29 Eylül 2007 Cumartesi

İmdatınııııızzzzzz!

Yahu vallahi de billahi de bıktım! Benim blog durmadan " Kaydınızda gözükmüyor yeni blog oluşturun!" falan diye saçmalıyor. Bir daha blog dünyasından " Yeni blog zıvıştırın, tokuşturun..." gibi bir cümle gelirse, bilgisayarı kırmayı planlıyorum.

Hatta, bir ara cinlik yapıp kendi bloğumun ismini yazayım dedim. Ardından bir de salak gibi yorum yapmışım. "Anaaa! oradaki benim ismim değil mi yahu?!" diye kalakaldım mı sana?! Neyse, hemen anlayıp yok ettim haliylene. O stresi de öylece savuşturmuş oldum. ( Savulunnn, ben geliyorum! )

Bir de, ikinci sıkıntı haftalık alışverişi para yatmadığı için bugüne ertelemiştim. Saat sabahın dokuzu ve hala yok! Ne yapacam şimdi ben? Yarın da komşuya davetliyim de :)... ( Saat 19:30, akşam, ufaklık okuldan çıktı, eve gelindi basit masit bir şeyler yenildi ve hadi bu sefer de haftalık toptana... İlk defa öğleden sonra ve son :( Kızıma acıdım. Acayip yoruldu, zaten okuldan geliş bitkinlik, çocuk bir dakika kendi kendine sakin sakin oynayamadı. Alışverişten dönünce de hemen okunması gereken kitabı, yazılması gereken kelimelerin bir kısmısı. Ay! Afaganlar bastı. Daha önceden de yazmıştım ya, benim öğleden sonraya hiçbir şey bırakmamış olmam gerekiyor. )

Komşuluk muhabbeti pek buralarda olmaz aslında. Araplar, haklı olarak İngilizce konuşan bizlerden uzakta durmayı, çekingenliklerinden ötürü daha hayırlı bulurlar. Kimsenin kimseye bir gıcığı falan olduğundan değil de hani, Türkiye'de de yaşanan tür bir içe kapanıklılık hali hakim. Hem, zaten çevresinde kendi canı kanı insanlar olduktan sonra Allah'ın İngiliz'i, Türk'ü, Rus'u ve bilmemne memleketlisi ile niye sosyalleşsin ki kadın şimdi? Bence haklılar yani. E, biz de onların dilini konuşamadığımıza göre...Herkes kendi canıyla kanıyla sosyalleşsin, bulamayan da bizler gibi United Colours of Benetton lezzetinde çay partileri düzenlesin. Ben, elimden geldiğince Orhan Pamuk'un dişisi tarzında geçiriyorum hayatımı ama arada Chloe'nin şu ruh hastası annesi, ha o kadın mı diyecekler diye zorla da olsa çıkıyorum işte böyle :)

Geldiğim yılın ilk günlerinde yandan çıkan bayana ( Arap komşum galiba... Yani öyle tahmin ediyorum ya da benim yaptığım bir kazmalık sonucu hiç alakası olmayan, esas komşuya gelmiş olan arkadaşı ya da daha acısı " Ya manyak mı şu kadın da ne diye sırıtıyor demiş olabilir....Ve en beteri, ben bunları şimdi düşünüyorum iyi mi?! Uzunca bir süre kimsenin fark etmediği kendi dünyamda trip yapmış olma ihtimalim kaç doktor? ) sırıtma girişimim ağzımda kalınca hanyayı konyayı anladım. ( Bu cümleyi, anlaşıldığı üzere yukardaki anektodları girmeden önce yazmıştım )

Şimdi, aynı villa alışkanlıklarını (!) ben de arabamla evden çıkıp girerken gayet somurtuk bir şekilde devam ettiriyorum. E ne de olsa villa hayatı, lady'lik...Zor zanaatler bunlar. Ortamın klasına uyum sağlamak lazım. Yoksa, yan mahalledeki saf kız çocuğu halleri bitti, e anla be salak! değil mi? Değil...

Şimdiki zamanın trendi, devlet tarafından verilen beş odalı, altı tuvaletli villanda yaşarken kendini kraliyet ailesinin bir üyesi gibi hissedip, " Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin şekerler!" demek. Öyle, tüketim müketim, üzerindekilere ihtiyaç hissemeden değiştirmek falan...Iyyyy! Gözüm görmesin! Varsın, atalar 55 derece sıcakta doğum yapıp, çadırın içinde yemek yapma telaşında olsun, bizler evdeki klimaları 16 derecede tutmazsak ölürüz sıcaktan! Banal banal şeylerle insanların zamanını alıyorlar. Neyse...

Bu komşuluk muhabbeti olan kızcağızın iki tane çocuğu var ve kızlarımızı baleye getirirken birbirimizden haberimiz oldu. Yoksa okul halleri gerçekten de git, gördüklerine " Merhaba!" de, çık eve gel şeklinde yaşandığı ve ufaklıklar da farklı yaşlarda ve binalarda olduğu için zaten çok zor olurdu. Baleye gittiğimizde, geçen sene yarım, bu sene bir saatlik beklemelerimizde konuşurken " Sen nerede oturuyorsun?" " Ben, burada..." derken birbirimizin yanında yaşadığımızı keşfettik. Biz, tam bulvarın önündeyiz, bu hatun da hemen arkamızdaki sitedeymiş. Sonunda bir yıl boyunca " Aaa ama olmuyor, bak gelmedin, gitmedin!" laflarından sonra yarına gün aldıkkk!

