31 Mayıs 2013 Cuma

Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gezi Parkında

Ağaç bir sembol, yükseldi kollarını bir memleketin aydın insanına döndürdü, her bir dal ve yaprak başka bir insanı temsil etti büyüdü çoğaldı ve bir ülke oldu. İlk defa televizyona çıkan genç benim düşüdüklerimi söylüyor ya! Yaşasın Türk'ün kanı denmiyor, elhamdülillah müslümanız denmiyor, buradayız çünkü koşulsuz şartsız otoriteye karşıyız diyor yahu!!!!! Ölüp de gitmeden önce ülkemden uzak oturduğum yerden ağlayacağım aklıma gelir miydi?

Solcu bir babadan, bahçeye çıkarılıp yakılmış kitapların, silahların patladığı bir ortaokulun yanında öğrencilik yapmanın, üniversitede saçlarından sürüklenerek gözaltına alınan öğrencilerin ülkesinde, öldürülen gazeteci rekorunu elinde tutan bir ülkenin insanı olarak bu günleri görmek...

Sosyal paylaşım sitelerinde bölgelere gidip de fiziki varlığını göstermeyen herkes online, nöbette. Bu yalnızca bu yılların değil bütün bastırılmışlığın, sözde demokrasinin gömüldüğü andır. Sayılı televizyon haberleri sosyal sorumluluk çerçevesinde durumu vermiştir ama Türkiye'de yer yer üzerinde kalmazken başbakanın ve de kendini aydın addeden kişilerin canlı yayından Suriye'den bahsetmeleri abesle iştigaldir. Bırakın o konuyu da ülkenize dönün, bırakın yayını kapatsınlar ama siz onurunuzu koruyun!!!

Ben kendi adıma konuşayım, ne din istiyorum güdülenmek için ne de bir milletin diğer millete baskısını, maddi ve manevi. Herkesin eşit şartlarda algılandığı ve dürtülmeden istediği bilgiye istediği şekilde ulaştığı, fikirlerini rahatça içeri tıkılmadan, öldürülme korkusu olmadan dile getirdiği, politikacıların arkasında o sıra sıra dizilmiş elleri önlerinde saray ahalisini hatırlatan adamların durmadığı, insanların kul değil efendi olduğu bir ülke...Vatandaşın ve seçmen olanın ne olduğunu, neye kadir olduğunu bilmesini istiyorum. Efendi köle ilişkilerinin olmadığı...

Bu ülkede bunu yapacak potansiyel her zaman oldu ama bizler nazik yetiştirildik, korkutulduk, gücün altında ezildik ve ilk defa bir ağaç sembol oldu ve sokaklara döküldük.

Türkiye'nin her bir bölgesinde kendini dışarı atan, ölmeyi, yaralanmayı, sakat kalmayı göze alan yüce insanlar hepinize selam olsun!!!! Biliyorum buradan yazmak yetmez ama yürekler sizinle atıyor bilesiniz! Bu uğurda hayatını kaybedenler...Ne büyüksünüz!

https://www.facebook.com/photo.php?v=10151505725724332

Kanal Tedavisi Denilen Tek Dişi Kalmış Canavar...

Kanal tedavisi olanınız var mıdır bilmiyorum ama benim hiç aklıma gelmemişti bu kadar zor olacağı. İnsanların öğrendiklerini birbirlerine aktarma konusunda ciddi bir sıkıntı olduğu kanısındayım ya da belki hep yolunmuş bir tavuk misali ben yaşıyorumdur öyle durumları onu da bilmiyorum tabi ama ağzımda kaç tane dolgu var mesela. Bunlar daha çok ilk okul ile lise arasına sıkışmış olan döneme rastlar. O da neden? İnsanın otokontrolü ya da bir durumun ne kadar önemli olduğunu anlaması için bazen yıllları devirmesi gerekiyor. Size şimdi soruyorum bizim 70 li kuşaklar, kaçımızın annesi ya da babası başında bekledi dişlerini fırçalarken? Ya da kaçımız hala dişlerimizi üç dakika en ince ayrıntısına kadar fırçalıyoruz ve bir de üzerine diş ipi kullanıyoruz?

