşamba

Dr.Öz

Sabahları ilk yaptığım iş Türkiye saatiyle saat 6:20 gibi başlayan Dr. Öz'ün programını seyretmek. Güne O'nunla ve gerçekleştirdiği mucizelerle başlamaya bayılıyorum, bugün 100.programı vardı mesela ve oraya gelen, hayatlarını değiştirmiş, 40 ile 80 arası kilo vermiş insanları görmek çok etkileyiciydi.

Bu tip başarı hikayeleri beni hep çok etkilemiştir, burada beş on kilonun nasıl verileceğini düşünüp kafa patlatırken böyle insancıkları görmek gözlerimi yaşartıyor, gerçekten! Hele aralarında öyle değişimler geçirmiş olanları var ki, o halden birer mankene dönüşmeleri...Ne denilebilir bilmem.

Yapılan değişimlerin birincisi kalorisi yüksek hazır yiyeceklerin kaldırılması, günlük bir egzersiz programı, ne olursa, genelde çok kiloluların yapacağı yürüyüş. Egzersiz olmadan yapılan zayıflama girişimleri hep başarısızlıkla sonuçlanmış.

Benim kendi adıma yapmak istediğim şey hareketli, cıvıl cıvıl bir dans ortamı hayali...Hayali diyorum çünkü hala gece tam en derin yerde bir kere kalkmak, sabah beşbuçuk altı arası hortlamak beni çok güçsüz kılıyor. Hep yorgunum, bu yorgunluk bir süre sonra bezginliğe çeviriyor. Boş anlarda beyin ve beden yormayan ne varsa onunla uğraşmak, ardından hep yorgunluğa yenik düşmek...Bir şey yapmak istiyorsam evden uzaklaşmalı, toplamak, yemek yapmak, ay bebeğin suyuydu uykusuydu, ufaklığın ödevleriydi gibi dertleri arkamda bırakmam gerekli biliyorum. O günler de gelecek elbet.

Telefon birkaç gündür çalışmıyor, zamanın yarattığı aşıma uğradı uyuz makina. Zar yeni teknolojiyi bilerek ve isteyerek on yıla ayarlamışlar sanki, gerçekten hepsi kendi kendini bu dönem içinde imha etmek üzere programlanmış gibi.

Bugün de bir anda elektrik süpürgesi yanmış gibi koku çıkartmaya başladı mesela. Yaşarken hiçbir ihtiyacımız olmasa ne güzel olurdu. Tam ay sonuna bir hedef belirliyorsun ve o noktaya dört kala haydaaa bir şey bozuluyor, yok seyahat zamanı geliyor. Ziyaretler, tatiller çok pahalı, zorunluluklar can sıkıcı...

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ölüm...

Biz blogger dünyasının her bir parçası, burada kendimizden daha bir "biz"iz sanki.

Sansürsüz, karışan, görüşensiz, hesapsız, içten ne gelirse, o anda, doğaçlama bir tiyatro sahnesi blogger dünyası...

Bir hafta önce yine Magissa'yı okurken öğrendim Devin'in aramızdan ayrıldığını. Boğazım düğüm düğüm kalakaldım kendi kendime. Ne yapacağımı bilemedim, bloğuna gidip en son ne girdiğini görmek adına, sırtını yere vermiş kedi fotoğrafıyla karşılaştım yine. Ve bir de ölümün o değişik, yalnız, ıssız enerjisiyle...

Ölenlerin, yani fiziki bedenini geride, bizlerle üç boyutlu dünyada bırakanların, üzerlerinden büyük bir yükü atarcasına arkalarına bile bakmak istemeden ayrıldıklarına inanırım ben dünyadan. Sevilenler emin ellerdeyse özellikle.

Devin'in O'na şiir yazan bir oğlu vardı bunu biliyorum. Yüreği ve ruhunun bir parçası evladında kalmış olabilir evet ama yine de orada çok huzurlu olduğunu düşünüyorum, hatta elinde sigarası aşağıya yandan bir gülümseme ile baktığını da...

Nur içinde yat Devin, mekanın cennet olsun.

