28 Aralık 2012 Cuma

Döngü

Hesap ettim, biz kadın milletinin her ay elinde toplam 13 günü var normal akılla dolaştığı.

Neden?

Her 21 günde bir adet görmüyor muyuz? Tamam. Kaç gün? 5...

Adet görmeden önce alıyor mu bir sinir, stres, hüzün, manyaklık, sepekleklik ortalığı? Alıyor. O kaç gün? Bir hafta ve bazen söylemeye utanıyorum ama on gün. (Evet o ha ama öyle, ne yapalım? Bir dinleyin bakalım kendinizi, öyle sakarlıkları aaa tansiyonum düştü, yorulmuşum olarak algılıyoruz ki şaşarsınız, bu hani ünlenmiş  erkeklerin kadın milletini anlamak imkansızdır efsanesi de bu dönemlere gelen olaylardan derlenmiştir, merak etmeyin biz de o dönemlerde kendimize ifrit olmaktayız.)

Daha önce bu adet semptomlarını listelemiştim 25 ile 30 arası bir rakkamı bulmuştu ama yine de yazmak istedim, kadın kadına konuşmak tartışmak adına...Ben türümün son örneği miyim sorusunu sormak babında.

Mesela size de oluyor mu bu?

Bir gün diyorum ki,

"Bu sene tek başıma bir yere gitmek istiyorum, anne ya da eş olmak değil, öylesine kendim olmak..."

Sonra duraklıyorum...

"Ya, yalnızca kendim olmak dedim ama...Yok kendim kendime de olmak istemiyorum, başka bir kimliğe girip kalp çarpıntısı yaşamak istiyorum, tekrar aşık olmak, aşk duygusundan lokmalarımı yutamamak istiyorum..."

Duraklıyorum...

" Ama onu yaparsam, gulp!..." Tabi beni beğenenler de sıraya girmiş bekliyorlar o sırada ya da fantazilerimde tapınıyorlar falan :))) (Ya karışmayın hayal kuruyoruz şurada, hep erkeklere yok huri!)

Hemen çocuklarımın fotoğrafları, eşimin sırıtık en sevimli halleri geliyor aklıma...

Düşünüyorum sonra bir hüzün!

" Yok yapamam!"

" Anneme gitsem?"..." Aman!!!" diyor içimden bir ses "Ne heyecanlı!!" Benimle dalga geçiyor, hayatının tatilini annesinde geçirme planları kuran sevgili iki çocuk annesi ve eş, hihihiiiiiiii! Amma komiksin!

"Iyyyy geriye yine kayınvalidenin yolları taştan mı göründü ne?!"

Alıyor mu beni bir sinir...

Tatil geldi hop! buradan sekiz saatlik, kapıdan kapıya taşıtlarla beklemelerle, bavulları alıp sürüklemeler ve iki çocukla 13 saate varan bir yol. Anasının dingili bir uçak parası, bir de kollarını iki yana açıp da "Sana ne yemek yapim?!" diyen birinden ziyade " Oğlumun uykuya dinlenmeye ihtiyacı var, mümkünse çocuklarını da al çekil" diyen bir zihniyet.

Oradan çık haydaa koş! Türkiye! Oldu mu uçak parası katlamaca?! Peki orada seni neler bekliyor? Ağrılar, sızılar, dolmalar, aile dramaları, simit ve poğaça, sokakta oynayabilen çocuklar, kızının deli olduğu kediler...

Peki ben nerdeyim? Ben ne kadar sevildim? Ne derece tamir edildim? Ne kadar kendime gelebildim ya da dinlenebildim? E peki ben tatilde değil miyim?!!!!

Hep yorgun, hep bezgin, hep anne, herdaim evlat, hep kadın ve eş. Herkese görevler, herkesin beklentileri...

Film bir anlık kopacak ya da sahip olduğum herşey (yanlış anlaşılmasın onlar benim varlığımın sebepleri, alın terim, beni ben yapan, anne edenler, onları kaybetmeyeceğim) donacak, herkes olduğu yerde kalacak, zaman duracak...

Ve ben farklı bir mekana süzülerek geçeceğim, "an" ı yaşayacağım, üzerimde uçuşan bir kırmızı elbise, saçlarım upuzun ve tam istediğim bal rengi ama ha, kesinlikle bir gıdım yağ yok ve boyum daha uzun, balkon, rüzgar, içki ve kalp çarpıntısı...

Orta yaş bunalımını dibine kadar anlıyorum desem?

O, kafadan sakat olarak değerlendirdiğim, zamanında yaşlı ve çirkin, yaşına da hiç yakışmıyor ama aaaaa diye karaladığım tüm kadınlar var ya? Hah! İşte onların hepsi gulli gelin olmuş, sıraya girmiş şekilde karşımda durup; "Yaaa nasılmış gördün mü ananın örekesini?!" diyor şu anda. Hepsini alnından öpüp kucaklıyorum. Kader arkadaşlarım benim, canlarımmmm, yoldaşlarımmmm!!!

Bu içine ettiğimin döngüsünde yine bu hayalleri kur, git, ver elini kayınvalidenin evi, ver diğer elini annenin evi, eve dön ve okul ve iş ve alışveriş ve yemek ve ütü ve...

Ben nerdeyim?

Siz nerdesiniz?

Tek başına bir kadın kaldı mı geri?

Bizden anneliği, eşliği, ev kadınlığını çıkardığınızda geriye kalan BEN nerede?

O'nu üzmeyeyim, bunu kırmayayım derken işte o nokta, bir daha kimsenin rüyalarını süsleyemeyeceksiniz, kimsenin kalbini yerinden oynatamayacaksınız, bir kere daha dönülüp bakılmayacaksınız...

Sayın bok yoluna gider yolcuları, orta yaş krizine hoş geldiniz :)

19 Aralık 2012 Çarşamba

Nasıl Oluyor da Oluyor?

Hakikaten şahsına münhasır memleketimin emlakçısını yazmadan edemedim, zira çok uzun zamandır gözlemlediğim bir durumdu, dile getirmek bu gece itibarıyla şart oldu.

Şu aralar sıklıkla ev bakmaktayım, genelde alacağım ürünlerde aptallık yapmam, çok araştırırım, sabırlı davranırım, acayip dolaşırım, fiyat ve kalite karşılaştırırım, bu şartlar altında kolay da kazık yemem.

Hadi bizler öylesine, sen ben şeklinde tüketici iken bunları yapabilir noktaya geliyoruz da siz bu işten para kazanan spunch bob square pants takımı nasıl oluyor da aşağıda örneklerini koyduğum fotoğraflarla ev pazarlamaya soyunuyorsunuz anlamak imkansız.

Fotoğraflara bakılınca zaten kelimeler kifayetsiz kalıyor değil mi?! Bunlar vallahi şimdi hemen elimin altına gelenler, daha o kadar komikleriyle karşılaştım ki...

Bu yazıyı okuyan sevgili emlakçı kardeşlerim;

Elin insanı ev pazarlarken o eve fotoğraf çekeceği haberini vererek gider, bu bir, yani önceden haberli gidildiğinden çıfıtçı çarşısı gibi daireler pek de kolay satılmaz. Bu bilinir de ondan...

Diğer yandan, evin duvarı, iki sandalyesi ya da terlikleri ayakkabıları kapıya konulmuş bir giriş, klozeti açık wc nin yanındaki vileda temizlik bezi falan o evi sattırmaz, hatta ardına bakmadan kaçılmasına sebep olur.  Fotoğraflara çocuklar, bebeler eşlik etmez (bazı evlerin çocukları girmiş fotoya yahu!) Evlerin bulundukları yerlerin haritada belirlenmesi tüketiciye kolaylık sağlar (bilirsiniz hani işte google'ın harita servisi falan diye bir şey var hani?)

Hah, şimdi de günün şakası şeklinde sergilenebilecek ev pazarlama fotoğraflarından bazıları, tutamam kendimi koyacam :))

Ciddi bir çalışma, kiriş kolon birleşimi süper bir detayla gözler önüne serilmiş, bu dairenin bana göre hiç şansı yok kesin gitti :)))

Gözlerin kontrolü cidden şart.

Koltuk takımını satıyor olabilir mi? :P

Hımmm! Çok güzel bir kombi, bu evi kesin satın almalıyım :)

16 Kasım 2012 Cuma

Nicola...

Yaşam akıp giderken en tuhaf karşıladığım olay bir gün birisiyle merhabalaşırken ya da yıllarını geçirmişken bir diğer dakika hayatından hiç görmeyeceğin şekilde çıkıp gitmesi...

Bu bir arkadaşken ya da bir veli bu kadar etkileniliyorsa, o insanın evladı ya da eşi olmak nasıl bir duygudur? Nasıl tamiri imkansız bir boşluk bırakır ardında? Ben kendi bebeklerimden birini yitirdim ölümün nasıl bir boşluk bıraktığını bilirim ama insanlar birbirleriyle zaman geçirdikçe herşeyin nasıl derinleştiğini de...

Nicola'yı büyük kızım okula başladığından beridir tanırım. İlk önce yaşıt çocuklarımızı okula götürüp onlarla ilk üç yıl kadar beklerken...Sonra okulun her türlü aktivitesinde boy gösterirken, derken elinde kolunda dosyalarla okulun resim klübünde ders verirken, bazen de kızardım her ders çıkışında kremalı biküvi vermesi mesela, upuzun siyah saçları, pek tarzını değiştirmeden giydiği siyah pantalon ceket takımı, güldüğünde bembeyaz dişleri ve hatta ses tonu...

Bir gün ufaklık yeni doğmuş arabada uyuyor diye klimalar açık araba kilitli ama koşturarak bir numarayı almaya gittiğimde "Sen bana telefon et, gelemiyorsan ben getiririm." diyişi...

Bugsy Malone'u çocuklar gösterime koydukları akşam dekoru hazırladığı için ve oğlunun oynadığı rolden gururlu, ellerinde çiçek demetini tutuşu, ışıl ışıl gülüşü...

Bu sabah bilgisayarı ilk açtığımda okulun Communicator'u geldi ekrana, kelimeler Mrs..., acı kaybı, ani ölümü....Nasıl yani? Yok yanlış okumuş olmalıyım, sonrası boşluk yine :( 

Kızım, Nicola'nın sınıfında yaptığı resimleri indirdi odasından...Ağlaştık, bütün gün gerçeklik duygusu gitti yerine hala yok canım, nasıl, değildir soruları...

Ne demeli bilemiyorum ama her ölenle insanın bir parçası da boşalıp duruyor sanki...

Eğer böyle böyle seksenlerime falan gelirsem bir gün kendim de gitmemek anlamında direneceğimi sanmıyorum.  

6 Kasım 2012 Salı

IELTS Gözlemlerim (1)

Dün itibarıyla IELTS denilen, uluslararası anlamda İngilizce yeterliliğini test eden sistemin kursuna katıldım. Kurs, British Council'de ve altı haftalık bir dönemi kapsayacak. Akşam altıbuçuk, dokuz buçuk...

Bizim memlekette yeni nesil tarafından belki daha iyi tanınıyordur ama ben 72 li, şimdikilerin biraz da eskimiş kuşağı olarak, bizim zamanımızda TOEFL un tanındığını söyleyebilirim. İngiliz İngilizcesi'ne odaklanan test ise IELTS. Açılımı International English Language Testing System.

Kendi alt yapımı anlatırsam belki daha iyi olacak çünkü şunu belirtmek lazım, bir dili ya da mesleği yaşayarak öğrenmek demek kullanılan bilginin içselleştirilmesi anlamına gelir. Bu da demektir ki lisede gördüğüm gramer ağırlıklı İngilizce dışında (yine de işin temelini en güzel şekilde bizlere veren Saliha hanım'cığıma buradan öpücükler yollamalıyım) pek bir İngilizce ağırlık yok. Hani o ana dilinde üniversite eğitimi diye tutturanlar şunu cidden göz ardı ediyorlar, ben İngilizce biliyorum diye bir durum yokkkkk!