Bu ayın başında sanırım 20 lik yaş dişi denilen, başa bela ve her zaman bu sebeplerden dolayı çürümeye yüz tutmuş dişlerin orada  ama en arkadakinin bir öndeki dişin üzerine yatmasından ve de enfekte olmasından (yani içten içe görünmeyecek şekilde çürümesinden) kaynaklanan bir sorun ile karşılaştım. Orası bir şekilde kurcalanınca hayatımda yaşamadığım bir diş ağrısı sol kulağıma, gözüme gelip vurunca ve son iki gece de uyumayınca kendimi doktorun muayenahanesinde buldum. Dedim "Yalvarırırm, ben acil durumdayım ve kendi doktorum olmasa da olur." Kendi doktorum geldi ve bana şunu sordu "Tercihiniz nedir? Dişi tutalım mı yoksa ikisini birden çekelim mi?" Dişi tutmak her zaman kahramanca bir çalışmadır ve genelde o tercih edilir ya (sonuçta iki diş gidecek onların yanında ağrısı derdi bir kenara allahın kök kazığı implantlar gelecek gözüm yemedi) Dedim "Tutalım" Ahmet Bey gülümsedi (Ahmet Bey in de karısının kökleri Türkmüş ama o Türkçe bilmiyormuş bla bla...) ve sanki beklediğinin ve olması gerekenin bu olduğunu doğrularcasına beni onayladı. İşlem başladı :((((

Bir tane iğne yedim, yok, ikinci, ı ıh üçüncü o da nane, dişteki köke kadar inen acı oraya gelindiği an beynini kamaştırıyor o derece. En sonunda dedi ki "Bu acıyacak ama bir anlık ve üzerinde çalışmaya başlayacağız." Meğerse sinire iğne yapacakmış, adamcağızın koluna yapıştığımı ve gözlerimin karardığını hatırlıyorum ama o iğne olmasaydı o allahın belası dişin üzerinde de çalışması mümkün olmazdı onu biliyorum. Diş köküne kadar oyuldu anladığım ve sinirler çıkarıldı, sinirin yerine aynı sinir şeklinde başka bir dolgu malzemesi konuldu (pembe renkli bitki köküne benzer formda bir şey) ve geçici dolguyla diş kapatıldı. Yapılacak olan kısım dişin en arkasında ön tarafa doğru yatan kısım, orası da temizlenecek azıcık ve de tam dolgu yapılacak.

Düne kadar...Gittim, kızları da okuldan aldım, açlar falan filan ama orada yiyecekleri iğrenç cipsler çukulata gibi ürünler var fakat bunlar o anı yumuşatıyor onları oyalıyor ve beklemelerini sağlıyor ya yapacak bir şey yok yalnızım. Bekledik...Allah'tan eşim aradı ve işinden erken çıkıp çocukları aldı ve eve gitti. Onlar da dünden buna razıydı zaten. Beklemeye devam...İçerdeki hasta operasyon geçiriyormuş ve ikideki, bizim bir buçukta orada hazır beklediğimiz randevu oldu üç buçuk. Beni içeri aldılar ve ta boğazımın sol gerisine lokal uyuşturucuyu verdiler.

Birkaç dakika...Gözlerimde seyirme başladı, allah allahhhh, çok ilginç göz kapaklarım istemsiz bir şekilde düşmeye başladılar bir yere bakamıyorum çünkü kapanıp açılma gibi bir durum oluştu. Yattığım yerden kalktım, artık çok rahatsızım, cidden...Derken sol burun deliğim tıkandı ve gözlerimi ellerimle kontrol altına almam gerekli oldu. Sanki kısmi yüz felci geçiriyordum. İlk önce hemşire girdi  içeri ve benim halim O'nu iyice endişelendirdi. Tekrar yatmayı ve ağzımı açmayı denedim fakat rahatlamam imkansız bir kere sürekli iki elimle gözlerimi kapatmam lazım yoksa sürekli sanki yüzümdeki göz sinirleri zıplayıp duruyor, gözün odaklanması mümkün değil. Dr. Ahmet iğnenin A7 bölgesine etki ettiğini söyledi, so what?! (bazen başka dildeki cümleler o olayı daha güzel tanımlıyor bu da öyle cümlelerden biri de) Dedi ki iğne yapılmışken bu işi çıkaralım. Ama benim bu nefes zorluğumdan ya da stres altındayken nefesimi kontrol etme sorunu yaşadığımdan habersiz tabi. Ben bunu hayatımın ilk ve son tüplü dalışında yaşamışım oysaki, bende öyle durumlarda cidden iş yok. Dedim mümkün değil hadi biraz bekleyelim dedik ama bu sefer de nasıl bir titreme geliyor allahlık.

