30 Nisan 2008 Çarşamba

Fotoğraflar...

Bugün bilgisayarımda kayıtlı olan bir sürü fotoğrafa baktım. Bir yıl geriye gittim ve annemle babamın, kayınvalidemlerin yanına gittiğimiz dönemdeki hallerimize döndüm. Chloe'nin kısa metrajlı videolarını seyrettim.

Özlemişim...İçimi bir hüzün kapladı, bir gün gelip de şimdi şikayet ederek gittiğimiz bu mekanların tarihe karışacağını düşündüm. Ve bir anda onlara karşı büyük bir haksızlık yapıyormuşum hissine kapıldım. Biliyorum, bu uzun süre orada öylece kalmaz ama olsun, yine de unutmanın bir yerde yaşanan resimlerden kopuşun bir garantisi olduğunu anlamak lazım.

Eskiden, fotoğraf ya da geçmişle ilgili hiçbir şeyin, belki mektuplar dışında kayıt altına alınamadığı dönemlerde insanların bu tür şeyleri hatırlaması ne kadar zordur.

Düşünsenize, alt tarafı belki iki yıl öncesine ya da daha ötesi, okuldaki hallerinize baktığınızda ne kadar büyük farklar görüyoruz. Bu, hüzünlendirici ama aynı zamanda aslında insanları birbirlerine bağlayıcı da...

Sevgililerden ayrılındığı zaman hatıraları yoketmek unutmayı kolaylaştıran bir unsurdur mesela. Ve o paylaşılanlar maddi olarak kaybolurlarsa akılda kalan zamanla silikleşir ve kendini belki hayal aleminden birinin yerine de koyabilir.

Ben ise yapı gereği, yaşanana dair hiçbir şeyimi atmaya kıyamadım. Annemin evine her gittiğimde aralardan tozların girdiği hasır sandığımı açar yazdıklarıma, bazen fotoğraflara bakarım. Başkasının hayatı ya da bir roman gibi...İnsana bu tip şeyler ilginç duygular yaşatabiliyor. Biraz melankoli bir durumum var sanırım.

Zaman gerçekten çok hızlı akıyor. Bu arada, gidiş biletlerimiz ayırtıldı, Catherine'nin yardımcısı eve gelip buraya ve köpeğimize bakmak için ayarlandı. Bu yılın nasıl aktığını hele hiç anlayamadım.

Bilmiyorum...İçimde bir hüzün var bugün :(

29 Nisan 2008 Salı

My Bloglog

Geçmiş zamanlardan birinde My Bloglog üzerinden widgets denilen ve kim gelmiş, kim gitmiş'i gösteren chartım vardı. Hatırladığım, bloğumu açtıktan bir süre sonra, orada burada gezinirken gördüğüm ve renkli bulduğum bir şeydi.

Ancak, zaman geçtikten sonra bazı bloggerların yalnızca tıklanmak için kendilerine sürüyle, akıl almaz, zaman dayanmaz şekilde blog listeleri yaptıklarını, bu blogları okumasalar da gelip tıkladıklarını, o yüzden yorum bırakmaya hacetleri veya fikirleri dahi olmadığını , önemli olanın okumaktan ve keyif yapmaktan öte tıklanma oranına endeksli yaşadıklarını anladım.

Bu şartlar çerçevesinde, benim bloglog göstergemde gün oluyor, o zamana kadar hiç bir yorum bırakmamış, adından sanından haberdar olmadığım bir şahıs kırkıncı tıklamasını yapıyor. Yani, " Bak ben geliyorum, sen de bana gel canım ki reytingler artsın!" diyor. Hadi, işin yoksa sen de git bak bakalım, kimmiş veya aman kırılmasın, şimdi O gelmiş ben de iade-i ziyaret yapayım mantığı...

Belli bir süre sonra ise olan şu, bu işi bir pazar olarak görmeyen, benim gibi kendi alanında zevk olsun diye takılan biri için bana uymayan tarzlara bile ziyaret yapma sorumluluğu başlıyor. Ha belki uyuyordur ama blog okumanın gerçekten de sonu yok ve ciddi derecede zaman ve emek istiyor. Artemis'i bu konunun dışında tutuyorum çünkü hem hakikaten deli gibi bir blog listesi var ama kız okuyup, yorum yazıyor. Yalnızca tıklayarak çıkmıyor, bu bende sabit :)

Bana gelince...Öyle tıklayıp çıkamam blogdan! Ya, beni içine alır, yaşadığı hayatı gözümde canlandırır, samimi hissederim veya tam tersi. Samimi hissettiğimde de çoğunlukla geldiğimi belli ederim. Sessiz kalamam çünkü söylecek bir şeyim vardır hep. Bunun dışında mekanik yapılan tıklamalarla işim olmaz. İşte o yüzden ta yedi ay önce falan göstergeyi silmiştim.

Bu hafta baktım, "kim gelmiş" yorum yapan kadar anlıyorum, e o da tıklanma oranlarına göre devede kulak, hadi tekrar widget'ı geri koyayım dedim. Yani, yine aynı tuzağa düştüm.

Değişmiş, işin içinde daha önce yahoo var mıydı hatırlamıyorum, bir de yahoo'dan adres almak zorunda kaldım, artık adres sayılarımı unutmamak için özel bir deftere kaydeder oldum. İş çığrından çıktı sanki. Yok o gruba üye olacan, yok beş kişiye tavsiye edecen... Eski format da gitmiş, yerine galiba anladığım, birbirlerinde adresi olanlar mı ne gelmiş, bendekinde dört kişi çakıldı kaldı bekleşiyoruz öyle :(

Sıkıldım...Yine tutamadım, tutamıyorum çünkü yazdığım sebeplerden dolayı çok itici, üzgünüm. Dolayısıyla Bloglog elveda! diyorum. Bu sefer dayanma süresi sanırım üç günle sınırlı kaldı :)

Bu arada, bir dönem blog listemi kendime saklayayım dedim. Yer imlerime kaydetsem koskoca bir liste, sevmiyorum, yalnızca bloglar değil daha bir sürü önemli adres zaten yer imlerimde kayıtlı. Bir kağıda yazsam her seferinde bin tane kelime gir. O alternatif de kullanışsız :(

Bloğum sizlerle paylaştığım kadar, kendime de ait olan bir mekan. Sevdiğim, aynı paralellikte hissettiğim, benim varlığımı bana hissettiren bloglar listemde ki, her bloğuma girdiğimde zamanım varsa oradakileri tıklamaya ve takip etmeye çalışıyorum. Çok blog kaydedemeyeceğim çünkü elimdekilere bile bazen zor yetişiyorum.

Uzunca bir zamandır fark ettiğim ve bana rahatsızlık veren diğer konu, listemde zaman içinde dönüşüme uğramış, yazı yazmayan, öylesine donakalan blogların da varlığı oldu. Bunlara kendi içinde belli bir zaman veriyorum veya bir bloğu çok beğeniyorum diyelim ama zamanla o insanı nasıl tanıyıp olur ya da bu iş olmaz deriz, aynı kıvamda kararlara varıyorum. Tabi ki bu görüşler ve duygular bana ait, yani bu konuyu tartışmaya da açmıyorum.

Zaten, bana göre blog yazıları konusunda tartışılmaz, hesap verilmez, "Fikilerin neden böyle, sen nasıl bunu bunu bu şekilde düşünürsün ya da yazarsın!" denmez çünkü burası çok kişisel bir paylaşım mekanıdır, kişi onu öyle düşündüğü ya da deneyimlediği için o şekilde anlatmıştır. Şakaklara silah dayanmadığına, kimse kimseyi "Okuyacaksın!" diye zorlayamayacağına göre sevdiğin sürece takip edersin ve ederim, nokta!!!!

