5 Aralık 2011 Pazartesi

Seyredin Derim...

http://tvarsivi.com/?y=22&z=2011-12-01%2023:00:00 Benim Facebook'dan haberim oldu, iyi ki de olmuş, seyrettiklerime, duyduklarıma, insanların katılımına ve Okan Bayulgen'e bayıldım. Kısa ve öz seyredin derim ;)

9 Kasım 2011 Çarşamba

Facebook'da Dünyayı Kurtaran Adam...




Adamın biri, milyon tane Facebook arkadaşı varken doğumgünü partisi yapmaya karar verir ve topu topu 3 kişi gelir, haberde durum şöyle ti ye alınmış; Mustafa bunalıma girdi " Ama abi! Benim bu kadar arkadaşım vardı, hani neredeler şimdi?" dedi. Mustafa’nın acıklı, sorgular ve anlam veremez ifadesi habere eşlik etmekte...
Tabi ki bu Zaytung Gazetesi’nde dalga geçilen konulardan biri olmakla beraber, içinde her zamanki gibi bir sürü doğruyu da barındırmıyor değildi. Günlük hayatta gayetten de ciddi bir haber olan “Bakanlığın erkek olarak aldığı büyük baş hayvanların doğurması” örneği vardır ama şimdi konumuzla Zaytung Gazetesi haberi midir acaba? Doğru olamaz! gibi yorumlar dışında bir benzerliği yok :)

Evet, nerede kalmıştım? Facebook, değil mi? Bu aralar düşündüğüm aynı konu...Deprem oldu, bas butona yolla arkadaşına, ölüm oldu aynı şekilde, çevreye tepkin mi var, hadi onu da paylaşıver, salla gitsin...

Bir yerde evinin koltuğundan ülke yönetiyor gibi bir his de veriyor insana ama diğer yandan gereksiz bir sosyalleşme ve öfke ortamı da yarattığı kuşkusuz.
Hatta belki zaman zaman elinin altında bir bomba butonu olsa ve imha et düğmesi yanıp sönse kaç kişi o düğmeye düşünmeden basar ve kurtulur merak da etmiyor değilim bu günlerde.

Bir ülkenin vatandaşları paralel düşünmedikçe o ülke değişmez. En azından zamanımızın görünen demokrasileri için bu geçerlidir. Değişimden bahsediyorum, olumlu da olumsuz da olabilen tür yani. İşte o noktada "Kime göre olumlu, kime göre olumsuz?" sorusu gelir karşımıza. Öyle mi?

Paralel değişim ülkenin eğitim sisteminin değişimi ile sağlanır, bu ise hükümetlerin kendilerine vatan sağolsun deme potansiyeli olan insanlar yetiştirmesini değil daha farklı konulara kafa yorulmasına sebep olur ki bu belki birçok erkek enerjisi üzerine oturmuş ülkelerin işine gelmez. Erkek enerjisinden kastım daha dışarı dönük, atak yapmaya elverişli olan...Erkek sembolüne çok uygun yani, dişi içeri ve kendine dönüktür ya hani...

Beyin fırtınasına devam...Örneğin bana göre çok pozitif bir gelişme; "Atatürk geldi saltanatı kaldırdı, yönetimde demokrasi anlayışının ilk adımlarını attı." alkışlanası bir gelişmedir de yobaz takımı için nefret edilesi bir durum olmuştur mesela. Bunları yazmamın sebebi bir doğrultuda hareket edecek insanları bulabilmenin ne kadar zor olduğudur.

Facebook'da düşüncelerimizi paylaşan bir avuç insan olarak yakın bir arkadaş "Düşüncelerin güzel beğendim ama ne kadar agresif bir tanımlama yapmışsın öyle yorum kabul etmiyorum diyerek, kendinle çelişmişsin biraz da." dedi.

Bir başkası ise " Önce beğendim ama beğendim butonunu geri çektim aynı şekilde düşünsem de şimdi acısı kaybı olan asker ailelerini düşündüm bir anda, bana da yapılsa ben de silahımı alır çıkarım." eklemesini yaptı.

Bir diğer arkadaşım yazımı paylaşmış, gelen yorumda benim kendimle barışık olmayan agresif bir anne olduğum ileri sürülmüş. Yanına eşantiyondan bilgisizliğimi kabul ederek mütevazilik yaptığım eklenmiş, en sonunda kesmemiş hatunu demiş ki "Her bilinmesi gereken paylaşılmalı mı? Bu yeni bir moda mı oldu?"

Eh Facebook ahalisinde kendi yazmadığı bir yazıyla birbirine geçen, çemkiren, küfür koyan o kadar insan varken yazan bir insanın KENDİ DÜŞÜNCELERİNİ paylaşması kadar doğal ne olabilir ki?
Paylaşmak yeni moda olmuş bir şey olabilir tabi ki teknoloji gelişip de dünyayı kurtarmak bir beğen butonuna indirgenebiliyorsa ama düşüncesini paylaşana neden paylaşıyor ki demek bizim ülkenin klasik geleneğidir.

Hımmmm! Demek ki ne anlatmak istersem isteyeyim o resme bakan insan kendi görmek istediklerini görüyor.

Kendimle barışık değil miyim? Valla bana göre ben kendimi son derece iyi tanıyorum ve son derecede de açık tanımlıyorum. Hala bunlar benim doğrularım ister katılırsın ister katılmazsın diyorum ama çıkıp da hakaret etme yetisi her nedense(!) demokrat düşünür sınıfa değil de, tersine ya milliyetçi vatansever geçinene ya da dinciye mahsus oluyor.
Tuhaf değil mi? İkisinin arasında sekiz farkı bulunuz!
Ha, bir de konuları bilmediğimi söyleyerek dürüstlük yapmışım kendimce, bak orayı taktir etmiş hatun. Ne kadan (!) vatansever ne kadannnn asil bir dişi!!!

Şimdi size dırdır yapmadan kısaca hemen bir çözüm sunayım, sevgili erkek çocuğu annesi hatunlar, askere gidecek yaştaysa oğlunuz hemen şimdi ihtiyaç varken oğluşunuzu paketleyip savaş olan bölgelere yollayın.

Devlet oraya yıllardır gerilla savaşı yapan, bir şekilde elli yıldan fazladır bu mücadeleyi sürdürebildiği için donanımlı da olan teröristin karşısına iki atış talimi, iki vatanını sevme hapı, üç bardak soğuk su içirsin ve yallah helikopterle yollayıversin bebenizi.

Kurtuluş savaşında kadınlar da görev almış, siz de gidin sıkıysa. Hani facebook'dan çemkiriyorsunuz ya biz savaşma seviş dedikçe.

Vatanı için ağzından salyalar akarak lafı tersinden anlayıp yine bizler gibi düşünenlere saldıranları da savaşın olduğu bölgelere önden alalım. O nadide enerjinizi hani benim senin gibi zaten kız çocuk annesi olup ülkeyi kurtarmak için kullanılacak evlat doğuramamış, anadan sayılmayan, kendinle de barışık olmayan dişillere harcamayın olur mu? Bak ne güzel sen mutlu ben mutlu.

Efendim? Neden ama?!! Ne oldu?!!! Yoksa siz askere giderken şehirli, cebi dolu, asker camiasından tanıdık eş dost arayan, o bölgelere gitme durumu çıktığında çıkar yol arayıp nasıl kaçacağını şaşıran insanları aileleri görmediniz mi?
Asker olmak istemeyen insanların "Seni gidi asker kaçağııııı!" diye ortalarda iplerinin pazara çıkartıldığını, erkeklerin erkeklerinden ziyade bu konuda incitildiğini, ödleri boklarına karıştığını bilmiyor musunuz yoksaaaa????

Zira herkes okuduğundan anlayabildiğini anlar. Yazmak da yetmez bazen. Seninle aynı frekansda olan biri "Yaşa bravo!" derken bir başkası okuduklarından son derece rahatsız olup, kavgacı bir tutum geliştirebilir. O da bir yere gitmez zira her birey kendi düşüncesinin doğruluğundan yüzde yüz emindir.

O yüzden dünyada hiçbir sorunun siyah ve beyaz ya da benim ve senin ürettiğin çözümü yok maalesef.

Görünen yansıtılan bir tablo var, beyin yıkanmışlıklar, ezbercilikler var...Bunlar hiç kolay değişecek şeyler değil ve belki de dünya yokolurken bile politikacıların yedikleri naneler yüzünden siviller birbirine çemkirecek, analar bu fabrikaya etten kemikten hammadeler yaratacaklar. Hükümetler verilen vergileri (kendi ülkende verdiğin kiradır, oturma bedelidir vergi ve karşılığını hizmet olarak alırsın bu da hakkındır) kendi ceplerine atarlar, karşılığında hala koltuklarında oturup sana hükmederler ama sen kendi çoluğunu çocuğunu o hükümetin politikası yüzünden kaybedersin. Ha, bunu kabul ettin mi bir de onu allı pullu vatanseverlikle parlatıp cilaladın mı demesin yönetenlerin keyfine!

Amerika'da asker yollarken Irak'a özgürlük götürüyorum, oraları kurtarmaya gidiyorsunuz asil askerlerim dendi. Kimseye ben oradaki doğal kaynakları sömürmek adına kıçımı kaldırırım yoksa bana ne ulan senin demokrasinden diyerek insanları gaza getiremezdi.

Çözüm basit, talep edilecek şey de öyle; terör bölgesine gidecek askerin gerilla konusunda uzmanlaşmış eğitim almış, kendini bu işe adamış, inanan ve istekli bireylerden oluşacak. Artık bir memleketin erkek cinsi asker doğar ve asker ölür mantığı terkedilecek, profesyonel ordu kuracaksın.

Aaa ama o zaman dünyanın dördüncü kalabalık ordusu olamazsın, yüreğin şişim şişim kabarmaz, marşlarla insanları coştura coştura ölüme yollayamazsın. Geldi mi racona çizik? Olmadı tabi.

Ama en azından madem bu kadar savaşmaya, olayın öldürerek ve ölmeye devam ederek çözüleceğine inanan annelerimiz var, o zaman onların doğurdukları erkek çocukları da İSTEYEREK profesyonel orduda yerlerini alırlar, bunun karşılığında güzel maaşlarıyla ailelerine bakarlar ama ölürlerse de anneler ağlarken oğlum isteyerek bu yolu seçti deme hakkını ellerinde ve yüreklerinde barındırırlar.

Tabi bu da çok kötü bir yazı oldu en iyisi mi biz Facebook'dan paylaş butonuna basarak ve birbirimize fikirlerimiz yüzünden sararak ülkeyi kurtaralım.
Ha tabi, paylaşırkende hep senin istediğin doğruları paylaşalım, öyle herkesin doğrusu falan da neymiş?!!!


26 Ekim 2011 Çarşamba

Annelerin Gücü Adınaaaaaa!

Bende eskiden pek çok insan gibi doğduğum ülkede ve hatta şehirde öleceğimi düşünür, babası askerlik yapanların nasıl da okullarını ve arkadaşlarını bıraktığına üzülür dururdum.

Yalova'ya taşındığımız zaman içimde oluşan öfkeyi anlatmak çok zor. Alt tarafı İstanbul, Yalova yani...O derecede bir mekana ve oradaki insanlara bağımlılık geliştirmiştim.

Milliyetçiliği asla ve asla bölücü, kafatascı bir duygu olarak düşünmedim. Hatta yıllarca, çok da şiddetli bir şekilde bunun ülkeyi bütünleştirici, vatanını seven insanın bir parçası olarak algıladım.

Bizim dönemimiz dinci yobazlara karşı Atatürk ilke ve inkılapları dönemiydi. Atatürk'ün ışığında medeniyetin, gelişmişliğin, örümcek kafalılığın karşısında durmanın verdiği bir kendine güven vardı. İstiklal marşını söylerken, andımızı okurken, tek sıra iki örgülü, üniformalı, rahat! hazır ol!!! lu bir eğitim sisteminde evet itiraf ediyorum Milli Savunma dersinde gelen emekli askerin kendinden geçercesine anlattıklarından darallar geçirir, tarih dersinde her nedense hiç durmadan okutulan şanlı tarihimize biraz şüpheyle bakar olsam da halimden memnundum. Türk'düm, doğruydum ve çalışkandım...Hatta Osmanlılar nasıl da o kadar millete hükmetmiş vay anasını duygusuyla ürperdiğimi de bilirim.