23 Mart 2010 Salı

Uzaktan Maval Haberler...

Hani gazete ya da dergi sahibi genç, hayattan bir haber, çiçeği burnunda ve tecrübesiz gazeteci adayına bir konu verir de adam veya kadın hayatı boyunca hiç düşünmediği ya da tecrübe etmediği bir başlığın içine düşer ya bir anda...

İşte bana geçenlerde aynen bunu hatırlatan bir fotoğrafın altında istatistikimsi bir şeylerle şu haber vardı. " Ev ofisten işini yürüten kadınlar / adamlar çok daha verimli ve mutlu çalışıyor." Fotoğrafta sırıtkan bir anne, kucağında ööle malak gibi bilgisayara bakan bebeği, mutlu mesut profilden bir görüntü...

Valla beni bu araştırma hiççç bağlamadı diyebilirim çünkü bilgiyi oraya aktaranın gerçekten de ne evli, ne de çocuklu olduğunu düşünüyorum. Bir bilgi aktarılırken nasıl deney yapıldığında etkenler vardır ve sen onlardan birini atlarsan sonuç değişir, o şekilde atlanan konular var.

Ofis mesela yıllardır tu kaka yapılmış bir yer olarak düşünülür değil mi? Bana göre ise evi,çoluğu, çombalağı, bir sürü günlük dır dır işi arkada bırakarak işine odaklanman için yaratılmış bir mekan. Yararları çok fazla. İşini yaparken aralarda sigara çay molası, hüp, kaç arkadaşınla lak lak dedikodu, ardından masana getirdiğin çayınla yazacağın rapora odaklan, telefonlarının ardı arkası kesilmiyorsa da yine stresinle turnaklarını ye ama bir başına ol kardeşim! Evdeki gibi bacağında bir çocuk, arka fondan başka biri, ay yemek yandı, ay soğan doğrandı mı gibi fani konulara takılma değil mi ama? (Eve gittikten sonra bir de onlarla bayıntı geçir ama o ayrı bir mesele) Bir de evdeki psikolojide eğer bilgisayar başına oturursan çocuklu bir şekilde inanılmaz bir kötülük yapıyorsun duygusu gelip yapışır yakana.

Evde kalıp da yardımcısız çocuk bakan bir insanın bu gerek baba, gerekse anne olsun bilgisayarla idare edilebilecek bir işe konsantre olabilmesi için çocuklarının daim uyuması gerek! Ver gazı uyut!!! Abartı yok. Çok uslu diyelim, harika ama sen oturdun bilgisayar başına tapata tupada yazıyorsun, çiziyorsun, saatlerce...Olacak iş mi?! Hadi dedin bebeğini aldın kucağına oturttun, hahaha! O zaman tam sekiz şekline girdin. Yazmak imkansız. O küçücük eller parmaklar her yerde, yazdıklarını anında kaybetme riski, bilgisayarının patlama, kilitlenme olasılığı oldukça yüksek.

Belli bir süre sonra zaten bebeğin varsa bir bakmışsın Pavlov'un köpeğine dönüşmüş, sen daha kıçını koyyyaaarrrkkeeeennnn, ciyakkkkkkk! Aynı durum bırakın bilgisayarı, köpekler ve çocuklar için telefonda konuşurken de geçerli. Neden? Çünkü bu tip işlerin hepsinde ilgi çocuklardan hop öbür tarafa kayıyor da ondan. Bazen bir yemek koymanın, bulaşık yıkamanın, hatta çalan bir telefona ya da kapıya bakmanın bile bir kabir azabı olabileceğini deneyimleyen bilir.

Bırakalım bütün bunları ortalamalarda dolaşan bir ev kadını olarak pek tabi ki ortalığın toplanmasını, günlük tuvaletlerin temizliğini, ütü, çamaşır asılması, toplanması, temizlik, yemek işini çeşitli hizmetçiler giderdiği için geriye yalnızca çocuklarınla geçirdiğiniz nitelikli (!) zaman kalmakta...