Dolayısıyla, zaman zaman blog listemde kendime göre revizelerim olmaktadır ve olacaktır. Bu da çok normaldir. Nasıl kullanılmayan elbise dolapta kalabalık yapar da birine verdiğimizde ya da evden bir şekilde çıkarttığımızda rahat ederiz, aynen öyle. Ha, bunu niye yazdım da stres yaptım? Çünkü kendime kızıyorum ki hiç bakmadığım, ilgilenmediğim ya da fikirleriyle özdeşleşmediğim bloglarda da " Aman ayıp olacak şimdi" düşüncesine saplanmış kalmışım. Bu, samimi bir şey değil.

My Bloglog'da bu sebeplerden ötürü bana uymuyor. Yorum yazıp da kendini belli etmek isteyen arkadaşlar yazar. ( Onlara buradan sevgilerimi yolluyorum :) ) Diğerleri bir fotolarını bırakıp giderler mantığı ters tepti. Yine siliyorum widget'ları ( zigot gibi geldi kelime şimdi :) )

Ve kendi halime, huzuruma, kim ne kadar tıklanmış, ne olmuş, ne olmamış ittirmesine karşı direnmeye devam edeceğimi saygılarımla arz ediyorum :)

27 Nisan 2008 Pazar

Dikkat ! Adet Görecek Kadın Var Isırır :))))

Geçen haftayı burnumdan soluyarak geçirdim, kürtajdan sonraki kanama yetmiyormuş gibi bir de bu sefer olgunlaşmış ve döllenmeyi bekleyen yumurtamın (!) vücuttan atılması adına periyodik adet dönemine girdim :)

Bu da, geçen seferkinden tahmin ettiğim üzere, coşkuyla çağlayınca (!) yorgunluk peydah oldu tabi ki, şimdi de adet bitimi için beklemekteyim :(

Benim için kürtaj mürtaj değilmiş dert olan, sonrası fıtık edecek uzunlukta geçiyor, bunu da anlamış bulundum. Alkışşş!

Adet öncesi sendromlarını (İngilizcede kısaca PMT deniyor ) yıllar önce bir kenara yazmıştım da 25 kalem çıkmıştı demiştim hani, bakayım bir deneyelim şimdi aklımda kalan neler olacak;

1- Burnundan alev çıkartacak denli sinir ( Bu, ilk kendini gösteren belirti )

2- Saçların daha elektrikli gözükmesi.

3- Bu dönemde saça yapılan işlemlerin, boya, fön gibi tutmaması.

4- Terleme miktarında artış.

5- Vücut kokusunun değişmesi.

6- Kullanılan parfümün kalıcılığını yitirmesi.

7- Daha yağlı bir cilt.

8- Yüzde ve saçma sapan yerlerde çıkan sivilceler, fısırtılar.

9- Saçların hemen bir günün sonunda üç gün yıkanmamışçasına yağlanması.

10- Diş eti kanamaları. ( Vampirliğe geçişin resmidir )

11- Beyin faaliyetlerinde yavaşlama, farklı bir dil konuşuluyorsa kelimeleri küt diye unutma, takılma.

12- Dengesizlikler, elden sürekli bir şeyleri düşürmek.

13- Araba kullanırken veya sınava girilirken gösterilen normal performansın yarısını ortaya koyabilme.

14- Kıllanmada artış. ( Bu da kurt kadınlığa adım )

15- Ağda veya epilady yapılma işlemlerinde duyulan acının artması.

16- Cinsel istekte artış.

17- Daha sulu gözlü ve alıngan olma.

18- Herşeyi olduğundan çok daha karışık ve içinden çıkılmaz şekilde algılama ve kafada o sorunu ( aslında belki sorun bile değil ) kurgulama.

19- Daha renksiz bir surat.

20- Normal kilodan daha fazla gözükme, şişkinlik.

21- İshal ya da peklik çekme.

23- Ciddi derecede iştah artışı.

24- Çukulata veya şekerli yiyeceklere karşı aşırı çekim.

25- Daha gazlı bir yapı.

26- Araba kapılarından, başka insanlardan, metallerden elektrik çarpması. ( Beni geçen sefer
havuzun metal merdiveni çarptı mesela )

27- Daha fazla uyuma isteği, derin uyku ve inanılmaz rüyalar. ( Carlos Castaneda'da büyücü kadınların en kuvvetli olduğu dönemin adet zamanına denk gelmesi şaşırtmamalı )

28- Merdiven çıkarken ya da hızlı bir şey yaparken kesilme, kalbin deli gibi çarpması.

Kısaca ve görüldüğü gibi ne kadar iğrenç şey varsa, onların bileşkesi!

Burada çözüm olarak bayanlar için Primrose Oil satıyorlar, alınca hergün bir tane yutulacakmış da faydası görülecekmiş, daha sakin sukünetli olunmak isteniyorsa denenmeliymiş. Miş miş miş...Tamam, aldık denedik, ne oldu sanki?! Zaten, ben öyle bir şeye bağlı falan kalamam ki! Bu da bir diğer dezavantaj belki ama hayatım boyunca hap yutmak zorunluluğu kadar saçma bir şey düşünemiyorum. Antidepresan alsan uyutucu, uyuşturucu bir yerde, zaten uyuşmuşsun, iyice tehlikelere açık hale gelirsin, ayrıca bunun hormonal oynamalarla alakası var, onları düzene soksunlar! Ay, yok işte! Bir tane yanıtı yok!

Tarabya'da yaşarken eczacı tanıdıktı, birilerinin kanı yerde kalacak, bana bir şey verin demiştim de hemen antidepresan verilmişti. Gülüyorduk o zaman ama o da ne kadar yanlış. Bazı ülkelerde adet döneminde cinayet işleyenlere indirim varmış, bu da bir ek bilgi olarak kalsın :) Birilerinin boğazını sıkarsam örnek vakaları gösterir ben de indirim isterim :)

Kendimce, vitamin haplarının faydalı olduğunu gözlemlemiş olsam da şimdi hamilelik için Pregnacare diye bir vitamin hapı alıyorum mesela, nafile. İşin kötü yanı, evdeki herkesin dengesi alt üst oluyor, kızım yapmayacağı hareketleri yapıyor, eşim burnundan soluyor. Bu dönemlerimde ciddi bir testten geçiriliyorum düşüncesine kapılıyorum.

Neyse, bu her ay yaşanan bir döngü, umarım bizim çocuklar kazık kadar olduğunda bir çözüm bulur bilimadamları (!) Bu konuda da mubarek erkek ağırlığı olduğu için, kadınlar kendi konularına bile eğilip bir şey icad edemiyorlar zar. Konuyu değiştiriyorum...

Sabahleyin, kızımla babasını yolladıktan sonra kafama kasketimi geçirip Layla'yı çıkarttım, villaların arasından dışarıya uzanmış ağaçlardan mis gibi çiçek kokularını çektim içime, bir villanın bahçe duvarından dışarının hareketliliğini izlemeye çıkmış olan erkek tavus kuşuna hayranlıkla bakıp gülümsedim. İşin doğrusu, o kocaman görkemli ve parlak mavi kuşu bahçe duvarında görünce çok da şaşırdım ama sonra buralarda çok çok zengin olan insanların çiftliklerinde hayvanat bahçesi bile olduğunu hatırlayıp, kendime geldim. Bizim yaşadığımız mekanda çiftlik evine yer olmadığı için böyle tavus kuşları, ördeklerle falan idare ediyor insancıklar, ne yapsınlar?! ( Evet, hayat çok zor onlar için, kabul etmek lazım :) )

Bir de, her gün gelip geçtiğim Üniversite Kampüsünde öylesine güzel bir kuş var ki, kanatlarını açarak geçtiğinde gözünüzün içine giriyor o çivit mavisi renk. Buralarda, daha önce de yazmıştım belki, bizim kafeslerde gördüğümüz yeşil papağanlar da özgürce ortalıklarda uçuşup, sabahları cak! caaak! sesleriyle kafa ütüleyebiliyorlar.

