30 Ocak 2009 Cuma

Transformer

Bugünlerde mide bulantısı geri mi döndü nedir anlayamıyorum. Dün akşam buranın saatiyle ( Kışın Türkiye ile iki saatlik fark var, yazın bir saat...) bire yaklaşırken ve bendeniz " Yemekteyiz " programını seyrederken bir geldiler ki, amanın diyip kendimi yatağa nasıl attığımı bilemedim. Bende mide bulantısı bir girdap gibi geliyor Allah kahretsin! Bir de bir şeyim normal seyretse!

Şu aralar bana yakıştırdığımız isimler şöyle; " Teletubbies", " Transformer ", " Sumo Güreşçisi "Gece sırt üstü yatmışsam ve dönemiyorsam " Bok böceği" ve " Kaplumbağa"...

İnsanlar çok farklı, fiziksel olarak bir kurala uygun gitmiyor hiçbir şey. Hamileliklerinde hiçbir yerinden kilo almayıp, bir sopanın top yutmuş hali gibi dolaşanlar da var, benim bu seferde olduğu gibi dengeli bir şekilde herbir tarafı kilo alan da, buzağıyı andıran da...

Eskiden de hamile kadınların kilo alma hallerine bakardım, şimdi de aynı. Gittiğim heryerde gördüklerimi şöyle bir arkadan süzüveriyorum, kıçı başı, bacakları, kolları, yüzü ne alemde? Genellikle uzun bacaklı ve uzun boylu kadınlara, eski yapıları da inceyse hamileliğin yakıştığı kanısındayım. Diğer, benim gibi dikkat ederek ince kalan, boyu öyle ahım şahım olmayan hatunların ise gerçekten de daha kısa göründükleri konusunda bahse girebilirim. 1.50 liklere falan Allah sabır versin derim.

İnsanın kendi içinde başka bir insanı barındırması gerçekten de çok ilginç bir şey. Tamam, burası kabuldür. Mesela son üç aylara girildiğinde bu sefer de kalça kemikleri değişime girmeye başlayacak, daha geniş kalçalı bir hatuna dönüşme durumu baki olacak. Aman ne güzel bir haber!

Omurilik zaten yay pozisyonunda. Bir blogger yazmış da, çürümüş gibi bir sırt ağrısının baş sebebi de bu.

Göğüsler iriyse devasa ve sarkık, tam kıvamındaysa yine gereğinden büyük ve sarkık, ancak çoook küçükler ise dik ve olması grektiği gibi bir görüntüye kavuşacaklar.

Yani, işe duygusal anlamda değil de teknik olarak yaklaşacak olursak ve bedenimizi de bir makina olarak kabul edersek o zaman inanılmaz bir değişim var, kemiklerden organların yerine kadar. Ama bu kesinlikle benim gibi estetik göze sahip biri için yeterli olmuyor ne yazık ki. Yani işin görüntü tarafı arızalı bende. Hamileliği ne ilahi bir durum olarak algılıyorum çevremdeki kadınlarda, ne de bir beğenim var, aman ne kadar yakışmış hallerim. Bir arkadaşım tersini söylemişti mesela...

Devam edeyim...Vücutta ortaya çıkan daha beslenmiş tüylenme sorununa oranı buranı göremediğin için çözüm üretmek gittikçe imkansız hale gelecek. Haliyle, insanın kendine bakması hep seksüel dürtülere tabi olduğu için gittikçe bakımsız bir hale de girilebilecek. Bu, emzirme dönemini de sayarsak, maalesef bir yılı bulan bir döneme tekabül edecek ki sevgi efendim, başka bir şekle dönüşecek. Alnından öp, bol şevkat göster şenliği yani.

İyi hadi sen Sumo Güreşçisine döndün e peki adamın kabahati ne kardeşim bu kadar süren cinsel diyet yapılsın deniyorsa savunmaya bir şey bulunamayacak çünkü haklılık payı yüzde yüz. Bu şartlar altında benim gibiler için hamile kalmak ancak bir plan program dahilinde yapılan yeni bir projeye imza atmak yalnızca. Bazıları gibi ne bu formumdan gurur duyarak gerim gerim geriliyorum, ne de bir kelebek misali çevreme mutluluk sinyalleri yolluyorum.

Ha, tabi ki o ilk üç ay denilen dördüncü ayı da insana tamamlatan korkunç günlere nazaran çok daha güleryüzlü ve düzgün bir durumdayım, en azından birilerinin suratına kusma riski olmadan konuşup, normal bir insan gibi davranabiliyorum. Bu da bir şeydir.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Halamın Elmalı Muhallebi Tarifi

Ya, tam bilgisayarı kapatıyordum ki Miso'nun " Üstelik gecenin saat onikisi ve benim çok canım çekti." cümlesi beni kalbimden vurdu. Yazayım da rahat edeyim dedim :)

TARİF:

2 yumurta
1/2 su bardağı toz şeker
4 kaşık tepeleme dolu un
1 Lt. Süt
5 gr. Margarin
1 paket Vanilya

4 tane sert elma
Biraz ovmak için toz şeker
Elmaları pişirmek için azıcık süt

İlk önce iki yumurta sarısı ile beyazını iki ayrı kaba ayırıyoruz. Yumurta aklarını üzerine döşeyip fırına vermekte kullanacağız.