En sonunda bütün işleri iptal edip beni dışarda çay içmeye yolladılar. Ayağa kalktım, eşimi tekrar aradım göremeyen acayip gözlerle birkaç satır karalamaya çalıştım ve olmadı aradım, durumu anlattım, yarım saatlik yolu on dakikada geldiğinde şaşırdım. Çocukları birbirine emanet edip ani bir kararla çıkmış evden, ben araba kullanmam imkansız diye bakıyordum ama iğnenin yapılmasından bir kırk dakika sonra herşeyin normale dönmesine de hem çok mutlu oldum hem de şükrettim.

Bundan sonraki aşamada bana söylenen uzun iğne yapılmaya uygun olmayışım. Herşeyde olan bir risk sizi bulduğunda ve öbür tarafı nefes alamadan boyladığınızda ne olur mesela? Bunları çok düşündüm. Burada ırk yaşında iki çocuk annesi her gün heryerde koştururken gördüğümüz bir anne ve aynı zamanda okulun yönetim kurulu üyesi son derece aktif veli aklımıza gelmeyecek masumlukta bir ilacı alıp öldü.

Bu yazıdan çıkacak kıssadan hisseyi inanın ben de bilmiyorum ama hayatlarımız sanki bir pamuk ipliğine mi bağlı nedir? Gidip gelme anında, sağlık sorunları yaşarken, hijyen için o eksi dereceye getirilmiş sunni odada alt tarafı bir dişe yapılmış anestezi ilacı ile bugün burada olmayabilir miydim? Sanırım son derece olası...

20 Mayıs 2013 Pazartesi

Umman-Musandam-Al Khasab Gözlemleri

Bu, geçtiğimiz hafta sonu Arap Emirlikleri’ne geldiğimizden beridir ilk defa, akşam bir yerde kalmak üzere Umman Krallığı olarak geçen bölgenin Musandam kısmına gitmeye karar verdik.

Günlerden Cuma...Sharjah Emirliği’nden iki buçuk saate varan bir yolculuk bu. Yolumuzun üzerinde Ras al Khaymah (çadırın tepesi anlamına geliyormuş, ne hoş!) Deniz solda, güneş tepemizde şekilde saat oniki gibi yola koyulduk. 


Arap Emirlikleri, benim kendi coğrafyamdan farklı olarak yaşadığım ilk ülke. O yüzden bir çok şeyi gözlemler ya da deneyimlerken sanki bir film karesine girmişim hissine kapılıyorum. Bu, gidilen yer yeni ise veya orada doğulup, büyünülüp iyice kanıksanmamışsa aslında hepimizin aşina olduğu bir duygu. Sürekli gözlem yapıyorsunuz...

Dikkatimi çeken ve kendi kendime not aldığım şeylerden biri, Arap Emirlikleri oldukça düz bir arazi yapısına sahipken, Umman’a girdiğinizde sanki Mars’da insan eliyle yaratılmış bir alanda buluyorsunuz kendinizi.

Nasıl anlatayım diye düşünüyorum bir yandan...Örneğin, inanılmaz şekilde farklı renklere dönen bir deniz düşünün ama çevresi dağlarla çevrilmiş olsun. Dağların rengi de hani bu kartpostallarda reklamı yapılan çöl kumu rengi vardır kırmızıya döner, işte aynen öyle. Üzerlerinde tek bir ağaç yok ve yükseklikleri ya da ihtişamları bir Antalya Olimpos değil ama yine de tepe de denilemez onlara. Zira, hep kayalık oldukları ve rüzgar da belki milyonlarca yıl yavaş yavaş o dağları oyduğu için oralara çıkmak ve elektrik direkleri çekmek nasıl bir iştir onu merak etmemek mümkün değil.

Gideceğimiz Al Khasab Arap dünya’sının Norveç’i olarak tanınıyormuş. Halk ın orjinalliği dikkatimi çekti örneğin, bir film kamerasına gezi programı hazırlıyormuşum gibi bir duygu...

Kadınların içerde olduğu, birbirine çok yakın bazısı irice taşların yığılmasıyla, daha zengin olduğu belli olan köylülerin villaları, burunları akan ama illa ki erkek olan çocukların sokakların herbirinden çıkması,  dar sokaklar, yalnızca birbirlerinin evine geçerek sosyalleşen kadınlar, ortada hiç olmayan kız çocukları...O evlerde kitaplarda okuduğumuz yaşamların yaşandığı çok bariz. Hatta Assassin’s Creed oynadıysanız aynı atmosferi yakalamak da olası...Bazı çocuklar sokakta yalnız bırakılmaması gerektiği kadar küçük, belki üç bile değil, meraklı bakışlarla bizleri süzüyor, diğer gençler belli ki tursitlerin bu sanki bir ne bileyim el değmemiş, o kadar zamandan günümüze pek de değişmemiş görüntüsünü izlerken pek de rahatsız olmuşa benzemiyorlar.