Bence, kuşların hepsi özgür olmalı, o rengarenk papağanları grup psikolojisi ve yemyeşil ormanlardan koparıp bizlerin gözüne kocaman (!) gelen süslü püslü kafeslere kapatmıyorlar mı içim gidiyor. Nefret ediyorum. Bir arkadaştan bir mail gelmiş, papağana neler öğretilebileceği ile ilgili, ağzımız beş karış açık kaldı seyredince.

Ha! Bir de Spinneys'den göbek düzleştirmek için bir DVD aldım, Tomee denilen bir kadının ABS DVD'si. Sabah yürüyüşten geldim de hani yere bir havlu yayıp uygulayayım dedim. Kadın o kadar kolaymış gibi yapıyor ki hop bir, hop kiii! şeklinde, seyrederken " Hah anneannem bile yapar!" diyorsunuz, sonrası mı? Düğüm!!! Tomee kendi onuncusunu falan sayarken ben ikincisinde kesildim! Yuh dedim kendime ama olsun, onun da iyiliği şu oldu, hangi hareket hangi kası çalıştırır, doğru şekilde nasıl yapılır, onu görmek...Sonra da enerji ve zaman olduğunda düzenli uygulamaya geçmek...Bu zaman ne zaman olur Allah bilir, orası ayrı konu:)

Kahvaltı...Sonra yıkanıp, bu sefer de 10:30'da okuldan tanıdığım doktor Shareen'in muayenehanesine kızamıkçık aşımı olmaya gittim. Aşıyı tek başına bulmak neredeyse imkansızdı, herkes kızamık, kızamıkçık, kabakulak oluyor okul zamanında. Kabakulağı çocukken geçirdiğimi hatırlıyorum. Annem tutturmuş aşılarını yaptırttık diye de nerede aşı kartı o zaman? Aşı olduysam madem, kabakulağa niye yakalandım? Koca bezeli kulaklarımı sallandırarak koridorda koştuğumu hatırlıyorum mesela, oynadığım oyunun adı filcilik'di :))) Öyle ya da böyle, en azından neyin ne olduğu anlaşıldı ve gereken yapıldı. Buradan bizlere ders olması gereken şey, çocuklarımızın aşı kartları ve doğum belgelerinin hep saklanması.

Behçeye kuşlarımız gelmeye devam etsin diye budanan ağacın yerine yeni ağaç dikeceğiz. Ağacın ciddi derecede budanma sebebi çok yumuşak bir yapıya sahip olması ve kocaman dallarının kendiliğinden kırılıp düşmesi oldu. Çok tehlikeliydi. Köşedeki sağlam görünüşlü olan şimdilik kaldı ama mutfak penceremin önü kabak misali açıldı, hoşlanmıyorum :(
Komşular hala gecekondu zihniyeti ile yıkadıkları ne var, ne yoksa bizim tarafa bakan balkonun trabzanından aşağı sallandırmıyorlar mı o pantalonları, bilimum kıyafetleri falan, baktıkça " Allah Allahhhhh!" demekten de kendimi alamıyorum. Demek, bizim memlekete özgü değilmiş bazı şeyler. Hani İtalyanların ara mahallelerinde evden eve asılan rengarenk çamaşırları biliriz de burası bana çok tuhaf geliyor.

Malum ailemizin (!) yaşam tarzları da aynı tantana ile devam ediyor. Asla yalnız ve çekirdek aile olarak kalmayı beceremiyorlar, ya başka bir akrabayı ziyarete gidiyorlar ve o sırada burası eski sessizliğine kavuşuyor Allah'tan, ya da tam tersi, bir dolu sülale, beşbin çocuğuyla bunlara geliyor. Komün yaşamı tercih ediyorlar. Ne gece geç vakitte tepişen çocuk seviyorum, ne de gürültü.

Ruhum bir tek istediği sessiz huzuru İngiltere'de kayınvalidemlerin evinde buluyor ve onların o komşu bahçesi ile araya konabildiği kadar konulan mesafe olayına tapıyorum. Onlara göre yan komşunun beş tane falan Rotweiler'ı ortalığı birbirine katıyor ama bana göre o ses hani uyurken arka fondan gelen sinek vızıltısı gibi bir şey.

Zaten, eninde sonunda gideceğimiz yer oralarıdır bizim, biliyorum :)

19 Nisan 2008 Cumartesi

Blogculuk Oynamak

Şimdi, bu öyle bir iş ki hani, şiir yazmak falan gibi, geldiler mi hemen, elde ne var ne yoksa atılacak ( bu eldeki kavramı yemek yapılıyorsa yemek yakılacak, temizlikse her yeri bok götürme riski göze alınacak, okula çıkıcaksın değil mi, çocuğuna geç kalınacak falan diye gider...) ve yazılacak, yoksa ne başlık kalıyor aklında, ne de paylaşacakların.

Bazen soruyorlar, hani o ucu açık sorudan " Günlerin nasıl geçiyor?" A ha! Valla itin kıçına pire kaçmışçasına geçiyor ama gel gör, anlat diyince bir koca boşluk hasıl olup, orada öyle sus işareti gibi kalakalınmasına sebebiyet veriyor. Hoş değil tabi :)

Mesela, "Bugün" yazısının olduğu günün akşamı, son derece romantik ve olumlu geçti. Bizimki, eve geldiğinde yüzünde gülücükler, dışarı çıkıp aldığı aküyü takmış, araba yağ gibi çalışıyormuş şeklinde bana; " Hadi, hazır mısın? Çıkmıyor muyuz?" dedi ya, hemen eriyip, bloğa yazdığım sinir küpü yazımı yollayaraktan :) üzerimi değiştirmeye gittim ve hemen beş dakikalık uzaklıkta harika bar yemekleri yapan, fiyatları da acayip uygun olan bir pub'a attık kapağı.

Hep yazıyorum, buradaki en maganda, en tehlikeli şey trafik, bir de haftanın belli günleri, belli yerlere gittiğinde karşılaşacağın tuhaf bakışlı erkek orduları. Arap değiller, ailelelerini kendi memleketlerinde bırakmış, 30 kişi bir odayı paylaşan, 50 derece sıcaklıkta memleketlerinde bulamadıkları ekmeği kazanmaya çalışan işçiler. Yine, yaşadıkları şartlara göre hiçbir şiddete karışmamaları bile bir mucize!

Onun dışında, orta yaşlı Arap erkekleriyle karşılaşılan ortamlar, zaten hep onların kendi aileleri ile alışverişe ya da parka bahçeye gidildiği zamanlar. Yaşlı kadın ya da erkek görmek pek imkanlı değil buralarda. Ne şehir planlamacılığı, ne de araba kullanarak dışarı çıkmak zorunluluğu onları maalesef evlerinde kalmaya zorunlu bırakıyor. İngiltere'de gözlemlenenden çok daha farklı.

Sharjah, en kapalı olarak bilinen Arap Emirlikleri'nden ama yedi Arap Emirliği birbirine bitişik olduğu için oturulan yere göre, yürüyerek birinden ötekine ( yanındakine tabi ki ) gitmek bile mümkün . Bu bizim konumumuza göre Ajman ve Dubai için geçerli. Yani, her iki yandaki Emirlikler bunlar. Hele Ajman, kapı komşusu gibi!