Ocakta pişirebileceğimiz bir kapta 2 yumurta sarısı, 1/2 toz şekeri karıştırıyoruz, sonra unu ekleyip altını kısık şekilde açarak karıştırıyoruz ve sütü ekleyip topaklanmasını önlemek amacıyla karıştırmaya devam ediyoruz. İçine beş gram margarini ekleyip karıştırmaya devam ediyoruz. Koyulaşması biraz zaman alıyor, hafif sulu bir kıvamda çok çok koyulaşmadan, boza kıvamında diyelim vanilyayı da ekleyip ocaktan alıyoruz.

Elmaları doğrayıp, kabuklarını kesip rende veya rondodan geçiriyoruz. Yalnız rondo çok ufaladığı için su gibi kalmasın elmalar dikkat, iri rende en iyi sonucu veriyor bence. Bir tatlı kaşığı şekerle elmaları azıcık ovup, sulandırmayacak kadar sütle yine az pişiriyoruz. Elmalar çok yumuşamayacak, azıcık sert kalacak.

Borcam'ın dibine elmaları döşüyoruz. Üstüne biraz dinlenen muhallebiyi döküyoruz, yine o bir yerde beklerken yumurta akını mikserle kar beyazı hale gelene kadar çırpıyoruz. Üzerine döşeyip üstten ısınan fırına pembeleşene kadar veriyoruz.

İlk önce oda sıcaklığında soğutup, ardından dolaba koyuyoruz. Bir gün dolapta beklemesi lazım. Afiyet olsun :)

22 Ocak 2009 Perşembe

Gıcık Olduğum İşler

Hamilelikte en uyuz olduğum konulardan biri ucuz, rahat ve zevkli kıyafet asla bulamamak. Dışarıya çıkmayı kastetmiyorum, evde giymek için mesela. Güzel olan var bu sefer hıyarca kazık. Ulan ben bunu giysem giysem maksimum bir sene sonrasında bir daha dokunmayacağım bile demek için o para verilir mi bilmem ama ben yapamıyorum.

Göbeğim büyümeye başlayınca kot arayışına girdim. Herşeyden önce üzerine alırsın en fazla üç dört bluz, altına geçirirsin kotu tamam, diğer her türlü pantalon ya da etekte üzerine başka kombinasyonlar çıkıyor ve bana da gelenler geliyor. Bu kadar basit bir piyasanın yıllardır nasıl böylesine güdük kalıp hep enayiler hamile kalsın, tuvalete bırakır gibi paraları harcayıp çıksın mantığına şaşırmamak elde değil.

Bu aralar kaburgalarımı hissetmeye başladım, iyi mi? Göbek yukarı bastıkça sanırım, göğüs kafesi sıkışmaya başlıyor. Aman, her bir basit hareket of pof, konuşurken bile nefes nefese bir hal. Durmadan bir tuvalete gitme halleri. Iyyyy yaşlı kadın halini hamilelikte insan gerçekten deneyimleyebilir rahatlıkla.

Bunlar şikayet mi? Bilmiyorum ama süreç gerçekten benim için farklı farklı yönleriyle gerçekten de zorlayıcı. Yani, hakikaten bu işin keyfini çıkaramıyorum ben. Var bir tuhaflık herhalde.

Burada kafanın çalıştırılıp kendi kendine şöyle denilmesi icap etmekte, önemli olan bebeğin içerde sağlıklı bir şekilde büyümesi...Evet, öyle, kesinlikle katılıyorum, burada anne olarak bizim taşıyıcılığımızı eksiksiz yerine getirmemiz kadar gerekli olan bir şey olamaz. Olayın gereği bu ama taşıma sırasında yaşananlar, hissedilenler de bu işte. Gerçekten de bir kadının kendisinin başa çıkması gereken en önemli sınav anlarından biri bu hamilelik olayı...Kendi içinde çelişkilerle dolu belki.

Kayınvalidemler bende, çoğunlukla hizmeti kocam yapıyor, yemekleri bölüştük gibi oldu hatta yok yok çoğunluğu yine O'nda ama salondayız ya hepberaber benim tv de seyrettiklerime kıran girmek zorunda. Rahat edemiyorum, mesela yatmam gerekli koltukta, yapamıyorum...Zor bir iş.

Tarif aklımda yazacağım, herkesler gitsin ben kendi programıma gireyim öyle.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Bir Elmalı Muhallebi'nin Düşündürdükleri...

Yemek, yalnızca yenilip doyulmak için yapılan bir şey değil bence. Tersine, insanları birbirlerine gönülden bağlayan, evlere karakterlerini veren, insanın ten kokusunu andıracak kadar kişisel duygular barındıran bir şey...

Eğer bir evde yemek pişmiyorsa, o koku odalara nazlı nazlı yayılmamışsa, bir bakımsızlık, dağınıklık almış başını gidiyorsa benim düşündüğüm yegane şey sevilmeyen bir şeye yapılMAYAN bakımdır. Bırakılmış, terkedilmiş bir özensizlik duygusudur.

Nasıl bir evladımız var ya da beslediğimiz bir hayvanımız, bitkimiz...O'nun yemesi, içmesi, giyimi, kuşamı, zamanında toprağının değişimi, saksı büyütmek, suyunu vermek, tüylerine, dişlerine bakmamız gerekiyor, evimiz belki bir organizma değildir elbet ama aynı şekilde sahibesinden ilgi ve sevgi bekler. Bakıldıkça ve özen gösterdikçe o da bize gülümseyerek yanıt verir.

Bu mecazi gülümseme bazen o eve tertemiz perdelerden süzülen ışıktır, emek verilip yorularak yapılmış temizliktir, bazen de ekmek makinasından yayılan ve evin her hücresini saran sıcacık bir ekmek kokusudur.