Sanırım, bu üzerimize dikilen giysinin ilk sökülme aşamaları kendi ülkemden olmayan biri ile evlenmemle başladı. Hani bilirsiniz işte, klasik bir; " Senden olmayanla yürümez." anlayışı hakimdir ve genelde her kültürün içe kapalı kısmını oluşturan insanlar farklı olanı itekler, içeri almaz.

Sonraları yapılan fikir tartışmalarında bu sefer yine sivil Ermeniler konu olduğunda kocamın karşı taraf gözünden "Ajanla mı evlendin kızım sen? Oraya karışmışsın da" tarzı zeka pırıltıları saçan diyaloglarına da gark edildim. Lise yıllarımda bu Osmanlıcılık da neyin nesi, herşey bu kadar adaletli ve şanlı mı tartışmasında sınıftaki bir öküzden tokat yemişliğim de var. Yani kısacası bu vatansever takımı tarafından vatan haini, kocası ajan, ne üdüğü belirsiz kadın sıfatlarını da aldım. (Arka plan, tebrikler şak şak şakkkk alkış sesleri...)

Yabancı damat olayında ailem tutucu olmadığından bu şüpheci yaklaşım yaşanmadı ama şimdi anlıyorum ki nesiller boyunca insanoğluna kodlanmış olan değişim korkusunun altında yatan en büyük sebep sizi yıllarca siz yapan eğitim sistemi ve sosyal çevrenizin unufak olarak dağılması, herşeyin tepetaklak olmasından geçiyor. Ha, bizde İngiliz bir damadın gelmesi bazı suratıma bile bakmayan akrabaların karşısında statü yükseltmeme, işleri İngiliz soyad sayesinde sanki daha bir rahat almama sebep oldu ki bu değişim bile benim midemi bulandırdı orasını da esgeçmeyelim.

Neyse efendim gel zaman git zaman bu insandan çocuklarım oldu. Türkiye'de birinci, Arap Emirlikleri'nde de ikinci...

Türkiye'de yaşarken ufaklık ana okuluna, ben çalışmaya başladım ve hemen sokağımızın sonunda yer alan (sokak Tarabya'da öyle ücra gelişmemiş bir noktada da değil) Yavrukurt Çocuk Evi'ne kaydolundu. İsmi yazıyorum üzerinden altı yıl geçti ve Yavrukurt Çocuk Evi bizim için hiç de iyi hatırlanmayan bir yerdir hala.

İsterseniz Türkiye genelini bizlere rahatlıkla yansıtan bu ana okulundan bahsedeyim biraz da...

Çocukların yemek yemesi ilk aşamada önemli kılınmış olan, askeri zihniyette, bol Atatürk'lü, büstlü bir ortamdı bu mekan sağolsun. Espri yapılması, insanların gülmesi, eğlenmesi, severek isteyerek öğrenmesi gibi bir amaç yoktu. Ve hatta çocuklar ne kadar sıraya girerlerse, önlerine konulan yemek ne kadar bitirilirse, dersi de hiç ses çıkartmadan ne oranda dinlerlerse o kadar İYİ olduklarının sinyallerini alırlardı.

Hedef, daha içeriye girmiş ufacık insandan mutsuz, kuralcı, vatansever ve Atatürk'çü, soğuk büstlerle donanmış, hazır ol ve rahat! la pozisyon değiştiren insanlar yaratmaktı. (Bu dini yobazlarda da çok görülen bir ortak noktadır, hayat mutsuzlukların ve acı çekmenin yeridir, cinsellik başta haz alınan tüm ihtiyaçlar ketlenmiş, haram kılınmıştır dikkatinizi çekerim)

Sabahları " İçtiğimiz can, yediğimiz kan olsun afiyet olsun afiyet olsun!" gibi bir tekerleme ile başlayan günler, yemeğini yemeyen öğrenciye zorla ağzına kaşık tıkarak ya da sofradan kalkmama cezası uygulayarak, yanlış yaptığı şey anlatılmadan " Git köşede düşün!" denilerek içine sıçılan bireylerden oluşan bir okuldu kısacası...

Aaa bu arada tüm bunlar böyle boktanlık olsun diye de yapılmıyordu, veliler memnun, öğrenciler pek bir mutluydu kendilerince, bundan daha doğal ne olabilirdi ki zaten hem ne güzel bir disiplin de vardı bebelerin hayatında.

Efendim? Bu okul bazında ama genelleyemezsin diyorsunuz değil mi? Genellerim! Çünkü ben kırk yaşındayım ve okullarımızda Atatürkçülük adı altında askeri zihniyetle yapılan bu eğitim ve öğretim zinciri sonucunda oluşturulmuş "Vatanımı çok seviyorum ne mutlu Türk'üm diyene!" prototipinin Türk olmayan insanlar tarafından nasıl algılandığını kendi çocuklarımı yabancı bir erkekten yaptıktan sonra daha bir düşünmeye başladım. Bak sen şu allahın işine!

Bu yalnızca milliyetçi unsurların öne çıkartılması ile de ilgili değil, ben din dersinin zorunluluğuna da karşıyım birader! Efendim? Eee fazla mı oluyorum? Olabilirim ben de buyum ne yapalım?

Buna literatürde "Empati" deniliyor. Yani neymiş?! Her insan kendi tecrübeleri doğrultusunda algılar hayatı, değil mi? Sen benim gözümle bakmak zorunda değilsin ama ben de senin gözünden görmek zorunda değilim. Bir de çok severek kullandığım " Algıda Seçicilik." vardır ki buna göre aynı ortama iki ayrı insan koy ve bir olayı seyrettir sonra da ne anladın? diye sor. Her iki insandan da tecrübeleri ve hayata bakışı açısından çok ciddi farklarda yanıtlar alırsın.

Ben bu kadar felsefeyi neden mi yapıyorum? Evet bu bir felsefedir ve bizim toplumumuzda her ne kadar tartışma kültürü birbiriyle küfürleşmenin köşesinden dönse ve çoğunlukla tersi ile noktalansa da felsefede " Bu mavi midir?" tartışması bile yapılır.

Yanıt, vatansever insana göre " Kızım bırak bu çiçek böcek felsefesini de gerçeklere dön, bak bizim insanımız katlediliyor, savaş var savaşşşş, git kanını yerde bırakmaaaaa!" gibi bir durum da sözkonusudur her zaman için de ondan.

Vatansever insan kendi toprağını, yaşadığı yeri benimser (bunun için vatansever olmak gerekmez ben şimdi burayı da seviyorum ama benim toprağım olarak görmüyorum) ve o alanı kendi otorite alanı olarak görür. Hani aynı hayvanlar alemindeki gibi, deriz ya sürüler olarak yaşayan attım şimdi aslanlar o bölgeyi otorite alanları olarak görürler ve sıkıysa sen gir bakim o alana, parçalar bırakır seni.

Eğri oturalım doğru konuşalım, bu askerlik ve yırtıcılık, "Hadiii hadiii gel sıkıysa gel bak ben seni nasıl yamultuyorum!" felsefesi insana adrenalin pompalıyor değil mi? Hani boks yapar gibi yahu, rakibini yendikçe erkeklik hormonun ve şöyle güzelce kendine bir güvenin ortaya çıkıyor, öyle mi?

Bazı literatürlerde gücüyle masturbasyon yapmak derler buna, mesela yeni araba almışsın kırmızı bir yarış arabası ama çok şık hem de hızlı, tatmin oluyorsun ona her bindiğinde gibi...Burada da öyle, her kavga anında karşındakini agresifliğinle sindirirken bir tatmin duygusu yaşarsın.

Bazı bilim insanları aynı duyguyu sadistlik olarak tanımlıyor.Kendin kendi hak ve özgürlüklerini savaşarak almış bir millet olarak başkasının özgürlük ya da sana ait değilim ine kulaklarını tıkarsan sen biz özgür bir ülkenin kimseye tamah etmeyen evlatlarıyız safsatasını kendi yaptığın baskı rejimi ile sıfırlarsın.

Sen milliyetçiliği vatanseverlik, herkesi kucaklama, öpme ve bağrına basma olarak algılayabilirsin ama soruyu şu şekilde değiştirip de sorayım o zaman, çocuklarını okula yolla ama tamamıyla farklı bir ülkede yaşa. Ne kültür senin kültürün, ne de dil senin dilin. Yalnız o ülkenin kuralları var o da şöyle; senin kültürünle ilgili hiçbir şey yok okulda, her sabah sen diyelim ki ben Arap Emirlikleri'ndeyim ve görev icabı burada yaşamak da zorundayım, oranın marşını söylemek zorunda çocukların. Ne mutlu Arab'ım diyene! dedirtiliyor. Kendi istiklal marşı, özel günleri dayatılıyor ama senden hiçbir şey okutulmuyor, hatta buna dini bile ekleyebiliriz sen Alevisin (attım şimdi) ama herşey sunni değerler üzerine oturtulmuş olarak sunuluyor. Sıkıysa okula alevilikle ilgili bir kültür sok yandın, sorgulamaya başladın mı emperyalist güçlere maşa mısın yoksa bölücü müsün sarkacı gider gelir bir sağaaaa bir solaaaaa...

Çözüm? İnsanların farklılıkları üzerine yapılandırılmış, içinde üveylik duygusu olan tek bir kanı, tek bir milleti sürekli öne çıkartan bir eğitim sistemi değil. Evrensel doğruların öğretildiği okullar...Matematik, felsefe, bilim, yaşam...Tarihse içine yorumlar katılmadan yapılan hataların bir daha tekrar edilmemesi üzerine kurgulanmış tarih, kanından gelen insanın coşturuculuğu öne alınarak değil. Bütün liderlerin aynı potada eksi ve artılarının değerlendirilmesi yönünde bir tarih...Çok beklerim değil mi? Evet biliyorum ama bunun için doğrularımdan vazgeçmiyorum.

Ben yalnızca bir düşünürüm....Ama İlhan Selçuk'un yazdığı gibi bizim ülkede "Düşünüyorsam Vurun!"

Herşeyi bana anlatıldığı gibi değil de kendi kendime araştırmalarımla birçok birbirinden habersiz yazılmış kitaplardan biraraya getirdiğim olaylarla derlemeye, kendi duygularımı doğru ve yanlışlarımı anlamaya çalışan bir meraklı diyelim bana. Acemice...Ötesi yok.

"Beğenmezsen çek git kardeşim zorla mı?!"

Yani rejim benim rejimimdir, sen bu rejime katlandığın sürece, benim gibi hayata baktığın ölçüde sevilir ve sayılırsın. Kuralları değiştirip de farklı düşünmeye başladın mı ülke bölücü, eskiden solcuydu bunun adı çünkü adam attım şimdi Allah'a inanmıyorum diyordu.

Şimdi soruyu tekrar değiştirerek soruyorum. Din bakımından yobaz bir ülkede "Ben ateistim arkadaş!" demekle Türkiye'de ben şu yaşa gelene kadar "Ben Atatürkçü değilim!" ya da "Milliyetçilikten hazetmiyorum." demek aynı toplumsal tepkiyle karşılaşmak demekti. Doğru mudur?


Atatürk'ün dokunulmaz bir noktadan çatık kaşlarla aşağı tarafa baktığı konumdan alınarak eksisiyle artısıyla tartışılabildiği, obejktif olarak liderlerin ve tarihin konuşulabildiği, her şeyin anlı ve şanlı olmadığı bir ortamı özlüyorum ne yapayım? 


Dinin de korkutası tarafından hiç hoşlanmam mesela. Demek ki bende korkutma duygusu ters tepiyor. Bu yalnızca bende olan bir durum da değil ki eğitim sistemimiz nesillerdir yan çiziyor. 