Neden? Çünkü eğer ana diliniz İngilizce değilse, bu demektir ki İngilizce'nin hangi kısmını kullanırsanız o bölüme hakim olursunuz. Gerisi güdük kalır. Yani diyelim ki üniversitede size dersleri İngilizce vermeyen bir yere gittiniz, konuşma ve belki yazma, dinleme İngilizceniz iyi olur da meslek İngilizceniz yine eksik kalır. Çünkü her konunun bir de hem kendine göre bir yazışma tekniği hem de kullandığı sözlük kelimeleri dağarcığı vardır.

Bir de beni bir anlamda pesimist baktırtan faktörlerden biri kendi çocuklarımı ana dilleri İngilizce olarak yetiştirirken izlediğim, yıllara yayılan okuma, yazma alışkanlıklarını izlemek. Bir insanın o dili içselleştirmesi, kendini ya da gördüğünü en iyi şekilde ifade edebilmesi için yıllarını o dille yaşaması gerektiği.

Şimdi benim durumumda olan şu, 17 yıldır bu dili konuşa konuşa artık düşünmeden ana dilini konuşur gibi yaşanan bir rahatlık var. Kulağım iyi olduğu için dilin kendi iniş çıkışlarını taklit yeteneğim fazla, gırtlak kullanımım o anlamda şarkı da söyleyebilen biri olduğum için iyi. Yani konuştuğum ortamda hemen sorulan soru şu; "Sizin burada işiniz ne ki?!"

Fakat durum öyle değil. Çünkü İngilizce de konuşma dilinde kullanılan kelimeler ile o dili yazarken kullanılanlar çok farklı, konuşurken yazı dilini kullanırsan uzaydan gelmiş izlenimi yaratırsın mesela ama yazma dilinde konuşur gibi yazarsan o zaman da Cin Ali Topu Attı kıvamında cümleler kurarsın, ötesi yok bu işin.

Kurs, Genel ve Akademik İngilizce olarak ikiye ayrılıyor ve temel dili İngilizce olan bir ülkede iş bulmak durumunda isen ya da gittin okumak istiyorsun, master yapmak...O zaman önüne getirilen test Akademik IELTS...Yani, Akademik IELTS'den iyi not almış birisi zaten Genel IELTS'i havada karada yapar durumu hakim.

Neyse, dün derse girdik, oldukça kalabalık bir sınıf, aşağı yukarı 25 kişi kadar...Bazıları sınava daha önce girmiş, bazıları birden fazlaca girmiş ama bir türlü olmuyor.

Neden? Kurs ipuçlarını veriyor, diyor ki mesela dinleme yapıyorsun (Listening) cevap kağıdına aktarma zamanı geldiğinde bütün harfleri büyük yaz ki baş harfi büyük olup da es geçtiğin cevap olursa yanıt doğru olsa bile yanarsın.

Cevaplama tekniği son derece sert kurallara bağlı.

Doğru duydun, yanlış yazdın (Spelling Mistake) gittin.

Doğru duydun ama araya konacak nokta, çizgi vesaireyi koymadın, yine gitti.

Burada benim dip notum notlandırma olayında sakatlık olduğu, eğer dinleme ölçülüyor ve yazma da başka başlıkta test ediliyor ise yazarken yapılan bir harf hatası ya da baş harfi büyük girmedin gitti mantığı yanlış.

Ama ne olursa olsun böyle ise demek ki yapılacak en önemli işlerden biri yazılışlara azami ölçüde dikkat göstermek. Bunu yapmak için bol bol okumak, belki okurken yanında bir defter olacak hep yazacaksın, bazı kelimeler appropriate gibi mesela kazık olanlardan yazılmalı, birisi okumalı tekrar yazılmalı falan...

IELTS'in tekniği yıllardır belli, ancak verilen okuma parçaları, dinleme ya da yazma konuları üzerine elden geldiğince kelime dağarcığı eklemeli.

Beni görüşmeye alan öğretmenin söylediği şey şu oldu; " Kurs altı saat mi, evde de bir altı saat çalışma öneriyoruz."

Akademik alt yapıdan (kolej, iş yeri şu bu) gelenler için yalnızca bir cilalama kursu olabilir ama benim gibi çıraklıktan gelenler için bir kabusa dönüşme ihtimali yüksek.

Verilen sürelerde sürekli kullanılan bir kelime yazılırken bile " Hımmmm bu böyle miydi yahu?!" gibi durumlar oluyor. Intermediate gibi mesela...Aaaa duyarken ne kadar kolay değil mi? Ya da vegeterian...Çantada keklik ama öyle olmuyor işte.

Sınavda çıkacak bölümler, dakikaları, neye göre nasıl puanlama yapıldığı, nelere dikkat edilmesi gerektiği...

İlk günden bana kalan kazık ise duyduğum bir sürü doğru kelimenin yazılışlarında yaptığım hatalarla (bazılarını öğretmen söylemese hayatta da bilmezdim. Mesela, North West, değil mi? Hayır değil, North-West doğru olan ya da 9:00-9:30 arası doğru yazılış deriz, ona da hayır 9.00-9.30 (ki bu konuda hala kararsızım)

Bir kere son derece soğuk kanlı ve dile hakim olmak gerekiyor, öyle aman kaçtı, kelime neydi, yahu bunlar neden bahsediyorlar falan denirken bütün soruların kaçması korkusu var. Bunun için bol bol alıştırma yapılmalı ama benim için işin kötü tarafı her alıştırmada yeni bir şey öğreniliyor ve işin sonunda gireceğim IELTS (girersem, yerse :() de aynı potada olacak sanki.

Yaş ilerledikçe ezbere boyun eğmek sürekli otomatik reddetme ile karşılaşıyor. Biliyorum öğrenme denilen şey bu değil çünkü. Bu yaptığımız bir sınava ezberle çalışıp geçmek ve sonra orada yazılanlara, okunanlara belki hayat boyunca elveda demek. Bana ne Kafkaslardaki şirketin iniş çıkış hesaplarından sorumlu müdürün genel müdürle yaptığı finansal diyalogdan! Yani zamanında onları da ezber ettik işletme derslerinde ama diyorum ya artık biliyorum ki öğrenmek böyle olmuyor.

Günün özeti saat dokuz buçukta baş ağrısı ile dersten çıkış... Klimaların eksi derecede çalışmasından kemiklerine kadar donarken stres altında bunlar ne diyor yav ay nasıl yazılacaktı hallerini yaşa, ondan sonra kırk üstünden belki 25 ini doğru duysan da yazılışlardan kaybet ve de 12 al skor olarak. Skalaya denkliği dört :(

Gel bir de o başarısızlığı kendine yedireme, leyn sen kaç senedir bu dilin içinde değil misin?! de kendine bir tokat at! 

2 Kasım 2012 Cuma

Köşelerim...

Dikkat ediyorum da hayatımda hep köşelerim olmuş, oraya bir çekilmişim kendi kendime kitabımı okumuşum yazımı yazmışım, eskiden oyuncaklarım olmuş, kokulu silgiler, özel kalemler, not kağıtlarım dolaplarda fakat bir yandan,  insan evinde yaşarken bütün yaşam alanı bana  ait duygusuyla davranıyor ya belki de o sebeple masamı geride bırakalı da yıllar geçmiş fark etmeden.

Aslında tercihim her zaman klasik, masif, üzerinde kendi kütüphanesi, bol çekmeceli bir masadan yana olsa da fiyatına yetişemeyeceğimi düşündüğümden alternatifler, fiyatlar ve detaylar anlamında IKEA'yı pratik bulduğumu söyleyebilirim. Her ürününde aynı kaliteyi tutturduğunu düşünmüyorum ancak koltuk ve masa yaratma alternatifleri sunması açısından oldukça dahiyane oldukları kanısındayım.

Örneğin, birden fazla renk, boyut ve malzemelerle farklı bacakları birleştiriyor ve mekanınıza en uygun masaya sahip oluyorsunuz. Bu, çok akıllıca bir fikir. Birkaç yıldır çocuklarımın ve eşimin paylaştığı çalışma odamızda IKEA'nın kalın ve desenli ama bir o kadar da geniş masasını büyük bir zevkle kullanıyoruz. Temizlemesi çok kolay, çizilme sorunu yok, kullanılan cam çok kalın ve desenli, ayrıca bu tip zeminlerde el yazı yazarken masaya sürtünüp acımıyor (bu masada onu fark ettim de:( )

Neyse, uzunca bir süredir salona kendi köşemi hazırlama projem vardı, çekmeceleri bana it olan bir çalışma masası beni aşırı derecede kendine çekiyordu. Dün gece saat bire kadar oturup saatlerce IKEA'nın online kataloğunda en uygun seçeneği bulmaya çalıştım, öncelikle salonun şeklini değiştirmek gerekiyordu tabi bu sabah aklımda birkaç alternatif (beyaz olacak, köşe olmuyor, kendinden kitaplığı olan oldukça küçük vb...) bir çerçeve ile değişiklikleri yapıp masaya yer açtık.

Online katalogdan o kadar bakmış, elemiş olmama karşın oraya gidip masaları üç boyutlu görmek ve tam doğru büyüklüğü almak oldukça zamanımı yedi ama sonuç benim için oldukça tatmin edici...

Bu köşenin ilk hali 
Bu, cidden yıllar sonra yaşadığım en çocukça sevinçlerden biri oldu, tuhaf...Çünkü masayla kalsam iyi, o köşeyi kafamda nasıl kendime ait bir yer haline getiririm düşüncesi beni aldı götürdü. Yalnız masa olmaz elbet, bunun lambası, mumu, duvara uygulanacak olan mıknatıs pano kombinasyonu, ahşap kalemkutusu setinden, kokulu mumlardan ve mıknatıslı panolardan aldım. Zaman içinde bir köşelik ve iki tane de kitaplık ile olayı noktalamayı düşünüyorum.

Dekorasyon dergilerinden en fazla dikkat ettiğim bayaz mekanlarda renkli objeler durumunu köşemde         de uyguladım. Duvarıma da sticker aldım mesela, siyah, hareketli bir şey...

Bu mutfaktaki köşe 

Şu an mumlarım yanıyor, sağ alt köşede eskilerden sevdiğim fotolar, akrobat masada ve ben bunları yazıyorum.

Evin Kedisi
Bu da son hali :)

Böylelikle evde aklıma koyduğum üçüncü ve en son köşeyi de elemiş oluyorum. Birisi iki numara için merdiven altında yarattığım ortamdı, ikincisi mutfakta salonda yıllardır kullandığım bambunun köşeye yerleştirilmesi ve aydınlatılması oldu. 


Belki 15 yıldan sonra ilk defa kendi köşem ve masamda :)


31 Ekim 2012 Çarşamba

Cadılar Bayramı 2012

Kanımca kutlanan günün hangi millete ya da dine ait olduğu değil de ufaklıklara verdiği duygu çok önemli. Çocuk dünyasında ağır, çok ciddi, anlayamayacakları kadar soyut duyguların yaratılmasından hoşlanmıyorum. Kısa ve öz eğer zevk alıyorlar ise elimden geldiğince onları o ortama katmaya çalışıyorum.

Benimkilere bu yazdığım duyguları Halloween için  yaşatan Kanada'lı Catherine'dir, sağolsun evini her sene bu rutin kutlamanın cennetine çevirir.

Christmas da aynı şekilde, dışarsı 25 derecede olup denize gidilir kıvamda seyretse bile O'nun evinde sanki kar yağarmış gibi bir havayla kutlanır. 

Dolayısıyla, ilk birkaç yıl burun kıvırdığım bu faaliyet artık Catherine'in ortaya koyduğu çabayla bizimkilerin de olaya katıldığı, her sene bir tema seçildiği duruma dönüştü. Bu defa ilk olarak ufaklık da birkaç eve giderken tirck and treat le katıldı :)

Gelelim 2012'nin Halloween macerasına...