İşte kimin evine gidersem gideyim bütün bu yazdıklarımı hemen o evin çehresinden hissederim ben. Mutlu bir evlilik mi, çocuklarıyla bağları nasıl, evim evim güzel evim deniliyor mu? O eve bir ruh katılmış mı? Ev ağlıyor mu, gülüyor mu, sahipsiz kalmış gibi boynunu mu büküyor yoksa? İşte, Fheng Shui denilen felsefede eşyaların yeri bile bu düşünce mekanizması ile oluşturulur. Onlar cansız varlıklar da olsalar ortak paydamız atomlarla sahiplerinin dilini, ruhunu emer ve geri yansıtırlar.

Hayatımda bir şekilde izleri olanları hatırlamak için ise yine, bu sefer o insanın evinde yediğim yemekler beni alır taa o kişinin diyarına taşır, geçmişe götürür ya da anılarla birleştirir.

Mesela, puaça kokusu annemin ilk okuldayken öğlen saati eve geldiğimde yaptığı puaçaları hatırlatır, beni Caddebostanda'ki sobalı odaya götürür, sıcacık sarmalıyıverir. Yine, hakeza papara ( bayat ekmek, tereyağ, bol eritme peyniri, domates ile yapılan kahvaltılık ), sabahları kahvaltıda sallana sallana içilen çayların yanında Yalova'daki balkona...Salçalı ekmek, akşam üstü çay yanında tv seyrettiğimiz zamanlara...

Bugün, bütün bir günümü yemek yapmaya ayırdım. Evde döneri hazırlayıp dondurucuya attım, kıymalı börek, zeytinyağlı fasulye yaptım. Ve Elmalı Muhallebi...Bir yandan bunları hazırlarken bir yandan eşimin de tatilde olmasının, kızımı gidip okuldan almasının, hepbirlikte güle oynaya eve dönmelerinin keyfini sürdüm. Hayatımda olan bazı akraba veya insanların " Ufff evde de dur dur, insan tatilden bile sıkılıyor!" dediğini düşündüm ve kendimce onlara acıdım. Aslında işlerini kendi hayatlarındakilerden, hatta kendilerinden kaçmak için kullandıklarını fark ettim. Evlerinde sıkılmalarının yegane sebebinin o eve bakmak için zaman ve ter akıtmadıklarını gözlemledim.

İnsan kendinden nereye kadar kaçabilir ki? Emek akıtmadan neyi sevebilir ki? Mutsuzluklarının kaynağını görmenin bilincinde olmadan farklı bahanelere sığınarak ne kadar yaşayabilir? Ya da hayatında stresten arınabileceği, kafasında car car O'ndan şunu bunu istemeyen yegane ortam olan evinden nasıl sıkılabilir?

Halam vefaat ettiğinde O'nun en değer verdiği ve kendi el yazısıyla oradan buradan beğendiği tarifleri derlediği defterciklerini ben almıştım. Hamilelik de etkiliyor tabi ki, normalden biraz daha fazla tatlı krizine giriyorum ve bir süredir elmalı bir muhallebisi vardı yaptığı, tarifini de görmüştüm, deneyeyim dedim. Önce deftere bakıp da tarifi ararken içim bir tuhaf oldu, Sevim'in puaçası, Seval'in böreği...Hep böyle hatırlatmalar koymuş kendince.

Yapımının her aşamasında halamın o kendine göre süsleyip püslediği, soğuk kış günlerinde sıcacık ısınan, camın kenarında demli tavşan kanı, özel harmanladığı çayı yudumladığımız, mutfağında buldum kendimi...Sanki kenardan çıkıp sohbet edecekmişiz gibi yaptım muhallebiyi, elmaları ve çırpılmış yumurta beyazını.

Herhalde ölmüşleri ya da henüz hayatta olan ama burada, yanımda olmayanları en şiddetli hatırladığım anlardır şu yemek yapma seansları...Bence, dünyanın en rahatlatıcı yöntemidir de aynı zamanda.

Benim kendi dünyamda bir çocuğun eve geldiğinde çeşit çeşit yapılmış yemekler, sıcacık tüten bir ocak, yaşayan bir ev bulması kadar büyük bir lüksü olamaz. Çünkü ben kendimi annemin, halamın evinde hep öyle sarmalanmış hissettim. Kendi hayat seçimimi de böyle yapabildiğim için tekrar tekrar şükrettim.

Bir yandan o muhallebiyi yaparken, diğer yandan İstanbul'da finans sektöründe çalışıp da eve dokuzlarda, kapanmış fırının önünden geçip gelirken ayrılmaya karar verdiğimi, bir arkadaşımın " Evinkedisi, insan isterse milyarder olsun, evinin sobasında kestane kızartmadıkça bu hayatın ne zevki var ki? İçine edeyim ben öyle yaşamın!" dediğini hatırladım.

Aynı örneği toplantıda ayrılmak için genel müdür yardımcımıza söylediğimi...Başka departmanda bölüm müdürü olan kadının veda için yanına gittiğimde bana kendi çocuğunun fotoğrafını gösterip " Ben bu çocuğun yürümesini bile kaçırdım, doğru kararı veriyorsun." dediğini...O zaman evde benim ilgimi, sevgimi, yemeklerimi bekleyen bir evladımın dahi olmadığını...İşlerimin hepsinden ayrılırken beni bırakmamak için verdikleri imkanları...Ona rağmen paraya ve hırsa yenilmeden kendi seçimimi yaşayabilmenin zevkini...Eşimden bu yolda gördüğüm desteği...