Artık isteyerek, merak edip severek, tartışarak öğrenen çocuklarımız olmalı, korkutularak nefret eden değil! 

Milliyetçi ve Atatürk'le ilgili hiçbir konuda taviz vermemecesine tapma noktasına getirmiş bir kalabalığa "Ben ateistim!"dediğimde "Hı?! İyi iyi! Olabilir!" ama " Milliyetçiliği bir tartışalım arkadaş?" dediğimde savaş çıkması noktasına gelinmesi bende çok ciddi bir çifte standart duygusu yaratıyor.

Kendimde yapamadım ama andım var çocuklarımda bunu başaracağım;

Onları ben yetiştiriyorum ve pek tabi ki büyük bir kıvanç ve gururla kendi doğrularımı onlara aktaracağım. (Bu ne büyük bir kuvvetmiş allahım şükürler olsun sana :))

Onları bir dinin höt zöt, cehennemde yanarsın, çarpılırsın, din ahlak duygusu getirir, din yoksa ahlak da yoktur safsatası yerine, evrensel insani duygularla, vicdanla eğiteceğim (ve eğitiyorum)

Hiç bir dinin yaptırımları, ve yapmamaları gerekli listesi beni bağlamadığı gibi çocuklarımı da bağlamayacak.

Ruhları ve zihinleri hiçbir ülkenin vatan sağolsunları ile değil sorgulamalar ve kendilerine göre doğru ve yanlışlarla şekillenecek.

Lideri takip etmeyecekler, kendi kendilerinin lideri olacaklar.

Dünyanın her köşesine yardım etmek için gidecekler, yardım ve sevgi için yaşayacaklar.

Haksızlıkların karşısında bireysel ve olay bazında duracaklar, kimseyi genellemelerle sınırlamayacaklar.

Bunu anne olmanın büyük kudretiyle yazıyorum.

Dünya üzerindeki her ülkenin güzel yemeklerinin tadına baksınlar, her vatanın insanıyla açık kapalı siyah beyaz konuşsunlar.

Dünyanın en fevkalade mutfağı bizim ya da dünyada bizim liderimizden daha büyük biri yoktur, dinimiz son dindir artık bunda geliştirecek eklenecek hiçbir şey bulunamaz larla değil herşeye soru işareti ile bakan, araştıran ve sorgulayan bireyler olsunlar.

Ve son söz, herhalde ben bir erkek olarak dünyaya gelseydim kıçımda bomba patlarken ölen bir düşünür olurdum.

Asker değil.

Ve gerçekleri dile getiren ses girer; "Dream on babe!!!"

Ve sahne kapanır.

25 Ekim 2011 Salı

Milliyetçileştiremediklerimizden misiniz?

Kardeşlik ve milliyetçilik karşıtlığından bahsederken hep o yapılan yanıltma da tekrar ediliyor. "Gerçekleri görmüyor musun?!!! Benim halkım bombalanıyor, öldürülüyor ama sen uyuyorsun! Tepkini koy!"

Öyleyse daha açık yazayım!!! Ben Kürt, Türk, Çin Halk Cumhuriyeti milliyetçiliğine ve diğer bilimum ülke milliyetçiliklerine de karşıyım! 

Yani daha açıkça ve vurucu versiyonu; TÜRKÇÜLÜK DÜŞMANI DEĞİLİM, TÜM MİLLİYETÇİ VE DİNİ TANIMLAMALARA GICIĞIM VAR.

Türkiye için de, BAŞKA ÜLKELER için de düşüncelerim SABİTTİR.

Nasıl yabancı bir ülkede yaşarken o ülkenin milliyetçi, ırkçı, dinci kısımından uzak duruyorsam, kendi ülkemde de aynı şekilde düşünenden uzak kalırım. 

Dünya üzerinde beslenen savaşların, ve terörizm'in ana 2 kaynağının olduğunu düşünüyorum.

Bunlardan birincisi DİNDİR, ikincisi MİLLİYETÇİLİK (Başka ülkelerdeki adıyla IRKÇILIKTIR). 

Aslında belki de takılan maskelerin ismi din ve milliyetçiliktir çünkü köklerin anası her zaman EKONOMİYE dayanır. 

Fakat hiç düşündünüz mü bilmem, diğer hangi konular sizce ölürken ve öldürürken bile iyi hissettirebilir? Sanırım, "Abi işte yıllardır işim yok, para sıfır,içim öfke dolu gebertiyorum." dan ziyade "Vatanım için..." ya da " İnancımın gereği uyguluyorum." demek daha bir şaşalıdır.   

Hiçbir din veya millet, diğerinin üzerinde yaptırım uygulama, baskı yapma, benim gibi düşüneceksin davranacaksın tarzı üstünlük taslama hakkına sahip değildir ve olmamalıdır. Etki olmadan tepki gelmez. Bu şartların sağlandığı ortamlarda herkes kendini eşit ve huzurlu hisseder sorun çıkmaz. 


Burada Atatürk'ün milliyetçiliği uyguladığı dönemin özelliklerine girme niyetinde değilim ama artık Fransız İhtilali ile ortaya çıkan ve çok uluslu imparatorlukların yıkıldığı ve küçük ülkelerin kurulduğu dönemle zamanımızın arasında büyük farklar vardır. O dönemde bir ülkenin kurulması için o duygu elzemdi yapıldı ve bitti. Artık dünya, dünya vatandaşlarınındır. Herkes eşit eğitim sağlık hizmeti alma hakkına sahiptir. 

BUNU GEREK DİN GEREK MİLLET VEYA IRK FARKLILIKLARIYLA SÖMÜREN ZİHNİYETLE İŞİM YOKTUR.

O yüzden, Türklüğü öne çıkartan, Kürt vatandaşımız dense de, anne veya baba kişiliğine bürünmüş bir edayla; " Bak, deprem oldu seni Kürtsün hala bağrıma bastım ve basıyorum. Taşlıyorsun, yapıyorsun, ediyorsun (Kürtlükle ilgili genelleme milliyete bağlı ayrımlaştırma) yine de yardım elimi uzatıyorum." tarzı paylaşımlardan sıkıldım. 

Burada, YARDIMA MUHTAÇ KÜRT diye bir şey yoktur, yardıma muhtaç olup bunu minnetle kabul eden veya kabul etmeyi kendince sebeplerle istemeyen İNSAN vardır.

Orada göçük altında kalmış ölümle pençeleşen insan mı taşlıyor küfür ediyor yoksa o bölgeye yardım gelmesini kendi çıkarı için engelleyen politik safta yerini almış insan mı? Bu bile kendi içinde bir sürü cevabı barındırabilir. 

Hatırlayanınız var mıdır bilmem, Türkan dizisi ekranlarda verilirken bölgeye tıbbi yardımın gelmesine engel olan çünkü oradaki halkı kendine göre evirip çevirememekten korkan ağalar vardı. Hala da vardırlar...İşte öğretmenleri, doktorları katleden, sürekli oradaki güvensizlik ortamından faydalanarak ve dini kullanarak insanların beyinlerini felç eden kuvvet bunlardır. Unutmayalım ki eğitilemeyen, sosyal hakların ulaşmadığı, terör dışında ismi cismi anılmayan o bölgelerden bu şekilde insanların çıkması da son derece doğaldır. 

Tepkim çok şeye ama bunlardan en önde gelenlerinden bir diğeri, 

İNSANLIĞINI  BIRAKIP MİLLİYETİNİ VE FARKLARINI ÖNE ÇIKARTARAK TANIMLANMIŞ HABERLERDİR. 

Benim düşünceme göre;

Türk'üm iyiyim doğruyum çalışkanım diye bir şey yoktur, Türk'lerin arasında da diğer her milletten insanda olduğu gibi kötü, ahlaksız, ruh hastası, işkenceci vb özellikten insanlar bulunur.

Türk ordusunun içinde bir sürü Kürt kökenli askerimiz de bulunmakta, şimdi oraya yardıma gidenlerin Kürtlüklerini ve Türklüklerini mi yoksa insanlıklarını mı sorgulayacağız? 


Türkiye coğrafyası sürekli kaynayan bir kazan gibi... İlk okuldan bu yana (sağcılık solculuk ve terör) kırk yaşıma geldim hep aynı konular, şimdi ismi milliyetçilik, Atatürkçülük karşısında Allah'cılık ve din olarak değişti, içinde debelenen ve bir türlü aydınlığa kavuşmayan bir mekanizma işletiliyor. 

Ordunun içinde yaşanılanlar ya da varolanlar paylaşıldığında vatan haini olursun, dini konulardaki soru işaretlerini paylaşsan dinsiz pislik olmakla suçlanırsın. Dışlanırsın. 

Hiç düşünülemez ki her kurumun içinde ismi bembeyaz bir sayfa gibi olması gerekirken bile bir sürü çarpıklık yaşanabilir.  Bütün bu safsatalar bırakılıp da bilime, spora, çevreye bir türlü sıra gelmez. Korkarım dünyanın sonu gelirken de Türkiye coğrafyası üzerinde birbirini yemek için bekleyecek gruplar olacaktır.

DOLAYISIYLA, DÜNYA GEZEGENİ ÜZERİNDE YAŞAYAN BAŞKASINA İŞKENCE ÇEKTİREN, YOLDA YÜRÜYEN İNSANI BOMBALAYAN, YARDIM ELİNİ UZATANA SİLAH DOĞRULTAN, DİNİNİ MİLLETİNİ ÖNE ÇIKARTIP KENDİNCE DİĞERLERİNE BENİM GİBİ DÜŞÜNÜP BENİM GİBİ YAŞAYACAKSIN ALLAHTANDIR, BİZİM LİDERİMİZDENDİR ŞUDUR BUDUR DÜŞÜNCE SİSTEMİNE TAMAMIYLA KARŞIYIM.

TÜRKMÜŞ, KÜRTMÜŞ, ERMENİYMİŞ, İNGİLİZMİŞ, ÇİNLİYMİŞ, YUNANLIYMIŞ... UMURUMDA BİLE DEĞİL!!!!

AHLAKSIZLIK, DUYARSIZLIK, GÖZÜ DÖNMÜŞLÜK O MİLLETİN GENLERİNE KODLANMIŞ BİR ŞEY DEĞİLDİR, İNSAN BAZINDA DEĞERLENDİRİLMELİ, CEZASI DA O KİŞİYE İNDİRGENEREK GENELLEME YAPILMADAN VERİLMELİDİR. BUNUN İSMİ DE HUKUKTUR. EĞER HUKUK DENİLEN MEKANİZMA OLMASAYDI AYNI BU İSTENDİĞİ GİBİ OLAY KAN DAVASINA DÖNÜŞÜRDÜ.

DOLAYISIYLA TERÖRİST, KATİL, TECAVÜZCÜ vb...OLMAYI SEÇMİŞ KİŞİ KANUN KARŞISINDA YAPTIKLARINDAN SORUMLUDUR, BUNA KİMSENİN EMPATİ YAPMASI BEKLENEMEZ.

UMARIM BUNDAN SONRA YAZDIKLARIM YA DA FİKİR PAYLAŞIMLARIM TERÖRİSTE EMPATİ GİBİ BİR YANILSAMAYA GÖTÜRMEZ.

12 Ekim 2011 Çarşamba

BPA İle İlgili Gördüğüm Yanıltmalar

BPA ve pet şişeler diye araştırma yapıldığında hemen en fazla tıklanma alan yazılar geliveriyor ekrana. Bunlardan birincisi Ahmet Rasim Küçükusta'nın yazısı ve diğer yazıları, bir başka hemen manşet; FATİH ALTAYLI YAZDI DUYDUK DUYMADIK DEMEYİN!

Diğerleri aynı bizim memleket üniversitelerinde yapılan akademik araştırma çalınması ve bu yolla prof olma tadı veren kopyala yapıştır mantığını kullanılması. Sanki medya medya değil, gazeteci gazeteci değil mahalle karısı. Hemen al birisi yazmışsa onu kopyala kendi sitende yayınla aman ne güzel, aferim!