Onlar pek tabi ki kendi doğal hayatlarını devam ettiriyorlar. Aslında belki kendi kalkınmalarının bir şekilde turizmden olduğunu anlamamış ya da bir şekilde kanıksamamış olsalar bizlerin orada olmasını da istemezler çünkü yaşadıkları hayat gerçekten de zamanın bir dönemine yapışıp kalmış gibi.

Bir de heryerde kimin kime ait olduğunu merak ettiğimiz bir sürü keçi...Belli ki hayvan ürünlerinde keçiye odaklı ve balık çiftliği olduğundan şüphe ettiğimiz esaret dışında hiçbir hayvanın endüstriyel şekilde üretildiği, kesildiği ya da yaşatıldığı bir şey yok. Bu anlamda herşey çok daha doğal...(Köyün tam karşısına açılmış ve o dokuya bence hiç de uymayan büyük alışveriş merkezini saymıyorum)

Çöl ortamında hurma ağaçlarından oluşmuş ormanlar
Bir yandan bu mütevazilik yaşanırken köyün kendi havaalanının olduğunu öğrenmek oldukça şaşırtıcı. Köyü 17.yy da Portekizliler kurmuş (bunları eve geldikten sonra merak edip öğrendim) Eskiden yine Portekiz gemilerine  su ve hurma sağlayıcısı olarak kullanılırmış bu köy. Şimdi ise sürekli geçim kaynaklarından biri olan balıkçılığın da tarzı değişmiş ve artık modern büyük troll ler eski kocaman ahşap tekneleri turist gezdirme işine transfer etmiş.

Hurma temini sağlanması da şaşırtıcı değil çünkü yer altı suları açısından görünür bir farklılığı olan Umman da kumların, çakılların içinde bir anda koskocaman vahalar görmek mümkün. Al Khasab köyü de aynı mantıkla bir hurma ormanını ortasına almış ve çevresinde yaşam alanı oluşturmuş gibi...

Bölgede iki otel bulduk, bir tanesi Golden Tulip, bir diğeri Al Khasab otel. Golden Tulip köye girerken Gulf denizini ayaklarının altına almış ve şahin tepesi gibi bir alana yerleşmiş olmasına rağmen fiyat bakımından bir kişiye bir gecelik oda kıvamında bir şey istedi. Bizde geldik Al Khasab oteline...

Otelin odası oldukça Arap J Detaylar cümbüşlü ama bir o kadar da iddiasız, duş alırken suyu akan ve yerleri göle çeviren bir duş başlığı, yerinde durmayan bir tuvalet oturağı J Fakat oldukça da geniş iki odayı yanyana birleştirmiş, iki çocuğa birer yatak ve ebeveyn odası...Renkler kahverengi ve yeşilin alaca tonları...Al Khasab kasabasında yemek yiyecek lokanta bulmak imkansız, elde değil çıkıldığı gibi bir tur atılınca bitirilen alan aman bu lokantaya girersem sağ çıkmam duygusu ile otele dönüş...

A tabi bu arada önemli bir detayı atladım, Arap Emirlikleri ve Umman arasında sınır kapısından geçilmesi gerekiyor, işlemler kolay hallediliyor. Bazı görevliler bütün aileyi görmek isterken, bazısı yalnızca damgayı basıp ücretini alarak işi bitiriyor ama insanlara uygulanan sert herhangi bir formata uymuyorlar, yani sen neden geçiyorsun, ne zaman döneceksin, bak dönecek misin hıııı kızarım falan gibi bir uygulamaları yok. Yine de ortamın bizler için yeni olması strese sebep olmadı değil. Girip çıkarken hem Umman Krallığı hem de Birleşik Arap Emirlikleri para alıyor.

Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman arası
Sınır Kapısı 
Arap Emirlikleri’nden Umman’a girildiği an fiyordlar ve oldukça virajlı, insana yine film karelerini düşündürecek yol başlıyor. Deniz kilometrelerce aşağıda kaldıkça ve siz daha yükseklere zikzaklar çizerek çıkarken aralardan pırıl pırıl göz kırpan vahşi manzaraya gülümsememek çok zor.