Mesela, Sharjah en mutaasıp olan dedik, değil mi? Tersine, Ajman'daki Pub'ın içinde yine Uluslararası okullarda yaşananlar hakim. United Colours Of Bennetton tarzı binbir rengin, bir sürü dilin konuşulduğu, sanki içine girdiğinde İngiltere'deki bir pub'daymış hissi yaratan, bu hissin olumlu anlamda fiyat farkı (!) ile bölündüğü bir yer! Bir de öyle güzel deniz ürünleri yapılıyor ki, parmaklarınızı yersiniz. Türkiye'de belki çook lüks bir balık lokantasında zar zor ödenebilen ya da ödendiğinde insanın yüreğine oturabilecek fiyatlara konu olabilecek büyüklükte karidesler ve altında bir koca patates kızartması ( ince kabuklu, iri doğranmış ) ama karidesler hani pofur pofur bira ve kabartma tozu ile hazırlanan sosla kızartılmış...Yanında tatlı acı sos, bandır bandır ye :)

Türkiye'de, İngiltere ve Arap Emirlikleri'nin aksine, en fazla rahatsızlık duyduğumuz noktalardan biri, hele de turistik yerlerde, hep bir kazıklama politikasının geçerli olmasıydı. Belki, şu son zamanlarda yabancılardan göre göre fiyat listeleri kapılara da konulur olmuştu ama tanımadığımız yere gidildiğinde hep bir çekince vardır hani, acaba nasıl bir hesap gelecek? Burada ve İngiltere'de en fazla dikkatimi çeken şey de bu. Gittiğimiz ve neredeyse müdavimi olduğumuz bu küçücük pub'da bile fiyatlar heryere konulmuş. Duvar mesela, kara tahta yapmışlar, günün menüsü ve verilen her siparişin fiyatı, içki, hepsi dört bir yanda belli. İnsanın güvenini tazeleyen bir ortam. Ve sahilde, dışarda o gece biraz da çılgın bir rüzgar eşliğinde içkinizi yudumlamak...Değişik bir tecrübe. Özellikle diyorum ya, önceden bilip bilmeden aklımızda yaratılmış olanlar neydi, şimdi ben nasıl bir ortam deneyimliyorum.

Bütün bunların dışında, Sharjah için kolaylıkla Emirlikler arasında kültür elçiliğine soyunmuş olanı denilebilir. En eski yerleşim alanı olarak başladığı için bu, böyle. Bir sürü müzeye ev sahipliği yapıyor. Arkeoloji, Bilim, Sanat... bunlardan yalnızca bazıları.

Geçenlerde yolda gördüğüm çocuk resimleri sergisi de bu bahsettiğim sanat müzesinin içinde olup beni çok heyecanlandırmıştı. Perşembe günü, baktım ki bize ayrılmış bir gün, sabah kahvaltıdan sonra kızımı alıp yine hemen yanıbaşımda sayılabilecek, daha önceden okul gezisiyle keşfettiğimiz mekana gittik. Keşke, fotoğraf makinamı alsaymışım!

Art Gallery yazısını görünce hemen arabaya uygun bir yer bulup park ettik ve elele yine son derece nostaljik yapılmış siteye girdik. Ondan önce gördüğüm resim kursuna bayıldım, çaycı dışında kimse olmadığı için konuşamadım ama olsun, oradan yürüyerek sergiye geçtik, sonradan bakınacağım.

Bu bölgeye aşinalığım ise geçen sene, yine aynı komplekste olan eski Arap yaşam tarzını görmek adına restore edilmiş bir eve ve çevresine yaptığımız okul gezisinden kaynaklandı. Yaşam tarzı açısından aynı Asmalı Konak'ı andıran bir mekandı. Bunun baş sebebi de, geçmişte yeralan savunma içgüdüsünün fazla olması. Taş yapı ve inanılmaz derecede incelikle yapılmış ahşap kapı mantığı gerçekten Türkiye'nin doğusundaki mimari ile Arap mimarisinin bazı yerlerde ne kadar içiçe geçtiğini de gösteriyor.

Sanat Galerisi'ne ise iki katlı bina ev sahipliği yapıyor. Yerler mermer, sağlı sollu dünyanın farklı yerlerinden gelen, içinde Arap Emirlikleri'nin de olduğu 5-12 yaş aralığında bir sürü çocuğun rengarenk dünyası...Girerken danışmadaki kız hemen arka sayfası Arapça, ön sayfası İngilizce olan bir broşür uzattı. Mayıs ayında bir sürü workshop düzenleniyormuş, farklı müzelerde ve tahmin edin bakalım? Herşey bedava!

Ayın 10'unda Steve McCurry adındaki bir fotoğrafçının " Fotoğraflarla Asya / Fotoraflardaki Tibet " sergisi ve ailelerle beraber çocukların katılacağı, bu fotoğraflardaki bazı elementler kullanılarak kendi kolaj tekniğimizi yaratacağımız bir workshop, yine bir sonraki haftaya kayalar kullanılarak, bu sefer Arkeoloji Müzesi'nde yapılacak bir diğer workshop ve en son 24 Mayıs'da Hurma Ağacı'nın bu kültür içindeki yerinin ne olduğunu ve sebeplerini anlatan başka bir etkinlik var. Harika değil de nedir?!

Kompleks'i anlatıyordum...Birinci katında resim ve sanatla ilgili bir sürü kitabın olduğu, dışardan da görünen, içeri küçüklere uygun kitapların, rengarenk masaların ve sandalyelerin yerleştirildiği bir kitaplık, hemen karşısında kazıklama mantığından fersah fersah uzak bir büfe.

Yani, herşeyden önce amaç, insanların bu tür etkinliklerden çocuğuyla beraber yararlanması...Emirlik, düşünün ki tutucu nitelendirip bu konularda gelişmişliği hor gördüğümüz bu yer (!), belki Türkiye gibi arkeoloji cenneti olan bir ülkeden kat ve kat cömert davranışlarda bulunuyor. Tabi ki, herşeyden önce devletin zenginliği...Bu tip bir sanat olayını kendine gelir kapısı olarak algılamaması çok önemli, benim içinse yalan değil, böyle bir zihniyetle yaşamak büyük bir lüks.

Buraya geldiğimizden beridir; " Ya, ne işin var senin Allah aşkına o Arap memleketinde!" diyenlere, bizimkilerin yanına gittiğimde onların kendi kültürlerinden gelen kapalılıklarına " Öcü, ıyyyy! Pis insanlar bunlar!" diye konuşanlara artık acayip ifrit kaptığımı da belirtmek istiyorum. İlk önce, " Bu insanları tanıdın mı ki konuşuyorsun? " demek lazım. Bir sürü üstünkörü bilgi, doldurulma politikası ve deneyimleyenin yanında komik duruma düşülmesi riski, başka hiçbir şey değil!

Bu tip bakış açılarını o memleketlere gidene, o insanların yaşam tarzlarını anlayana kadar bırakmak lazım. Geçen gün yamyamların hayatını konu alan bir belgesel verdiler mesela, o şartlarda, kentlinin kentlisini yaşatma imkanı ancak o şekilde olabilir, yamyam oldukları yoluyla kınanan insanları seyredip, programı yapanın onlar gibi davrandığında keşfettiği hayat felsefesini görünce bırakın iğrenmeyi, saygı duymayı ve gülümsemeyi öğreniyorsunuz. Dolayısıyla, bilmeden konuşmama dersini ben buradan öğreniyorum. Hayatımız devam ettikçe sürekli öğrenmiyor muyuz? Ve başka ülkelerde, farklı kültürlerle yaşamak...Gerçekten insanı çoook değiştiren, bakış açısını tepetaklak eden bir deneyimmiş.