Benim bu köşe yazılarında kendimce sorduğum soru acaba pet şişeden kasıt plastik şişeler midir?

Eğer öyle ise de yanıltma çok.

Neden?

Çünkü plastik şişe olarak genellersen hata yaparsın. BPA maddesi için özellikle 7 ve 3 numaralı plastiklerden uzak durmak gerekiyor (PC, PVC) Diğer numaralarda bu tür bir akma tespit edilmemiştir.

Bunu öğrenmek için benim daha önce yazdığım BPA yazısına gitmek ya da Wikipedi ye bakmak yeterli olacaktır.

PET şişeler denildiğinde yine bir yanlış çünkü esas plastik alınmak zorunluluğu var ise alınması gereken PC, PVC dışındaki PET plastiklerdir. Artık evlerimize sular cam şişelerle gelmediğine göre elimizde böyle bir alternatif de bulunmadığına göre...

Eh bu tür konular pek de prim yapmıyor zaten ama alt tarafı hadi kendinizi geçin de şu çocuklarımıza kullandığımız plastiklerde rakkam okuma alışkanlığı kazanın derim.

Hadi kolay gele!

NOT: Bu bahsettiğim yanılsamaların olduğu birkaç yazıyı burada verdim ama araştırma iki kelime ile yapılabilir, bu konuda daha fazla bir şey yazmama gerek yok, isteyen daha önce yazılmış olan BPA yazılarıma bakabilir.

http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2011/09/11/yazilar/tip-yazilari/modern-hayat/pet-siseler-ve-damacanalar-gercekten-zararli-mi-

http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2010/09/05/hakkimda/plastiklerdeki-gizli-tehlike/

http://www.haberdisk.com/bpa-icermeyen-pet-siseler-damacanalar-biberonlar-hangileri-kanser-etkisi-yapiyor/ (Bir tek burada kafa karışıklığı yapılmamış)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Arap Emirlikleri'nde Yaz Ayları.

Kısaca nefret ediyorum desem?!

Hayatın alışveriş, megamall, geceleri pub, konserler şeklinde algılatılmasından. Gerçeklerin yok sayılmasından, bir türlü mütevazi bir hayat tarzı yaşayamamaktan...

İngiltere'ye gidersiniz kültürel olarak çoook zengin olmadıkça kadınların kuaför bilmediğini, tarz giyinmediğini, ortalama yetecek kadar bir yaşam biçiminin oturduğunu, kimsenin kimseye "Aaa şekerim ama olur mu, bak ben şimdi manikür pedikürcüden geliyorum." dediğini duymazsınız. Hatta çok zenginin bile üstü döküktür, (dökükten kastım kokması pis olması anlamına gelmiyor o maşallah İstanbul'un toplu taşımalarında yaşanan gibisini ben hiçbir yerde görmedim.) Genelde kimseyi kıyafetleriyle değerlendiremezsiniz.

Tamam hava soğuktur, belki sürekli yağmur yağmaktadır ama ona göre giyinir yine de bir dışarı çıkar, en kötüsünden şemsiyenizi açar, ne bileyim en kalın kıyafetlerinizi giyer öyle dolaşırsınız.

Kanada gibi sosyal olarak gelişmiş ülkelerde ise öyle buradakiler gibi her kapı dışarı çıktığınızda çocuklarınıza vereceğiniz her bir aktivite kalemi için ananızın dingili para ödemek zorunda bırakılmazsınız (yazın) çünkü eğitim bu ülkelerde ticaret aracı değildir, o ülkenin gelecek nesilleri için ayrımcılık yapılmadan yapılan bir yatırımdır. Zengin ya da fakir her çocuğun aynı eğitim kalitesini aynı şartlarda alması hakkı tanınmıştır ama gelişmemiş ya da yalnızca gelişmeyi megamall açmak, ralli yapmak, at yarışında fotoğraf çektirmek gibi algılayan ülkelerde paran varsa en güzel eğitim olanakları elinin altına serilir yoksa ve naif bir insansan ızdırap çekersin. Bu ülkenin en büyük dezavantajı iklimsel şartları yoksa çok parası olup yazın serin bir yerlere gidip yaşayacak kışın buraya dönecek insanlardan bahsetmiyorum.

Buralarda yaşayanlar bilir, daha okullar tatil olmadan bir hafta önce aileler ya kendi ülkelerindeki evlerine ya da annaanne/babaanne dedelere kaçarlar.

Muhakkak klüplere üyelik vardır, site içerisinde kırk milletin kırk halkı birarada yaşadığı ve bizim eski zamanlardaki gibi hüraaa mahalleye salınmadıkları için illa ki çocuklar bol bol aktivitelerle oyalanmak zorundadır, aksi taktirde ev ya bilgisayar ya da televizyon karşısında biten günlere gebedir. Burada maalesef okullar dışında sosyalleşme bile paran varsa olabilecek bir lükse dönüşmüş durumda.

Aktiviteler dışında o ballandıra ballandıra anlatılan, fotoğraflara konu olan, yazılan çizilen hayatın her dakikasına bilmemne kadar para ödenir, ele gelen maaşla öyle bir hayat yaşanır ama artık ilerisi ne olacak, ev nasıl alınacak, emeklilikte ne yiyip içilecek ya da çocuklar üniversite zamanı nasıl okutulacak gibi düşünceler belki bir onbeş yıl kadar rafa kaldırılır.

Bunu yapan insanlarda bol, mesela karı koca çalışıyor çocuğuna bir doğumgünü partisi sanırsın çocuk evleniyor, oteller ayarlanıyor, içine binbir aktivite yerleştirilmiş organizasyonlar evlere çağırılıyor ya da.

Bütün bunlar bende bayağı bir birikmiş galiba. Zaman zaman her kadın gibi giyinip kuşanıp kikirik uzun topuklu ayakkabılarımla salınma niyetim gelip gitse de her zaman bunlara özenip yaptığım ve kazığın allahını yiyip eve getirdiğim hiçbir kıyafeti ya da o şekilde ayakkabıyı gündelik hayatımda kullanmadığımı görüyorum.

Kilo alıyorum, veriyorum, yaşlanıyorum ve bu kadar dikkatli olmama rağmen artık belki ilerde kızım giyer ne yapayım diye sakladığım böyle bir sürü parçam oldu onu fark ediyorum.

Kocam hala direnmekte, bir tane iyi kalite kotunun üzerine giydiği belki üçü geçmeyecek ele gelen tshirtü ile yaşayıp gidiyor garibanım. Benim kendimde sinirlendiğim oltaya gelme durumlarım. Bu da işte ne kadar dirensende zaman zaman gelen aman yaşlanıyorum bunlar son üzerimde bir şeylerin durduğu dönemler kaçırmayayım, güzel olayım alımla salımla dolaşayım falan derken yine kot üzerine giy tshirt, terlikler çık dışarıya, sonuç bu.

Evet dedikleri gibi gençlik geçiyor be kardeşim, bir kere dünyaya geldik anasını satim tamam anladık da aldıklarını giyecek sosyal yaşamın olmadıktan sonra neye ve kime para veriyorsun a salak?!

Eşimin babası hastalanıp da İngiltere'ye gitmek durumunda kalmasıyla bu allahın sıcağı elli derecelik yerde her dışarı çıkıldığında alışverişten başka bir şey yapılmayan zihniyetle artık kendimin yaşayacağı, çocuklarımın gönlünce koşup oynayacağı, kendi dillerini rahatça konuşup diyaloğa geçebilecekleri bol arkadaşlarının olacağı yerleri özlemeye başladım. bu da dırdırdan öteye geçmeyecek bir durum biliyorum, ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin çünkü. Mecbursun gelecek için katlanacaksın. ama bunun için çocuklarını altı ay kapalı mekanlara hapsedeceksin, pencere açıp evini havalandırmayı unutacaksın, sürekli içi köfeke tutmuş Ac lerle yaşayıp gideceksin, şöyle pencereden gelen hafif hafif esintinin tülü oynatmasını özleyeceksin be kardeşim!

Denilecek ki belki " E gittin çölün ortasında yaşıyorsun ne bekliyorsun ki daha fazla?" Bende diyorum ki evet doğrudur çölün ortasında yaşıyoruz ama neden? Yaşam ve çocuklarımın okul standartlarını yükseltmek, geleceğim için Türkiye ve İngiltere'de biriktiremediğim parayı biriktirebilmek uğruna...

Yani kısaca demek istediğim buraya gelen ve bizlerin şartlarını paylaşan orta halli, gelecek telaşında, öyle alışveriş giyim kuşam megamall kültürünün bir parçası olmak bir yana, tamamıyla karşısında duran insanlara anlatılan "Ayyy tatlımmmmm bugünkü at yarışı çok fevkaladeydi değil mi?" muhabbeti bir anlam ifade etmiyor.

Çünkü o hayata yetişemiyoruzzzz, kısaca ben yetişemiyorum. Pantalon alıyorsun, bluzu çıkıyor, bluzu alıyorsun, çantası geliyor, arkasından ayakkabı telaşına düşülüyor, e olmadı onu bütünleyen bir de parfüm ve iç çamaşırı olmalı, e o da olmadı böyle giyinen kuşanan birinin evde saç baş bir tarafta yer sildiğini balkon yıkayıp bahçe süpürdüğünü düşünebiliyor musun? Ya da delirmiş şekliyle çocuklara yemek hazırlayıp bir yandan ödevlere yardım edip diğer yandan aktivite bulmak için kıçını yırttığını? Olmaz...Ha bir de al işte en son bir topuklu son derece seksi bir ayakkabı aldım ne oldu, iki giyişimde de yarım saat yürüyüşten sonrasını ayaklarımı nereye koysam diye düşünerek geçirdim. Rahat değil kardeşim! Kikirik kıyafetler güzel belki ama rahat değilllll! Mesela şu aralar askısız elbiseler moda, üst kısım lastikten altı bilek altı etek, askısız sütyen giy aman allah ne rahatsız, sinir olursun, askılı giyiyorsan askısız elbiseyle işine ne o zaman?! Alttan bambaşka renklerde tonlar ama artık ben öyle yapıyorum başka çare yok ne yapalım? Bir şey modaya dönüştü mü mubarek başka klasik bir tarz da bulamıyorsun ki.

Erkek olsaydım bu kadar masrafı sürekli kendine yapan bir kadına karşı ne hissederdim bilmiyorum, kokuşuk bakımsız bir karşı cins istemez hiçkimse elbette ama her işi için birilerine koşturan, parmağını kıpırdatırken bile parasını oynatan insanları kastediyorum, hiççç işim olmazdı onu biliyorum.

Örneğin aklımdaki çelişkilerden biri günümüzün kadınları kilo almaktan şikayetçi ama gel gör hadi cam sil de burun kıvırır, evinin işini yap ıııggghhhh çok sıkıcıııı der. E kardeşim çalışıyorsanda hep oturduğun yer o sandalye, nasıl olacak bu iş? Hadi koşşşş fitness center a bir dolu parayı da orada harca ama eve geldiğinde pelte gibi bir leydi(!) olduğun için yine vitesi geri tak.

Demek kiii bu bütünüyle algılanması gereken bir hayat tarzı ve ben bırak sevmeyi canı gönülden bu mentaliteden nefret etmekteyim. İngilizcedeki bazı kelimeleri çok seviyorum mesela trapped, zorunluluktan ötürü o işe mahkum kılınmak, zincirlenmek, hapsedilmek benzeri bir kelime...

Dünyanın her yerinde olduğu gibi bu memlekete gelirken de gerçeklerin, nasıl bir hayatın, kime neye göre ne olduğunu düşünmek, hesap etmek, beklentileri ona göre hesaplamak ve zaman zaman kendi mantalitene tamamıyla ters gelen yaşamı da idame ettirmek zorunluluğu doğuyor.

Sanırım bize verdikleri karşılığında hayatımızı mantıki doğrularla burada devam ettirirken aklımızdan çıkartmamız gereken de bu :(((

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Lazerle Varis Operasyonu Hop Şina Şinanay Mı?

