28 Nisan 2010 Çarşamba

Dr.Öz

Sabahları ilk yaptığım iş Türkiye saatiyle saat 6:20 gibi başlayan Dr. Öz'ün programını seyretmek. Güne O'nunla ve gerçekleştirdiği mucizelerle başlamaya bayılıyorum, bugün 100.programı vardı mesela ve oraya gelen, hayatlarını değiştirmiş, 40 ile 80 arası kilo vermiş insanları görmek çok etkileyiciydi.

Bu tip başarı hikayeleri beni hep çok etkilemiştir, burada beş on kilonun nasıl verileceğini düşünüp kafa patlatırken böyle insancıkları görmek gözlerimi yaşartıyor, gerçekten! Hele aralarında öyle değişimler geçirmiş olanları var ki, o halden birer mankene dönüşmeleri...Ne denilebilir bilmem.

Yapılan değişimlerin birincisi kalorisi yüksek hazır yiyeceklerin kaldırılması, günlük bir egzersiz programı, ne olursa, genelde çok kiloluların yapacağı yürüyüş. Egzersiz olmadan yapılan zayıflama girişimleri hep başarısızlıkla sonuçlanmış.

Benim kendi adıma yapmak istediğim şey hareketli, cıvıl cıvıl bir dans ortamı hayali...Hayali diyorum çünkü hala gece tam en derin yerde bir kere kalkmak, sabah beşbuçuk altı arası hortlamak beni çok güçsüz kılıyor. Hep yorgunum, bu yorgunluk bir süre sonra bezginliğe çeviriyor. Boş anlarda beyin ve beden yormayan ne varsa onunla uğraşmak, ardından hep yorgunluğa yenik düşmek...Bir şey yapmak istiyorsam evden uzaklaşmalı, toplamak, yemek yapmak, ay bebeğin suyuydu uykusuydu, ufaklığın ödevleriydi gibi dertleri arkamda bırakmam gerekli biliyorum. O günler de gelecek elbet.

Telefon birkaç gündür çalışmıyor, zamanın yarattığı aşıma uğradı uyuz makina. Zar yeni teknolojiyi bilerek ve isteyerek on yıla ayarlamışlar sanki, gerçekten hepsi kendi kendini bu dönem içinde imha etmek üzere programlanmış gibi.

Bugün de bir anda elektrik süpürgesi yanmış gibi koku çıkartmaya başladı mesela. Yaşarken hiçbir ihtiyacımız olmasa ne güzel olurdu. Tam ay sonuna bir hedef belirliyorsun ve o noktaya dört kala haydaaa bir şey bozuluyor, yok seyahat zamanı geliyor. Ziyaretler, tatiller çok pahalı, zorunluluklar can sıkıcı...

17 Nisan 2010 Cumartesi

Ölüm...

Biz blogger dünyasının her bir parçası, burada kendimizden daha bir "biz"iz sanki.

Sansürsüz, karışan, görüşensiz, hesapsız, içten ne gelirse, o anda, doğaçlama bir tiyatro sahnesi blogger dünyası...

Bir hafta önce yine Magissa'yı okurken öğrendim Devin'in aramızdan ayrıldığını. Boğazım düğüm düğüm kalakaldım kendi kendime. Ne yapacağımı bilemedim, bloğuna gidip en son ne girdiğini görmek adına, sırtını yere vermiş kedi fotoğrafıyla karşılaştım yine. Ve bir de ölümün o değişik, yalnız, ıssız enerjisiyle...

Ölenlerin, yani fiziki bedenini geride, bizlerle üç boyutlu dünyada bırakanların, üzerlerinden büyük bir yükü atarcasına arkalarına bile bakmak istemeden ayrıldıklarına inanırım ben dünyadan. Sevilenler emin ellerdeyse özellikle.

Devin'in O'na şiir yazan bir oğlu vardı bunu biliyorum. Yüreği ve ruhunun bir parçası evladında kalmış olabilir evet ama yine de orada çok huzurlu olduğunu düşünüyorum, hatta elinde sigarası aşağıya yandan bir gülümseme ile baktığını da...

Nur içinde yat Devin, mekanın cennet olsun.