Buradaki adetlerden biri, ilk gidilen eve ufak bir hediye götürmek. Geçen hafta birbirinin içine geçen çok güzel iki tane kulplu bardak aldım ama renkleri harika bir mavi. Umarım, mutfağına yakışır.

O da benim gibi yemek canavarı bir tip. Evinden geleni gideni eksik olmadığı gibi, bir saat kısık ateşte pişen şaraplı pizza sosundan bahsedebileceğim birisi. Ay ne heyecanlı :)

Aslında, işin acı tarafı şu, neden bahsedilebilir ki başka? Ülke sorunlarından bahsedemezsin, kendi tarihinden anlatsan ne kadar ilgi çekebilirsin falan...Peki, onlardan bahsedilmeyince hangi konuyu açabilirsin? Zor yahu sosyalleşmek, gerçekten de zor. Ama olsun işte, bir sene ertelemişiz artık yüz de kalmadı. Bu kızcağızın tam olarak nereli olduğunu bile atlamışım. En son ramazan oruç muhabbetleri içinde Müslüman olmadığını biliyorum. Mısır olabilir mi? Ya da Lübnan?...Bilmiyorum...( Lübnalıymış )

Kafam hep bugünün planlarının değişmesinde. Deli oluyorum işte böyle durumlara! Para yatacaktı da dolaba düşse kafası patlayacak fare sendromundan kurtulmuş olunacaktı. Yarın da bu sosyalleşme komşuculuk oynama halleri vardı :) Saat ona geliyor, belki de bu işi öğleden sonra hepberaber yaparız maaş gelirse, a evet evet öyle olabilir.

Dün, Chloe'nin arkadaşının doğumgünü partisine gittik. Başladık Allah'ın izniyle bu doğumgünleri furyasına. Neyse, bu aile bizim gibi evlerinde yapmayı seçen türünün tek ve son örneklerinden insanlardı.

Doğumgünü olan da benimkinin sınıf arkadaşı, GEÇEN SENE kadıncağız bana soruyor " Jennifer'ın doğumgününe gelecek misin?" Ben de diyorum ki " Yok, başka bir işimiz var, onu halletmemiz lazım, sen gidecek misin?" Meğerse kadının kızıymış! Geçen sene dedimmmmm! Bu sene değil!

Canım, ben nereden bileyim? Zaten kızının elinden bebekler düşmez, onları emzirir, yatırır kaldırır, benim heççç işim olmaz, dinazorcu kızım da bana çekmiş, hiç oynadıkları falan baki değil. Çocuk bir şey sorarsın " Nasılsın?" gibi yanıt vermez acayip içine kapalı, benimki nasılsın demeyenin yanına gidip " Ben seni çok sevdim." der, e bir de ilk geldiğimiz yıl ayrı sınıftalardı. Ne yapayım?! Şartların durumu artı benim çevremin farkında olmayışım birleşince böyle kazmalıklar yaşandı haliyle. Şimdilerde alışıyorum işte, anlıyoruz kim kimin kızı, gidilmeyince ne yapılmalı, gitmeden önce hazırlık ne olmalı falan...Şimdi, bir de bu ilk çocuk, ikincisinde daha bir mülayim olacam, söz! ( Hayır, daha hamile değilim )
Neyse, gittik, benim kız bir ara dumur durumları yaşadı. "Bebekler ve anneleri" oyununda daral geçirip yanıma geldi. Sonra kızlar üstlerini değiştirerek " Kıyafet değişmece" oynadılar. Chloe için köpek ya da kedi kostümü olmadığı için o iş de yattı. Kesin kararım var benimki büyüyünce prenses olmayacak :) "Bebekler ve anneleri" oyununda evin küçük kardeşi olmayı reddetti, ben de evin köpeği olmasını önerdim, "yaşasınnn!" diyip içeri gitti, sonra somurtup "onu da istemediler." diyerek geri geldi. Olsun! Gelmeli gitmeli yine de oynadılar derkeeeeen bir oyun daha çıktı piyasaya. Dınınınnnnnn! Playstation bilmemne ( kaç olduğunu bilmiyorum, ne yazsam yalan olur )

Onu anlatacağım da, buradaki kadınların kocalarına hayret dolu gözlerle bakıyorum. Abi, bir koca gidilen her yere götürülür mü yahu? Benimkinin doğumgünlerine karşı alerjisi var mesela. Sonra, küt diye insanlarla ne konuşulur durumları... Yalnızca farklı kültürden insanlar arasında da yok, aynı dili konuşan ve birbirini böyle zoraki sosyalleşme alanlarında gören çok insanda var. Ben de hiç sormadım erkeğime :) Zaten bir sürü ödevi vardı evde halletmesi gereken de bir gittim anaaaaa! herkes takmış kocasını koluna sanki gece baloya geliyoruz. Bir tek benim, sap gibi kocasız! Yine konusuzluktan " Kocan nerede?" " Evde" " E, ne yapıyor evde?" " Kabak oyuyor, içine de badem koyuyor he he hemmm!" lafları geçti aramızda. Hayır, gelmek istese de alınacak zevkin ne oranda olacağı gerçekten de bir soru işareti.

Amma velakin, işte o playstation geldi ya, düşüncelerim değişti. Jennifer'ın babası oyunu kurduğunda belki bir zaman önce teknoloji harikası diye biryerlerden okuduğum oyunun içine bire bir hareketlerle katılma durumlarının nasıl işlediğini gördüm. Keşke kocam da gelseymiş canım :) Çocuklar bizim tezahüratımızdan tırsıp, içeri gidince hepimiz tek tek bowling falan oynadık. Cheryl'la kocası voleybol oynadılar. Yaşasın! Jennifer'ın doğumgününde biz yetişkinler çok eğlendik!