Lazer denildi mi aklımıza milletçe hemen Star Wars filmindeki sahnede insanları acısız ve anice ortadan ikiye ayıran lazer kılıçları geliyor değil mi?

Varisi lazerle aldırtacağım denildiğinde de " Aaaa ne kadar kolay, yatırmıyorlar bile gir çık çantada keklik! Hadi biz de olalım lay lay lom!" havası yaratılıyor, öyle mi?

Öyle. Küçümsenecek kadar basite alınmış o kadarını söyeleyeyim!

Şimdiye kadarki bütün ameliyatlarımda düşündüğüm şey bugün de başıma geldi, "Gerçekler anlatılsa zaten hayatın boyunca varisinle yaşar gidersin." dedim kendi kendime. Zaten o zaman kimse hiçbir konuda ameliyat olamazdı ki.

Yine her zamanki gibi ameliyat masasında yatarken ve lokal anestezi ile sol bacağıma bir şeyler yapılırken kendimi zaman makinasına koydum, tıbbın ne derece ilerlemiş olduğunu düşündüm, Ortaçağ'da bir ameliyat sahnesi getirdim gözümün önüne, hani o tp kitaplarında anlatılanlardan, çevremde doktorluğu insan bedenini kesip biçerek test etmeye çalışan insanlar (pek tabi ki erkekler) ve çığlık atan bir zavallı hasta...

Sonra seyrettiğim ama kitabını da okumaya kalbimin dayanmayacağı bir fikre takıldı kafam, "Never Let Me Go" Done olmak için kopyalama tekniğiyle fabrikalaştırılmış insanların hayatlarını düşündüm. Oradaki insanların nasıl dört beş ameliyattan sonra artık masada kaldıklarını, gencecik bedenlerin ne derece acı çektiğini...

Kendi kendime saydım da bu benim dörtbuçukuncu ameliyatım. Bunu lokal anestezi ile olup hemen kalkarak eve gitmeyle yarımdan sayıyorum. Bir hafta sonra aynı bacaktaki kısa olan damar için kalan işlem tamamlanmış, bacak iki harekette bitirilmiş olacak ama artık tek umudum bunun sonuncu olması. Neredeyse Never Let Me Go daki bir sayıya ulaşacağım yani bu gidişle.

Bendeki varis sorunu ta 23 yaşında falan başladı, yalnızca sol bacak, azıcık bir çıkıntıydı o zaman ana damarın üzerinde, o kadar. Zaten babama gösterdiğimde; "Ya de git! bu yaşta varis mi olur?!!!" şeklinde ilgilenme durumu bile reddedildi.

Yıllar geçtikçe sevgili minik varisciğimin yerini koruması bir kenara, artık iki doğumdan sonra bayağı bir sıkıntı yaratmaya başlamıştı. Hele de Arap Emrilikleri'nin bu yarı fırın sıcaklığı işi daha da ilerletti ve sol bacaktaki sızlama, daha çok sağ bacağa yüklenme durumu arttı. Bacak bacak üstüne atınca özellikle fark edilir ve hatta o pozisyonda kalınamaz hale getirdi.

Pek tabi ki burada da iş kontratına dahil edilmiş farklı sigorta şirketleri var, ilk geldiğimizdeki 3 sene kadarki zamanda bir kere acaba diye gittim ama reddedildi. Allah'tan üç sene önce çok memnun kaldığımız bu şirkete geçildi.

Şimdi uygulanan prosedürü anlatayım. Öncelikle varisli bacağın kontrolü ultrasonla yapılıyor. Sorunlu damara gelindiğinde bacağın altından baskı uygulayarak ekrandaki atıma bakılıyor. Benim dediğim gibi yalnızca sol bacakta sorun vardı (Allah'tan) Şu an iki bacağın aynı anda operasyon geçirmesi durumunu hele de çocukla kesinlikle düşünemiyorum da...

Neyse, sağlık sigortanız varsa bu ultrasonlar sigorta şirketine gönderiliyor ve cevap bekleniyor, olumlu ise zaten size bildiriliyor. Ameliyat için karşılıklı uygun bir tarih belirleniyor. Ben her zamanki gibi çocukları babalarına bırakıp kendim gittim, iyi ki arabayla gitmemişim, hemen kalkıp eve gidiyorsunuz çook kolayyyyy nedir kiiii! safsatasına da kanmamışım.

Bir odaya alındım, üzerimdekileri iç çamaşırı kalacak şekilde çıkarıp ameliyat kıyafeti ve terliklerini giydim. Yine tecrübelerle sabitlendiği için bol elbise giymiştim.

Operasyon öyle dediğim gibi bir iki kişilik değildi, odada hemşire, doktor, iki kişi daha vardı. Ultrason tekrar yapıldı, damar keçeli kalemle işaretlendi. O sırada tabi hissedilen yine o ameliyat odasındaki ileri derecede soğuk...Ana damar hemen dizin altından kasığa kadar...

Bütün bacak tentürdüyotlandı. Oturma pozisyonunda iğne uygulandı.

İlk hissettiğim, bir karıncalanma ve mide bulantısı atağı oldu. Sonra ben bakmadım, zaten o anda anlıyorsun hani filmlerde vardır kanı görüp bayılma durumları, kendimi aynı o halde hissediyordum, bakmama olanak da yoktu, işaretlenen bölgeden incecik bir hortumu damara soktular. (Onu da ameliyattan önce doktorum demişti olayı anlamanız için internetten araştırın, biz her adımı anlatıyor olsak da bir bilginiz olsun, oradan biliyorum) O sırada belki de bayılma riski için bir tane yardımcı yatakta arkamda bekliyordu, sordular ne hissediyorsun ve yavaşça yatırdılar.

Bu sefer sanırım ikinci bir şey daha sokuldu bacağa, lazeri onunla uyguladılar. Bu işlem kan damarına uygulandığı için oldukça kanlı da aynı zamanda. Sürekli bacakta hissedilen, soğuk bir şeyler uyguladıkları, akışkan bir madde, onunda ne olduğunu bilmiyorum yalnızca hissettiğim o.

İkinci işlem uygulanırken doktorum sürekli benimle konuştu ve acı hissettiğiniz an söyleyin diye uyardı. İşin ilginç yanı sanırım bu benim yapımdan da kaynaklanan bir şey, stres anında bağırsaklarımı etkiliyor ve verilen ilaçlar bağırsaklarda ani bir hareketlenme yarattı, tuvalete koşup sancılar içinde kıvranılacak türden değil yalnızca hareketli işte...

Derken lazer uygulaması yapıldı, ondan önce mi ya da sonra mı tam olarak hatırlamıyorum ama kasığa kadar yine belki altı yedi tane iğne yapıldı, kasık kısmında özellikle çok sevimsiz bir tecrübeydi, bütün iğnelerin yapılışını hissettim, dereceleri farklıydı yalnızca. Ve iğnelerin ardından sokulan ne varsa geri çıkarıldı yavaşça...

Bacak hemşire tarafından sert hareketlerle temizlendi (o kadar tentürdüyot ancak öyle gideceği için) ve yavaşça kaldırıldım. Üstümü değişmek için hemşire bana eşlik etti, nasıl hissettiğimi sorup durdular.

Ağır bir ağrı kesici verildi, eğer ihtiyacım olursa iki doz alabileceğim söylenildi ve eşim gelip çocuklarla beni hastaneden aldııııı. Eve geldik, anestezi devam ettiği için azıcık bir sızı ve hafif bir topallama dışında pek bir şey yoktu ve hatta masanın tozu, azıcık yerlerin pisliğini bile hallettim.

Sonra eşim ben rahat edeyim, dinleneyim diye çocukları dışarı çıkarttı belki bir saat...Kasıkta yanma, bütün bacağımda aynı şekilde, üzerine basamama, otursam olmadı, yatsam olmadı, geri geldiklerinde zırlamaya başlamıştım artık. İkinci doz ağrı kesici...

Yattım...Belki bir saat uyandığımda acı %80 azalmıştı, en azından sağa veya sola döndüğümde bir bacak diğerinin üzerine biner ya onu yapabilir hale gelmiştim.

Kalktım...Saat neredeyse 22:00, bağırsaklarım halen faal. Mide bulantısı çoook hafif ama backround da.

Haftaya ikinci operasyona alınacağım. Bu sefer dediğim gibi anadamara göre kısa damarda işlem yapılacak. Her bir operasyon sonrası hava alabilen ama dar, kasığa kadar bir çorap giyiliyor, ayak parmaklarını kapatmayan ve rahatsız etmeyen ama haminne görünümlü bir çorap bu. Operasyonun ertesi günü duş alınıp tekrar giyilecek, uyurken dahi 15 gün boyunca çıkarılmayacak. Bu dönem sırasında pek tabi ki güneşlenme, yüzme gibi faaliyetler yapılamayacak. Operasyon sonrası dinlenme iki gün denildi.

Sanırım yarın herşey çok daha normale dönüşecek. Yani, umarım öyle olur.

Kısaca söylemek ve yazıya nokta koymak gerekirse, en ufak bir şey diye küçümsediğimiz her türlü operasyon iriti edici bir deneyim de aynı zamanda. Bu unutulmamalı.

25 Haziran 2011 Cumartesi

IPad? Android? Lap Top?


Beni artık anlamışsınızdır, teknolojiyi çok seven bir yapım var.

İnternet hayatımı ele geçirmiş falan değil (geçirse de kime ne?!) ama girip de tek kuruş ödemeden okuyabildiğim, normal şartlar altında ulaşamayacağım gazeteyi, paylaşım siteleri vasıtasıyla dünyayı takip etmeyi, ta ilkokul arkadaşımla bile görüşebilmeyi ve çocuklarını görmeyi, görüntülü görüşme yaparak ailemle özlem gidermeyi neden reddedeyim ki?

Üstelik, teknoloji korkusu bir yerde o işi kotaramadığını düşünmekten öte değil, kurcaladıkça yapılabilenler inanılmaz, bir yirmi yıl önce hayali bile edilemez boyutta.

A4 büyüklüğüne yakın bir tablet bilgisayarla ekrana dokunarak interaktif bir dünyaya adım atmayı, aynı sayfada gazete, kitap okumayı, yine aynı ekranı kullanarak film seyretmeyi, oyun oynamayı, yazı yazmayı, not alma ve görüşme yapabilmeyi  kim istemez?. Sizce de inanılmaz, değil mi?

Bana gelince...Genelde yeni çıkan şeyleri, eğer ihtiyacımız olduğunu da düşünürsem (mazeret), tam bir gözetleme moduna giriyorum ve bu durum bir süre böyle devam ediyor. Sonrasında kullananların bakış açılarını, ürünün fiyatının normal seviyeye düşmesini, artı ve eksilerini gözden geçirip eğer aklımda yer ettiyse, harekete geçiyorum.

O an çıkan hiçbir teknolojiye atlamamaya ve gözetlemeye özellikle dikkat ediyorum, eğer bir ürün aklımda yer ettiyse, dönüp dönüp ona takıldıysam alıyorum.

Ipad ilk piyasaya çıktığında örneğin, oluşturduğu etki akıl almaz boyuttaydı, kendince çok kısa bir süre içinde alet gerek şekil gerek fonksiyon anlamında büyük bir atak yaptı, şimdi Ipad 1’in suratına kimse bakmaz oldu. Yani teknolojide biraz bekle ve gör mantığına bağlılığım baki.

Ancak, bu kadar dikkate karşın yine de görüyorum ki bir aleti elime alıp bir süre kullanmadan önce ne kadar incelersem inceleyeyim yine bir sürü boşluk kalmış.
Bu noktada kendimce ekleyeceğim en önemli dipnot bu tip, ürün kullanımı ile ortaya çıkan boşlukların aslında o malın pazarlama hatası olarak algılanması gerekliliği.

Bana göre çözüm, bölgelere bağlı olarak o ürünle beraber neye ulaşılıp neye ulaşılmadığı ile ilgili uyarı listelerinin yapılmasında. Müşteriye malı satarken de bu listelerin alım öncesi verilmesinde ya da çok ciddi bir şirket içi eğitim, personelin bu konuda uyarılması, detayların artı ve eksi yönlerin anlatılmasında...