İki numara ilk önce yarasa dedi, genelde Carrefour'lar kostümler getirir, en ucuzundan ama gelenler sayıyorum vampir, cadı, kurt adam için korkunç plastik kapalı maske, yüz boyaları ve belki korsan...Öyle özel bir şey yapılacaksa ya terzi peşinde koşacaksın (ki burada bir lafı bin kere anlattığın erkek terziler vardır genelde, kadınlar çok daha azdır ve işleri başlarından açma durumu olsuğundan fiyatları erkek terzilere göre uçlarda dolaşır) ya da kendin uyduracaksın bir şeyler. Buldukların kolay da olsa aynı üniversitede sınava nasıl son gece çalışırsan bir şekilde bu işde de aynı psikoloji olur ve küçümsersin, heyt be bu ne ki ben bunu yarım saatte çıkarırırm derken bir bakarsın ya aldığın malzeme çalışmıyor, ya yarım saat dediğin bir proje almış başını olmuş üç saat! Konunun başını kaçırdık, yarasa oldu kara kedi (gidildi dil dışarda üçbuçuk dört yaşa hiç çalışılmayan bir renk olan siyah tayt ve sweat shirt bulundu) o sırada arkadaşım özel dikilmiş kızının küçülmüş harika bir kıyafetini getirdi ve son aşama...Prenses olundu. Ve evet, yarasanın, kara kediyle, kara kedinin prensesle yakından uzaktan bir alakası yok :) 

Bir numara kurt adam olacağım dedi. Bu birkaç senedir kurt hastalığımız var iyi hoş da ne giyilecek? Maliyeti en düşük şekilde O'nun için çıkılıp yapılan araştırmalarda kurt tüyüne benzer kolszur bir ceket ayarladım, eski  kısa kollu gömleği ve kotu...Kotunu kestim belli yerlerinden bugün (öyle istenildi, asi duruş:)) Spinneys'den takılan cadı tırnaklarından aldım. İnterneti araştırıp yüzü için nasıl bir boyama yapacağıma baktım. 

Yenilecek birkaç şey için ise; 

A planı: Çukulata pudingli, bisküvili mezarlık pastası :)
B planı: mandalinalara çizilmiş kabak suratları
C Planı: Hayalete dönüştürülmüş çilekler. 

Size tavsiyem hazırlık yapmadan önce mesela yüz boyası mı kullanacaksınız, önceden alıp da çok memnun kaldığınız hangi marka ise onu tekrar bulup evde bulundurmaya çalışın çünkü yenisini aldım dediğiniz bir malzeme sizi son anda ters tarafa yatırabilir. Bizim eski çok memnun kaldıklarımız allahtan bitmemişti çünkü yeni aldıklarımız felaket çıktı. Eskileri kullandık. 

Yine malzeme anlamında bulunduğunuz bölgeden bulduklarınız sizi hayal kırıklığına uğratabileceğinden ya önceden o yapacağınızı deneyin derim veyahut bir B planınız muhakkak olsun.  

Benim hedefler; 


Fikirler: Kathy Smart (Live The Smart Way)

Sonra, komik ama elde kalanlar bunlar oldu :) 

Çileği yapacağım derken;


Bu yukardaki hayalet çıktı. (fotoğrafta da ağzı ördek gagası kıvamında olmuş, şimdi fark ediyorum, ışık oyunudur diyip kendimi avutayım bari :( )


Ne yapılacakmış neye dönmüş şeklinde bir Cadılar Bayramı...İşte böyle iş cidden her an Arap Saçına dönebilecek kıvamda. 

Buralarda genelde toz evde yapılan puding satılmaz, illa ki plastiklerde minik minik alırsın, pasta yapmaya kalksan astarı yüzünden pahalıya gelecek, çık o zaman dışardan en ala pastayı al ye (henüz onu da yapamadık çünkü burada pastacılığın da çok gelişmiş olduğunu düşünmüyorum ya da bizim çevremizde de olmayabilir) Bugün sabah hadi yine deneyeyim dediğim yere gelmiş, pişirilmeden yapılanlardan, tadını o kadar beğenmedim ama beter değildi, bizim pötibör bisküvileri dizdim ve de en üste yine bisküvilerle bunu yaptım, pasta yı böylece elemiş oldum. 

Çileklere gelince hani eritilmiş çukulataya batırılacak olan...Sonuç, tam bir rezalet...Arap Emirlikleri'nde diğer he dedin mi bulunamayanlardan eritilecek kaliteli çukulatadır. Netekim, olan marka değil de kaliteli beyaz çukulata alalım dedik arkadaşla, erittim sonuç felaket! Ona ne çilek girer ne bir şey, hadiiii oldu mu sana bir yığıntı şeklinde çukulata. Arkadaşım da gelmiş kahveye sabah, O'da yaratıcıdır, hadi dedik bunu hayalete çevirelim, tepeleme olsa çok komik bir miktar çıkacak, olsun sana kağıt tabakta hayalet! 

Geriye mandalinalar kaldı değil mi? Alırsın keçeli kalemi çizmeye çalışırsın, yok renk vermiyor, hadi o zaman siyah uçlu uni-ball olur mu? He, evet, koca bir mandalina grubunda bir tanesini çizdim diğerlerinde içi biter gibi oldu ve denediğim herbirinde aynı etkiyi yapınca bıraktım. Mutfak masasının ortasına bir tane mandalinayı koydum kaldı öylecene :)


İşte bir Cadılar Bayramı daha böyle geçti diyebilir miyiz? Aklıma başka bitiriş cümlesi gelmiyor gecenin bu vakti :) 

30 Eylül 2012 Pazar

Su Filtresi ve Düşünceler...


Dini imanı para olmuş dünyada yaşarken görüp de sevinçten kendimi kaybedebileceğim yegane değişim bütün eşitsizliklerin ana kaynağı olan parasızlık ve  ikinci olarak alınamayan eğitimin getirdiği geri kalmışlığın bu evren üzerinden hiçbir iz bırakmadan silinip gitmesidir.

Herkesin hayal etme özgürlüğü bile kontrol altına alınacağı güne kadar bunu da saygı ile karşılamak lazım, mümkünse...

Bu noktada "Peki giriş paragrafının su filtresi ile ne alakası var?" denilebilir ama Perşembe günü telefonda konuştuğum Roxana ve  aynı gün tanışma fırsatı bulduğum Neil, aksine, tam da bunları düşünmemi, ardından bu yazıyı kaleme almamı sağladılar, sağolsunlar varolsunlar.

Birbirleriyle alakası yokmuş gibi duran herşeyde olduğu gibi aslında bu tip girişimcilerle çevre,  doğru yatırım, liderlik tanımlaması doğrudan ilişki içinde.  Yani, kısaca şu an mutfağımda takılı olan masa üstü fltre cihazının buradaki işletmecisi Neil bana bunları düşündürdü, ben de yazıp sizlerle paylaşmak istedim. 

Uzun zamandır görmek ve yaşamak anlamında üç farklı memleketi ama burada yaşarken bir sürü farklı toplumu da gözlemleme olanağı yakaladığımı fark ettim. Örneğin, ülkeden ülkeye imkanları olmayanların duruşu bile farklılık gösterebiliyor ve birçoğunluğun ırkçılık, milliyetçilik olarak tanımladığı aslında o toplumların ortak gözlenen özellikleri de olabiliyor. Bu anlamda biraz karışık...Bizlerde eğitimsiz ve işsiz olanın yüklendiği bir agresiflik, asilik var. Burada yaşayanın ise hep üzerinde gördüğü ve hizmet ettiğine duyduğu samimi ya da samimi olmayan saygı bir zorunluluktan geliyor.

Çünkü Arap Emirlikleri'nde eğer saygı duymuyorsa yer edinemiyor, ülkeden atılıyor ama bunlar mı olmadı zaten iş bulması, buralarda barınması imkansız.

İngiltere’ye gidip gördüğüm ise hangi işin arkasında kimin olduğunu hiçbir zaman bilememek... Hiyerarşik anlamda sert, kesin, korkutucu bir duruş yok. Bir bakarsın taksi şöförü masterını yapmak için geceleri bu işi ek gelir elde etmek için yapar, bir diğeri işin sahibidir ama olayın tam göbeğinde tornavida sallar Neil gibi...

Bu noktadan yola çıkarak bir de her ülkenin farklı bir duruşu var diyebilir miyiz? 

Türkiye;  “Ne olursan ol yine gel.” Toplumun talepkarlığının bilinçli olmaması, plansızlık, kontrol mekanizmalarının iyi işlememesi.

İngiltere; “Aman gelme, yerinde kal mümkünse.” Halkın az olan işe talebi, aynı işe daha ucuz elemanın alınması mantığına karşı çıkışı, pastayı paylaşma konusundaki yabancı ucuz işçiyi istememe, işsizlik sigortasının çalışanın cebinden vergi olarak talebine karşı duyulan tepki.

Arap Emirlikleri;  “Gelirsin ama burada işe yaradığın müddetçe, bizim kurallarımız ve sana verdiklerimizle yaşayacaksın.” Kanıksanmış bir yukardakiler aşağıdakiler mantığı, işlerin her zaman yerel halk arasında paylaşılması, yabancı olanın bazı konularda kesinlikle hak sahibi olamaması sebebiyle pasta paylaşma korkusunun yaşanmaması, her zaman kendi vatandaşına öncelikler veren bir devlet (keşke her ülkenin yapabileceği bir imkan olsaydı) gibi bir durumu.

Buraya gelen Avrupalı, iyi eğitimli insanlar her zaman konularında meslek bilgisi verirler. Yerel halkın da eğitimli olan ve yönetimde yeralan kısmı Avrupalı okullarda, üniversitelerde bir dili sorunsuz konuşacak, okuyup yazacak kıvamda dönmüşlerdir ülkelerine.  

Aslında tüm dünya üzerinde oluşan sınıfsal farkların, anlayışların özü bu, Arap Emirlikleri ya da Türkiye...Bahane.

Parasızlığa mahkum edilmiş nüfuslar, parasızlıkla doğru orantılı olarak gelen ve alınamayan bir eğitim sorunu ve hiyerarşi...

Dinle gelen kısmı ayrı, kodumu oturtturan baba figürü, ceza veren Allah sembolü, cehennemde yanmalar eşliğinde anlatılanlar, toplumu sömürmek amaçlı kullanılan korku öğesi ayrı.

Hepsi birbirini tetikliyor, içiçe giriyor ve dalga dalga yayılıyor.

Bu tür toplumlarda korku çekirdek  ailede babadan gelip yetişkin oldukça işyerindeki patrona uzanıyor.

O patronun kapısı hep kapalı, herkesden uzak ve yukarda, çalışanlar ise her zaman izole edilmiş, söz hakkı tanınmadan “Salla başını al maaşını!” mantığı ile güdümlenen insancıklar. Hiç hak tanınmamış, hiç imkan verilmemiş, İbrahim Tatlıses’inm dediği gibi “ Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik?”  

Gelelim su filtresine...Neil söylediği gibi Perşembe günü akşama doğru gelirken burada alışkın olmadığımız yollar kullandı.

Herşeyden önce evin olduğu yeri tarif ederken elinde harita olduğunu söyledi.

Randevudan bir saat önce arayıp söylediği saatte kapıya geldiğinde kotu ve tshirtuyle bir üniversite öğrencisini andırıyordu.

İşin tuhafı gerek burada gerekse Türkiye’de su filtresi takmak için değil de daha çok belki ana dili ingilizce olanların yoğunlukla yaptıkları iş ingilizce öğretmenliği olduğundan özel ders vermeye gelen biri gibiydi. Konuştukça gözlemlerimde yanılmamışım, bilgisayar konusunda eğitim almış, masterını tamamlamış ve buraya gelip kendi işini kurmuş olduğu ortaya çıktı.  

Filtreye dönelim yine. Ne yazık ki mutfak tezgahının altına takılamadı, oraları boşalttığım ve bir sürü iş çıkarttığımla kalmışım. Bir şekilde boruların ek yapılacağı sistem duvarın içinde yer alıyormuş bizim evde. Dolayısıyla, tezgah altı filtre sistemi masa üstü dispenser’a terfi etmiş oldu.

Bu kararda hiçbir baskı, sorgulama, dayatma uygulanmadığı gibi, tam tersine filtre en az maliyetle tezgah altına konulamadığı için ortamda bir sessizlik oldu, alternatifi biz sorduk o şekilde yanıt verildi, sanki ürünü satan ile satın alan değil de üç arkadaş katalogdan bakıp ne yapacağız ı konuşuyor gibiydik ve bu harika bir duyguydu.