Ve son olarak şöyle düşündüm, insan hayatını nasıl istiyorsa öyle yaşayabiliyor mu?, Boynunu bükmeden seçimlerinin arkasında durabiliyor mu?, Kendi egolarını ve kendini hayatındaki çok değerli varlıklardan daha sonra görebiliyor mu?...Bundan güzeli yok. Çünkü maalesef herşeye dört dörtlük yetilmiyor. Ve seçimlerimiz bizi biz yapıyor. Önemli olan kişilikle, kafayla sağlam durmak. Yalanların ardına sığınmamak...

15 Ocak 2009 Perşembe

Bu Gülüşe Değer...

Dün sabaha karşı yağmaya başladı yağmur. Yatak odamızın perdeleri lacivert olmasına rağmen çakan şimşeklerle uyandım. Senenin bereketli sağanaklarından biri boşanınca sabah altıbuçukta kalkan babayla Chloe'nin okuluna gitmemesi gerektiğini konuştuk. Hem hafta sonuna giriş, hem saat birde okul bitiyor, onun için saat onikide evden çıkmam lazım ve büyük ihtimalle yolda selden kalmış araçlar olacak, okulun park yerini su basıyor, arabayı park etmek değil problem de, çıkıp okula girene kadar sandal (!) falan gerekebiliyor. Böylelikle, Chloe evde kaldı.

Bugün doktor kontrolümüz vardı. Her üç haftada bir olandan... Sigorta şirketimiz değişti, bu çok olumlu bir haberdi, bundan öncekinden daha az ödemeyle rutin kontrol atlatabilme olanağı oluyor artık bu bir, ikincisi 3 boyutlu ultrason pahalı bir şey de yeni sigortamız tarafından karşılanıyor. Ne güzel!!

Kızımı da aldım gittim, hastane açık trafikte bana beş dakika, aramızda alt tarafı iki bulvar var. İlk önce rutin kilo takibi, tansiyon ölçümü, idrar tahlili için gerekli plastik kutunun alınışı...69 kilo olmuşum, Allah yardımcım olsun. Her ay iki kilo artış idealmiş, benim öyle durumum ama yine de hayatımda ilk defa gördüğüm bu rakkamlar gözümü korkutuyor. Kocaman geliyorum kendime, öyleyim zaten kendi şartlarımda ve bedenime göre. Chloe dışarda bekleme salonunda otururken iki dakikada bu işlemler yapıldı.

Ardından doktorumuzun odasına girdik. Geçen sefer ablası, kardeşinin neye benzediğine bakacağım diye ben bir şey görememiştim. Bizimki de omurilik kemiğinden başka bir şey anlamamıştı zaten. Topu topu geçen şu üç hafta içinde bebeğimiz bize yüzünü gösterdiği gibi bir de koccamaaannn bir gülümseme ile karşılık verdi :))

Benim ufaklık acayip laf dinler, O'na ofisin içinde beni beklemesini söylemiştim ultrasona yalnız bakayım diye çünkü monitörü döndürünce hiçbir şey göremiyordum ve içerisinin o kadar kalabalık olması belki de doktoru hemşireyi sinirlendirebilir diye düşünüyordum ama doktorumuz çok şirin bir hareketle Chloe'yi davet edip, monitörü yine O'na çevirerek anlatmaya başladı.

İşin sevilerek yapıldığını görmek, sürekli Türkiye'de akıp insanın iliklerine işleyen o stresi hissetmemek, çocuğuma ilgi gösterilmesi, O'na birey olarak değer verilmesi benim için o kadar farklı deneyimler ki...Ve bunu yaşadığım ülke Arap Emirlikleri. Diyorum ya nasıl yıkanmış beyinlerimiz, nasıl bilmeden çan çan ötenlerin kurbanı olmuşuz anlam vermek mümkün değil. Neyse...

2 numara işte tam o sırada gülme eylemini gerçekleştirdi, Chloe deliye döndü, yüzünün aynı kardeşine benzediğini de öğrenince ortam daha bir büyülü hale büründü, benim gözlerim yaşardı. İlk defa. Çünkü hep bu ana kadar hem kendimi hem de Chloe'yi kollamak adına çok büyük duygusal bağlar kurmamaya özen gösteriyordum ama artık bu durum farklıydı, hem de çok farklı ve duygu yüklü...

Artık iki kızımı da beraber hayal edebiliyorum ve bu bana çok büyük bir mutluluk veriyor. Gerçekten tamamlanıldığını hissediyorum. Duyguların kanıtları fiziksel aletlerle test edilip kanıtlanamaz ama içimde hissettiğim bu...Kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün umurumda bile değil, tamamıyla ve ilk defa kendimi bu büyülü ortama kilitlemiş, kendime ve kızlarıma odaklanmış durumdayım.

Ne güzel bir şeymiş sağlık anlamında böyle olanaklara sahip olabilmek, ne kadar farklıymış sağlıklı giden bir bebeği ve anneliği tatmak...Belki çok erken konuşuyorum herşey için ama bu gülüşten sonra sevinçlerimi bile denetlemek ya da tam tad alamadığım için acı çekmek gibi düşüncelere saplanmayacağım için şükrediyorum. Ben istedim, ısrar ettim, kapımı sonuna kadar açtım, davet ettim ve oldu işte!!!