Hemen anlatayım...Oyunla beraber kamerayı da kuruyorsun ve bilgisayar seni hafızaya alıyor. Fotoğraflar çekilerek oyun içindeki kişilerin kafasına yapıştırıyor :) Veee kamera vücut hareketlerini algılayıp yapman gerekeni de söyleyip olayı sana bırakıyor. Valla, bir oynadık bir oynadık anlatamam. En son kızlar cam silme oyunu oynuyorlardı ki ayrılma vakti geldi.

Doğumgününde verilen şekerlerin hepsi çöpe gitti, lolipop da açıldı, bir iki yalandı ve o da aynı sonu paylaştı :) Çok mutluyum çookkkk! Demek ki verilen alışkanlıklar işe yarıyor. Keçilerin Çobanı durumları :) Bu konuda kendisini de çok taktir ettim. Saygılarımı sunuyorum.

Sonra ben bir anda, öyleyimdir, iki yıldır kömür kıvamına gelen merdiven boşluğundaki dışardan görülmemizi engelleyen perdeyi söyledim benim adama. Haddiiii, onu çıkartmak için dönen merdivenin üzerine metal merdiveni dayayıp tırmanmak lazım, söylene söylene yaptı ama banyoya basıyorum önce, bir su çıktı ki düz duvara tırman denilse yapılmaya değecek şekil. Onu da yıkadık, asıldı, ev misss gibi koktu.

Kız, babasıyla ve köpeğiyle dışarı çıktı eve geldi ki "Ağaçta kedi var anne" dedi. Ve ben geçen sene arabanın motoruna giren kediden sonraki ikinci kurtarma operasyonumu düzenledim. Plastik su içme bardaklarına susuzluktan öldüğünü tahmin ettiğim kediye süt ve kıymalı makarna koydum. Bahçe duvarına büyük bir ihtimalle panik sonucu tırmanmıştır, inemiyordu. Masmavi gözler, bembeyaz ama leş gibi. Kemikleri çıkmış bir zavallı. Yüreğim paramparça ola ola, ilk önce tepkisini ölçtüm ve sandalyeye çıkıp begonvilin koca koca iğnelerine sürtünüp yemeğini içeceğini uzattım. Nasıl susamış, gözlerini kapatıp bır bır diyerek içişi...Sonra bir şekilde yavaş yavaş gönlünü kazanıp onu aşağı aldım ama çok korkak, haklı olarak tabi ve leş!

Elime alıp çok ama çok korkmasına ve o halde bile beni çırmıklamamasına rağmen onu götürüp dışarı koydum, yemekleri de öyle. İçeri kaçmak istedi ama izin vermedim. Birincisi Layla O'na bir şey yapmayacak olsa bile kediciğin yüreğine indirir, bu bir. İkincisi gerçekten de artık köpeğimiz dışında hiçbir ev canlısının sorumluluğunu almak istemiyorum. Bu, kısa vadede zorlayıcı bir karar olsa bile, uzun vadede neler getirdiğini bildiğim için çok da mantıklı buluyorum. Evin kedisine köpeğine de koltuk, televizyon falan gibi davrananlara kıl oluyorum, belirtilir. Hani, "Ne olmuşşş tatile de giderim, bırakırım bakarlar." ya da "Yaşlanır, hastalanır çöpe atarım yerini yenisini alırım, gittiğim memleketlere pahalı gelir falan götüremem sokağa salarım, bakana veririm." falan gibi...

Ya, adam gibi bakacaksan al, bakamayacaksan da alma. Bakamam ben diyene de sorumluluk sahibi olduğunu ve neyi yapıp neyi yapamayacağını bildiği ve bir canlıyı zebil etmediği için saygı göster kardeşim! Alllaaaah Allahhhhhh!

Ondan sonra bütün gece kedi nezdinde doğada yaşama savaşı veren insanları ve hayvanları düşündüm. İlk adımı atacağımız ortam bile o kadar şans ki! Şu an Afrika'da açlıktan ölenlerin arasında da doğabilirdik, bu şanssız hayvancığın yerinde de olabilirdik...

O yüzden, elimizdeki imkanların değerini bilmek, har vurup harman savurmamak eğiliminde olmalıyız. Belki bu kediye layıkıyla bakamayacağım diye almadım ama en azından yaşama karşı böyle bir saygım var. Bunun, dolaylı olarak dünya üzerindeki her canlıyı olumlu olarak etkilediğini düşünüyorum. Eh, benden bu günlük de bu kadar diyorum. ( Bu bölüm yazının en ciddi bölümüdür, bir kere daha okunması sindirilmesi tavsiye edilir )

Yorum yazanlar, yazdıklarımın önce özetini çıkartsın, sonra o kağıda bakmadan yani, kopya çekmeden sorularını ve eleştirilerini, ekleme çıkartma, çarpma bölmelerini yapsın. Yarın sınav var :) Soracam!!!!

26 Eylül 2007 Çarşamba

Bol Lahana ve Sağlıklı Yaşa :)

Efendim, üzerinize afiyet, dün lahana dolmasından kalan beşliyi ufaklık bitirmişti. Vallahi tadı damağımızda kaldı, ne yalan söyleyeyim ama geriye kalan pabuç kıvamındaki parçayı da ben yıllardır bildiğim ama bir türlü uygulayamadığım lahana çorbasına çevirdim.