Masa üstü dispenser altı kişilik bir aileye yetecek büyüklükteymiş. Kendinde ısıtma ve soğutma ünitesi olduğu için aslında yılın beş altı ayı soğuk su musluğundan kaynar su akan Arap Emirlikleri için belki de en iyi çözümdü.

Roxana ve Neil fiyatın farklılığından dolayı son derece dürüst bir şekilde zaten evlere ilk aşamada tezgah altı filtre sistemini öneriyorlar ve benim için en güvenilir yolu izliyorlar. Müşteri ürünü pazarlayan insana güven duyarsa en büyük kapı açılmış oluyor ve bu fiyatta da kendini gösteriyor (demek istediğim bir önce görüştüğümüz firmanın üç aşağı beş yukarı aynı ürünü 3000 dirhem fazla pazarlamasına bakacak olursak)

Bugün, mutfağımda bulaşık makinasının musluğuna bağlanmış olan masa üstü dispenser'ın çalışma sisteminde üç tane filtre bulunuyor.

Bunların bir tanesi neredeyse kloru sıfırlıyor, bir diğeri aktifleştirilmiş karbon denilen, virüs ve bakterileri yokediyor, diğeri ise suda yeralan parçaları (partikülleri) süzüyor. Ayrıca en çok hoşuma giden kısım suyun filtrelerden geçerek paslanmaz çelik kısımda toplanması. Bu anlamda suyun plastik bir şişe içerisinde nakliyatları yapılırken, müşterinin kapısı önünde ya da satılmayı beklerkenki yüksek sıcaklıklara maruz kalması durumunu da elimine etmiş oluyoruz. Hoşçakal BPA! 

Taşınırken her yere götürüp kurmak, hangi ülkede olursa olsun filtrelerini standart olduğu için bulup değiştirmek mümkün ama firma burası için her sene container'ın içini dışındaki ince boruyu, filtrelerin tümünü değiştirme garantisini fiyat sabitleyerek yapıyor. 

Roxana ile ancak telefonda konuşmuş olsam da Neil’in verdiği enerjiden yola çıkarak söyleyebileceğim hepimizin bu tür liderliğe ihtiyaç duyduğudur ve tanımında kendilerini ulaşılmaz derece önemli gören, aman bir espri yapsalar ya da gülümseyiverseler bütün ellerindeki kuvvetin eriyip gideceğinden korkan, sopa yutmuş, sevimsiz halleriyle çalışılması beter insan tiplemesinden öte ve sevilmeyen, ortak olmayan, yalnızlığa mahkum karakterlerin aksine, böylesine aydın, doğal, destekleyici, doğa ve çevresinden kendini sorumlu tutan, ekip çalışmasına uygun insani liderler vardır, olmalıdır. 

Genele bakıyorsun demokratik toplumlardan bu tanımlamaya uygun insan çıkıyor. Oysaki korkuyla yönetilen kalabalıklarda yönetmek için tek bir negatif güç devreye giriyor. Devreden çıktığı an geldi mi herşey allak bullak!  

İnsanlar geliştikçe korkunun yalnızca nefret yarattığını, saygının ise sevgiyle beslendiğini anlayacaklar.

Ekip çalışmasını, bir iş çıkartmayı el ele vererek, eşitlik düşüncesini paylaşarak, her bir yerinden bir kişinin tuttuğu, katkı sağladığı projelere dönüştürecekler.

Yalnızca iş yapıp para kazanmayı değil, Neil’in de yaptığı gibi dünyaya pozitif bir fayda sağlayan düşünce sistemlerini, ürünleri desteklemeyi isteyecekler, bunlara yatırım yapacaklar.

Ve bence en önemlisi, bu tip anlayışların desteklenmesi. O yüzden hepimiz kendi bölgemizde bulunan bu tip ürünleri araştıralım, hayata geçirelim derim.

Dubai ve çevresinde yaşayanlar için Liquid Of Life’ın adresi belli. Facebook’da da oldukça güzel paylaşımları var.

Hoşçakal plastik, elden geldiğince hayatımızdan çıkman dileğiyle...J

Bir Haftasonu...

Günlerden Pazar...

Arap Emirlikleri için iş günü.

Dolayısıyla bizler için hafta sonu burada Cuma ve Cumartesi.

Perşembe günü çocuklarımın ikisi de okuldan birde çıktıkları için kendine göre hemen bitiveriyor sanki. O yüzden genelde bir koşturmacaya gark edilir gibi bir durum ortaya çıkıyor ama olsun.

Sabah resimle ilgilenen ve bu konuda oldukça yetenekli olan bir arkadaşımla Sharjah'ın Heritage denilen en eski bölgelerinden birine gittik.

Belki altı sene önce bir kere çocukların gezi faaliyletleri ile, bir defa da kendim kurs imkanlarını anlamak için gitmiştim, o kadar. Postanenin olduğu sokağa arabamızı park edip içeri girerken çerçeveci olduğunu düşünüp hadi bir bakalım diye daldığımız dükkanda resim yapmak için bir sürü boya, kalem ve malzemeleri bulmamız güzel bir süprizdi. Dükkanlar alttaki koridorda dizilmiş, yanyana ama bu dükkan şansımıza hemen girişteki ilk solda olduğu için gözümüze ilişti.

Malzemelere baktıkça açılan sohbetlerden dükkanın sahibesi hanımın Hintli olduğunu, 15 yıldır orada aynı işi yaptığını, stresi fazla sevmediği için yalnız başına kimse olmadan sessiz sedasız dükkanı idare ettiğini öğrendik. Tabi bir de arka planda yapılan bir ahşapcılık işi varmış ama o ayrı, ona zaman yetiştiremiyoruz dedi.

Vitrinindeki pek de eğitimli olmayan sanatçıların elinden çıktığı belli olan resimlerin de kaynağı yapılan sohbetle belli oldu, bazen yerleri silen, bazen de kapı baca takan insanların yaptığı resimlermiş bunlar. Sanırım azıcık bir ücretle sahiplerinden alınıp belki iki katına başkasına satılıp kar elde etmek amaçlanmış.  

Sharjah Heritage bölgesi Sharjah'ın en eski noktasında yeralıyor. Bu küçük mekanda (Arts Area) Sharjah Art Museum, Sharjah Heritage ve Calligraphy Museum vb...gibi birden fazla müzeyi birarada bulmak olası. Sharjah zaten bu anlamda Arap dünyasının kültür başkenti olarak UNESCO'nun seçtiği bir bölge.

Fotoğraflar: Jamil Khan (Word Press)

Kursa gittik... Ahşap ağırlıklı odalar, karanlık biraz...İki katlı bir bina, ortada çalışma alanı fakat odalarda farklı konularda derslerin verildiği belli. İngilizce anlaşabilmek biraz zor olsa da hiç konuşamayan bile çat pat derdini anlatabiliyor, dersler Arapça, önemi yok çünkü zaten görselliğe dayalı. Öğretmenler Türkistan, Suriye ağırlıklı. Fiyatlar özel kursların yanında çok düşük kalıyor, haftada dört gün dört saat üç farklı konu 200 dirheme verilirken özellerde altı dersin fiyatı 900 leri buluyor.

Daha kursa gidip gitmeme konusunda karar veremedik ama olsun bu ortamı solumak, malzemeleri alabileceğimiz yeni yerleri yakınımızda bulmak güzel bir duygu.

İnsanın zamanı kendine kalınca ne kadar çok şey de üstüste geliyor, o zamana kadar ertelenenler, öğrenilmek için yanıp tutuşulanlar...

28 Eylül 2012 Cuma

Su Filtresi Alırken...

Eylül ayının ortaları gibi eve gelen plastik su bidonlarının bitmesinden, bu ülkenin çok sıcak iklim koşullarından, BPA free olmasına rağmen plastiğin kendi varlığının bile bende yarattığı şüpheden, getirilip götürülürken hava kirliliğine yaptığımız olumsuz katkıdan dolayı uzun zamandır düşündüğüm bir durumu yürürlüğe koydum.

Mutfağa su filtresi taktırma yoluyla, tüm bu giderlerden ve çevreye de verilen zararlardan kurtulma girişimi!

İlk iş, bölgede hangi firmaların bu işi yaptığına bakmak oldu. Gelen sayfalardan en profesyonel gördüğüme telefon açtım. Telefona çıkan sekreter ilk önce evlere gidip çeşmeden gelen suyun kalitesine baktıklarını, bunu parasız olarak yaptıklarını ve ne zaman istersem gelip bizde de uygulayacaklarını söyledi.

Söyledikleri ilk anlamda ilginç geldi, şöyle ki; acaba sudaki mikropları (bakteri, virüs) mikroskopla mı test edeceklerdi? Neyi göstereceklerdi ki? Olsun, madem bedava alınmak zorunluluğu yok denildi, varsın gelsindi.

Söylenilen gün ve saatte kapımızda beliren Pakistan'lı satış elemanı elinde tekerlekli çantasıyla içeri girdi. Bizim salondaki uzun masaya kurulduk ve başladı anlatmaya...

Arap Emirlikleri'nde çeşmeden gelen su devletle papaz olmamak ve de bir yerde tüm testler de periyodik olarak yapıldığından üst üste "Kesinlikle pis, mikroplu değil ancak..." borulardan ve bizlerde suyun biriktiği bahçede ve çatıda bulunan su tankındakilerden dolayı kirliliğin olduğu. Yeraltından çıkan suyun tuzlu olması, evlerimize gelen suların da zaten aynı şekilde arıtma tesislerinden geçirilerek doldurulduğu, birkaç firmanın sularında bulunan zararlıları...

Derken, bir test yapacağım suyunuza dedi ve de çeşme, evimizde bulunan içme ve de kendi getirdiği suyu birer bardağa koymamızı istedi. Sonuç; aşağıdaki foto!


En sağdaki kirliliğin(!) en fazla olduğu pek tabi ki işte içinde kaldığı bidondan, geçtiği boru sisteminden vesaire musluk suyu, ortadaki içme suyumuz ve en az sarı olan da kendi getirdiği su.

Bu sonuçların elde edilmesi elindeki artı ve eksi uçları bulunan ve suya sokulduğunda reaksiyona giren iki metalden kaynaklanıyor. Satış elemanı rengi yeşile çalan ve çok koyu olan suyun en kirlisi olduğunu iddia ediyor.

Oysaki olay çok farklı. Çünkü aslında artı ve eksi uçla reaksiyona mikrop girmiyor, mineraller giriyor. Yani en sağdaki suyun (musluk) içinde en fazla mineral var, sağdan sola doğru en aza indirgeniyor. Eski bilgilerinizi hatırlayın, saf su iletken değildir, tuz arttıkça suyun iletkenliği dolayısı ile reaksiyona girme, tepki verme durumu artar. Burada da olan o. Yani mikrop artı ve eksi uçlarla bir şey yapmıyor öylecene olduğu yerde üç çeşit suda da duruyor (varsa)

Şunu anlamakta fayda var, filtre sistemleri üç aşağı beş yukarı aynı mekanizmalarla çalışıyor, suyu üçlü veya beşli aşamalardan geçirirken karışmış olan parçacıklardan, mikroplardan arındırıyor fakat minerallere dokunmaması gerekiyor. Neden? Çünkü su içinde bulunan mineraller vücudumuz için elzem.

Mikropları gösteren sizce nedir? Bir sudaki mikrobu anlayabilmek için benim bildiğim suyun laboratuvara yollanması ve tahlillerinin yapılmasıdır, ben mi yanılıyorum?

Ama buradaki satış yöntemi, Türkiye'de baktığım kadarıyla orada da aynı serzenişler var, yalan ya da yetersiz eğitim üzerine kurulu ve işin bence en rahatsız edici kısmı da bu.

Satış elemanı diyip geçmemek lazım, derslerine son derece iyi çalışmış olmaları lazım. İyi niyetle ödevini yapmadığı için ya da kötü niyetle müşteriyi yanıltarak yapılmaya çalışılan, zaman zaman ağızda gevelenen, soruya anlamsız yanıtlar verilirken, ezberlenmiş cümle, gazete kupürü... vesaire gösterilerek yapılan satış böyle satamama eylemine dönüşmekte.