Galeri, evet...Her iki katta da çok değişik tekniklerle yapılmış nice resme ağzımız açık bir şekilde bakakaldık. Tamam, ben de resim yapan, öyle de böyle de olsa malzemeleri tanıyan biriyim ama, yok! Çocukların yaratıcılığı ile o teknikler birleşmiş, nasıl renkler çıkmış ortaya biliyor musunuz? Hakikaten anlatmak az kalıyor.

Chloe'ye hemen neler kullanıldığını anlattım. O'da, ben de gelecek sene resim kursunda kesin karar kıldık. Buranınkine bakacağım, hafta sonu bile olabilir. Çünkü resim yapmak dünyanın en rahatlatıcı faaliyetlerinden biri ve hele de evde kullanmadığımız ya da bilmediğimiz boyalar işin içine girince...Çocuklara sorulan sorular, verilen konular değişince...Of of of! Yeme de yanında yat ürünler :)

Geçen haftalarda aslında Dubai'deki devasa kitapçıya gittiğimizde de görmüştüm, farklı yaratıcı teknikler kullanılarak yapılan resimler...Öyle bir kitap da alabilirim ki evde de bu konuda bir şeyler çıkartılabilir. Kendim bile yağlıboya yapıyordum Antalya'da, boyalarım senelerdir ele alınmamaktan kurudu. Galeride bir anda içim sevinçle doldu renklere karşı. Okulda bizimkiler Van Gough çalışmışlar zaten, yazmış mıydım bilmiyorum, O'nun turunculu çiçekleri vardır hani, ana renkler turuncu ve sarı olan, benim kız eve gelmiş, bir de güzel çalıştı ki suluboyayla...Bir de minicik bir ağızdan Van Gough'un hayatını dinlemek...Valla bambaşka bir zevk oldu benim için :)

Bu arada, sizlerle çok ilginç bir şey paylaşacağım. Resim yapan bir fil, eşim yollamış, seyrettikten sonra o kadar etkilenmiş ki...Tersi mümkün değil, benim gözlerim doldu, sanatı insanlara maletmişiz çünkü ama öyle değil işte! Onun linkini de koyuyorum buraya, imkan olursa seyredin diye.

Cuma günü ise, saat 11 gibi bir anda evde kalmanın zaman kaybı olacağını düşünerekten "Al Mamzar Parkına gidelim." dedim. İyi ki de demişim, harika bir hava vardı, deniz çok güzeldi ve birkaç saat yüzdük diyebilirim. Dubai, içeriye para verilerek girilen yerlerde rahatsız edilme ihtimali düşük. Özellikle herkesin Cuma namazına gittiği sabahlar müthiş! Ne o trafik var yollarda, ne bir şey! Sabah erken kalkılabilirse tabi, bu bazen oldukça zor olabiliyor. Sene boyunca denize girilebilmesi bir de... Tabi ki, hergüne düşen bir eğilim değil benim için ama çok soğuk olmadıkça her zaman bir ilk bahar hali...

Bu arada, ayın 12'sinde Royal Academy öğretmenleri bizim kızlara primary belgesi verebilmek için geldiler. Ufaklık, bale sınavından çıktığında çok mutluydu :) Bunu da tatilde atlatmış olduk.

Yarın, böylelikle 17 günü bulan Paskalya Tatili sona eriyor. Eve gelen ödevleri yaptık, dosyamızı yarın sabaha hazırladık :) Bendeniz, kendime ait olan programıma başlayacağım. Eğer, hava sıcak olmazsa Layla'yı belki yürüyüşe çıkartır, ardından evin gereklerine geçerim.

Bugün köpeğimizin tüylerinin kesilmesi şerefine, salondaki koltuğun kabını çıkartıp yıkayacağım. Yupiii! Bahçedeki ağacın dalları budandı, rüzgardan kendisi kırılmış zaten iyi ki kimsenin kafasını yarmadı. Her yıl, senenin bu dönemi yaşanan bir durum. Benimki çıktı, aldı eline testereyi heryeri düzeltti, yarın o kadar ağaç dalı, koca koca şekilde bahçeden çıkarılacak.

Benim bilgisayarda yazdıklarımın düzenlenmesi, kayıt edilmesi ve yedeklenmesi işi var. Boş odaların kesinlikle elden geçirilmesi gerekiyor. Kışlıklar yerine girecek. Bu da yıkanması gereken bir tonun daha ortaya gelmesi demek...

Kızamıkçık aşısı ile ilgili hala bir bilgi gelmedi. Smear testi yaptırdım, onun sonucu için doktoru aramalıyım. En son gittiğimde jinekoloğum koskoca bir yumurtam (!) olduğunu söyledi. CMV için enfeksiyonu geçirecek haplar verildi, iki haftaya yayılan kanamadan ötürü mantar için ilaç yazıldı. Bu hafta hepsi bitti, umarım yine normal düzene girilir.

Ha, bir de şu fotoların bilgisayara aktarılması lazım, şimdi onu halledeyim bari :(

10 Nisan 2008 Perşembe

Bugün

Yani, diyorum ya neyin ne zaman geleceği hiç belli olmuyor diye. Haftalar önce ufaklığın Anna'lara gidişi planlanmıştı bu akşam için. Herşeyi hazırladım, bir çay içmeye, kendimi bile hale yola koydum. Dışarı çıkıldı. Honda'nın anahtarını çevirdim. Tık yok!

Şimdi bizimki burnundan buharlar çıkartarak arabanın durumuna bakıyor. Güya, dışarı çıkılacak, felekten bir gece çalınacaktı. Ne oldu? Bombok!!!

Catherine toplamış kızları, parka gidiyorlar, arabayla kapıya kadar kurtarma operasyonu yaptı kadıncağız. Hem çalışıyor, hem yaş 44 ama inanılmaz bir istek var, çocukları mutlu olsun yeter ki! Natasha'yı da aldılar bu gece için. Bir de evde var zaten iki kız. Oldu, çocuk sayısı dört!

Sabah, ilk defa yeni aldığımız makinanın halı yıkama aparatını kullandım. Muhteşem! Aparatın ucuna hani kadınlar gelir de fırça yaparlar ya aynen öyle bir bölüm koymuşlar, arka taraftan bir fıskiye, ileri doğru götürünce fıskiye otomatik olarak çalışıp gerektiği kadar su fışkırtıyor, geriye gidildiğinde ön bölümden içeriye çekiyor. İleri geri diye valla iki halı belki en fazla onbeş dakikada bitmiştir. Mucize gibi...Ve hiç bir vakumlama zorlama yok. İçine konulan sıvı temizleyici zaten makinaya ait.

Acaba arabanın nesi var? Offfff! Nefret ediyorum ekstra giderlerden. Umarım, motorda falan bir durum yoktur, valla neredeyse nazara inanacağım, at nalı gibi bir nazarlık alıp arabanın bir tarafından sallandırsam mı diye düşünüyorum ama kendi nazarımdır bu benim. Geçen gün arabanın direksiyonunu okşarken yakaladım kendimi, iyi mi? Çok seviyorum ne yapayım? Hayatımda bu kadar güzel kullanışlı, sağlam bir şeye sahip olmamıştım.

Bakayım da neler oluyor anlayayım bari...Şimdi baktım, pilin içi kurumuş dedi benimki. Şimdi üzerindeki seri numarasından bakıp alacak. " Umarım sorun budur!" dedi sevimsizce. Ve bence de tabi ki!

Bu erkeklerde bizlerde olduğu kadar hormonal oynamalar, adet öncesi sendromları, hamilelik durumları falan olsa akıllarını kaçırırlar, bizlere de kaçırttırırlar. Dünya üzerindeki bütün kadınlarla konuş, ki ben burada bin ırktan, bin insandan bahsediyorum, hepsinde aynı görüş var. Erkekler bir konuya odaklanabiliyorlar. Yalnızca bir.