İçine, gayet basit, iki tane soğan, birkaç diş sarmısak ve lahana ( tabi ki ) artı burada satılan içinde kimyasal barındırmayan, organik sebzeli çeşni bulyon :) attım. Hepsini böyle höreeee! dercesine benim klasik ve çok sevgili düdüklü tenceremin içine tıkarak onbeş dakika falan bekledim. Sonradan da eksik tuzu mu kalmış nedir onu tamamlayaraktan el mikserinden geçirdim.

Ne mi oldu? Bugün bağırsaklarımdan müzdaribim. Yani, bol bol tuvalete gitmek faideli ise o zaman lahana çorbam amacına ulaşmış bulunuyor.

Lahana ile ilgili okuduklarım gerçekten çok önemli. Hele de yağ yakmaya yardımcı olması açısından. Aşağıdaki bilgi sabah gazetesinde çıkmıştı;

Selülitlerinizle vedalaşmanın zamanı geldi

3-4 adet beyaz lahana yaprağını parçalamadan, kaynamakta olan yarım litre suya atın ve hafif ateşte ağzı kapalı olarak 15 dakika pişirin. Sabah ve akşam aç veya tok bir su bardağı için. Her üç günde bir 3 gün ara vererek 21 gün devam edin. Bu uygulamadan sonra 21 gün yeniden ara verin. Sadece haftada bir defa sabah ve akşam bir su bardağı şeklinde selülitler yok olana kadar devam ettirin.

Valla bilemiyorum artık, belki yakında lahana hapı falan da çıkartırlar ama Prof.Dr.Saraçoğlu'nun anlattıklarına bakılacak olursa gerçekten harika sonuçlar veriyor bu sebze. Adam diyor ki; " Vücudumuza giren su'dan yoğurda tüm ürünlerden gelen zehirli maddelerin hepsi yağda çözünür bu yüzden de vücutta biriktirilir."

Neyse, lahana olarak aratmalarda zaten buraya koyduğum bilgilerin bin tonuna ulaşmak mümkün. O yüzden dokundurup geçiyorum ama kendime bir sonraki alışverişte lahana almaya söz verdim.

Dün, kızlar bendeydi. Ispanaklı ve domates soslu, beyaz peynirli bir pizza yaptım. Ekmek için çok güzel ve özel bir maya almıştık. Pizza'nın hamurunu yaparken de bir trick daha öğrendim, biraz un, maya ve sütü azıcık şekilde tabi şekerle bir yerde mayalanmaya bırakıyoruz. Bu kitapta belirtildiği kadarıyla 10 dakika ve sonra hazırladığımız hamurun içine de katıp karıştırıyoruz. Valla, sonuç hakikaten harika oluyor, tavsiye ederim.

Sabahleyin de hafta sonu ya muffleslar yaptım. Çukulata parçalarım ve kuru meyvem vardı. Hani şu top keklerden...O da buyrunuz aşağıda :)

Tarifleri yazma konusunda biraz çekingenim çünkü Türkiye'de şu cup tarzının kullanılmadığını biliyorum. Ben eskiden tatlı falan yapmazdım ama artık hele de kendi kültürümden tanımadığım tarifleri uygularken kaçış yok, onları uyguluyorum ve çok da memnunum. Yok o çay kaşığı, tatlı kaşığı, bir bardak falan, onları beğenmiyorum.

Su bardağı desen bin tane çeşit var. Çay kaşığını yabancı kültür tanımaz, tatlı kaşıklarımız arasında bile fark olduğundan ziyade bazen kaşıklar arasında uzlaşmazlık yaşanıyor. O yüzden eğer o tartı mekanizması yoksa tutturabilmek imkansız. Ama isteyen olursa buradaki ölçülerle veririm çünkü gerçekten de muflles'da harika oldu :)

Ayın sonu...Klasik, çıksan ne yapacaksın?

İki hafta önce Dubai'ye gittik, eşim kitap almak istedi. Orada, gerçekten de İngilizce olarak herşeyi bulabileceğin kitapçılar oluyor. Ufaklık " Acıktım!" dedi. Aslında acıkmak bir kenara akla takılan nokta fast food piyasasının küçük çocukların gözlerini boyamak adına yaptıkları oyuncaklar.

Karşısındayız! Hem, gereksiz yere harcanan bir plastik. İğrenç derecede doğaya zararlı. Verilen yemek yağ ve kanserojen yükü. Son okuduklarım ayçiçek yağının dahi kullanılmaması yönünde, neden? Rafine edilme oranı çok yüksek. Bir de bunları kullandıkları kızartmalar namına düşünecek olursak, çocuğa alınan her patates kızartmasında zehirliyoruz demektir. Neyse, zaten çok çıktığımız ve dışarda yediğimiz yok, gidelim bakalım neler oluyor dedik. Bunu söyleme sebebimiz de Ramazan. Herkes oruçlu.

Neyse, baktık bir sürü de turist var. Belli başlı yerler paket olarak veriyor. İnsanlar da yemek yenecek tarafta gizli saklı ağızlarına tıkıştırıveriyorlar. Sonuçta bu bölüm yemek yeme bölümü olduğundan, zaten hem oruçlu hem de çocuğu olan kimse gelmez, bir. İkincisi, o zaman yemek veremez o dükkanlar, öyle değil mi?

Eşim istemedi, kendini rahat hissetmezmiş ( ve bu düşünsecinde de son derece haklıymış ) Çocuklara yasak yok, ben de o anı değerlendirdim baktım başkaları da yiyor gizli saklı ama olsun dedim ve kendime bir hamburger aldım. Tam, sıkıntılı bir şekilde yemeye çalışırken güvenlik görevlisi gelip insanları " Yalnızca çocuklar yiyebilir." diye uyarmaya başladı. Önemli olan zaten huzursuz etmek, olayı kavrayamayan bir çift ellerinde içecekleri dışarıya doğru seyirtince bu sefer onlara detaylar anlatıldı. Öyle oturup yemek de yesen, dayak yemekle aynı. Yabancı olanların suratlarındaki anlamsız ifade...