Bu durum, adamın ürünü kalite olarak kötü olmasa da satın alan tarafından şüpheyle karşılanıyor. En azından bizde öyle oldu.

Efendim, satış elemanının elindeki arguman ultraviyole ile çalışmasıymış, iki sene de garanti veriyormuş, kesinlikle hizmet garantisi sunuyormuş ve fiyatı sıkı durun neymiş? 3500 drhm!! Ultraviyole olmayan? 2500 dirhem.

Dinledik...Bazı sorular sorduk en komiğime giden mineraller üzerine oldu. Bir şekilde minerallerin eklendiğine dair bir şey söyledi ve hatta bir düğme varmış, o düğme ile miktarlar belirleniyormuş. Hımmmm oldu :)

Satış elemanının gittiği akşam hemen internete girdik. Filtenin Macaristan menşeyli olduğu söylenmişti mesela, Hint kökenli çıktı, Hindistan'da oldukça kullanılan ve fiyatı üçte biri olan bir marka. Filtre sistemine pi diye akıllı bir bölüm eklenmiş ve suyun zekası ile ilişkillendirilmiş (Bu da tartışılır bir konu ama ona da bilmemnekadar para isteme ya da pazarlama dehası olarak bakılabilir)

Kısacası, ı ıh! Aynı gün elimizdeki başka bir alternatifi daha değerlendirmeye karar verdik. Geçen sene büyük kızımın okuluna gittiğimde getirdikleri su dispanserlerin firması. Bu sistem suyu havadan üretiyor, klima gibi çalışıyor yani. Evler için mutfak tezgahı altına filtrelerinin olması da işimize yaradı.

Telefon açtığım sekreter (sonradan firmanın sahibinin eşi olduğunu anladığım bayan demeliyim)  teknik soruların hepsine dosdoğru cevaplar verdi. Eve gelip de suyunuzu test edeceğiz denmedi bile, dispenserlerin meblağlarının çok yüksek olduğu ve ofislerle okullarda, işyerlerinde kullanıldığı anlatıldı.

Ve fiyat...500 dirhem :)

Cumartesi mutfak musluğundan içme suyu akmaya başlayacak.

Veeee plastik bidonlarla birlikte gelen bir sürü derde elveda denilecek.

Hadi bakalım hayırlısı! 

25 Eylül 2012 Salı

Bazen...

Bazen insanları neden içe dönüyor ya da bizlerle paylaşmıyor diye eleştiriyoruz.

Bazen değiştiremeyecekleri hayatlarından şikayet etmelerinden sıkılıyor, hemen kesip atma önerileri sunuyoruz.

Aslında farkında mıyız bilemiyorum ama hayatlarımız insanoğlunu insanoğluna anlatmakla geçiyor.

Bazen bir bakıyoruz ki başkasının bir eksiğini ya da attığı bir kazığı anlattığımız kişiye, başka bir zamanda başka bir konudan dolayı darılıp kırılmışız.

Tam kör sağır diyaloğu yaşıyoruz.

Belki bir yerlere dinleyici yerleştirsek kendimizle ilgili ne kadar acıklı eleştiriler duyacağız, kim bilir?

Sevdiklerimiz var, hepimizin. Bazımızın annesidir, kardeşidir, yeğen, kuzendir bazen...Sevdiğimiz gelip anlattığında bir atakla O'nun incinmemesini isteriz ve hemen koruma içgüdümüzle karşı tarafa doğru bir öfke yükleyiveririz. Hedef kimdir peki? Ya sevdiceğimizin kardeşidir, ya anasıdır, ya babası, ya da ortak kardeşlik vardır arada.

Olay sıkışır kalır Elif Şafak'ın çok kullandığı bir kelime ile arafta bir yerlerde, kalbinizle beraber.

Sürekli bir titreşme, sürekli bir hareket...

Durağanlık yok, huzur desen hayal dünyasında kalmış bir duygu gibi...

Bir gün eve gelip kendinizi arındırmak istersiniz. 

Ogün bana çoktan geldi de geçiyor gibi...

24 Eylül 2012 Pazartesi

Arap Emirlikleri'nden Gözlemler...

Arap Emirlikleri'nde yaşarken en severek tecrübe ettiğim durum dünyanın dört bir yanından gelen insanlarla arkadaşlık edebilmek.

Birisiyle Çince ipad nasıl reaksiyon gösteriyor'u konuşurken, bir diğerinden Almanya'da  bile yaşlı ama parasız isen hangi tür sosyal imkansızlıklarla karşılaşabileceğini dinleyebiliyorsun. Herkesin evde de otursa bir mesleği ve kendi hayat tecrübeleri var. Yemekler, kitaplar, filmler ve yaşananlar...Bitmeyen bir derya gibi ve bazen insanın yalnız cebi değil ruhunun beslenmesi lazım. Bu görüşmelerden elde ettiğim en büyük fayda yüzümde oluşan gülümseme, yüreğimdeki sıcaklık...

Bugün sabah bir tanesi Türkiye'den diğeri Almanya'dan ama iki Alman olarak tanımlayabileceğim konuklarım oldu. Beraber kadınlara dair ne varsa İngilizce olarak konuşup, birbirimizi tanımaya çalıştık. Kitaplardan bahsettik, ben upuzuuuun bir zaman sonra çizip anlatarak İngilizce gramerden dem vurdum azıcık, onlar akıllarında olan sorulardan sordular. Böyle geçti işte sabah, Türk kahvesi denemesi, atıştırmalıklar eşliğinde. Özlemişim...

Öğlendin okula gittiğimde ufaklığımın "Anne Ayşa bize gelebilir mi?" dediği Ayşa'yı okuldan çıkarken tanıma fırsatı bulmanın yanısıra, Arap menşeyli anne ile de tanışma ve telefon alışverişi imkanı da oldu.

Ayşa çıkışta minnak'ın kafasını okşarken, elele tutuşmuş çocukları seyretmek ayrı bir zevkti. Onların tertemiz dünyasına girmek, önyargılarından, renk, din, dil ayırımlarından uzak...

Ayşa'nın annesiyle bir gün evlerimizde görüşme ayarlayıp çocukları bir araya getirme kararı alacağız sanırım. Çocukların "Ben sizin eve gelmek istiyorum" unu "Konuşup karar vereceğiz." diye ertelemek oldukça zor olsa da ilk adımlardan bir diğeri daha atılmış oldu. Küçük kızımın ilk okuldan arkadaşı...Ayşa'nın annesinin iki tane kız çocuğu olduğunu duymak da iç rahatlatıcı oldu ne yalan söyleyeyim. Neden?

Çünkü yerel anlamda yetiştirilmiş erkek çocukları bende soru işareti yaratıyor. Ortam malum erkek baskın bir toplum olduğundan annelerin erkek çocukları üzerinde kurdukları disiplinin sıfıra yakın olması en fazla canımı sıkan konulardan biri. Belki sevmeden evlendiği eşinden bir sürü çocuk sahibi bile olmak insanın hayatını karartması için bir sebeptir ama para yaşanabilirliği daha çekilesi bir hale getirmekte. Orası da kuşkusuz...Ve bu kadınlar eski büyükannelerinin asla göremeyeceği bir lükse gark edilmişler. Bu durum bir anlamda kadına verilen bir değer olarak gözüküyor olsa da olay kadının kadına yaptığı manevi zulüme dönüşmüş. (Bu parası olan her ülkenin insanı için geçerli yalnızca Arap Emirlikleri tanımlaması değil)

Geçen otele gittiğimde sıklıkla karşılaştığım durumlardan mesela...Sayısı iki ile sınırlı annelerle gelen belki on adet çocuk. Korkunç bir disiplinsizlik, bağırma çağırma itişme ve kakışma arasında erkek çocukların orta yerde soyundurulup mayolarının giydirilmesi...Çocuklar kız ise asla açılmak saçılmak olasılığı yok orta yerde ama gösterilen çocukların minnacıktan erkeklikleri olursa işler bambaşka bir yolda. Ortalama yedi yaşlarında olup o kadar da minnacık olmayan bu çocukların erkekliklerini saklama gereği duymayan ve hatta gösteren, onurlanan, onurlandırılan erkeklerle, gizlenen kızlar/kadınlar...

Bu durum dediğim gibi yalnızca burası için değil, geçen Brezilya filmi seyrettim, erkekle kadın kadınların soyunma odasına giriyor, kadınlar bağırış çağırış kaçışıyorlar ve saklanıyorlar, kadın erkeklerin soyunma odasına girdiğinde pek bir hoşgeldin ile karşılaşıyor, kimsenin ne saklandığı var ne kaçıştığı...

Ve bunu yapan erkekler değil dikkatinizi çekerim, oğlunun erkekliği ile gurur duyan, saklama duygusu taşımayan anneler :(

Ya da toplu yerlerde arkalarının sürekli toplanmasına alışmış, çevrelerini savaş alanına çeviren günümüzün kölelik sistemini kanıksamış çocuklar...Öğretmenler, evlerinde kendilerine bakan kadınlar hep köle ya, paralarını bu yolla kazanan ama bir lokma değeri hak etmeyen insanlar...Bunu da yapanlar maalesef ki kadınlar :(

Toplum, zenginleştikçe ve para hayatı ele geçirdikçe insanlığını kaybediyor ne yazık ki, sokakta kendiyle denk olanı gördüğünde uyguladığı bir durum değil ama insanları sınıflara ayırmak, kendi çocuğunun işini ona yaptırtmak ve bir insana duyulması gereken saygıyı, "Ben seni paramla satın alırım!" şeklinde yerlere sermek bahsettiğim. Yoksa trafikte çokça saygısızlığa rastlamak olası...

Velhasıl derler ya çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Bence ne kadar ülkede, ne kadar farklı insanla iletişim kurup yaşarsanız görüyorsunuz ki gidilen ve deneyimlenen her yer için hayatın her yönü olduğu gibi artılar ve eksiler var.

Her ülkede sevip içinize sokacağınız insanlar ama bir o kadar aman benden öteye dedikleriniz de...

Siyah ve beyaz diye bir şey yok, hepsi iç içe. 

19 Eylül 2012 Çarşamba

Elif Şafak ve Evin Kedisi...

Bir dergi editörü olsaydım kesin iki konu üzerinde yoğunlaşırdım, biri seks diğeri yemek.

Neden denilecek (belki denilmeyecek neyse ben yine de açıklayayım) 

Çünkü bu iki konudan yemek üzerinde, insanlar korkmadan deneyim paylaşabiliyorlar, okuyorlar, merak ediyorlar ve okuduklarını hayata geçiriyorlar. 

İkincisinde, yani seks konu oldu mu bizim ülkede, fikir paylaşımı ayıp karşılansa da edebi yönden ayaklar altında olan bir belden aşağı roman bile inanılmaz satış rakkamlarına ulaşabiliyor. 

Şekil bir A, şu an "Fifty Shades of Grey", hala NewYork Bestseller olarak ülkeleri sallamakla meşgul. Bundan önce böyle bir başarıyı "Binbir Fırça Darbesi" denilen, genç ve güzel bir kızın seks tecrübeleri elde etmişti, kitabı basan ve gerçek tecrübelerin kitapta yayınlanması fikrine çok ticari bir gözle ve akıllıca(!) bakan da kitabı basan yayınevi sahibiydi üstelik. 

Neyse gegelim birinci saptamama...Bu sonuca yedi yıldır yazı yazdığım ve gözlemlediğim blog dünyasından yapıyorum. Yanlış anlaşılmasını asla istemem, yemek yapma veya yapılan yemeklere yorum yazma durumunu asla ve asla eleştirmiyorum ve hatta yemek yapan ve bunu paylaşan medyada adı sayı duyulmamış acayip bloggerlar var onu da atlamadan geçemem ama belki de kıskanıyorum.  Evet, bu daha doğru bir betimleme oldu kanımca...