Ve Chloe'nin rüyası...Yine garip bir şey. En yakın arkadaşı Anna rüyasında yatıya geliyor ve sabahleyin kalktıklarında bizlerin yatakta olmadığını görüyorlar. Anna " Doğdu!" diye sevinçle bağırıp aşağı kata yanımıza geliyor. İkiz bebekler olmuş güya...Biri kız biri erkek...

Bu kadar detayın cuk oturması ya da hatırlanması mümkün değil tabi ama rüya bana göre çok anlamlı. Çünkü Lara ikizini kaybettiğimizi bilmiyor, belki hayatı boyunca da kanırtı yapmamak adına bilmeyecek. En sevmediğim şey çocuklar üzerinde arabesklikler yapıp, duygusal yaralar vermek...Neyse işte, bilmemesine rağmen bu rüyayı görmesi bana ayrıca ilginç geldi.

Kızımla o gülüşün fotoğraflarını alıp, babamıza telefon açtık, hastanede gerekenleri hallettikten sonra alışveriş merkezine gittik. Akşama çupra aldık, beraber yemek yedik, Ajman'daki Baby Shop'daki indirimlerin bitip de bizim aldığımız bazı ürünlerin fiyatlarının iki katına çıktığını gördük. Aman ne iyi etmişiz diye düşündük ve eve geldiiik. Yağmur öğleden sonra kendini güneşe bıraktı.

Ben tabi ki hala ve zamanla da daha şiddetli derecede olacak sanırım, yoruluyorum, doktora söylediğimde tekrar bir kan testi alalım, kandaki şekeri ölçelim dedi. Karnımda ve göğüslerdeki tatlı kaşıntı ve kızarıklık için yeni bir krem verdi. Çatlaklara da iki kat iyi geliyormuş güya ve mis gibi kokuyor. Araba kullanmamda şu anlık sakınca olmadığını söyledi.

Kalp, normalden çok daha hızlı ve gürültülü atıyor, balgam da kendini geldili gittili hissettiriyor ( Bunlar devam eden uyuzluklar ). Çok seyrek, bir anda mide bulantısı ve kusma atağı gelebiliyor. Hiç belli olan bir çizgi yok sanki. Sinirler bir geriliveriyor, bir mutluluk seli akıp geçiyor, bir anda tam tersi amaaaannnn bütün dünya insanın kafasına geçiyor. Yaşanılması üçüncü şahıslar açısından zor bir karışım... Mesela dün gece 27 haftaya yaklaştığım, birinci doğumu o haftada yaptığım, kayınvalidelerin gelme tarihlerinin ona denk gelmesi düşüncesi beni sinirden deli etti. Eşim herşeyi kendisinin halledeceğini söyledi.

Geçen sefer doğrudur, ben çok kötü hastalandığım için yapmasından biliyorum ama yine de salonda dal taşak yatamayacak, gönlümce kendi seyrettiğim programları seyredemiyor olacak, sürekli bir servis ve yemek düzeni beklemek ama ütü, tabakların makinaya yerleştirilmesi gibi basit bir işi bile yapmıyor olması ya da en azından teklif edilir yahu da, sen dersin " AAaa ne demek siz misafirsiniz!" alternatifini dahi görememek, gelme döneminin benim esas ihtiyacım olan lohusalık, torunun görülebilmesi ümidi değil de yine eşimin tatiline getirilmesi durumları...

Hamilelik ve doğum çok farklı bir dönem. Bunu kadın anlamaz ve hayatının bir dönemi olarak hatırlamazsa erkek biyolojik olarak zaten düşünemez bile. Ama inanın benim eşim gibi kadını çok iyi anlayan, kayınvaliden, anadan, kadın cinsiyetli arkadaştan eşten dosttan çok daha yakın olan erkekler de var bu dünyada. İşte o tip erkeklerdir zaten çocuğu hakeden bence. Yalnızca kadını döllemekle olmuyor bu işler.

Bu dönem, ayrıca ve aynı zamanda doğal olarak müthiş kendine ve bebeğine odaklı... Hele de eğer daha önce kötü tecrübeler yaşanmış ise son derece bencil ve vahşi bir yanı bile var. Nasıl evimizde baktığımız bir kedinin doğumundan sonra veya hamileliğinde hırçınlaşmasına sesimizi çıkartmıyor, anlayışla yaklaşıyor ya da belki uzakta durup bakımını yapmaya devam ediyoruz öyle işte. Sanki daha doğmamış olan bebek bireyselleşiyor da o ilgiyi insan olarak göremiyor, gelişine mutluluk ve sevgi yüklemesi yapılmıyor hissi işleri iyice agresifleştirebiliyor.

Belki de insanın hayatında yalnızca yapabildiği çocuk sayısı kadar şımarmaya, sevilmeye, okşanmaya, hediyelere boğulmaya, renkli renkli şeylerle şımartılmaya ihtiyaç duyduğu, kedi gibi mırıl mırıl sevdiklerinin kolunun altına girmeyi istediği bir dönem.

Ha, göremiyor mu, o zaman kalp taşlaşıyor işte. Türkiye'de çok insanın agresifleşmesinin altında yatan yegane duygudur bu, ne zaman ihtiyaç hissetse tekmelenmiş, çocukken O'nunla birey gibi eğilip konuşulmayan bir toplumdan geliyor insanların çoğu...Davranış öğreniliyor ve o davranış tekrarlanıyor nesiller boyu...Enerji sürekli yiyici, sürekli negatif, sürekli şikayet, sürekli ölüm, dram...Yapabileceğimiz yegane şey seçebilmek ve elemek...