Çalışan kadınlara da söylenilen bu ya, sanki bakılması gereken bir ev yok ortada, kadın direkt geliyor Aşk-ı Memnu'dan fırlamış bir evde 32 çeşit yemek O'nu bekliyor...O da haliyle hemencecik çocuğuna koşuyor, ödevi varsa anında görüntü veriyor, sinirleri çok sağlam, trafikte kalmamış, üstünü başını deiştirip şöyle bir oh da denmesi icap etmiyor falan filan....

Bana göre bu çizilen resimler evvel zaman içinde diye başlamalı, gerçeklikle yakından uzaktan alakası yok çünkü. Ve sinir bozucu derecede yalan ve ahlaksızca...

Aslında en güzeli, böyle haberi yapanı alacaksın kardeşim, kıracakasın kıçını evde oturtacaksın ama öyle böyle değil, yalnız, herşeyle kendisi başa çıkacak, öteye gitmeye lüzum yok, analarımızın yaşam biçimi. Uzaktan maval okumak nasılmış anlayacak o zaman.

Muhtemelen reality show'un sonunda yaptığı haberi de çiğ çiğ yiyerek programı kapatacak :) Nasıl ama senaryo?! Daha gerçek olduğu kesin de, gerisini bilemem.

20 Mart 2010 Cumartesi

Spunch Bob'dan Einstein Çıkar mı?

Ben kendimi bildim bileli yazarım, ta ufaklığımdan beridir hep günlüklerim oldu, ilk okulda başladım evdeki şenlikleri, kendi duygularımı yazmaya...Ama bir o kadar da çevremden haberdar oldum. İlgilendiğim, araştırdığım, üzerine kitaplar devirdiğim bir sürü konu oldu.

Babamın solcu olmasından dolayı hep Uğur Mumcu'lar, Cumhuriyet gazetesi, ülkenin gidişatı, annemin medyumluk yanından dolayı ölüm, ölümden sonra hayat, parapsikoloji...

Bağdat Caddesi'nde doğup büyüdüm, orta okul sona kadar ama kendimi hiç o lükse ait hissedemedim, hep eğreti oldum, bir yerde bir şeylerin yanlış ve adaletsiz olduğunu düşündüm. Hala da aynı hissediyorum, paramı harcarken gidip şımarıklığın dibine asla vurmam, evrene karşı sorumluluktur bu. Çocuklarımın geleceğidir, kendi yaşlılığımdır...

Şimdi de sosyal yanım hep baki, çevrecilik, gücümüzün yettiği ama bizlere dava açamayacak olan çocuklarımızın, ev hayvanlarımızın, doğanın, vahşi hayvanların haklarını hep savundum. Yalnızca bir konuya kapılıp diğerlerini görmezden gelemedim ve gelmem. Bunun bir bütün olduğunu düşünüyorum. Yani yalnızca kadınların, hayvanların (ona da dikkat edin birisi köpek takmıştır kafasına, diğeri kedi ama aynı bok şartları paylaşan iguanalar, şempanzeler falan da var onların hakkını kimse savunmaz ) çocukların haklarıııı diye bağırıp da mesela çocuk sevmeyen kadınların savaşta ölen, tecavüze uğrayan çocukları görmezden gelmesi...Rezalet bana göre. Bir insan ki ne zaman savunmasız olanın hakkını savunmak ister, ne zamanki olana üzülür onun üzerinde kafa yorar, vicdanı sızlar benim için o zaman insanlık bakidir.

Profesyonel anlamda yazmaya başlayalı bir sekiz sene olmuştur, yazdıklarımın yayınlanması kastım, gazeteci değilim ama bu konuda da bir sürü gözlem edindim.

İnsanlar çeşit çeşit, tamam derde kavgaya karışmamak, kendi içinde yaşayıp gitmek bir hayat tercihi olabilir ama bir de gözlemlediğim başka bir şey var ki ben ona "Bebeklik sendromu" demek isterim, dünyayı hep kendi çevresinde dönenle sınırlı olarak algılamak...Bu bir insana yakışmayacak bir davranış bana göre. Son derece bencil ve boş...Öyle insanlar beni kesinlikle çekmiyor, ağzını açtığında bahsedeceği hiç bir konunun olmaması, kendini geliştirecek hiçbir şeyinin bulunmaması o kadar itici ki!