Bu arada, kendi yazı istatistiklerime baktığımda birinciliği hiç kaptırmayan yazı hangisi dersiniz? "Evde yapılma makarna" :))) İnanın insanın kendi yazdıklarında bile "Bu nasıl bu kadar tıklanmış ki yahu de git!" dediği zamanlar olur. Ve Evde Yapılma Makarna da onlardan biri...İlginç, ama öyle. 

Peki okunmak ve yorumlanmak neden çok önemli? 

Çünkü yazı yazan insan, kendini, adı üzerinde en iyi yazarken  ifade ettiği içindir ki okunduğunu bilmek ister. 

Dünya üzerinde aslında hangi işi yaparsak yapalım amaç kendimizi o şekilde toplumda kabul ettirmek, taktir görmek değil midir? 

Buna her türlü durum dahildir ama...

Bazısı için ev hanımlığı bile bir sanattır, evine gidersiniz kadının eşyalarından tut, yaptığı yemek, ütülü kolalı bembeyaz çamaşırları, evine girildiğinde belki fırından çıkan bir puaçanın havaya kattığı koku...Bellidir ki işini severek yapıyor, saygı duyulacak, en azından bir "Eline sağlık", "Ellerin dert görmesin hanım..." dönülüp masada sohbet ettiklerine, "Bu kadın var ya bu kadın herşeyi böyle yoktan var etti." denilecek. Öyle bekler kadın.

Ya da bir adam, taşı sıkıp suyunu çıkartarak evine ekmeğini getiriyor değil mi? Yalnızca kadın değildir bekleyen...O'na da saygı. 

Hayata o ya da bu işle tutunan, kendince üretmeye çalışan her insanın hakkıdır yazıyorsa okunmak, eve aş getiriyorsa teşekkür edilmek, yemek yapıp ortalık silip süpürüyorsa taktir görmek bir ellerine sağlık hanım/bey demek...

Evinkedisi amma uçmuşsun denilebilir ama Elif Şafak'la hayata bakış açısı anlamında o kadar çok kesiştiğimiz nokta var ki bazen O'nu kendi ruhsal kız kardeşim gibi gördüğüm olur. Şemspare ve Firarperest'te "Ah bunu ben de aynı bu şekilde yazacaktım, aynı duygular!" dediğim bir sürü yazısı var. Bunlardan en yakında okuduğum ve kendimde ciddi ciddi hissettiğim ve deneyimlediğim konu ile ilgili örneği Şemspare'de bulmak mümkün. 

Elif Şafak aynı yıllardır benim (ve belki bir sürü yazan, çizen insanın) düşündüğü gibi yazarları ikiye ayırmış. "Yazan kişi" ve "Evdeki kişi"

Sonra, Joyce Carol denilen kendisinin de yazar olarak kıskandığı başka bir kadın yazardan dem vurmuş. Bu kadının kocası karısının 47 sene boyunca ne yazdığını bilmeden O'nun kadınsı halleriyle hayatını sürdürmüş. Elif Şafak ise kendi durumunun bundan taban tabana zıt olduğunu düşünüyor ve diyor ki "Kocam Eyüp benim ev kadını halime değil yazar halime aşık." çünkü yazar Elif Şafak yazdığı zamanlarda öylesine kendi içine dönüyor ki (bu hal oldukça normal bir de O hayali karakterler yaratıp onlarla yaşamaya başlıyor, o daha da büyük bir yetenek kanımca)  yazarken çekilecek dava değilim diyor.

Kocası ve kendi halinde yazan bir insan olarak, yazma işinin dünyanın en fazla kendine dönük, bencil ve sessizlik isteyen, geldiği an kağıda dökülmesi icap eden bir durum olarak görüyorum. 

Ama benim hayatım için hep şunun acısını çektiğimi ve çevremdeki insanları da artık "Okudunuz mu?" çekiştirmesinden vazgeçtiğimi söylemek isterim.

Bu anlamda Elif Şafak'dan ziyade Joyce Carol'la aynı yolda gibiyim. 

Ve dürüstçe arkadaşlık, dostluk, beni gerçek hayatta tanıyan ama doğru düzgün hiçbir yazdığıma olumlu ya da olumsuz tepki vermeyen topluluk bir kenara, artık belki dost ya da arkadaş olmasa da beni okuyan, okuduklarını artı ve eksi onaylayan insanlara ihtiyaç duyuyorum. 

Bu varlığımın yegane ifadesi ise daha başka ne bekleyebilirim? 

11 Eylül 2012 Salı

Annelik Üzerine...

Normal doğumu yaşamadım, o çekilen sancılar sonrasında bebeğin hayata gelişine tanıklık eden anneler benim için hep film sahnelerinden, pek zevkle seyredilmediği gibi bir de üzerine çığlıklardan rahatsız olunan kesitlerden ibaret.

Sezeryanda daha fazla, büyük acılara uyanış var, yine bir kendine dönüklük ama aynı zamanda da bir sürü fiziksel ızdırapla başetmeye çalışırken, diğer yandan minnacık bir canın sorumluluğunu yüklenmek var. Hangisi diğerine üstün gelir anlamında yazdığım anlaşılmasın ama biz sezeryancılar oh ne güzel acısız doğum yapıyoruz kalkıp hop elimize bebeğimizi alıyoruz kandırmacası içinde gireriz ya o yola, onu söylüyorum. Zira bu bakış açısı külliyen yalan!

Hatta bu şekilde bakılacak olunursa pek sevimli bir şey olduğu söylenemez, belki normal doğumu hiçbir uyuşturucu ile ketlenmeyen bir kadının anneliği, bebeğiyle anında kurabildiği bağ çok daha anlatılamaz ve göz yaşartıcı bir durumdur. Ve hatta buna eminim...O an inanılmaz bir olaya tanıklık eden bir insan, kendinden çıkan diğer bir insan yavrusunu ne yapar? Birlikte elbirliğiyle verdikleri savaştan galip gelmiş iki canlı, biri anası, diğeri kuzusu...

İşte belki bütün bu başlangıç farklılığından dolayı annelik duygusu birbirinden değişik yaşanabilir. Belki sezeryanla doğum yapmış anneler daha katı, daha az anaç, kendine daha bir dönük bile olabilirler ziyadesiyle çünkü bir şekilde doğaya kafa tutarak uyurken kesilip biçilip anne olmayı seçmişizdir. Bu da olasılık dahilinde...

Öyle ya da böyle sizlerden çıkan çocuklar hızla büyümeye devam ederken alt tarafı birkaç ay öncesinden kalan fotoğrafa ya da videoya dünyanın en büyük mucizesi gibi baktığınızı fark edersiniz. Sizlerden başka kimse eniğinizin o mor, kırmızı, bazen sarımsı buruşuk suratlı halinden bir kelebeğe dönüşmesi aşamasını o şekilde gözleri yaşararak izlemez ve hatta acıdır ama ilgilenmeyebilir de...

Çocuğunuza duyduğunuz aşk kendi imajınız bile olabilir. Aslında taptığınız aynadaki kendiniz ya da eşinizin silüeti bile olabilir. Eğer çocuk, sevilmeyen ve hatta nefret edilen bir babanın kanını taşıyorsa daha minnacıktan sevilmemesi size o insanı hatırlattığı için olabilir.

Çok karmaşık...

Annelik, kendimce çok ileri derecede size bağımlı olan bir varlığa bakabilme kapasitenizle orantılı.

Bu hayata karşı aldığınız sorumluluklar ve organize olabilme yeteneğinizle direkt bağlantılı.

Hatta vicdanınızla doğrudan düğüm olmalı.

Zaman zaman "Bunlar da nereden geldi, bir zamanlar aramızda olmayan insancıklar.." diye bakakalabiliyor insan kendisi doğurmuş olsa da...

Ve genelde onlar büyüyüp de sizlerden farklı bireyler olunca sanki doğurduğunuz bir arkadaş var yanınızda, bir bakıyorsunuz arabanın ön koltuğuna yanınıza oturacak kıvama gelmiş dünkü bebe.

Fotoğraflara dönüp bakıyorsunuz, ilginç bir şekilde onlar büyürken sizin de yaşlandığınıza tanık oluyorsunuz.

Bazısı bu durumu yüzündeki kırışıklıkları sever gibi sevip okşuyor yaşlılığını kanıksıyor, bazısı ise zamanla hep yarışıyor, yıllar geçtikçe kendine daha acımasız hedefler, daha düz karınlar, daha selülitsiz bacaklar, sarkmayan memeler oturtuyor göğüslerinin yerine, aynaya bakınca gördüğü insanla sürekli kavga ediyor ve hatta aynaya bakmayı gördüğüyle karşılaşmamak, gerçekle yüzleşmemek adına reddediyor.

Ve öyle bir an geliyor ki, anneliğin ve babalığın en büyük gerçeğinin yeni bir insanı dünyaya getirme görevi olduğunu anlıyorsunuz çünkü karşınızda artık koskocaman olmuş birey ya da bireyler var. Bebeklikten sonraki kısmın tümünde karnınızda bir insan taşıdığınızı bile unutuyorsunuz. Neler çekildiğini, içinizde nasıl bir canlının büyüdüğünü...

Çok ilginç ama siz her şeyiyle aynısınız yalnızca bedeniniz, yaşınız değişiyor ve çocuklarınız da bunu en net şekilde gözünüzün önünde bir bitkinin yeşermesi, bir ağacın köklerini salması gibi kanıtlıyor. 

9 Eylül 2012 Pazar

Dün bu filmi seyretme şansım oldu. Buna şans demeliyim çünkü uzunca süren birikimlerin hepbiraraya farklı konularla da olsa bağlandığı, görgü tanıkları, konularının uzmanlarının sıkmadan kısa kısa anektodlarla filme katılım sağladığı bir yapım. Bu anlamda film beni ve eşimi bilgi anlamında alt üst edip şaşırtmadı.

Filmin yapımcısı ve kahramanı Procter and Gamble'ın mirasçılarından birisi olmasına rağmen kendi ruhsal yolunda geçirdiği evreleri anlatıp herşeyin bir araya görsel olarak toplandığı bir dökümantasyon yaratmış. Bu anlamda oldukça inandırıcı ve samimi de aynı zamanda.

Filmi tesadüfen buradan seyrettim, alt yazısı Türkçe olmasını isteyenler için belki o da bir yoldur diye düşünüyorum zira film kendi sitesinde bedava seyre açık olsa da yabancı dile hakim olmayanlar için engel teşgil etmesini istemem.

Bu arada belirtmem gerekir ki birkaç yıl önce gidip İngiltere'de ziyaret de ettiğimiz çember tarlalarının görsel olarak sunumu ve açıklaması eşimle beni en fazla etkileyen kısımlardan oldu.

Evrenin formülü herkesin anlayabileceği düzeyde (11 yaşındaki kızım da zevkle seyretti, sıkılmadan) adımlar karıştırılmadan makrodan mikroya (uzaydan, dünya ve toplumun bulunduğu konuma) inilmiş.

Emperyalist sömürge düzeninin nasıl ve kimler tarafından işletildiği açıklanmış. Bu anlamda kimlerin nasıl deşifre edildiği ve hükümetlerin demokrasi testi de denilebilir. Yapımcı Steve Gagne'nin de belirttiği gibi sistemler Amerika bazlı açıklandığından emperyalist canavarın yalnızca Amerikalı ailelerden geldiği yanılsamasına düşülmesin çünkü bu bir ahtapot ise kolları olmadan yaşaması imkansız. Dolayısıyla filmde de anlatıldığı gibi enerjiyi yokeden, akışını engelleyen canlının tümü dünya dan beslenerek semirebilmekte. Zavallı, sömürülen ve zaten parasız olduğu için hiçbir değeri olmayan topluluklar ve çocuklar ise elitlerin (zengin doğmuş ve hep zengin kalacak olanların) elinde zaman zaman nüfus planlamasında, zaman zaman diğer seri ilaçların üretiminde kobay...

"Ya bırak allah aşkına bunlar ruh hastalarının ürettiği komplo teorilerinden başka bir şey değil!" diye nasıl uyutulduğunun kanıtı olan film insana bir şeyler yapabileceğinin isteğini ve ışığını vermekte oldukça başarılı.