İşte tüm bu olumsuzlukları görebilen bir göz olarak kendimi, eşim adına gerçekten kutsanmış hissediyorum, çocuğuma ve aileme en iyisini vermeye çalışıyorum, döngüyü tersine çevirmek elimizde diye düşünüyorum. Çünkü bu gülüşe değer...

11 Ocak 2009 Pazar

İnsani Domdomluklar

Dünyanın neresinde olursam olayım dikkat edip gözlemlediğim yegane şey insanların eğitim dereceleri düştükçe gürültüye karşı duyarsızlığın domdomluk mertebesine ulaşması. Belirtemeden geçemeyeceğim, burada okullu olmayı kastetmiyorum, Türkiye gibi, okullarda yalnızca meslek ezberi öğretilen, oturmanın kalkmanın, insan yetiştirmenin aşağılandığı ve değer görmediği memleketlerde beş üniversite bitirmiş dişi ve erkek öküzgillerle karşılaşmak çok olağan, buna hiç şaşırmıyorum.

Böyle domdom topluluklara dikkat edin, bir kere çoluk çombalak aşırı geç saatlerde yatma, sürekli açık olan ve Seda Sayanımsı programların ana eğitici seçildiği programlarla bezenmiş Tv, hiç durmadan herbir ağızdan konuşma ve dinlenmeme, başkalarının acısını, hayatını, iyiliğini, kötülüğünü kendi olanaklarıyla ve hayatıyla karşılaştırma, ölüye, acı çekene " Aman iyi ki benim veya ailemin başına gelmedi şükür!" mantığıyla bakma, at gözlükleriyle hayatı tanımlama, sürekli şikayet ve arabesklik, kendi yaptığı işi evrenin merkezine oturtma ve başkalarının yaptığı hiçbir şeye değer vermeme, çocuk yapıp yapıp sorumluluklarının hiçbirini almama, yaptığı gürültüden çevresindekiler etkilenir mi diye bir kere bile düşünmeme...

Bu tip insanlar sessizlikten tiksinirler, sessizlik onları iğriti eder, sürekli çevrelerinde bir devinim isterler, eğlenceleri, konuşmaları, seksleri, zevkleri, gülmeleri, ağlamaları öküz gibi böğürmekten ibarettir. Hiçbir şeyi içlerinde sessizce yaşamayı beceremezler. Herşey bir tiyatro sahnesindeymiş gibi abartılarla saç baş yolmalar, bağırış, çığırışlarla bezelidir.

İnsanların o yüzden birlikte yaşamaları, komün şekilde oradan oraya aileleriyle beraber ( anneanneler, dedeler, babaanneler, torunlar, teyzeler, nineler, bol bol disiplinden çıkmış çocuk ) seyirtmeleri, iç güveysi mantığı, aman ne güzel kalabalık ( gürültülü ) aile tiplemesi asla bana göre olmadı. Hatta böyle durumlardan nefret derecesinde uzak durdum ve durmaya da devam ediyorum.

Ha, sana ne denilebilir, zaten kendi ailemi o şekilde kurmadım, çok şükür hayatımda ne istersem onları gerçekleştiriyorum ama bu insanlardan ne kadar kaç bir o kadar kovalanırsın gerçekliğiyle bir şekilde gelip ya aileden birileri oluveriyorlar, ya komşu kılığında karşımıza çıkıyorlar ya da mantık olarak bir köşede bekleşiveriyorlar.

Yandakiler mesela, şimdi defolup kendi evleri ne cehennemde ise oraya gittiler ve dünya yemin ediyorum sükunete vardı. Onların o sürü psikolojisi... Akşam oluyor o on küsur tane veletleri birbirilerine bağırıp bir şeyler anlatırlerken bile karılar birbirilerinden kopamıyor. El sallamalar, son sözcükler, sarılmalar, öpüşmeler bir türlü kesilmiyor. Bir araya geldiklerinde hepsinin umurunda bile olmayan veletleri ise dışardaki bizim yan duvarımızla ayrılan bahçedeki alanda terör estiriyor. Allah'tan bir şekilde esas komşu olan insanlar onların büyük akrabaları...ya da öyle bir şeyleri bilmiyorum.

Annemin oraya gittiğimde de aynı, sabaha kadar iş yapan, cırıl cırıl çocuk sesleriyle karışmış evlerinde horon tepen iğrenç kadın milleti ve kocaları öğlene kadar pişkin pişkin uyuduklarından öğle uykusuna yatmak mümkün olmuyor çünkü hayat çoğunluğa göre düzenlenmiş. Tam kafayı yatağa koyuyorsun anons veriliyor, sokak satıcısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, sokağa bırakılmış veletler annelerine çığırıyor ya da bin kere apartman merdiveninden beşer onar atlayarak yukarı aşağı yapıyor. Ev kapılarını bile kırar gibi kapatmak mesela...Yahu herşeyin bir adabı yolu yordamı var.

Ha, bu insanlar yalnızca kendi alanlarında sabaha kadar uyanık kalacaksalar ve eğer çevrelerini rahatsız etmeyecek bir halde iseler isterlerse uzaya gidip gelsinler umurumda bile değil!