Benimki zaten boğazıma dizildi, yemekten vazgeçtim. Ama hayatımda hiç Ramazanda o duygulara kapılmamıştım. Ben, Üniversitede okurken de hiç tutanlar tutmayanlara falan karışmazdı yani. Öyle de olması gerekir diye düşünüyorum. Aç olanın karşısında yemek yemek güzel bir durum olmasa da bunun hastası var, çoluk çocuklusu var. Ayrıca, oruç tutmanın anlamı aç olanın halini anlamak, kendini ne kadar kontrol edebildiğini test etmek. Yalnızca boş mideyle dolaşıp " Ben açım, dünya benim çevremde dönecek, bütün şartlar da bana göre ayarlanacak!" diye bir şey değil. O aç sefil insanlar bunu yapabiliyorlar mı zaten? Onların öyle bir lüksü var mı? Afrika'da her beş dakikada bir açlıktan hayatını yitiren bebeklerin anası babası " Dünya dursun burada bizler ölüyoruz!" diyebiliyorlar mı? Başkalarına şarlayabiliyorlar mı?

Desenize zenginin orucu bile bir farklı. Bütün gün akşam kuş sütünün eksik olduğu masaya oturmak, bütün gün hangi yemeği pişireyim telaşında bir alışveriş çılgınlığında günü bitirmek. Ama trafikte falan canavara dönüşmek, ona buna hönkürmek oruç tutmak çoğu kişiye göre. Kendine güveniyorsan tut kardeşim ama bana da müdahale etmeye hakkın yok! Ama tabi bu idealde olması gereken, sığ insan doğasını bağlamaz.

Yalnızca ufaklığınki yanımızda öylecene beklemek zorunda kaldık ki ortamı hiç sevmedim. İğrenç bir su termosu verdiler menüyle beraber, kocaman bok sarısı bir plastik! Eşimle de konuştuk, bir daha hayır dedik. İnsanların arasında gelip gidip uyaran güvenlik görevlileri komikliğe dönüştü, onların kendi kültürlerinde olmadığından, aralarında yaşlılar bulunduğundan ya da " Millet oruç tutuyorsa beni ırgalamaz, ben açım, hem burası da açık, e o zaman?" diyenler bulunduğundan görevli köşeyi döner dönmez, çocuklar gibi eğlenerek yiyenler oldu.

Sharjah'da zaten yemek ya da içecek anlamında açık bir yer bulmak imkansızdır, güvenlik görevlisi de bu yetkisini isterse hapse kadar götürebilir. O yüzden iki lokmayı özgürlük adına yiyeceğim dersen farklı hayat tecrübeleriyle karşılaşmak olasıdır. Burasının şartları bu, ona değil sinirim ama bugünlerde Türkiye'de de aynı şeylerin olduğunu bu aralar çok severek okuduğum bir blogda da gördüm. Gerçi yıllardır aynı dava, diyorum ya " Ben Allah'ın dediğini yapıyorum, siz zındıkların da ağzına etme hakkına sahibim." diyenler çoğalıyor sanki.

Ha, bu arada, tahmin ettiğim şu ki, otellere gidenler, üyeliği bulunanlar falan gayet rahat hayatlarına devam ediyorlar. İnsanların hep bir arada bulunduğu ortamlarda yemek ya da içmek imkansız. Dubai gibi turistik bir mekan olması da bu kuralı değiştiremiyor. İlginçtir ki, yine Dubai'de tabi, yollarda donu görünene kadar mini etek giyebilen bir Avrupalı ile karşılaşılabilse de bu dini bir kural olduğu için böyle uygulanıyor.

Sabah yine gözlerim kızarık kalktım. Bir haftadır da başım ağrıyor. Bu iklimin gözlerimde yarattığı eğretilik duygusundan çok sıkılıyorum. Dışarıya çıkmanın alışveriş yapma mantığı dışında olmaması geriyor insanı.

Birkaç aya kadar parklara falan gidebiliriz, sıcak kırılmış olacak ama ondan önce kocaman paralar verip de bir yere üye olmadan gideyim, yüzeyim, geleyim anlayışı sıfır. Bir yere üye oldun diyelim...Benden başka kimse yararlanamaz ki! Ben de sabah işimi gücümü bırakıp yanmaya, güneşlenmeye, yüzmeye koşturamam. Eşim geliyor beş gibi, ancak bir çay iç, lafla, altıda köpeği çıkart, yemeğe otur. Kızım geliyor, oluyor saat üç, ödev yap, birazcık oyna, bir yere bale falan gibi gidilmeyecekse tek gözü kapa, babanın gelişi...

Yalnızca hafta sonu, o da o kadar para verilecek her sabah kalk koştur koştur otele git, e gitmişsin öğlen dönme orada yemek ye, olabileceğinin beş katı da ona harcama yap. Bilmiyorum... şimdilik düşündüğümde pek karlı gelmiyor bana. O kadar kısıtlı zamanda da bir yere bağlanacağıma istediğim zaman istediğim farklı bir yerden yararlanmayı uygun bulurum şahsen.