Her zaman yazdığım ve söylediğim nokta, tüketici, bu sistemler bizlerin parası ile ayakta durduğu için çok kuvvetli.

Yediklerimizde, içtiklerimizde dünyaya, bizlere ve küçücük çocuklarımıza bebelerimize zarar veren herşeyden elimizi eteğimizi çekelim. Talep etmeyi, alışveriş yaparken sorumluluk duyarak ihtiyaçlarımızı sınırlandırmayı, sarfetmemeyi ve doğal dönüşümü bilelim ve üretelim! Plastik torbalarla alışverişi keselim.

Kısa ve öz sevdiklerimize nasıl özen gösteriyorsak çevremize de aynı duyarlılığı gösterelim. 

Hayatımın Bilançosu

Bugün benim için başka bir ilk'in daha başlangıcı oldu.

Üç buçuk yıl önce el kadar doğan bebeğim ablasıyla  kendi okulunda ikinci haftasına girerken, abla ilk defa orta okul kısmına başladı.

Üç buçuk yıl olmuş kendi kendime evde yalnız kalmayalı demek...

Kendi adıma yalnız başıma kaldığımda, bir tek kendi ihtiyaçlarımı ve hatta belki kocamın ve çocuklarımın ihtiyacı olsa da zamanı bölünmeden ya da çocuğumu bir kenara attım duygusu yaşamadan ayarladığımda demeliyim belki, son derece verimli olduğumu, yaptığım işten azami zevk aldığımı görüyorum. Benim kitabımda herkes kendi alanında gerek akademik, gerek sosyal zevk alsın, o ortamlar benim onayladığım ortamlar olsun gözüm bir saniye bile arkada kalmıyor, hemen kendime odaklı durumuma dönüyorum.

Bu ülkeye geleli yedi yıl bitiyor bu ayın sonu. Büyük kızım geldiğinde dört buçuk yaşındaydı ve hala şu anda  okuduğu okulun Foundation kısmından başladı. Şimdi aynı yerin ortaokul kısmında. Bu da demek oluyor ki Arap Emirlikleri'ne geldiğimde ikinci çocuğum olana kadar sekiz sene kendi başıma kalabilmişim. Benim evliliğimin onbeş yılı geride kaldı, köpeğimiz 13 senedir bizimle beraber, insan yaşıyla yaşı 91 artık bacaklarını toplamakta zorluk çekiyor, aramıza katıldığında yerinde duramayan altı aylık bir yavruydu...Büyük kızım 11 yaşında, küçük kızım üçbuçuk, ben kırk...

Gelelim bugüne...Sabah yedide büyük kızımı ortaokul kısmına uğurladım, iki numaranın kahvaltısını hazırlayıp O'nu da okula götürdüm, sekiz buçuk gibi fitness center'daydım, saat on'a kadar sürdü işim, eve geldim, pırasa almıştım lazanya yapmak için, baktım dolaba ıspanaklı lazanyalarım var, açtım kendime bir film "Thrive 2011" (Onunla ilgili kesin yazacağım) ve başladım bir yandan pırasaları, diğer yandan başamel sosu pişirmeye, onlar pişedururken baktım saat onikiye geliyor, sularım bitmek üzere su için telefon ettim, "Bugün çok zor." denildi (ve yarına kaldı) ve yerleri bir makinaya vurup girişi yıkadım, yine bir vileda şeklinde ufaklığı almaya gittim. Saat 13:00 civarları, kızlara dünden pişirdiğim ve kurumasından korktuğum tavuğu hallettim yanına da patates püresi ve saat iki buçuk, ufaklık uyumayı reddetti, zaten uyuyacak da zamanı kalmadı, okula...Eve geliş üçbuçuk, tekrar bu sefer bir numaranın doyurulması, beş gibi babamızın gelişi, lazanyanın yapılışı ve bir ton bulaşığın yıkanıp kaldırılması...

Büyük kızım birkaç aydır ergenliğin belirtilerini gösteriyor, bu sene artık o yorgunlukla başa çıkamayan konumundan sıyrılıp gece bizlere eşlik edebilecek kıvama geldi ama yine de okulların başlaması ile her ikisi de normal gündelik hayatlarını daha yoğun yaşıyorlar ve geceleri sekiz buçukta en geç yataklarında olmalılar.

Yaklaşık on aydır hayatımızda ilk defa bir otele üyelik gerçekleştirdik, her gidişimde kendimi çimdikliyesim geliyor. Sanki ruhsal olarak hasarlanan insanların yollanıldığı bir vaha gibi orasının yarattığı durum üzerimizde. Çocukların korkmadan koşup oynayacakları, denize, havuza girecekleri, bizlerin spor yapabileceği, beş dakikada varabileceğimiz tek yer.

Velhasıl, bugün yine sporumu yapıp bir de kimse için korkmadan, çocuklarımda olsa tetikte olma zorunluluğu hissetmeden yüzmenin, ardından kitabımı okumanın hazzını yaşadım dersem yalan söylememiş olurum. Sanırım bu kadar yıldan sonra gelen en büyük bonuslardan birini yaşıyorum. 

İşte Kırk Yaş!

Şu 40 yaşıma geldiğim dönemde anlıyorum ki hayatı 20'li dilimlere ayırmak lazım.

İlk 20 yılımız;

Bitirilmeye çalışılan okullar,
Yapılmaya uğraşılan ödevler,
Ne yesen de bedensel olarak inceliğini koruma,
Kendine odaklı bir yaşam,
İlk aşkları tatma,
Ne kadın ne genç kız olma duygusu,
Tecrübesizlik,
Gelecekte kendinin nerede olduğunu görememe,
İdeallerde, ne yapacağı konusunda tutarsızlık yaşama...

İkinci 20 yıllık dilime ise;

Evlilik,
Çocuklarının olması,
Artık nerede duracağını bilmek,
Kendine güven,
Kendini kadın olarak görmek ve hissetmek fakat
Zayıf kalmak için kesin çaba sarfetmek zorunda kalmak, Bedeni eskisi gibi ne yesem de bir şey olmuyor şeklinde dolduramamak ve hatta tam tersi Çok az miktarlarla ve muhakkak spor yaparak zayıf kalabilmek...

Eskiden yaşımdan küçük göstermenin dezavantajlı olduğunu düşünürdüm çünkü iş görüşmeleri dahil nereye gidersem gideyim, şikayetimi dile getireyim ciddiye alınmama durumu yaşardım.

Şimdi içimle dışımın paralel olduğunu görüyorum. Kırklı yaşın sanki elinde bir sihirli değnek var ve ruh bu yaşta cidden bir anda olgunlaşıyor. Artık çocuksu duygular, içinin kıpır kıpır olması gibi durumlar rafa kalkıyor, her laftan sözden alınan kırılan ama baş kaldıramayan ince ve nazik insanın yerine durduğu yeri bilen, pek de bu konuda kendini kabul ettirmek için üzülmeyen bir kadın geliyor.

Sanırım 60 lı yaş dilimine ulaşıldığında çocukların kendi yollarını çizdikleri ve bedenlerimizle düzgün kalmak adına daha fazla savaş verdiğimiz zamanlara gireceğiz. İstesek de artık hormonlardan ötürü kendimizi pek de seksi, kadınsı falan hissedemeyeceğiz, belki bunun dilimi ellidir bile bilemiyorum.

Fakat işin özünde bu dönemlerin herbirinin eleştirisel kısmını alıp geride kalan avantajları özleyip şikayet edeceğiz.

Altmışlı, yetmişli yaşlarına gelmiş bir kadının kendi kırklı yaşlarına baktığında neden o dönemin güzelliklerini göremediğini, ne kadar genç ve güzelmişim değerini bilememişim dediğini kaç kere duydunuz? Ya da yaşlılığa merdiven dayamış insanların "Ben kırk yaşına geldim artık!" dediğinizde güldüğünü...

Benim kendimde gördüğüm ne kadar okusak, ne denli doğruyu bilsek de hayatımızın hormonlarımız, kişiliğimiz ile şekillendiği...Mesela sinirden öldüğün zamanlarda bir bakıyorsun B vitamini seni sakinleştirivermiş, aldığın bir ilacın ağrını kesmesi gibi, bazı durumların tanımlanmasında insanoğlu anlamsız derecede karmaşık şeyler arıyor gibi geliyor bana bazen.

Kısa ve öz;

Kendine mi bakıyorsun o zaman hala beğenilmek istiyorsun.

Beğenilmek mi istiyorsun? Demek ki hala hormonların çalışıyor.

Ben hala hangisinin daha seksi olduğuna karar veremedim, ne istediğini bilen, zevk almayı öğrenmiş bir kadın mı yoksa cinsellik yaşarken bile kafasından binbir soru sual geçtiği için kendini veremeyen, özgüvensiz, sarsak, her söylenen lafta ampul gibi yanıp sönen kız mı?

Galiba ölene kadar bunları sorgulayıp duracağım...


7 Eylül 2012 Cuma

Bir Ebeveyn'in Şeker İsyanı

Şimdi hayalinizde olaylar canlandırmanızı istiyorum;

Birinci olayda bir ada gezisinde oturduğunuz yerden kızlı erkekli genç bir grubun yüzmeye başladığını görüyorsunuz, derken çocuklar derine doğru kulaç atmaya ve erkeklerden bazıları aslında gruptaki kızlardan hangisinden hoşlanıyorsa O'na gidip suya batırmaya başlıyor. Bazıları bu durumdan hoşlanmadığını belli ederek "Yapma!" diyor ama tekrarlar devam ediyor, en sonunda içlerinden biri artık kendini anlatamamaktan, suyun içinde nefes alamamasından dolayı sinirlenip arkadaşlarına sayıp sövmeye başlıyor. İş şakayken bir anda insanların kırdığı ve kırıldığı bir alana dönüşüyor.

İkinci olayda yine gençlerin olduğu bir grup...Bu sefer oğlan çocukları, yakaladıkları kız arkadaşlarını ayağından ve kollarından tutarak sallayıp denize fırlatıyorlar. Bir iki üççççç! Bağırarak olaya engel olmaya çalışan arkadaşlarının kollarından tutan oğlanın kafası karışıyor ve ellerini bırakıyor, ayaklarından tutan ise tutmaya devam ediyor. Kız çığlık çığlığa denize savrulmak yerine duvara çarpıyor ve o şekilde yaralanarak düşüyor.

Üçüncüsünde bir anne düşünün, siz de olabilirsiniz bu kadın ya da erkekseniz şayet o zaman da empati kurmaya çalışın, bu kadın çocuklarını yetiştirirken okuduklarından, seyrettiklerinden, kendi düzenine olan uyumluluğundan dolayı bağlı olduğu bazı kuralları var. (Eğer okul sahibiyseniz mesela veli diyelim...) Bu anne/baba/veli bir eve kalmaya gidiyor veya çocuğunu okula yolluyor. Kurallarından biri oldukça kırmızı ve büyük harflerle belli. ÇOCUKLARININ ŞEKERLİ BESİNLERE ALIŞKANLIK GELİŞTİRMESİNİ İSTEMİYOR.

Anne/baba/veli öyle kapalı kutu bireyler de değil üstelik, sürekli sebeplerini anlatarak bulundukları ortamlarda kendilerinden habersiz şekilde çocuklarının eline şeker, çukulata, dondurma tutuşturulmaması gerektiğini söylüyorlar.

İnsanlar bazen şaşırıyorlarlar, ellerine alıp getirdikleri ve bir şekilde ebeveynlerine sormadan verdikleri çukulata, şeker ayıp olmasın diye çocuğa zaten(!) verilmiş olduğundan "Bu seferlik..." deniliyor gülümsenerek ama olayın rengi "Ama çocukturrrrr, yazıııııkkkk!" "Gel gel (çocuğa fısıldanarak) Bak ben dönüşte sana ne getireceğim." ya da "Benimle gelirsen sana çukulata/şeker vb... alırım." " Beni öpersen....veriririm." şeklinde sürekli bir dürtmeye doğru gidiyor. Sonunda anne/baba daha direkt bir şekilde "Artık bunu tekrarlamayalım!!!" diyor ve olay patlak veriyor, insanlar birbirlerine giriyorlar, ortalık toz duman oluyor.