Bir anda aklıma Antalya'da bir köy evi aldıktan sonra oraya kaçıp yerleşen tanıdıklarım geldi. İnanılmaz bir para ve imkanla dehlizli denebilecek ayrıntılarla bezenmiş bir ev yaptırdılar mimara. Anne çalışma hayatını bıraktı, çocukları bir taneydi zaten en iyi okullara gitmeye devam etti ama kadın biz O'na gittiğimizde ağlayarak yan taraftaki komşunun ( yaratığın ) nasıl ağaçlara bir bir kıyıp, bütün portakal ağaçlarını bina yaptırmak üzere kestiğini anlattı ve o kel alanı gösterdi. İçim yine öfkeyle doldu, bu diyorum ya hayvan bile demeyeceğim yaratıklar yüzünden başlayan savaşların, bitip tükenen dünyanın bizim gibi herşeye karşı duyarlı ve düşünen insanları da yiyip bitireceğini düşündüm.

Yani, kısacası bu domdomluktan nasıl kaçılır bilemiyorum ama " Komşu komşunun düşmanıdır!" sözünü çoook seviyorum. Ben de aynen öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Kimse komşusu, arkadaşı, akrabası diye birbirinin kafasına sıçma, hakaret etme, sessizliğini bozma, saygısızlıkla alanına tecavüz etme hakkına sahip değildir.

Bu dünya ortamında geçerliliği ne kadardır bu felsefenin? Olumlu bir yanıttan yana hiçççç ümidim yok, onu biliyorum.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kaplumbağa Sendromu

Hava bir kapayıp bir açmakla meşgul...Benim bu konuda herzamanki gibi keyfim yerinde, sabahları altı buçukta kesif bir soğuk oluyor, o bile kızımı ve babasını okula yollayıp kapıyı ardlarından kapattıktan sonra koştura koştura yatağa girmeme sebep. Hoşuma gidiyor.

Artık beş ay tamamlandı ve geride kaldı. Neler değişti? Bir kere benim için her zaman söylediğim, hamileliği mekanik bir taşıyıcılık olarak algılama mantığı yerinde saymakta. Ruhun cinsiyeti olmaz derler ama benimki kesin bu konuda erkek ağırlıklı. Kendi bedenimin bana yaptığı yavaşlatma politikası canımı sıkıyor. Canımı ısıtan tek şey daha önce de belirttiğim gibi dört kişilik bir aile olmak, giden eksiği yerine koymak ve tamamladığım puzzle'a tebessüm ederek bakabilmek...

Cinsellik büyüme, genişleme, su toplama, büyük göğüslerle beraber kesinlikle rafa kalkan bir şey benim için. Eşler de bu dönemde kadınlık hormonu salgılarlarmış, doğrudur. Dünyanın üzerinde birbirinden kilometrelerce ötedeki nesneler veya varlıklar bile birbirlerinin hayatını etkilerken karı koca etkileşmemek mümkün mü?!

Kalp özellikle kendi kendime sakin bir ortamda sessizce kaldığımda güm güm diye atıyor. Merdiven çıkmalar eskisi gibi hadi hoppa şeklinde olmamakla beraber sonunda kesilmeler yaşanabiliyor. Hatta onu bırakın sürekli konuşmak bile yorabiliyor insanı. En fazla olagelen sırttaki, daha çok kalçaya yakın ivmedeki tutulma...

Bu tutulma öyle bir boyutta yaşanıyor ki geceleri kitap okumak için sırt üstü uzanan ben ters çevrilmiş kaplumbağa ya da bok böceği kıvamında debelenip, oraya buraya dönmeye çalışıp, başarısız olarak söylenme modunda buluyorum kendimi. Sonra şu günlerde bulduğum ağırca kalkma, ardından da önce sola doğru yatmakla buluyorum çareyi. Sola dönük yatmaya başladığımda bu sefer kalbim yatakla beynimin arasında davul çalmaya başlıyor. Güm güm güm güm!!!...

Gece uykuları düzensiz... Bazen sanki hiç uyumuyorum gibi. Uyuyorum belki ama herşeyden haberdarlık var. Laila perdeyi aralayıp dışarıya bakmaya mı çalışıyor mesela, hemen bütün antenlerim dikiliyor. Sürekli sağa sola dönmekten toplanmış bir çarşaf kümesi ile kalkıyorum sabahları.

Saç dökülmesi, o korkunç halinden normale döndü ki bu çok olumlu bir gelişme.

Elif Şafak " Siyah Süt" bitti, ardından " Baba ve Piç" başladı. Fevkalade, enfes!!! Kitaplarda kendimden bir parça buluyorsam, eğer o insan beni sürükleyip de olayları bire bir yaşatıyorsa ve edebiyat yapıyorum diyen biri gerçekten kelimelerle bir sanat eseri, bir tablo çıkartabiliyorsa karşıma o kitabı çok seviyorum.

Kitaplarının ikisinde de kendimi gördüğüm karakterler var ve o karakterler tersi düşünceye göre çok başarılı konuşturulmuş. Bu da Elif Şafak'ın kendinin de ne kadar kitap kurdu, ne kadar gözlemci ve düşünen bir insan olduğunu gösteriyor. Kadın okumayan insanın yazamayacağının ayaklı bir kanıtı. Bir sürü konuda binbir bilginin harmanlandığı metinler yazıyor. Tasavvuf, ateism, dünya edebiyatı, politika, tarih...Helal olsun! Ve dikkat ettiğim bunları birbirinen ayırmıyor, bir şeyi tarif ederken herbir renkten bir tutam işin içine giriveriyor.