Kamping olayına gelince...Evet, bütün malzemelerimiz var, anladık da tuvaletini kayaların arkasına saklanıp yapmak, başkasının yaptığına tanık olmak ne kadar rahatlatıcıysa o kadar! Doğaya yakınlıkmış şuymuş buymuş, bu da olanın bitenin bir diğer bakış açısından tarifi oluyor.

Başkalarıyla da gitmek istemiyorum. Söyledim benimkine. Neden? Bazısı cozurduyana kadar güneşin altında kalıyor, çocuklar olunca tutmak imkansız çadırın içine gir çık yapılıyor. O yapışık kum yataklara, heryere bulaşmış oluyor. Aman girmeyin dendiğinde geçen sefer gittiğimiz tuhaf insan " Aaa bırak canım oynasın çocuklar, buraya dinlenmeye, rahat etmeye geldik, takma o kadar!" gibi yorumlar yapmıştı, ne çocukları tutabildik ne bir şey. Iyyyy!

Diyorum ya hayatımda yorum istemeyen biri olarak eğer bu tür handikaplar varsa kendi çözümlerimle karşılamak isterim şahsen. Ne yapalım? Ben öyle cümbür cemaatlere uygun bir insan değilim, üzgünüm. Bakalım, belki bayramda biz bize deneriz. Nasıl olacak yazarım.

Sabahleyin, okuduklarımdan notlar almak için güzel bir defter aradım ama bulamadım. Önemli bilgileri unutuyorum. Onları hep yanımda taşıma amacım var. Ararken, elime 2004 yılında Antalya'da tuttuğum günlük geçti. Hava durumuna kadar yazmışım :) Bir anda aklım gerilere gidiverdi. Ufaklıktan bir sürü inciler bir de, bayağı bir güldük sabah sabah. Ne iyi oluyor böyle yazılanların sonradan okunup nostalji yapılması...

Umarım gözlerimde daha fazla problem yaşamam. Burada en yaygın olan ve salgına dönüşen sorun konjiktivit. Aids olduğunu duysalar bu kadar kaçar millet.

Ben doğaya çıkıp yürüyüşler yapmak, yüzmek, ufaklığı da açık havaya çıkartmak istiyorum yav! Yüzde yüz karşısında olduğum düşünce sistemiyle yaşamak istemiyorum. Ama işte, hayat böyle bir şey. Alışverişe git mesela, sağlıklı alternatifler istiyorum çocuğum için de ona göre alacağını al. Çok yaparsın! Ha, köye gideceğim oarada yaşayacağım desen, çocuğunun okul durumu ne olacak? Senin geleceğin nereye gidecek?

Ya da sağlıklı yaşam...Alışverişe gittin, bir koca bölüm çukulatalar, kurabiyeler v.b... Diğer bölüm tatlılar, bir diğer taraf güya cornflakes alacaksın üzerlerinde binbir kahramanın olduğu şeker yükü mısır cipsleri...

Maliyetleri ne kadar, satışlardan elde ettikleri kim bilir ne? Sonuçta bu atların, ineklerin yediği mısır değil mi kardeşim?! A hayır! Spider Man konulmuş ya mesela, çocuk cornflakesi değil üzerindekini görüp alıyor. Bizde alamıyor, o şekilde seçime izin vermiyorum.

Zamanında böyle bir film seyretmiştim. Bir adam çocukların çok sevdiği bir kahramanın kılığına giriyor ve sonra anlıyor ki o kişiliği atıyorum çok zararlı şeker falan satışında kullanıyorlar. Sonra, buna karşı çıkıyor ve olanlar...
Ve geçen haftalarda seyrettiğimiz "Super Size Me", harika!

Gerçekten de dışarda hamburger yedirme alışkanlıklarınız varsa değiştirmeye yetecek oranda gözleme dayanıyor film. O film çevrildikten sonra güya (!) sağlıklı menüler giriyor devreye ama söylediklerine göre kullanılan salata soslarında bile öyle kaloriler var ki! Onlar çocuklarımız da dahil vücudumuzda işlemden geçemeyip, biriktikleri için bu hale geliyoruz.

Buradan Mc Donalds fries ları seyrediverin, bakalım neler oluyor? Korkunç...

Neyse işte...Bu hafta sonu da böyle geçecek. Benim kızımla yapacağım işler var. Okumalar, arkadaşının doğumgünü için hazırlanacak kart falan...

Herkese de iyi hafta sonları :)


24 Eylül 2007 Pazartesi

Öylesine...

A ha! Ben öyle mimlenmiş bir şekilde yaşayıp gidiyorum, herkes löm! diye fotoğrafları falan koymuş.

Fakat bendeki handikap şöyle, bir yazmaya başladım mı kitaplardan girip, son yaptığım yemeklere, kafama takılan bir sorudan, böceklerin kanadına uzanan yolculuklara çıkıyorum. Haliyle, son yazdığım yazıdan sonra gelen yorumlarda şu serzenişe dikkat ettim " Ya, ben yorum yapacaktım ama afedersin konu neydi?!" :)

İki gün önce Photoshop'umu açtım, ehem! Copy, paste falan yapıp fotonun boyutlarını küçültecem. O da ne?! File,new yapıyorum bana fotoyu değil boş sayfayı açıyor. Ulan, sorsana hangi new diye kendi kendime söylendim ama yine herzamanki gibi beyin başka yerlere kanalize oldu ve o soru öölecene bekliyor. Koca gelecek gereken yapılacak.

Öyleyse, madem copy paste ve save for web gibi aşamaları kıvıramadım, bana göre mutluluğun resmini anlatayım, şöyle ki; Yer İngiltere, ufaklık kolları açık yeşillik bir alanda ileriye doğru koşmaktadır ve o anda annesi kendisini fotoğraflar.