Sorun mu oldu? Tamam, dünya ona odaklı, bir kitap mı okunuyor, yalnızca o. Aynı anda telefon çaldı mesela, olmaz mı olur, tamam herşey alt üst oldu! Uyunurken uyandırılmak, uykusuz kalmak boğulma tehlikesi atlatmanıza sebep olabilir.

Şimdi aynı benimki işte, dışarı çıkıyor, bir sinir, bir asabiyet, içeri giriyor, dosyalara bakılıyor, bir lafı diğerinin üzerine söylemeye kalk, gitti!!

Babamdan alışkınım buna. O da iş yaparken kesinlikle yanına yaklaşırmazdı, ne asabi, ne acayip adam derdik, annemi, sonra da diğer eşini " Aman bir şey söyleme!" diye geri tutmaya çalışırdım ben. O stresi hatırlıyorum da...Tabi, bunun bir dünya kuralı olduğunu ve benzerlikleri bu yaşlarımda ancak anlayacağım aklıma gelmezdi.

Böyle durumlarda, olan olayın ve stresin sizlerden kaynaklanmadığını düşünerek derin bir nefes almak işin en iyi tarafı olsa gerek. Ama siz günün birinde aynen, hatta kendi sağlık durumunuzla bile ilgili aynı tepkileri verin, evde sinir estirin bakın bakalım neler oluyor? Tansiyon anında yükselir, bir bakarsınız yine her zamanki gibi kadın kısmı alttan alıp, olayı açıklama moduna gelmiş. Çünkü erkek kısmının strese dayanıklılığı da düşük. Acaba, bu adam benimle yaşaya yaşaya mı bu hale geldi? Bir de en deli olduğum nedir, ne zaman bizim ülkelere gitsek hep aynı yorum; " Bu senin eşin var ya, lokum lokum!" Hiç de öyle değil!

İki sene önce kendime aldığım kapri, kalçamdan bile zor geçti :( Hamile halime göre daha inik bir tipim olsa da demek ki eskiye göre çok daha kilolu, hatta bir beden büyük bir haldeyim. Alt tarafı üç sene önce zayıflama döngüsüne girdiğimde benimkinin arkadaşlarından, beni eskiden tanıyanlardan bir ortak arkadaşımız " Söyle evin kedisine daha fazla zayıflamasın." diye haber göndermiş ama ben kendi adıma hakikaten şu pantalonlarımı giydiğimde sıkıştırılmadığım hissini yaşadığım zaman acayip mutlu oluyorum. Yemek yemediğimde kendimi çok iyi hissediyorum. Bir de spora başlayabilsem...

Neyse önümüzdeki haftalarda herşey düzelsin, kendine gelsin o zaman yürüyüş bandıma da çıkacağım. Günde yarım saat bile yapsam eğimli olduğu için acayip ter atılıyor.

Benimki bir hışımla dışarı çıktı, pil almaya gidildi. Akşam ne yapacağız diye hiiiç konuşmadık bile. Ben de gidip üzerimi değiştireyim, rahat bir şeylerimi giyeyim bari. Ufaklığın evde olmaması hissi yabancı ve hoş değil.

" Assassin Creed" 'a de başladım tekrardan, hamileyken bu tip şeylere bakamıyordum bile. Önümüzdeki ay ufaklığın doğumgünü ve bloğumun da öyle :) İkisini aynı anda başlatmıştım.

Köpeği çıkarayım bari...

9 Nisan 2008 Çarşamba

CMV ve Suskunluklarımız.

Geçen hafta, kızamıkçık aşısını bulamadığımdan ve kanamanın devam edişi ile ilgili olarak doktorumu aradım. Yanıtı hemşiresi verdi. O sırada hastası varmış, tekrar O beni aradı :) İyiye işaret.

Kanamanın 15 gün devam etmesi normal sayılıyormuş. Valla yarın Perşembe ve benim halen devam...Sıkıcı. Öyle koyun boğazlarmış gibi değil ama az da değil. ( Mesela şu kanama denilen şey, başımıza gelmeden bilmiyoruz, kanama dediler mi şaldır şuldur kan mı gelecek? Rengi ne olacak? Kahverengi olan, akıntının tarzı değişmiş hali bile alarm, hemen doktorunuzu arayın!!! )

"Sebebini bulduk." dedi doktor Habab, " Kanınızda bir virüs çıktı." Haydaaaa! Bir bu eksikti derken " Endişelenmeyin, bu bir kere vücuda girdi mi bu şekilde antikorunu üreten bir virüstür." Aşısı yokmuş :(

Virüsün adı CMV, bir diğer adıyla Cytomegalovirüs. Amerikan istatistikleri ve şartlarına göre %85'e varan oranlarda 40'lı yaşlara gelene kadar karşılaşılan, normal olan birinde soğuk algınlığı tarzı semptomlar gösteren bir virüsmüş. İşin acıklı yanı şu; eğer benim gibi vücut bu virüsle hiç karşılaşmadıysa ( değerlere bakarak anlaşılıyor ) ve hamileyse vücuda girme yüzdesi %1 bile değil!

Eğer, daha önceden kapılmış olan virüs vücuttaki uykusundan bir şekilde savunma mekanizması çöktüğü için reaktive oluyorsa bunu yaşama riski ise %1 ve %4 arası!!!

Sevindim, karı koca ikimizden birinin yumurtası ya da sperminin kalite düşüklüğünden kaynaklanan bir durum değil. Yani bu ölüm kromozom ve DNA'daki bir sakatlıktan kaynaklanmadı bu, bir. İkincisi, kızamıkçık hastalığına karşı olan direncimin sıfır olması. Hem, zamanında aşı olmamışım ( bak sen şu işe! ) hem de vücuda öyle bir mikrop girmemiş, sonuç sıfır.

Ama eğer hamileliğimin belli bir noktasında kızamıkçık ile karşılaşsaydım...Düşünemiyorum bile. Sakatlıkların sayısı bayağı bir fazla olacaktı. Yani, belki bu virüse yakalanıp kalbi duran bebeğim beni ve kendini ilerde olabilecek çok daha kötü şeylerden kurtarmış oldu.

CMV virüsü ile ilgili ilk karşılaşmada annelerin %40'ı bebeklerine bu virüsü geçirebiliyorlarmış. İlk, üç ayda bu şekilde ölüme götüren bir durum, diğer aylarda yani anneden bebeğe savunma mekanizması oluşturuldukça bir sürü sekelle karşılaşma olasılığı...

Bütün bu detayları neden mi yazıyorum? Çok açık! Hepimizin hamile kalmadan önce yaptırmamız gereken aşıları varsa yaptırmamız, öyle eskilerin söylediği gibi " Doğum da hamilelik de çok doğal bir şeydir, bak analarımız nasıl da tarlada doğum yapıyorlar, bebeği arkalarına bağlayıp, bebeğin bağını kör makasla kesiyorlardı." gibi dolduruşlara asla gelmememiz gerekliliği.

O zamanlarda kadın ölümlerinin baş sebebinin doğum olduğunu unutuyor muyuz acaba? Zavallı savaşçılar gibi hem ırgat statüsünde çalışılacak, hem etinden, hem sütünden yararlanılacak! Şimdi de farklı bir versiyon, belki daha önceden yazdım hatırlamıyorum ama alın işte burada çalışan ve hamile olan kadınların hepsinin doğum hikayesi aynı, son güne kadar çalışmak ve aynı gece doğum yapmak falan...Allah'ım sen beni koru!

Ben ki kendimi gerçekten birinci hamilelik ve doğumdan ötürü tecrübeli sayardım. Hayır, değilmişim! Yine aklımın arka kısmındaki cahil taraf kazandı ve önceki salak doktora sinirlenip bedenim ve bebeğim üzerinde oyun oynadım.