İş geldi mi dışarıya hava atmaya " Televizyonda çok magazin var!" deniliyor ama tüketilen o, ha bir de futbolla sınırlı spor...Çoğunluğu kastediyorum, işine gidip gelen, eve geldiğinde pijama terlik televizyon olan, okuduğu hiçbir şeyi süzgeçten geçiremeyen ve hatta duygusuzluğundan geçirmeyen, dom dom bir sürü insan...

Şimdi küçücük Facebook ve blog dünyasında bile fark ettiğim o. Seks, şiddet, kim kimi düzmüş türü yazılar ve haberler çok ilgi çekiyor, ha bir de din, milliyetçilik ve bayrak...ama onun dışında biraz beyin fırtınası, biraz değişik konular geldi mi ortaya arıza sinyali veren beyinler topluluğu...

Hep yazıyorum her zaman da yazacağım, kocamla tanıştığımdan beridir yabancılarla paylaştığım tecrübeler 15 yılı buldu. Bir araştırma yapmaya gelindiğinde maalesef gelen objektif İngilizce sonuçlar Türkçeyi sekize katlayacak derecede fazla. Bir konu üzerinde, özellikle bu çevrecilik, insan ve hayvan hakları olduğunda insanların ses vermesi olasılığı çok yüksek. Herkes yazıyor, farkındalık, yorum yapmak çok olağan. Bizler ise sanki bir uçurumdan aşağı bir şey yollar gibi yazıyoruz, cevap boşluk...

Neden mi? Kitap okumak kültürün bir parçası haline getirilmemiş bizde. Herşey ailede başlıyor ve örnek olacak anne baba ne yapıyor? Ağzılarında bir ciklet gibi çiğnedikleri " Bizim kız/oğlan hiç kitap okumuyor, nefret ediyor kitap okumaktan." E sen okuyor musun? Yooooo! " Bizimki meğerse fosur fosur sigara içiyormuş, bizden gizli halbuki hiç istemiyorum." E sen çiyor musun? " İçiyoruz tabi ama olsun o içmesin, kötü bir alışkanlık."

Olmaz kardeşim olmazzzz, sen yapmadıkça çocuğun da senin belki bir gömlek ilerine gidebilir, o da içinde varsa, yoksa unut! Sen Spunch Bob'san senden Einstein çıkmaz. Sanki bir zincirin halkaları misali, eğitimli olmak da eğitimsizlik de bir hastalık gibi bulaşıcıdır. Sen varlığınla O'na örnek olacaksın, örnek bir çocuk yetiştirmek için kendini baştan sona değiştireceksin.

E peki sizce bu mümkün mü?

18 Mart 2010 Perşembe

Yunus Parkları Rezaleti

Kedilicadı'nın Facebook'a gönderdiği linkten bu gerizekalı, bencil, duyarsız, bokluk ötesi uygulamanın Ölüdeniz Hisarönüne'de intikal edeceği haberini aldım. Kendi yazı yazdığım derginin forum kısmından ise çok şükür ki imza kampanyası başlatıldığını öğrendim.

Yeter artık ya! Yıllarca ayı oynattılar, köpekleri (ve tabi ki açlıktan onları yiyen diğer canlıları) ellerinde tüfeklerle, zehirli etler atarak öldürdüler, bıktık usandık bu medeniyetten uzak işlerden.

Yunuslar insan zekasına en yakın, aralarında iletişim ve kendi dilleri olan canlılardan biridir. Farzı mahal ki bunların hiçbirine sahip değiller ama kendi doğal ortamlarında yaşamaya hakları vardır yahu! Hatta bundan sonra pet shoplarda canlı, egzotik kuş ve sonrasının satılması ile ilgili de kampanya başlatılmalı. Neyse...