Çünkü bir şekilde bu tip aletlerde karşımıza iki büyük sorun çıkıyor, birincisi BÖLGE (REGION) farklılıkları ve bu bölgelere bir şekilde, sebebini tam anlayamadığım hizmet farklılıkları, ikincisi her ürünün KENDİNE AİT SATIŞ YAPTIĞI BİR ORTAM belirleyip müşterisini o ortama hapsetme çalışmaları...

REGION’ a örnek mi istediniz? Atıyorum, Arap Emirlikleri’nde yaşıyorsunuz ya da turist olarak geldiniz de aklınıza bir şekilde yer etmiş olan ve “Burada elektronik sudan ucuz” safsatası var.

Tavsiyem, alışveriş yaparken beklentilerinizi dibe çekmeniz. Çünkü bu memlekette ne satış evresi, ne de ürünü değiştirmek dışında, parçası, şusu, busu, satış sonrası hizmette beni büyüleyen hiçbir yer olmadı şimdiye kadar.

Satışı yapan elemanların ürünler hakkında doğru düzgün hiçbir bilgileri olmadığı gibi, yanlış yönlendirme (kendi ülkemde yalancılık diyebileceğim doğrultuda) satış sonrası parça temini konularında büyük bir yetersizlik hakim.

Klasik durum, Arap Emirlikleri’nin herhangibir eyaletinden aldığınız üründe, hemen sigorta kapsamına giriyorsa, değiştirme dışında, yallah Dubai’de hiç bilmediğiniz gitmediğiniz yollara yollanmanız. Bunlar üzerinde durulması gereken konulardan birkaçı.

Şimdi...Günümüzde ihtiyaç farklılığına göre ve yine o alandaki boşluklar fark edilerek sunulmuş ürünler var. Önce bunu kabul etmemiz lazım yani Android tablet ya da telefon, Ipad ya da PC aldığınızda tamamıyla farklı hizmetlerin içine giriyorsunuz.

Bu konuda Android internet ortamına Ipad den daha yakın fakat Ipad durumu tamamıyla kendi formatına odaklamış. Bunlara önceden hazırlıklı olmakta çok büyük faydalar var.

Mesela, ben Android Telefon kelimesini ilk defa, dandik eski model Nokia'm ayvayı yiyince ve Samsung'ların akıllı telefonlarından bir tanesinin fiyatı alınabilecek kıvama geldiğinde öğrendim (Samsung Galaxy Mini).

Samsung Galaxy Mini’mle ilk tanışmamız kelalaka başka bir alışveriş sırasında oldu ve hemen yanında duran ve fiyatları 1000 lirayı geride bırakmış Iphone’a göre hem görüntü hem de fiyat olarak çok albenili kalan bir aletti.

Yine şu aralar moda haline gelen dokunmatik ekran, internete girebilme google özelliği, kendine göre Android Market diye adlandırdığı bir ortam (Gidip başlıklarına göre ayrılmış konulardan oyunlar, eğitim, kitap şu bu indirmek mümkün)

Iphone'la Samsung Galaxy Mini'yi karşılaştırdığımda pek tabi ki ekran çözünülürlülüğü, yavaşlık (o da biraz), sensorlerin bir şekilde takılması dışında öyle atla deve bir fark yok gibi. Tam bir teknoloji hastalığınız ya da bağımlılığınız yoksa internet ortamından da yararlanayım telefonum olmuşken diyorsanız bunu yapmak için Galaxy Mini hiç de fena sayılmaz.

UYARI: Galaxy Samsung Mini için pil ömrü oldukça kısa gibi görünüyor. İnternete girilmezse üç gün dayanıyor.

Android, Google'a ait bir isim ve Ipad'in kullandığı ITunes tamamıyla farklı çalışan bir ortam.

Apple kullananlar ITunes'a gidip mevcut programları yüklüyor, Google'ın desteklediği Samsung veya diğer isimlerde ise Android Market'e gidiyorsunuz. (Elbette ki öyle çantanızı takıp sokaklarda aramıyorsunuz, bilgisayarınızla bu sitelere bağlanıp bir nevi sanal alışveriş yapıyorsunuz :P )

Ürünlerden bazıları ki bu Android Market'te daha fazla, bedava. Bu durumda bildiğim kadarı ile kredi kartı ile hesap açma zorunluluğunuz yok ama diğerlerinde var.

Piyasa araştırılacak olursa, diğer her konuda olduğu gibi Apple'a tapınanlar olduğu kadar, karşısında duranlar da mevcut, hatta forumlardaki klasik atışmalardan "Sanki sana Apple bedavadan Ipad verecek, ne bu bu kadar savunma?!" dedirtecek kadar ürünlerin yanlıları mevcut.

Ancak gerek akıllı telefonlar, android tabletler ve benzeri gerekse Ipad gibi ürünler çok yeni teknolojiler olduğu içindir ki her an bir yerlerinden arıza yapmaları mümkün.Üstelik hep söylediğimiz bir gerçeklikle de karşı karşıyayız ve bu da büyükannelerimizden kalma buzdolapları evimizin bir köşesinde tıkır tıkır işlerken yeni aldığımız ultrasonik, neredeyse yemeği kendi pişirecek akıllılıkta olan buzdolabının ömrü beş sene ile sınırlı olması gibi...

Dolayısıyla belki de birbirine bağlı iki sorun, ya teknoloji geliştikçe aletler daha karmaşık ama bir o kadar da bozulmaya elverişli ya da dünya üzerindeki ürün kalitesi ciddi oranda düşmekte.

Telefon ihtiyacımı bu şekilde karşılayıp Android Market, dokunmatik ekran falan nedir öğrendikten sonra aklımı uzun süredir kurcalayan ve yeri yerinden oynatan yazımın başında da bahsettiğim alete geldi sıra... Ipad 2. O da uzunca bir süre gözlem altındaydı git gel bak araştır oku...

Malum, tatile gidilecek, bizim büyük kıza kitap yetişmiyor, öyle her kitabı da okumuyor, kendisi seçecek ve her an her isteneni bulmak imkanlı değil. (Yine de Türkiye'ye beş basar buradaki İngilizce kitapçıların sayısı ve büyüklükleri o ayrı mesele.)

Kindle'ı düşündük, tamam e-ink denilen gözü yormayan elektronik kitap. Harika bir sistem fakat buraya göndermiyorlar, İngiltere'ye gidecek, insanlara ekstra iş. Ipad'de hem eğitici oyunlar hem de en önemlisi kitap okuma, taşınma kolaylığı falan diyince en uygun fiyatlı olanını aldık ve eve geldik. (16 GB / Wi-Fi)

Ipad 2, sade bir kutuda geliyor, ekstralar için yine dükkanlardaki fiyat ve ürün alternatifine bakmak gerekiyor.

Alet zaten incecik ve yaklaşık 600 gr civarında. Bir çalışma defteri gibi. Ben, interaktif kitap ya da defter deyimini çok daha yerinde buluyorum.

Kutunun içinde yalnızca mevcut bilgisayarınızla bağlantı kuracağınız kablo ve şarj aleti dışında hiçbir şey yok. Ekstralardan olmazsa olmaz ekran koruyucu (matını tercih edin yansıtma yapmaması açısından) ve ipad'inizi korumak için kılıf...Rengarenk, çok farklı bir sürü alternatif.

Mesela Galaxy Mini için ekran koruyucu bulamadım ve kılıfı Dubai'de ancak, o da ona özel değil fakat Ipad ve tabi ki Apple bu işi tam bir deliliğe dönüştürmüş, dağıtım ağını da ciddi derecede kuvvetli kılmış.Bu yeni oyuncağınıza aksesuar takıntınız var ise ki olmaması çok zor, her girdiğiniz elektronik eşya satan dükkanda yeni ve farklı birşeyler bulmak olası.

Ben kendiminkine yine kendisi gibi beyaz deri bir kılıf aldım, hem arkasını hem de ön tarafını koruyacak şekilde dizayn edilmiş. Çok şık ve gerçekten de kapalı olduğunda hani o işyerlerinden bedava verilen klasörler vardır içinde kalem, hesap makinası ve özel antetli kağıtları vardır, ondan ayırt etmek neredeyse imkansız. O kadar ince ve hafif.
Bu arada, beyaz Ipad diyince arka kısmı zaten griymiş bunu da aldıktan sonra anladım, bahsettiğimiz renk ayırımı yalnızca çerçeve için.

Eve gelince yapılacak ilk iş bilgisayarınızı açıp Itunes'a giderek bir hesap açmak. Orada yeni aletinizi ortama tanıtıyorsunuz. Böylelikle çalınma riskinde de girilen şifreyle Ipadiniz nerede açılmış belli ediyor kendini. (Korkutucu da bir yandan ama olsun)

Sonra şarja takıyorsunuz. Benimki ilk bir temassızlık yaşadı ve yüreğime indirdi fakat sonra o da düzeldi.

Alet kendini şarj ederken pek tabi ki uyku moduna geçiyor, ayrıca aletinizin monitöründeki pil ikonundan (sağ üst köşe) şarj ettiğini, yani yıldırım işaretini görmeniz gerekmekte. Zaten eğer ipadiniz açıkken şarjı azalmaya devam ediyorsa bu pilin dolmadığını gösterir. Aleti bilgisayarınıza bağlayarak şarj ettirmeniz mümkün deniyorsa da benimkinde bu işlem de bir işe yaramadı.

Itunes bilgisayarınızla Ipad'iniz arasında senkronizasyon sağlama işlemi yaptıktan sonra transfer işlemlerini gerçekleştirebiliyorsunuz.

Mesela fotoğraf aktarımı için ben gereksiz şişirme olmasın diye kendi fotoğraf dosyamın içine bir Ipad dosyası açtım ve seçtiğim fotolardan alete aktardım. Saniyeler içinde dosya Ipad ortamına aktarıldı.

Ipad'in kendi programları var ve bunlar Apps (Applications-uygulamalar) olarak geçiyor.
Bu android telefonlar ya da diğer tabletler için de geçerli bir durum.

Gelelim, Ipad i alırken satış elemanlarının söyledikleriyle sizin ürünü alıp evde kurcalamaya başladıktan sonra bazen saç baş yolarak, bazen de yüzünüzde koca bir tebessümle karşıladığınız farklara.

Ipad'inizle Facebook a gidersiniz ama FB daki oyunların müptelası iseniz onları oynayamazsınız. Bunu ancak desk top veya lap top bilgisayarınızla yapabilirsiniz. Fakat atıyorum çocuğunuz için eğitici olan bir dolu oyunu Ipad'den veya Android Market’ten bedavaya indirmeniz mümkündür.

Film seyretme gibi bir saplantınız var ise Ipad'in yine IMovies'e bağımlı kılınmışsınızdır. Ve yine bölgesel sorunlarınız varsa onu da yapamazsınız.

Video seyretmek anlamında You Tube zaten yüklenmiş olarak gelmekte.

Onun dışında Türkiye'den atıyorum bedava film izle'lerden Ipad'inizle yararlanmanız hayal gibi bir şey.

Jail Break gibi uygulamalardan haberim olsa da Apple’ın bir şekilde sağladığı virüs koruma bandının kırılması, ürünün garantiden çıkması gibi riskler yüzünden pek sevimli yaklaşmadığımı belirtmek isterim. Karar kullanıcının tabi ki.

Farklı hizmet sağlayıcıların kendine göre farklı uygulamaları oluyor, mesela Arap Emirlikleri'nde Face to Face uygulaması yasak.

Saç baş yoldurtacak başka bir konu Kindle'ın e kitaplarına bölge sorunu yüzünden erişilemiyor. Kindle efendim Orta Asya Bölgesine bu hizmeti vermiyormuş!!

Ipad 2 ile ilgili antivirüs programına rastlamadım, virüslerin bir şekilde Apple ı etkilemediği, Apple programlarından çok Windows için yazıldıklarını okudum, bu konuda hala çelişkilerim var, tersini bulursam yine burada paylaşırım.