Tüm bu olaylarda sizlere anlatmak istediğim aynı duygu ile başlayan yani şakayken kaka olan ortamlar. Herşey yapan tarafından iyi niyetlerle, şakayla, espriyle başladı ama uyarı veren, uyaran, tepki koyan insan özellikle üstüne basa basa dinlenilmedi. Hepsinin sonu hüsran...Ama bunları yapan insan da kendince şöyle düşünüyor; "Ne yapsam yaranamıyorum!" Kendince iyilik ya da şaka yapan ama özde asla karşısındakini dinlemeyen insan dudağını büktü, O anlaşılmayan, O kırılan, üzülen taraf oldu değil mi?

İyi niyet, şu bu...Herşeyin özünde olan, olması gereken hareket yapılmadı. O insana, kurallarına, hayata bakış açısına duyulan, duyulması gereken saygı gösterilmedi. İşin özündeki durum aslında hiç de öyle masum değil.

Hepimiz hayatımızın bir dönemi bu verdiğim örneklerdeki tarzlarla bir kez karşılaşmışızdır.

Bizlerden önce gelen nesilleri düşünün...Savaş zamanları...Şeker, ekmek vb... karneyle dağıtılıyor, insanlar aç, susuz, en temel ihtiyaçları bile kar kış demeden bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklarda bekleyerek elde edebiliyorlar. Erkekler savaşa gidiyor, para kazanmak için bir yere gireyim çalışayım mantığı ortadan kalkmış...

Şeker o kadar pahalı ki  genelde ailedeki yaşlılar çayını tatladırmak için üzüm gibi meyvelerin kurutulmuşunu kullandıklarını anlatırlarya da kıtırdatarak içilen bir küçücük çay bardağına anca yetiştirilen bir kesme şeker alışkanlıkları vardır mesela...

Günümüzde belki tek engel paradır istediğimizi almamıza ki şu an şeker maalesef en fazla ayağa düşmüş, resmen besin anlamında alışkanlık yaratıcılardan farkı olmayan bir zehirdir. Bunu da bir kenara yazalım derim.

Dünyaya geldiğimizde tat alma duyumuz bembeyaz bir sayfa...Çocuğunuzu eğer kendiniz yetiştirme lüksünüz varsa ki artık günümüz ortamında o bile bir lüks oldu ve okuyorsanız, şimdiye kadar birçok kimyasallarla rengi açılmış, beyazlatılmış, formu değiştirilmiş, hiçbir yararı olmadığı gibi beyinde eroin, esrar... alımı sırasında çalışan hücreleri harekete geçirdiği kanıtlanmış, bildiğimiz ve o her yere katık edilen lanet olası şekeri bebenizle daha dünyaya geldiği başlangıç aylarında tanıştırmak istemeyebilirsiniz.

Google'a konuyla ilgili kısa bir araştırma yapmanızı öneririm. Önünüze bu şekilde besinlerin verdiği zarar ve yaptığı alışkanlık ile ilgili bir sürü kaynak gelecektir. Bunlardan beni en fazla etkileyen James Oliver'ın bırakın çocuklarına direkt çukulata, şeker veren insanları dolaylı yoldan, içine binbir pislikle gizlenmiş şekilde alınan şeker miktarını gösteren videosudur.

http://www.ted.com/talks/jamie_oliver.html

Bunu eklemeden geçemedim, gerisini ödevini yapması gereken her anne babaya bırakmaktan dolayı rahatım. Herkes çocuk yetiştiriyor ve bunun sorumluluklarından birisi de ne yaptığını bilmesi ve öğrenmesidir.

Bizim toplumda kahvaltı gevreği yeme alışkanlığı yok belki ama olsun onun yerine ikamet eden çok farklı durumlarla karşılaşmak olası. Nedir? Yemeklerin arasına serpiştirilmiş çukulata, şeker, bonbon, muhallebi ( hele hele o muhallebi, en tehlikelisi çünkü bebek daha tam tat mekanizmasını oluştururken ağzına tıkılıp besinlerden alacağı zevk ketleniyor.)

Çoğu anne çocuğum yemiyor diye kıvranıyor, bakıyorsun katı gıdalara başlar başlamaz bebeler o şeker yükü bebe biküvileri, yine şeker ve krema yüklemesi dondurma, hemen çukulata ile tanıştırılıveriyor, e sen şimdi gel de bu insan evladına patates ver yesin!

Alternatif yok mu?! Okuyana çooook!

Hatta bu işin uzmanları şunu söylüyor, yemeklerle çocuğunuzu tanıştırırken sebze çorbası, üçdört çeşit sebze meyve karışımları vermeyin. Neden? Birincisi alerji diyelim, hangisinden sorusu çok kafa karıştırıcı, ikincisi herbir besinin ayrı bir tadı var ve bu insan yavrusu ilk defa papates nedir, kabağın tadı nasıldır anlıyor. Bunlar tadlandırılmamış, içine kafa karıştırıcı kimyasallar katılmamış tatlar, içine koy şekeri, tuzu o zaman ne oluyor, beklenti hep o şekilde tatmin edici, vücudun kimyasallarıyla oynayıcı sabitlendiğinden çocuk yemek yemez hale geliyor.

E bu da bir din mi kardeşim, arada sırada bunlar da bozulsun varsın olsun diyoruz ama öyle değil. En son yapılan araştırmalar hiperaktivite belirtileri gösteren çocuklarda şeker minimum ve hatta mümkünse hiç yok, omega üç takviyeli beslenmenin son derece faydalı olduğunu kanıtlıyor.

Kendi çocuklarımda gördüğüm, birincisi artık kazık kadar ama o da zamanında öyleydi, beslenme düzeni değiştiği an huylarındaki değişimdir. Bu budur! Böylesine de bir düz mantıktır kısa ve öz. Sen ne yersen o sun dur yani! Öyle çok kafa patlatmaya gerek yok.

Kimse çocuğa kötülük yapmak için bir şey almaz, O'nu mutlu etmektir amaç bu ortada olan bir gerçek ama burada üzerinde durduğum konu şu, başkasının çocuğuna çoluğuna müdahale etme mantığı. Ta yazımın başında verdiğim örneklerle bu sefer koyduğunuz ve sebebi olan bir kuralın başkaları tarafından duymazdan gelinerek sürekli delinme girişimi.

Ben böyle sevgi istemiyorum, bu sevginin bu şekilde yontulmamış versiyonunu da öyle. Karşındaki insan ile konuşma ve anlama becerin varsa bu ha o insandır ha o insanın çoluğu, çocuğu, kocası, karısı veya hayat felsefesidir, anlayıp ona göre davranma yeteneği ile donatılmışız.

Şeker ve şekerli besinlerin verilmesinin altında "Ben seni o kadar çok seviyorum ki..." ya da "Sen beni sev, bana yanaş" mantığı da kanımca daha minnacık bir beyne verilen uyarıcı yoluyla rüşvet olmasından dolayı son derece itici de ondan!

Bir çocuğun sizi sevmesi için zamanınızı, gerçekten O'nu seviyorsanız duygularınızı göstermeniz, beraber mutlu  vakit geçirmeniz yeterli. Zaman, dürüstçe ve cömertçe paylaşılan sevgi çocukların istediği...

2 Eylül 2012 Pazar

Tecrübe Denilen Tek Dişi Kalmış Canavar...

Zaman zaman eski yazılarıma gidip okuyorum, insan böyle kendi hayatıyla ilgili anektodlar aldığında inanın kendi yaşamını bile bir başkasının kitabı gibi "Aaaa bunları da yaşamışım!" diye okuyabiliyor. İlginç bir durum...

Bundan tam sekiz yıl öncesi...İstanbul'dayız, ben yine çalışmaya başlamışım, iki tane okula ingilizce derslerine gidiyorum aynı gün ve dokuz gibi Şişli'de olmam lazım, bulunduğumuz yer ise Tarabya...Bir numara aynı şimdi iki numaranın yaşında, üç buçuk...Kapıdan babayla beraber bırakıp arkamıza bakmadan ayrılırken zor tutuyorlar benimkini, sanki bir daha hiç görmeyecekmişiz gibi birbirimizi, kollarını uzatıp bağırırken "Hadi bay bay!" diyip gidiyoruz. Boğazımız düğüm düğüm...

Şimdi tecrübeli anneyim...Bu ikinci kere yaşanacak bir an olsa da ablamızdan gelen alışkanlıklar, durumu daha iyi kavramış olması, okula gitmeye istekli davranması gibi avantajların işe yarayacağını düşünüyorum ve hatta biliyorum canım! Benimle zaman zaman suratını burkarak yaptığı "Özlicem seni anneeee!" konuşmasını ağlamanın köşesinden esprilerle bile döndürebilmişim yani, o derece!

Okul bu sefer hemen burnumun dibi, penceremden olduğu yeri görüyorum. Öğretmenlerine çok güveniyorum, ortamına birkaç kez beraber gittik, bir hafta önce üniformamızı aldık, tatile çıkmadan indirimlerden yararlanıp çantamızı, su şişemizi (BPA'sız metal olanlardan, zira artık plastik olan hiçbir şeye güvenim yok fakat henüz beslenme çantalarına bir çözüm bulamadım :(() beslenme çantalarımızı herşeyimizi hazırlamışız. Akşamdan gayet güzel bir şekilde diğer güne pozitif bakıyoruz ve sabah da hazırlanmamız, herşeyimiz eksiksiz.

Okula girene kadar herşey yolunda gitti. Güleryüzlerle karşılayan ortama önce yanıt verilirken bana bakılıp onay alınmak istendi sürekli ve ağlama anlamında kendini korkunç sona (!) hazır hissetmediğinden ağlamaya başladı.

Önce aşağıda O'nunla bekleyip durumu düzeltmeye çalıştım. Sonra baktım olmadı sınıfına çıkıp oradan veda etme durumuna geçtim. Çantasını öğretmenine teslim ettim, birazcık oturdum ama yine bizimkinin ayrılmaya niyeti yok. Bu arada yine büyük bir şans olarak öğretmenini ben okuldan veli olarak tanıyorum zaten Mss Anna :)

Ve ayrılma anı...Yine tansiyonum çıktı biliyorum, titremeye başladım, bir annenin çocuğu çığlıklar atarken O'nu bırakması kadar sinir bozucu bir şey olamaz. Vücudun kesinlikle mantığa yanıt vermediği anlardan...

Bilirsiniz, orada çocuğunuz çok mutlu olacak, bu geçici bir dönem ve hatta dakikalar, bundan sonrasında da zaman zaman geri vitese takılır ve çok mutlu okula giden bir çocuk bir anda diyiverir ki sabah kahvaltısını yaparken "Ben bugün okula gitmek istemiyorum!" ve eğer işe gidiyorsanız tansiyonlar dakikalar geri sayılırken doğru orantılı olarak artar durur.

Velhasıl, bazı konular var ki herbir çocukla yaşanan aynı sevinçler, aynı hüzünler, aynı mutluluklar... belki beş çocuğunuz varsa beşinde de sanki yeniden bunlar yaşanıyor. Tecrübe denilen şey ancak bir adet arka ses;

"Sakin olllll! Nefesini ayarlaaaa, hemen senden sonra toparlanacakkkkk!"

"Ama!..."

"Şu an panik içinde benden ayrılmak istemiyor, hiç dönmezsem O'nu hep oraya bırakırsam korkusu var, şimdi O'nun için herşey o kadar yeni ki!"

"Orada bir sürü veli gelip gidecek, yenilik öğretmenler için de aynı, bir tek çocuğa ve veliye odaklanılması imkansız, sen de çalıştın biliyorsun, bu işin en zor kısmını geçene kadar, bas bağrına taşı! düzelecek!"

Şu an ilk defa büyük kızım benimle yalnız evde kalıyor çünkü okulu bir hafta sonra başlıyor ve yine ilk defa küçüğümüzün bizlerden ayrı, kendine ait bir hayatı var bugünden itibaren.

Hayatımız ilklerle doluyken biz yaşlanıyoruz böyle böyle...