Anne, o fotoya her bakışında börtü böcek eşliğinde, geniş alanlarda, araba egzosundan ve megamall kültüründen uzak çocuk yetiştirmenin ne kadar güzel bir durum olabileceğini düşünüp mutlu olur.

Yani, mutluluk hissiyatı artı onun üzerine bir de fotolanmış bir an eşittir bize göre mutluluğun fotosu.

Fotoyu Photoshop sorununu hallettikten sonra koyarım :) Affınıza sığınmakla yetinebilir miyim?

Ha, bir de tek yerden değil hem Elektra, hemi de Magissa tarafından mimlenmişim. Teker teker gelinmesini tavsiye ediyorum, görüldüğü gibi daha bir Photoshop'u bile oturtmamış bir durumdayım :)

Bugün ilk defa pencerelerimiz açtık!!! Ay, yani inanılmaz bir şey :) Öğlene doğru kaynama sıcaklığına ulaşırız ama olsun.

Bugün bale var ve ben tarihimdeki en kısa yazıyı yazıp, başka işlere geçiyorum. Lahana dolması yapacam, öhöm öhöm :)

Bu arada, akşam başardık, bir şekilde Picassa ile Photoshop birbirine kıllık yapmaktalarmış. Dosyanın kenarında kendine yer edinmiş olan Picassa programını silince benimki oldu :) İşte, benim için mutluluğun fotosu...

Şimdi ben de efendim yarın düşüneyim kimi mimleyecem :)

17 Eylül 2007 Pazartesi

Kutupta Gözyaşları ve Sonrası...


Haberlere bakıyorum... BBC Türkçe benim favori sitemdir, bilgisayarımın açılış sayfasıdır, dünyaya bakış kapımdır. Çevreyle ilgili çok güzel dosyalar ve haberler verirler, aktardıkları haberlerde farklı görüşlere ve objektifliğe özellikle dikkat çekerler. "Kutupta Gözyaşları" başlıklı yazısında Aleksandros Panayotidis acıklı bir gözlemini anlatmış. Bu sefer de Fransa İran'a hönkürürken dünyanın gittiği acı sonu gözler önüne sermeye çalışmış. Birbirinden farklı dinlerden insanların nasıl da şu aynı atmosferi paylaştığımız ortam için dua ettiklerine dikkat çekmiş.

Acaba, şu savaşlara akıtılan paralar yardımlara ya da dünyanın daha iyiye doğru gitmesi için yatırımlara harcansa? Olmuyor işte! Aslında, dünyanın üzerinde yaşayan ve parası bol olan alçaklar hepimizin çıkarına, soluduğu havaya, çocuklarımızın geleceğine kastediyor. Git hesap sor bakalım! Mümkünü görünmüyor.

Türkiye'de " Niye bu böyle bakanım?!" diyen bir bayanı tokatlayan milletvekilini unuttuk mu? Öbür tarafa yollanan 64. gazetecimiz hakkında düşündük mü? "Ananı da al git!" diyenleri, tekrar başa getirenleri ve sorulduğunda " Ben ekonomiye bakarım arkadaş!" yanıtını verenleri...

İşte diyorlar ya hep; " Hepimiz birbirimizi etkiliyoruz" diye. O kadar doğru ki! Ülkedeki çoğunluğun seçtiği, azınlıkta kalanın hakkını savunmuyor ya da O'nun isteklerini görmezden geliyorsa zor bir durum. Ama bir de şu var, şu an yaşanan bir " Yaaa gördünüz müüüüüü?!" halleri de hakim. Yani, " Sizler yıllarca bizi hor gördünüz, hem yarattınız hem bu yarattığınız zihniyeti üniversitelere almadınız , şimdi söz sırası bizde!" deniyor. Güya demokrasi ama kim gelirse diğerini alt etmeye çalışıyor. Kendi zamanında suları kendi yönünde akanlar ses çıkarmadığında bu şekilde çıkan homurdanmalar da inandırıcılığını yitiriyor gibi geliyor bana. Zurnanın zart dediği yer yani.

Bir dayılanma, bir şirretlik...Üstelik muhalifi de, dışarıdan bakıldığında ya da böyle tatil matil içine girildiğinde görünen yüzü de öyle. Kabadayılığın prim yaptığı bir ülke. Eğitimsizliğin, tehditkarlığın sürekli yükseldiği bir kültür. "Ailenizi de alın memlekete gidin!" diyor belediye başkanı. "Ananı da al git!" diyor başbakan. " Bu Cumhurbaşkanını kabul etmeyen ülkesini değiştirsin" bile diyor yahu! Bizim millet öyle, anasından bir tokat, babasından bir kötekle büyümüş ki zar, hiç gocunmuyor bu şamar oğlanlığı psikolojisinden. Ben, şahsen bu dayılanma hallerinden çok rahatsızım. Toplumumdan herkesi centilmen gibi görmek isterim ama maalesef. Artık, tersine prim yapan " Yan mı baktın keserim leyyyynnnn!" teranesi.

Kadınlar! Sanki bir başörtüsüyle bitiyor iş gibi takmışlar kafaya; " Bu başörtüsü bizim özgürlüğümüzün simgesidir, kimseye kaptırmam!" diye ama sor, üzerine iki kadın daha getirilsin mi? Yoook haşa! E boşol denildiğinde boşanmış olman lazım. Onun da bahsi yok ortalıklarda, miras hakkı yok, onu da saymıyoruz. Biz yaparız bin ton makyaj, takarız kafamıza bir örtü oluruz Müslüman! Bu, işin içinden, kocaman resmin küçücük bir kısmını ki işine gelen kısmıdır bu, cımbızla çekip almak oluyor ama diyorum ya herkeslerde bir oyalanmadır gidiyor.