Her gün televizyonda Gazze'de olanlar yine playstation tarzında gösterilirken sivil toplumlara verilen bu görüntülerin sokağa çıkıp dökülmek dışında neye yarayacağını çok merak ediyorum. Naklen savaş yayınından nefret ediyorum. Özellikle de çocukların gösterilmesinden son derece rahatsızım.

İşin gerçeğinde, İsrail Amerika'yı arkasına almış olan bir ülke. İsrail'in sivillerinden bahsetmiyorum. Tüm dünyada savaş başlatan, kendi çıkarları dışında başka hiçbir bok düşünmeyen politikacıları kastediyorum.

Bunu yaparken halkları galeyana getirmek için piyon gibi kullandıkları sivillerin katledilmesinden tiksinti duyuyorum. Birleşmiş Milletler olsun, Nato olsun Amerikalı oldukları için hiçbir yardım verilmez bunu biliyorum. Oraya hiçbir yabancı askerin yardım amacıyla sokulmayacağını, bizimkiler de dahil olmak üzere yapılanların göz boymanın ötesine geçmediğini de...

Amerika'nın karşısında duracak birisi çıksın, hiçbir ülkenin buna cesaret edemediği ortada. Buna Türkiye'de dahildir ve haklıdır da...Oturulan yerde " Mehmetcik Gazze'ye " demekle olmuyor işte!!! Barışa hizmet edecekse askerimiz gitsin gibi kelime oyunlarıyla da olmuyor bu işler. Barışa hizmet için gidecek asker sanki çağrıdan başka bir şey yapmayacak, savaşa fiili şekilde katılmayacakmış gibi...Hap aldatmacaların ve yalanların üzerinde kurulu dünya. Türkiye Amerika'nın müttefiki değil miydi?

Kısaca, tüm savaşlardan, dünyadaki tüm pisliklerden nefret ediyorum. İnsanları dinleriyle, ırklarıyla, milletleriyle farklı farklı değerlendiren, öldürülenler Müslüman olduğunda yüreği yanan ama başka dinlerden olduğunda arkasına dönüp bakma enerjisini bile gösteremeyen iki yüzlü, samimiyetsiz insanlık! gösterilerinden de...Olanlara, hepimiz İNSAN olarak baktığımız, ayırım yapmadan vicdan azabı hissettiğimizde samimiyetten, insaniyetten bahsederim, tersinde değil.

1 Ocak 2009 Perşembe

Sis...

Yeni yıla girdiğimiz akşam çok ilginç bir doğa olayına tanıklık ettim burada.

Saat sabahın biri, Türkiye saatiyle 23:00'de yatmaya gitmeden önce bizim kapının çerçevesi cam olduğu için " Aaa! Ev buhar yapmış, nasıl yani?!" dedim kendi kendime. Ondan bir saat önce de ilginç bir şekilde havanın ne kadar da serin olduğunu düşünmüştüm. Genelde camlarımız yaz ayında içerde klimalar çalıştığı, dışarda nemin %70 lere vardığı, sıcaklığın gece boyunca 35 lerden aşağılara inmediği dönemde pencerelerin buharlanması normaldir ama bu ne iş?!

Sonradan bunun cam buharlanması değil, ciddi derecede dalga dalga ışıkları bile esir alan bir sis tabakası olduğunu anlıyorum. Dışarda bir yaprak dahi kıpırdamıyor, geçen birkaç araba dışında ortam o kadar sessiz ki Stephen King'in " Sis" adlı romanının nasıl ortaya çıktığını anlamamak mümkün değil. Sonra, evin camının baktığı bulvardaki küçük havuzun üzerine ilişiyor gözüm. Su dümdüz...Bu, biraz da tam deprem olmadan önce gelen ya da ne bileyim atom bombası patladıktan sonra belki ortalığa hakim olan yaprak kıpırdamama hali beni cidden ürkütüyor.

Mutfağa gidiyorum ki camı kapatayım, bu sefer de " Aaa sesini duymadan yağmur mu yağdı ki?!" dedirtecek bir su yığınıyla karşılaşıyorum. Sineklik sırılsıklam...Nemden! Bir saat önce serin denilen hava ölü gibi, bir anda durulmuş, sıcaklık belki beş altı derece artmış.

Sabah eşimle dün akşamı konuştum. Yıllar önce arkadaşlarıyla beraber Fransa'da spooky bir yerde kamp yapmaya gitmişler. Gecenin bir yarısı benim adam sessizlikten uyanmış (!) Yaprak dahi kıpırdamıyormuş ormanda. Çadırın dışına bir çıkmış ki aklı yerinden uğramış, göz gözü görmüyor şekilde bir sis...Korku filminden bir kare gibi. Düşünsenize, çevreniz koca ağaçlarla kaplı bir orman ve ortasında sizi koruyacak olan bir tek çadır!!! Ve burnunuzun dibine kadar gelip de atak yapacak herneyse görememek...Ani bir yokoluş...

Bilmiyorum, bana kesinlikle depremi hatırlattı. Annemin bir durgunluk, ardından gelen yer uğultusu ve sallantı tanımını...Zaten, 1999 da biz de İstanbul Anadolu yakasında olduğumuz için o uğultuyla yerlerimizden fırlamıştık. İnsan o anda anlıyor doğa ananın ne kadar güçlü olduğunu, zamanı geldiğinde bir hareketle biz, kendisinin içine eden minicik yaratıkları nasıl da üzerinden atmakta zorlanmayacağını...

Benim için çok değişik bir yeni yıla giriş anı oldu bu. 2009 Hoşgeldi :)