Bizler, yaşadığımız ve çoğunlukla utançtan aktarılmayan, hep geri plandaki seslere yenik düşen tarafımızla sağlığımıza oynuyoruz. Bu, kadınların hamilelik, doğum ve orgazm sektörü için kesinlikle geçerli.

Bol bol paylaşalım, yazalım, hayatımızda neler oluyor, birbirimizi uyaralım ki ne kadar bilgilenirsek o kadar az riskle karşılaşırız.

7 Nisan 2008 Pazartesi

Paskalya Tatili

Geçen hafta, perşembe gününden 17 günlük Paskalya tatili başladı. Aslında " Ne alakası var?", " Neden? ", " Zaten Easter bitmemiş miydi?" tartışmaları yapıla dursun, tatiller genelde eğitim programı gibi İngiltere'den geldiği için uygulandı. Dolayısıyla, kızımla ben şu iki hafta için evdeyiz.

Evde olmamız demek mantar gibi yaşıyoruz anlamına gelmiyor tabi ki. Hele de Arap Emirlikleri'nde yaşayanlar bunu çok iyi bilirler, burada çocuklara odaklı inanılmaz bir dünya yapılandırılmıştır. Ha, elbette ki bu ne derece geliştiklerinin bir göstergesi değildir. Çünkü dünya üzerindeki gelişmişlik kriterleri çok farklı.

Mesela, burada yaşanan ve kafa karıştıran en önemli şey, her megamall'a, gittiğiniz aşağı yukarı heryere çocuklar için geliştirilmiş oyun alanlarının serpiştirilmiş olması, değil mi? Tamam, ne güzel derken, trafikte saatte 150 klm yapan insanların araçlarının içinden kafasını beline kadar dışarıya uzatmış çocuklar görürsünüz.

Genelde, bebekler kucakta taşınır, daha büyümüşler ise arabanın arka kısmına sepet gibi konulur ama dediğim gibi o çocuğun ( ya da muhtemelen birden fazladır ) çocukların herbiri bir yerdedir. Birisi, ön mahal koltuğa uzanmıştır ya da arka bagajı büyük bir dört çekerse araç, arkaya atlayıp öne geçme oyunları çok görülür. Bu yalnızca Araplar'da görülen bir durum değil, burada yaşayan yine eğitim düzeyi farklı olan insanlarda da oluyor. Yani, yalnızca Araplar'dan bahsetmiyorum.

Bana göre tamam, gidilen yerlerde çocuk eğlensin, bizim Tarabya'da bile dağıtılmış, kırılmış, ağzı burnuna getirilmiş ( gecekondu kesimi ve zengin ahalinin bir arada yaşama savaşı hep oyun parklarında kendini gösterir ) parklar olmasın elbet ama toplu taşıma araçları, şehir planlamacılığında ve otobüslerde çocuklu, yaşlı ve sakatlara verilen değer, trafik kuralları ve buna uyumu sağlayan otokontrol gibi kurallar ve bunların uygulanışı bana esas bir toplumun ne kadar geliştiğini gösterir.

Ben, bebekli hayat yaşamadım İngiltere'de ama yıllar önce anneme gidiyorum İstanbul'dan, yanıma bebeğiyle bir bayan bindi. Uzun otobüs yolculuğu yapacağız, Şişli'den Kartal'a geçiş..."Allah yandık!" falan desem de içimden baktım, hem bebek çok uyumlu, hem de anneyle konuşmaya başladık.

İngiltere'den gelmişler de, kadın oradaki ve Türkiye'deki bebekli halini karşılaştırmaya başladı. Şaşırmadım. Bebekli olanlar için taşıtların giriş ve çıkışlarından, arkada bebek arabası konulacak yerlerin varlığından, yola çıkıldığında kaldırımların dizaynından ki o sırada ben bebek arabasıyla yürüyüşe dahi çıkmaya cesaret edemezdim bizim son kaldığımız mekanda. Bizim oralar dediğim de dağ başı falan değil dikkatinizi çekerim, Tarabya!!!

Bir de, Türkiye'de nasıl da otobüslerde çocuklu ve yaşlılara yer verilmediğini anlattı. Çok tuhafına gitmiş çünkü İngiltere'de ne zaman bebeğiyle otobüse binse hemen birisi kalkıp yerini hanıma verirmiş. Hah! Şimdi hatırladım aslında konumuz bu noktadan başlamıştı çünkü benim yanımda oturan adamı resmen zorla kaldırdı bebeğiyle. Herifin hiiiç umurunda bile değildi çünkü. Allah'tan kadın bunu yapınca ters bir laf etmedi çünkü ben öyle bir olayla da karşılaştım. Şahsen, içinde olarak. Onu da yazarım bir gün, aslında yazacağım diyip atladığım konular oluyor biliyorum ama eskidikçe yerine yeniler geliyor.

Neyse...Perşembe günü büyük bir hıyarlıkla, eve gelen haftalık okul gazetesinin arkasında yazanı da kaçırarak, ufaklığı okuldan bir saat geç almış bulundum. Hayatımda çocuk bekletenleri hele de uzun saatlere yayanları hiç affetmedim ve bir anda kendimi o noktada buldum. Ufaklık, bana telefon eden öğretmeninin yanında resim yapıyordu, okulda bir tek O kalmıştı, öğretmenle beraber, iyi mi?! Diyorum ya, an geliyor kendimi parçalasam yeridir.

Bizimki sakince beklemiş, ben de zaten kapının eşiğinde normal saatlerinde çıkacaklar diye çantamı almıştım ki bir de sürekli unuttuğum cep içerden çalmaya başladı. Eğer, yine unutsam kalacak! Perşembe Paskalya Tatili başlıyor diye normalde 13:00 de biten okul 12:00 de bitmiş!!! Böyle değişikliklere de tilt oluyorum aslında. Perşembe'den her zaman için yarım saat erkenden çıkarlar, onu unutmamak lazım ama büyük tatillere girerken bu geri alınış bir saati buluyor. Ne gereği varsa?!

Beraber Kentucky'ye gittik. Hem bize yakın, hem maaş elimde, hem de bu azami salakça hareketimi düzeltmek için. Yer, arabayla hemen beş dakika uzakta ama gel gör arabayı koyacak yer yok, hadi ta karşıya geç orada bir yere park et ve yürüyerek, en tehlikelisi de karşıdan karşıya geçerek ulaşacağın yere ulaş! Trafikde gidilecek en kolay mesafenin bile bu hale gelmesi çok sinir bozucu.

Bu Cumartesi ayın 12'sinde Royal Academy'den bale sınavına geliyorlar. Çocuklar baleye başladıktan bir süre sonra bu minimum bir yıl ilk aşama için sınava giriyor, sonra geliştirdikçe uluslararası sertifikalarını alabilecek boyuta geliyorlar. Olursa olur, olmazsa olmaz ama madem bir şeye başlanmış, gidilip de sınav zamanı bunların öğrenildiği belgelenecek bir noktada " Yok sınava girmesin" demek de saçma. Zaten çocuklarda öyle klasik bir sınav stresi falan da yok. Ne öğrendilerse ellerinden gelenin en iyisini yapıp bırakacaklarını biliyorlar.

Ayın beşinde sınav öncesi hazırlık için öğretmenleri çağırdı. 15:30-15:00 arası. Ben alışveriş yapmak için Spinneys'e gittim. Seyretmek için de bir film kiraladım. Woody Allan'ın yenilerinden olsa gerek. Benimki, arabasını servise götürdü. İki tekerlek değişmiş.