Bu yeni jenerasyon aletlerin hepsinde bir bilgisayar bağlantısı var ve bir şekilde kullanım kılavuzu denilen kağıda basılmış versiyon tarihe karışmış görünmekte.

Baktığım dillerden Türkçe'yi bulmak neredeyse imkansız. Başka yabancı dil bilmeyenin şansı açık olsun demekten öte seçenek kalmıyor gibi.

UYARI: Yurt dışında farklı ülkelerde yaşıyor iseniz elektronik alet alırken birincisi, ürünün uluslararası garanti kapsamına girdiğinden emin olun.

O ürün Türkiye'de satılıyor mu? Satış sonrası hizmetinden hangi kurum sorumlu?
Arap Emirlikleri için Ipad satışında şu an iki tane kanal var. Bir tanesi, satış elemanı İngiltere menşeli dese de değil alınınca anlaşıldı, Arap menşeli (burası için üretilmiş), ikincisi de Amerika.

Amerika'dan gelen ürünler aşağı yukarı 350 YTL daha pahalıya satılıyor, neden sorusuna verilen yanıt normal şartlarda para ödemeniz gereken bir sürü application u biz buradan yükledik oluyor.

Kısa ve öz sayın seyirciler, bunların hepsi uydurma!

ESAS FARK ŞU; Tekrar ediyorum Arap Emirlikleri'ne gelen makinaların Face To Face fonksiyonu kapatılmış durumda, öyle bir Apps bile gözükmüyor, alet normalde You Tube, belli birkaç apps yüklenmiş olarak sunuluyor ama Face to Face yok. (Ipad ve Iphone arası ücretsiz görüntülü görüşme sağlayan program) O da zamanla öğreniyorsunuz ki önemli değil, Yahoo.com ve Google Talk bunu gayet güzel sağlıyor ve hatta diğer taraf PC siz Ipad iken bile!

Ha, demek nedir? Amerikan versiyonunda bu var. Ya da Kindle için konuşuyorum Orta Asya'ya bir şekilde servis vermiyor ama demek ki Amerikan versiyonunda yine bunu yüklemek olası, region sorunu yaşatmıyor. (Bu da gerek Amerika gerekse Avrupa’da eğer hesabınız yoksa imkansız gibi görünüyor, bazı yerlerde yalancı adres alındığını okudum ama onun da bir şekilde anlaşıldığını duydum, karışık...)

Klavye ayarlarına gelince...Türkçe klavye seçildiğinde örneğin S harfine gidip üzerine doğru hemen seçim yapılabiliyor bir sure sonra makina otomatik olarak harfin biraz üzerine çıkınca daha önceden seçilmiş harfi getiriyor.
  
Ipad’deki iyi oyunların genelde başlangıç ve tanıştırma seviyeleri bedava, o oyunlar ya da eğitim programları indirildiğinde tam versiyon için soru geliyor. Demolar zamanı dolduracak denli farklı sayıda ve seçenekte gözüküyor ama eninde sonunda bu ortamlar insanı para harcamaya teşvik ediyor.

Eğer evde birden fazla çocuğunuz varsa, (yine yararlanacak alternatifler 2 yaşından sonsuza kadar gidiyor) birisi eline Ipad aldığı anda paylaşım savaşı da beraberinde başlıyor. Bu konuda bırakın çocukları biz yetişkinlerin verdiği tepki bile aynı çünkü Ipad 2 nin grafik gösterme becerisi öyle noktalara getirilmiş ki sanki uygulamalar ekrandan bir derece öne fırlamış duygusu yaratıyor, dokunmatik ekran son derece iyi yanıt veren boyutta, elinizin altında tüm oyunlar, okunacaklar kayıp akıyor duygusu yaratıyor.

Tüm bu şartların ve yaşanarak sabitlenen tecrübelerin ışığında biz, fani kullanıcıların ümidi bundan sonraki jenerasyon ürünlerinde şu yaşadığımız sıkıntıların tez elden giderilmesinden öte ne olabilir?

Eğer bu masum dileğin kısa zaman diliminde gerçekleşmemesi de mi kesmedi dert etmeyin, yine kolayı var; Apple’a; “Ipad denilen bu aleti neden bu kadar iyi görünümlü, keyifli ve eğlendirici kıldınız?!!! Evde paylaşacağım diye kavga gürültü bitmiyor, aile hayatımızı zindana çevirdiniz!” babında bir dava açılabilirsiniz :P

20 Haziran 2011 Pazartesi

Arap Emirlikleri'nde Olasılık Hesabı


Arap Emirlikleri'ne taşınmaya karar verdiğimiz zaman ki bu altı yıl öncesine denk geliyor; "Biz nasıl bir yere gidiyoruz?!" sorusu kafamı oldukça kurcalıyordu. İnternette araştırma yaptım yapmasına ama elime pek de bir şey geçti diyemem. O zamanlar blog dünyasıyla tanışmışlığım yoktu ve dahası bu ortam belki bugünkü halinde bile değildi.

Bu ülkeye ilk ayak basışım kızımla beraber bir Eylül sabahı saat dört civarı oldu.

Eşim benden ve eşyalarımızdan önce gelmiş, yere yatak atmış, elindeki sattığımız arabamızın parasıyla 93 model bir Audi almış, verilen parayla da küçücük bir evden gelmenin yarattığı eksiklikleri gidermeye çalışmıştı.

O sıralar çok küçük evlerden geldiğimiz için doğru düzgün bir yemek masamız, ayakkabılığımız, yatak oda takımımız (bir buçuk kişilik şu an kızımın yattığı yatak ve sürgülü bir dolap dışında) ve mutfak masamız dahi yoktu.

Hayatımda ilk defa Türkiye dışında bir yerde yaşamaya başlayacak olmanın verdiği endişe, hüzün, sevinç, heyecan gibi duygulara karışmış bir haldeydim galiba.

Tarabya'da kışın ortasında sahile nazır yatan çiftlerin olduğu Dubai posterlerinden başka aklımda neredeyse sıfır bilgi, bir de kayınvalide dediği bir cümle;(uzaktan bir akrabanın Dubai trafiği üzerine diyaloğu) " Orada trafik keşmekeş bir haldeymiş, dikkatli olun!"

Bu kadar!

Uçaktan indiğimiz anda nefes almayı durduracak ağırlık ve sıcaklıkta bir hava ile karşılaştım. Abartısız bir şekilde giydiğim kot pantalonun üzerime yapıştığını, gökyüzüne bakıp sıvılaşan hava buharını gözlemlediğimi, neredeyse gökyüzü damlalar halinde tepemize yağacak dediğimi hatırlıyorum. Araba ile eve doğru yol alırken ise sağlı sollu sarımtrak bir rengin hakimiyetini...

Yaklaşık bir yıl boyunca yürüyüşe çıkamadım. Sokakların boşluğundan şoklara girdim, Dubai'de son zamanlarda eklenen metro yu kastetmesem de taksi dışında otobüs, minibüs ne bileyim işte tren gibi toplu taşıma araçlarının olmamasına hayretler ettim.

Arap Emirlikleri için ilk yanılgıyı düzeltmek isterim. Basın nasıl Türkiye'yi yabancıların gözünde bir sahil şeritlerine, güneş ve kumsala bir de İstanbul'a odaklıyorsa burada da Arap Emirlikleri dendi mi akla ilk ve hatta tek, Dubai geliyor.

Oysaki Arap Emirlikleri yedi tane emirlikten oluşan bir ülke. Bu emirliklerin herbirinin kendine göre şeyhleri ve kuralları bulunuyor. Dubai bu konuda kendini en fazla turizm sektörüyle pazarlayan emirlik. Dolayısıyla yabancıların ve hatta zengin yabancıların yatırım yapmaları açısından en fazla teşfik gördükleri mekan.

Ancak örnek vermem gerekirse benim yaşadığım emirlik bu konuda çok daha katı kurallara sahip. Mesela burada yabancı uyrukluların emlak satın almaları veya yerel sahillerden denize girmeleri yasak. İçki aynı şekilde...Ancak atıyorum beş dakikalık yola gidilip de girilen başka bir emirlikte içki yasak değil, denize girmek de serbest...

Arap Emirlikleri'nin kas gücüne bağlı elemanları çoğunlukla farklı, kendi ülkelerinde iş bulamamış, iç savaşlardan, evsizlikten kaçan insanlardan oluşmakta.

Kullanılan ve baskın olan dil İngilizce. Bu kadar kültürün anlaşabilmesi için tek yol da bu gibi görünüyor. Ama her daim insanlar kendi kültürdaşlarıyla yalnız kaldıklarında binbir tane dili duymak hayatın normal bir parçası haline dönüşüyor.

Eğitimli ve maddi kuvveti yerinde Arap aileler için İngilizce öğrenmek, konuşuyor olmak ve hatta Avrupa'nın kentlerindeki okullardan, üniversitelerden mezun olma duygusu büyük bir prestij.

Yeni nesil Arap ailelerinde (Arap Emirlikleri için konuşuyorum) kızların üniversiteye gitmesi, çalışması genelde doğal karşılanmakla beraber okullar kız ve erkek ayrı. Kızların ve erkeklerin ayrı okutulmasına bakmayın çünkü kızların okula gitmesi ve iş hayatına atılması burada çok da yeni bir devrim aslında.

Okullara gelince...Burada yaşayan Kanada'lısından Rus'una, İngiliz'inden Filipinli'sine kendi eğitim sisteminin sunulduğu kendi ülkesine döndüğünde sorun yaşatmayacak şekilde işleyen özel okullar mevcut. Adı üzerinde ama özel okul. Devlet yalnızca kendi ülkesinin vatandaşlarına üniversite de dahil parasız eğitim veriyor.

Avrupalı erkekle Asyalı kadın beraberliğinin çok yaygın görüldüğü bir yer Arap Emirlikleri. Çok uluslu olduğu için rengarenk de aynı zamanda. Fakat bir yandan kendi vatandaşına uyguladığı pozitif ayrımcılık da baki...

Ben bu durumu ırkçılıktan ziyade sunulan sınırlı kaynakların kalitesinin düşmemesi açısından gösterilen özene bağlıyorum. Arap Emirliği vatandaşı olanlar devlete büyük paralar ödemeden (yabancı uyruklular buna mecbur) evlerine çeşitli ülkelerden gelen üçe kadar yardımcı alabilme hakkına sahipler. Elektrik ve su parası ise cüzzi miktarlarda ödeniyor. Evlenen çiftlere iş, araba ve ev sunuluyor. Eğer bende devlet olarak kendi vatandaşıma bu imkanları sunabilseydim çoğalmayı ve bu paylaşım arttıkça kalitesinin düşmesini istemezdim.

Türkiye gibi dört mevsimin yaşandığı bir ülkeden buraya geldiğinizde sizi en fazla boğacak konulardan biri yaz aylarına girildiği Hazirandan itibaren camların açılamaması :( Akıllara zarar fakat yapılacak hiçbir şey yok.

Aslında insan için yaşanması imkansız çöllerin ortasına şehirler inşa eder, onu da insanın işgalci mantığı ile yokederseniz olacağı ancak budur. Ama bir beş altı ay gibi pencere açmayı unutun. Ya da deneyin bakalım bir içeriye nasıl bir ateş topu giriyor.

İlk zamanlarda havanın koktuğunu düşünürdüm. Ya biz geldiğimizden beridir pozitif yönde değişimler var ya da benim bunları kanıksamam olabilir. Yaratılmış yeşillikleri sulayan suyun dönüştürülmüş olması...Nasıl bir koku :( Ama bu aralar sanki o da mı kalmadı?

Trafik...Korkunç bir deneyim. Dümdüz çok şeritli ana yolların getirdiği hız tutkusu olan insanların yarattığı tehlike bir felaket! Emniyet şeridinin kullanılması birçok kişi tarafından olası. Siz yapmaya kalkmayın, yabancı uyruklulara ceza yazılması daha bir olası :))) (Bu kısma gülünmeli mi ağlanmalı mı bilemedim şimdi)

İki şeritli yolların sağ kısmından gidiliyorsa önünüze hemen ara yollardan birilerinin atlamasına, u dönüşü yapan başka birinin çıkmasına karşı hazırlıklı olun. Cep telefonuyla araba kullanırken mesajlaşanına bol bol rastlamak çokca muhtemel bir diğer şey. Cep telefonu diyaloğu içinde saatte 20klm yapıp trafiği felç ederekten zigzaglar çizenler de bolca.