Verdiğim linke gidin ve imzanızı verin, hemen şimdi!!! Turkish Daily News'da yemin ediyorum onlarca yorum bırakmış orada yaşayan İngilizler ve diğer milletler. Aynı duyarlılığı gösterin, imza vermek yalnızca Atatürk dünyanın en iyi lideri mi? En iyi din veya bayrak bizde mi gibi saçma salak anketlerle sınırlı değil arkadaşlar. Kaldırın kıçınızı!

Link burada.

16 Mart 2010 Salı

Facebook'da Gafil Avlanmalar

Beni Facebook'da aşırı rahatsız eden iki büyük olaya acilen dikkat çekmek istedim. Bu iki kalem hakkında kendilerine de yazdım yolladım ama pek tabi ki ilgilenilir mi, işlerine gelir mi bunlar ayrı meseleler...

Şimdi...Birinci dikkatimi çeken şey kişisel olarak seçip davetiye yollamadan küttedenek "Ahanda! Evinkedisi Facebook'da (tabi ismi soyadı da al sana şu) seni de davet ediyor!" diyerekten uyarılan insanlarla ilgili... Bu durum, bir kere kişisel gizlilik ihlalinin Allah'ı dır bana göre. Çünkü olayın içinde ciddi bir gafil avlanma, apışıp kalma, ağzını yerden toplama durumları var.

Efendim, nasıl oluyor da oluyor? diyenler için hemen açıklayayım, olay şöyle gerçekleşiyor; Facebook hesabı açarken size sorulan sorulardan bir tanesi facebook hesabının bağlanacağı diğer bir adres...

Hatta o adresinizin profilde görünüp görünmemesi, olması gerektiği gibi, size soruluyor, siz de gizli kalmasını istiyorsanız gönül rahatlığı ile pek aktif kullanmadığınız, belki kişisel bilgilerinizin saklı olduğu, blog adresini veya gizli bir adresinizi verebilirsiniz. Ya da atıyorum, her gün kullandığınız ama gayetten formal ilişkilerde bulunduğunuz iş arkadaşlarınız var listede. Boku yediniz!

Bir kere davetiye gidince " Ay kardeş yanlışlık olmuş, aslında sana yollamak hayatımda aklıma gelecek en son şey, geri aldım sen bunu hiç gönderilmemiş say!" falan da diyemiyorsunuz.

Ya düşünsenize, bloğunuzun falan bağlı olduğu isim soyad olmayan bambaşka bir adrese bağlı kelalaka kim varsa onlara da gidebiliyor tüm detaylar, kelaynak gibi fotoğrafınız, aile efrat sülale halleriniz falan...

Eveeeeet! İnanılası gibi değil ama bana gelen bazı davetiyelerden bazılarının aslında o kişinin rızası olmadan gafil avlanmış olduğu o kadar barizleşmeye başladı ki gerçekten bu durumun yazılması benim için kaçınılmaz bir hal aldı.

Sonra bilmeden kendi kendime benim facebook account'unu bloğun bağlı olduğu kelalaka kişiler için kullanılan hesaba bağladığımı düşündüm, beni bir kaşıntı tuttu, anlatılmaz hissedilir türden :( (Gerçi bu konuya değinilmiş ama Facebook hesabı açarken kalem kalem avukat gibi her yazılan okunmuyor ki!)

İkinci çok önemli fark ettiğim nokta fotoğraflar konusunda yaşandı. Anasayfaya gittiniz, orada sizlerin arkadaşlarınız olduğu kişiler kendi arkadaşlarının bir fotoğrafına yorum yapmış. Şimdi gidin fotonun üzerine ve tıklayın. Voilaaaaaa!

Göreceğiniz şudur ki, o kişinin profilindeki bilgiler saklı olsa bile her bir fotoğraf albümüne " Yalnızca arkadaşlarım" ibaresi konulmadığından dolayı yedi sülalesini görebiliyorsunuz!!!!! Bu korkunç bir şey!!!! " Gizlilik Ayarları"ndan genelde seçilen " Yalnızca Arkadaşlarım" yetmiyor. Bu haklı olarak %90 kişinin gözden kaçırıp anormal bir şekilde deşifre olması için bir ikinci yol :(((