Pazar günü eşime aldığımız ve küçük gelen t shirt'ü değiştirmek için City Center'a gittik. Mega Mall'un içinde çocuklara özel saç kesim yeri var, orada Chloe'nin saçlarını kestirdik. Ardından ufaklığa ayakkabı lazımdı yaz için rahat ve açık, onu bulduk. Yakınlaşan doğumgünü için pazar araştırması yaptık beraber. Yine oyun alanında bu sefer elimde yıllardır duran kartı doldurup 10 dirhemlik oyunlardan oynadık ve ticket kazandık :) Onu da bir silgiye ve kaleme yatırdık :)

Pazartesi ie herşey bir araya geldi. Anna'yı bize çağırmıştım, sonra yüzme dersini hatırlayıp 12:30-15:00 arası bizde olabileceğini benim götürüp bırakacağımı söyledim. Sabah saat 10:00 da menenjit aşısı ve diğer aşı kartımızı göstermek için doktora gittik. Aşılardan Hib olanını olmuş benim kız ama diğer iki versiyon kalmış, onları da bale sebebiyle haftaya ve bir sonraki aya erteledi. İkisi bir arada yapılmıyormuş.

Eve geldik, yemek yendi ve Anna'ya çıkıldı. Tekrar eve ve 15:00 de tekrar çıkış, bu sefer yüzme. Gittiğimiz klüp genelde okul velilerinin yoğun kullandığı bir yer ama o kadar boştu ki iki seferdir bayağı bir keyif aldık. Eve geliş, tuvalete, hadi oradan Spinneys'e hem filmi verdik, hem biraz yiyecek alışverişi hem de ufaklığa film kiraladık.

Bugün saat dörtte tekrar bale var. Çarşamba veya Perşembe günü piyanistle son prova ve sınav. Önümüzdeki hafta Salı günü ufaklık aşı için doktora götürülecek. Bu Cumartesi ben kendi randevuma.

Kanama hala devam. Can sıkıcı...Ama sınır 15 günmüş, o yüzden 15 gün sonra görmek istemiş zaten. Aynı gün bale sınavı öğleden sonra. Pazar günü ise ufaklığı dişçiye götüreceğim. Ön dişlerine takılması gerekebilir diye.

Laila'nın tüylerinin kesimi var bir de. Ayın 19'u Cumartesi randevuyu ayarladım. Sabah 10:00, yoksa o yola öğleden sonra falan çıkılmaz insan kafayı yer trafikte.

Evin temizliği, yemek yapımı, kendi bakımım hepsi rafa kalktı ama şimdi ufaklığa kiraladığımız Ratatouille'i izlerken ütüleri kaldırayım diyorum. Dün pizza aldım dışardan, dandik olsa da ekstra peynir ekleyip yenilebilir hale getirdim.

Herşeyi eksiksiz yapmaya çalışmak denize yazı yazmak gibi...

2 Nisan 2008 Çarşamba

Karşılaştırmalar

İlginç...Gerçekten de ilginç çünkü ilk, 24 yaşında kürtaj oldum ben. Planlı değildi, eve geldiğimde ağladım, zırladım, kendimi kötü hissettim ama o kadar! Giderken olaya hafif bir mide bulantısı eşlik ediyordu, dönüşte minibüse mi ne yürürken ise hiç!

Şimdi düşündüğümde psikolojik olarak şunu görüyorum; O bebeği ben istemedim, eşim sordu " İstiyorsan yaparız, hiç sorun yok." demesine rağmen hem kendimi çok genç hissediyordum, hem anne manne olacak hiçbir maneviyata sahip değildim, hem iş yaşantımın başındaydım, hem de ilişkimiz çok yeniydi. Daha neler yapacaktık, nereleri gezecektik canım biz?!

Kürtajdan sonraki ilk adet kanaması çok fena geldi. Çalışıyordum ya, işle ev arasında bayağı bir mesafe vardı, nasıl bir şey olduysa adetin bir ara idrar gibi geldiğini hatırlıyorum, kalktığımda minibüsün arka koltuğu silme vaziyetteydi, elimdeki hırka mı ceket mi neyse, belime bağladığım gibi büyük bir korkuyla eve kadar yürümüştüm :( Sonra herşey normale döndü, doktora salak köylü kızı pskolojisinde gitmedim tabi ki yine. Zaman oldu, devran döndü.

Şimdiki kürtaja gelelim...Hastaneye yatış, bir gece kalış, bugün antibiyotikler bitti ama dün akşam bilgisayarın başındayken bir mide bulantısı ve terleme geldi gitti. Haydaaa! Ameliyat sonrasında spazm gibi gelen ağrı ama nasıl, bir saplanıyor bir çıkıyor. Hatta olayın ikinci günü sabah ağrı kesici almamıştım da "Hadi yine başlayayım" dedim. Akşam ağrı kesicinin prespektüsüne bakıldı ve yan etkisi olarak gördük, mide bulnatısı, karın ağrısı ve bugün hiç yanına bile yanaşmadım, "Eğer," dedim kendi kendime "Dayanılmaz bir ağrım olursa yine hastaneye giderim." ne yapayım? Ağrı öyle sürekli orada da değil, gelip gidiyor şeklindeydi. O yüzden, onu da atlattım. Ağır antibiyotikler zaten malum...

Ama bu kullandığım iki antibiyotik ve ağrı kesici dönemince kendimi çok yorgun hissettim bu, bir. Zaman zaman bağırsaklarım bozuldu, kanama hala adetin üçüncü günüymüşçesine devam ediyor ki ilkinde olmamıştı böyle bir şey bu da, iki.

Ve çok daha ilginç bir durum da, bir şey akciğerlerime baskı yapıyor. Sanki sekiz aylık hamileyim de, yukarı yukarı bir itilme hissi hakim. Ne yaptılar, içeriyi ittirip kaktırdılar da ben onu mu hissediyorum hala bilmiyorum.

Dün akşam, fetus ölümleri ve kürtaja bakmak için internete girdim. Bundan sonra tıbbi olayların hiçbiri ile ilgili okumayacağım, ona karar verdim. Doktorların insanlara görüşlerini açıklarken niye en berbatına hazırladıklarını da şimdi anlıyorum. Alternatifleri, basit bir kürtajın bile aslında vücut için ne anlamda travma olduğunu anlamak için kahin olmaya gerek yok. Hele, you tube'un kürtaj videoları var fakat onlara hiç bakmadım tabi :( İnsan bir sivrisinek öldürüyor da geceden beslenmişse nasıl kan çıkıyor hayvandan, böyle bir olayı " Çok kanlı, vahşet!!" diye vermelerini çok ama çok itici buldum.

Benim kanaatime göre bu, istenen ve herşeyin onuncu haftasına kadar çok iyi gittiği bir bebek olduğu içindir ki, duygusuz olamadım ve hemen kendimi toparlayacak gücü bulamadım kendimde. Gerek bedenen, gerekse ruhen daha bir yorgun hissettim. Tabi ki araya zaman girdikçe düzelecek, tekrar ışık yanacak, en azından çaba olacak ama hayatta bilmeliyiz ki, planlar her zaman olmuyor. Bedenin yapması gereken şey, bu yenidoğana sağlıklı bir vücut verebilmek, ilk aşamada bu!

Dün akşama doğru ise kapı çalındı, işyerinden bir arkadaşımız kapıda, elinde kocaman, benim nişanımda aldığım çiçekle aynı büyüklükte bir buketle bize çok hoş bir süpriz yaptı. Buketin üzerindeki kartta şunlar yazılıydı " Seni düşünüyoruz ve biran evvel iyileşmeni bekliyoruz, sevgilerimizle"
İyi ve nazik insan heryerde var, bunu bilmek lazım. Hele de farklı ülkelerden insanlarla birarada yaşayanlar olarak bizler bunu en yakından görüyoruz. Keşke dünyada politika, herşey bu iyi insanlar tarafından yönetilse...