Tekne turları dediğim gibi eski ahşap balıkçı tekneleri ile yapılıyor. Sharjah’ın bize eskiden yakın olan limanında hala o teknelere yükleme yapılarak denize açılırlardı. Şu anda bu ticaret de tekneler bağlanarak durduruldu.

Neyse, bunlar oldukça devasa tekneler, denize oturan ve yayvan bir yapıları var. Genelde şu an bizim gibi tursitlere hizmet verenlerin zemini bildiğimiz halı ve döşeklerle, tepesine gerilen branda ile bir ev ortamı yaratılmış. Şnorkel’ler, öğlen yenilecek yemek, sürekli olarak su, çay, alkolsüz içecekler ve havlular onlar tarafından sağlanıyor. Bu bizim şansımız mıydı yoksa genelde de bu kadar temizler mi bilmiyorum ama kullandığımız havlular mis gibi kokuyordu, yemekler bütün teknelere diğer bir tekne tarafından sıcak şekilde servis edilen pirinç haşlaması şeklinde pilav, pilav için kullanılabilecek iki tür vejeteryan sos, tavuk çevirme ve humusdan oluşuyordu ve çok lezzetliydi. Tuvalete de aynı önyargılarla girdik ama o da oldukça temizdi yalnız teknenin arkasında bir çıkıntının içine girmek ve tuvaletin alt kısmının bir şekilde denize dökülerek temizleneceğini bilmek iç sıkıcıydı.

Tekne bizim gibi birkaç genç İspanyol ve Fransız çiftle beraber (tek çocuklu olan bizdik) sonradan aramıza katılan Hindistanlı ve Arap grubu da alarak oldukça sakin bir şekilde yola çıktı, deniz rüzgarlı ama oldukça da dayanılır şekildeydi, ilk önce açık denizden bir girintiyi takip ederek birkaç o da on haneden oluşan, sanki İsa Peygamber elinde asası, ayağında sandaletleri ile çıkacakmış hissi yaratan köylerden geçirerek yola koyuldu.
Arapların koyu ve bir o kadar da şekerle yüklü çayı küçük plastik bardaklarda sunuldu ve yolculuk boyunca içilmeye devam edildi J Bundan kimsenin şikayeti de olmadı. 


Denizin durgunluğu, insanı öldürmeyen ama tatlı tatlı yüzümüze vuran rüzgar, rengi koyu lacivertten turkuvaz a dönen su...İlk durağımızda yunusları göreceğimizi biliyorduk ama doğal ortamlarında olan bu mucizevi yaratıklar belli mi olurdu? Gelmeyebilirler, hiç görünmeyebilirlerdi de...Oysaki tam tersi oldu. İnsanların çevrede olduklarını bildiklerinden eminim, koskoca bir aile olarak bizleri selamladılar desem yalan olmaz. Gözlerimiz dolarak, heyecandan seke seke teknenin bir orasına bir burasına yığılarak onları kayda aldık. Hayatımın bu anlamda sayılı durumlarından birini de yaşamış oldum. Tutsak edilmeyen ve gerçekten gülümsediğini tahmin ettiğim yunus ailesi, sizlere selam olsun!



Umman denizi yalnızca yunuslara değil, balinalara  da ev sahipliği yapıyor fakat biz ancak indo pasific humpback dolphin ailesinin bize gösterdiği yakınlığı izleme fırsatı bulduk. Bunun için minnettarız. Şnorkeli kullanabildiğimiz ve bol tuzlu gözleri yakan ama bir o oranda temiz suya girmenin zevkini çıkardık, dönüşte yarım saat belki bir kırk dakika oldukça kuvvetli bir rüzgara yakalandık L Bu benim için sevimsizdi daha beter hatta ama deniz tutmadı.

Korunaklı alana vardığımızda birbirini ilk ve son kere gören Fransız, İspanyol, Türk ve İngiliz, Arap tekneden vedalaşıp gülümseyerek kendi yollarına ayrıldı. Dönüş yolunda çılgın gibi kayalara vuran deniz bu sefer sağ tarafımızda kalarak arabayı sallayacak kadar sert esen rüzgara eşlik etti.

Eve geldiğimizde saat yedibuçuk olmasına karşın yorgunluk hissi hala oradaki oynaşan yunuslara yenik düşmüştü. O atmosfer var ya...ne diyebilirim? Anlatılmaz yaşanır sadece...