Unutmayın ki, Facebook bazı kişiler tarafından tamamıyla bir sosyal internet ağı olarak algılanıyor ve yine yalnızca internetten tanıdığı yüzbilmemnekadar kişi listede, dolayısıyla o kişi arkadaşlarınızdan biri ise ve sizin çok özenle koruduğunuz fotoğraflarınızdan birine yorum bıraktıysa, O'nun kendi arkadaşlarıyla paylaşılan Ana Sayfasına bu bilgi gidiyor ve ayıkla pirincin taşını! O ne üdüğü gerçekte belirsiz şahıs sizin çoluk, çocuk, bebek, koca, gelmiş, geçmiş... herşeyinize ulaştı. Boku yedik etti mi number two?!

Al sana Facebook!

Kıssadan hisse...

Foto albümlerinizin her birine tek tek ayar yapın, o zaman sizin fotoğraflarınıza yorum yapan arkadaşınızın arkadaşları kendi anasayfalarında durumu göremiyor bu bir.

Facebook accountunuzu kişilik bilgilerinizin gizli olduğu, kelalaka insanların bulunduğu bir adrese bağlamayın bu da iki.

Ayrıca, msn ya da başka hesaplardaki kullanmadığınız adresleri bu tür tatsız olayların yaşanmaması için iptal edin ahanda bu da üç.

Bizim gibi ya Allah bismillah işin içine dalanlar da...Facebook'da sırıtarak gelen kelalaka tiplerin üzerine bir bardak su için :)))

4 Mart 2010 Perşembe

Hüttürdüklerimizden misiniz?

Yahu bir Allah'ın kulu yok mudur Hüthüt kuşuna link veren?! Buradan direkt girildiğinde blokajlı! Hay Allah'ım Yarabbim ya! Nefret ediyorum bu blokajlama ve "Senin yerine ben düşündürüm, okurum ve karar veriririm ki o bilgi veya yazı, görüntü senin için kötüdür." mantığından.

İnternet herşeyin özgürce yazıldığı ortam olmalıdır, yok Atatürk'e hakaretmiş, yok dine küfürmüş bilmemne, sana ne kardeşim, sen keyfimin kahyası mısın?! İstediğimi okurum, beğendiğimi beğenirim, beğenmediğimi bırakırım, tövbe tövbeeeee!

12 Ocak 2010 Salı

Manikür, Pedikür, Kıl ve Tüy...

Hayatımda ilk defa, güleceksiniz belki ama evet öyle, ellerime Fransız manikürü yaptırdım şekerim :)))

Bu, kadınların oralarını buralarını aldırdıkları mekanlara erkek arkadaşların ya da kocaların bir kısmı gelse yemin ediyorum donunu bırakıp kaçar. Neden mi? Gayet basit çünkü mesela kapıdan içeri bir kadın girdi, benim yaşlarımdadır en fazla ve bütün suratını iplik yöntemiyle aldırttı, hiç bu kadarını görmemiştim, sonra koltuk altlarını da o şekilde milletin ortasında...

Ardından başka bir tanesi teşrif etti, ben saçlarıma gölge yaptırıyorum o sırada, kadının tipiyle falan ilgilenmedim ama iki ayağını ve bacaklarının bir kısmını görüyorum, O HA! Devasa iki ayağın altında ellerinde zımparalar iki kadıcağız bir ileri bir geri...

Daha bu yaşıma geldim bir kere bile pedikür yaptırmadım, yaptıramadım. Öyle ayaklarımı birilerinin burnuna doğru uzatmak fikri bana hep tuhaf geldi, sanki geçmiş zamanlarda kraliçeymişim de ayaklarımı yıkayan kölelerim varmış gibi...

Ama yemin ediyorum ben kendimden utanayazayım bugünkü kıl stoğunu ve ayak bacak ikilemini görünce kendi kendime hastırsın dedim, bundan sonra yavaş yavaş soyunacağım :))) Hahahaaaa!

Şimdi sürekli alışamadığım güzellikteki ellerime bakıp duruyorum. Bu bilgisayara yazan parmaklar benim mi? Bakımlı olmak ne güzel şeymiş ve bakalım ne kadar idare edecek?