Bu ülkede yapılacak tek şey emniyetli sürüş tekniklerini bilme, kör noktadan haberdar olup aynalara sürekli bakma gerçeği. Küçük arabalardan kaçının, ne kadar dikkatli de olsanız dört çekerli saatte 150 yapan birinin çarpmasına karşı hazırlıklı olun. İlk geldiğimizde aldığımız Pegout ile dikiz aynasından köpek balığı gibi arkaya giren 4 çarpı 4 lerin yarattığı korkuyu anlatmam çok zor.

Türkiye'de "Çok güzelsin, fıstık gibisin!" amacıyla yapılan el hareketinin burada "Yavaşla! ben geçiyorum!" a dönüşmüş olması. Pakistanlıların kafasını konuşurken sürekli onaylama anlamında sallamaları...

İşçi statüsünde olanların ingilizce anlaşma seviyelerindeki düşüklük. Sinirlensende gayet sakin " Evet bayım ya da bayan, sorun en yakın zamanda çözülecektir." diyip uzunca süre ortada olmamaları. Yapılan işlerde koordinasyon, takip azlığı, iş bitiriciliğin pek etkin olmaması...(Türkiye'den çoğu konuya hazırlıklı olunabiliyor bu açıdan :))

Çocukların Arap kültüründe çok sevilmesi, hatta yollarda durulup konuşulması, muhakkak tebessüm...Kendi okullarında genel erkek baskın yetiştirildiği için disiplin sorunları.

Ortalama yaşam koşullarının yüksek olması. Büyük aileler ve büyük evler mantığı.

Yaz aylarında havanın sıcağından ötürü net görüşün kaybolması, sis gibi bir ağırlık.

Arap Emirlikleri'nde beni en fazla rahatsız eden konulardan birisi bir mal satın aldığınızda ve sorun yaşadığınızda hemen Dubai'deki servislere yönlendiriliyor olmanız. Herhangi bir parçayı, en basitinden bir elektrik süpürgesinin filtresi bile olabilir bu, satışı yapan mağazada bulamıyorsunuz. Tavsiyem aldığınız her türlü üründe özel, yazısı silinmeyecek bir fiş hazırlatıp saklamanız.

Burada her mevsim dünyanın dört bir yerinden gelen sebze ve meyveyi tüketmek olağan. Arap Emirlikleri'nde üretim süt ve yumurta üzerine yoğunlaşmış durumda. En yakın, Umman'ın ürettiği domates yeşillik karpuz, İran’dan gelen karpuz Türkiye’ye en yakın olanı, iyi karpuz ise anlaşılmaz pahalılıkta...

Bulunamayacak alışkanlıklara gelince; taze yufka, taze enginar, küçük körpecik bamya, istavrit, pide, lahmacun (benzerleri var ama incecik falan değil, içindeki et o şekilde yapılmamış falan...), puaça, açma, mantı (rusların çok yakın mantısı olsa da hayır aynı değil, gerçi Türkiye'de dışarıdan alınan fabrikalaşmış mantı da aynı değildir ya neyse) ezine peyniri, Türk çayı, tarhana çorbası...

Fakat tabi ki bunlara benzer özellikle Suriye, Rus, İran mutfağından çok şey var. Araplar zeytinyağlı yaprak sarmasını biliyorlar ama içine konulan malzemeler çok sınırlı, daha çok haşlanmış düz pirinç o kadar. Arap yaprağı bu yemeği yaptıkları için Amerikan üretimine göre çok kaliteli. Etli yaprak dolmasına bir kere Dubai’deki bir alışveriş merkezinde rastladım. Ayran "Laban" adıyla raflarda, cacığımsı da tüketiliyor, yoğurdunun kıvamı gayet güzel. Döner de aynı şekilde fakat içinde kullanılan baharatlar oldukça farklı. Türkiye’de yediğimiz lezzetlere en yakın olan Yunan mutfağı diyebilirim ya da Rumlardan etkilenen ve İstanbul mutfağına alışkınlar için belki daha uygun bir gözlem bu.

Bizim sigara ve muska böreğimizin ismi samosa burada. Yufkalar ise genelde kesilmiş ve dondurulmuş daha kalınca satılıyor, dondurulmamış olanına da Carrefour da rastladım fakat hala kalın ve ince tül gibi tazecik bir yufka hayal. Simit kesinlikle bilinmiyor. Fırıncıları genelde Lübnan ağırlıklı. Pastane anlayışı sayılı yerler dışında ortalamalarda kalıyor. Küçük pizza konusunda çok başarısızlar mesela.

Onun dışında süpermarketlerde Çin, Meksika, Rus ürünlerine rastlamak oldukça olağan.Türkiye'den gelen Ülker bisküvi, şekerlemeler, lokum, Pınar'ın kangal ve barbekü sucuğu, beyaz peynirini bulmak mümkün.

Pasta yapmak ve süslemek Türkiye'dekinden daha kolay. Ürünler seçenekler çok daha bol. İşin ilginç kısmı Spinneys gibi Avrupalı müşteriye satışı hedef almış süpermarketlerin bir kısmında domuz ürünleri bulmak şaşırtıcı bir durum değil. Türkiye'de el sürülemeyecek denli yüksek fiyatların ve bulunmaması olağanlığının aksine bir sürü seçenek arasından seçim yapmak zor bile!

Burada çıkan balıklar daha fletoya uygun. Yerel hamur adında balığı lezzetli ve etli bir balık. Çupra, lüfer gibi balıklar çiftlik üretimi ve fiyat bakımından oldukça da tuzlu. Karidesin çok daha büyüğüne yerel balıkçı pazarlarında uygun fiyatla almak gayet imkanlı.

Toplum içindeki hiyerarşik düzen anlaşıldıkça hareketler daha rahat. Bilinmediği ve kuşkuyla yaklaşıldığında işçi statüsünde olan kesimin rahatsız etmesi, laf atması, gelip konuşması çok daha yaygın.

Bir şekilde sizden gelen enerjiyi alıyor insanlar. Ben ilk bir yıl çok rahatsız edildim, sanırım bilmesem de insanlardan korktuğum için daha fazla etrafımla ilgileniyor, aman nereden ne gelecek şimdi diye düşünüyordum. Şimdi gündüz yürüyerek gidemediğim sahili bir kenara bırakalım, akşam köpeği alıp yürüyüşe dahi çıkıyorum.

Ha, bu demek değil ki yüzde yüz güvenli bir ortamın içindeyiz. Fakat rahatlıkla Türkiye'de İstanbul'un bile bazı kesimlerinden daha rahat olduğumuz şüphe götürmez.

Ve evet din...Cuma günleri insanların gösterdiği inanılmaz talebe, her mahalleye bir cami fikrine, günün en az beş vakti tam çocukların uyuma saatine denk gelen ve işin ciddiyetinden ötürü ezgisi güftesi olmayan ezan sesine hazırlıklı olun.

Bu ülkeye yaşamak için ilk gelişiniz ise;

Gireceğiniz evin kontratında masraflara ne kadar ortak olacağınızı (bazı yerlerde tüm masraflar ev sahibine ait, şaşırdınız değil mi?P)

Evin içinde çalışan AC lerin nasıl bir sistemi olduğunu (bazısı hiç kapanmadan çalışıyor, bundan kaçının, termostatlı olup kendiliğinden açılıp kapanan sistem olmalı)

Eğer okula giden çocuklarınız varsa bir arabanın yetmeyeceğini ve garajın yanyana iki arabayı alabilme kapasitesini (bazılarında arka arkaya ve her seferinde araba düzeni değiştirmek gerekebiliyor)

Evin arazlarını giderecek şirketin (burada bu işler için evin sahibi şirkete her ay ya da yıllık bir ödeme yapıyor ve şirket evi sigortalamış gibi bakım anlamında üstleniyor. Bu konuda bazıları tembel bazıları son derece ciddi çalışıyor, komşunuzdan öğrenmeye çalışın) çalışma temposunu kontrol edin.

İkiden fazla çocuğunuz varsa ve iyi bir eğitim beklentiniz de bulunuyorsa bu ülkeye gelmeyin. Okullar yalnızca özel, şirketler genelde üç çocuğa kadar o da maksimum karşılıyor. Geçen sene beş çocuğuyla gelen bir aile bu sene ülkesine dönüyor, iki çocuk evde eğitim görmek zorunda kaldı.

Emirlik içindeki telefon konuşmaları neredeyse sıfır lira. Emirlikler arası da öyle küçük meblağlar ama Türkiye'de dahil uluslararası görüşmeler gayetten de kazık, dikkat! Skype'ın evi arama özelliği blokajlı (idi son zamanlarda denemedim)

Türkiye'ye ve Türkiyeli insana sempati büyük. Dizilerin çoğu burada hastalık halinde izleniyor. Suriyeliler ve İranlılar özellikle ayırd edilmesi bile imkansız denecek derecede bizlerle aynı. Yerel Araplar'ın en sevdikleri mekanlardan biri Yalova, çoğu gitmiş kalmış ve çok memnun.

Futbol, milli günler ve dini konular en fazla prim yapan, adrenali yükselten, toplulukları sokaklara döken konular burada da. Beni şaşırtmadı Türkiye'den alışkanlığım var zira. Ha başka bir ülkenin ve farklı bir kültürün kendi kurtuluş gününde sokaklarda arabalarının kornalarını öttürüp yarı bellerine kadar sarkarak bağırmaları ise kanımca tırstırıcı. İnsan demek ki başka bir yerde yaşayınca bu sokaklara dökülme oradaki azınlık için bir gövde gösterisi gibi algılanabiliyormuş. İlginç bir deneyim...

Benim için ise en önemli yanı yabancı bir kocayla Türkiye'de on yıl kadar deneyimlediğimiz " Neresinden kazıklasak herifi?! Yabancı, bunda para da boldur şimdi." mantığının burada olmaması. Devlet tarafından verilmiş bir işin Türkiye standartlarında ancak bir genel müdüre sağlanacak olanakları sağlaması. 

Ancak Türkiye'deki gibi öyle işler yavaş yürüyor diye bir devlet dairesinde köpüremezsin burada. Yerel halkın çalıştığı işten çıkarılması atılması gibi bir durum olmadığı gibi yasak bile!

Medya...Sınırlı ve herdaim kontrol altında. Öyle olmasına rağmen limitli bir şekilde azıcık azıcık haberler yansıtılabiliyor ama muhalefet gibi bir anlayış pek tabi ki imkansız olduğu kadar ihtiyaç da duyulan bir şey gibi durmuyor.

Kısacası insan eliyle değiştirilmiş, yeşillendirilmiş bir ortamda olabileceğin en iyisi yaratılmaya çalışılmış. Bunun sonucunda çölün ortasında yaratılan bu medeniyetin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken arıtılan deniz suyu okyanusu birkaç derece bile arttırsa çevreye zarar vermekte. Çevrecilik anlayışı bu halde bile çalışan ve bu kültürü buraya taşıyan Avrupalı zihniyetle Türkiye'ye üzgünüm beş basar. Şu son birkaç yıldır çevre bilinci geliştirilmeye çalışılmakta. İngiltere ile karşılaştırdığımda emekleme aşamasında olsalar da hiçbir şey yapmamalarından iyidir.

Ve son olarak elektronik ürünler öyle hep drenaj yapıldığı derecede ucuz falan değil, Amerikan piyasasına göre hatta, kazığın ötesi. Farklı yerlerde farklı fiyatlar, hatta çoook farklı etiketler görmek mümkün. Gardınızı ona göre alın.

Gelmeyi düşünüyorsanız Türkiye’den denildiğinde tebessüme ve içten bir hoşgeldin’e hazırlıklı olun J