O başörtüsü Kraliçe filmindeki Elizabeth'in taktığı ya da bizim eski kadınlarımızda olduğu gibi iş yaparken güneşten, rüzgardan korunurken takılan başörtüsü değil, bakın o filme aynı bizim eski ninelerimizin taktığı başörtüsü gibi. Öyle iddiaları falan da yok. Saçımın tek telini gösterirsem karşımdaki erkek ereksiyona geçer derdi de yok. Ben bir cinsel objeyim takıntısı hiç yok! E, sen cinsel bir objeden başka bir şey olmadığını kabul ediyorsan, o zaman neden erkeklerle aşık atıp öyle partilere falan giriyorsun ki, otur evde çocuğuna bak! ( Onu da küçümsemeyeyim şimdi, bugünkü uzmanın da söylediği buydu " Çocuk bakmak dünyanın en ciddi işidir X bey!" dedi programın sunucusu çocuk psikolojisi ve konuşma tarzları hakkında " Ciddi bir iş yapıyoruz ama... " dediğinde. Köküne kadar da katıldığım bir konudur ayrıca.)

Zaten üniversiteye gidip de niye meslek sahibi oluyorsun? Orada, senin görevin kocana karşı kadınlığını yapmak, dört karıdan biri olmayı da kabul etmen demektir. Öyle yalnızca türbanlanacam diyip de kocanın yanında demir lady olmak demek değildir.

Geçenlerde bir din görevlisi de çıkıp aşağı yukarı şunu söyledi; " Suyunu çıkarttılar, kadın heryerde erkeğinin arkasında bir gölge gibi olmalı, öyle resepsiyonda falan da bulunmamalıdır." NOKTA! Yani bakıldığında esas olayın tutucu kısmıyla bu yenilikçi türbancı kısmı da uyuşmuyor. Karman çorman bir şey!

Ama bir yerde haklılık payı da var, herkesin hukukunu, hele de verilmişlerken, savunması kendisine kalmış. Türk kadınının bu yapılan devrimlerden sonra bile " Ben ikinci sınıf vatandaş olacam kardeş, cinsel obje olduğum için de kafamı kapatırım, bu benim kişisel seçimim." derse kimse O'nun için savaşmaz. Bu, bu kadar da basit bir kuraldır yani. Zaten, işin aslına bakılacak olursa kimse kimse için savaşmaz, hayatta hep kendin olursun, seçimlerinle. Kadınlar susmuş, maşallah bir erkek enflasyonu dır dır dır konuşuyorlar, açılacak mı kapanacak mı? Siz, karısını ortalarda, dikkat çeken bir halde gören ve bundan zevk alan bir erkek gördünüz mü? Fantazilerde vardır da o gerçek hayatla pek örtüşmüyor :)

Kısacası, bu şartlar altında yolu açık olsun Türkiye'nin ama bu kadar olumsuzluklarla zaten kapıları zorlamaya çalışan bir ülkeden görüntü olarak gittikçe de uzaklaşıyor. Bazıları diyorlar ki " Zaten bizi alacakları yok, olmazsa olmasın, biz kendimiz olalım!" Biz kendimiz eğer gelişmiş ülkelerin çizgisinde olabileceksek varalım olalım o zaman! Ama yazacağım bugün TV'de seyrettiklerimi...

Sabahleyin, anneme yollayacağım birkaç şeye mektup ilavesi yapayım dedim. Sonra, babamın da fotoğrafları vardı ufaklıkla onu da ekleyince ikisine yazı yazayım derken baktım, ben kahvaltı yapmadan saatler aldı başını gidiyor. Gün için yemeğim vardı, o yüzden programda yemek pişirme ya da düşünme durumları yoktu.

Sabah, önce kendime en keyif aldığım kısım olan kahvaltımı hazırladım ve mutfakta sabah programını açtım. Tavsiye ederim, sabahları ( tam olarak saate bakmadım ) TV8 de haber programı yapan çok samimi bir adam var. E mailleri okurken, seyircilerden bire bir sorular soruyor ve çok da güzel konuklar getiriyor. Bugünkü iki konuğun anlattıkları bende değişik etkiler uyandırdı.

Sabah sabah konu 1: Çocuklarını yutan annelerden bahsetti bir uzman bayan. Başını kaçırmıştım, ismini falan alamadım. Çocuklarından asla ayrılamayan, okula dahi götürüp bırakırken kendileri tedirginlik yaşayan bu kadınların nasıl da anne bağımlısı evlatlar yetiştirdiklerinden dem vuruldu. Birisinin kocası eşinde bunu fark ettiği için yazmıştı ve çocuk eğitimi uzmanı bunun ciddi bir hastalık olduğunu ve kocasıyla beraber bir aile psikoloğuna gidip çözüm aramaları gerektiğini anlattı.

Sonra, şu yaşıma gelene kadar gerek kendi aile hayatımda, yaşamımıza giren kadınlarda ve gerek başkalarının çevrelerinde bu tür anneleri ne kadar fazla gördüğümü düşündüm. Kocaman, evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış ama aslında kendi içinde büyüyememiş ve annesinin dizinin dibinde oturmayı arayan ana baba tiplemesini. Erkekleri, kadınları...Bu insanların yetiştirmeye çalıştığı, ruh hastası ettikleri çocukları, kendi kocaman oğullarıyla yatanları, askere giden oğullarının arkasından donlarını koklayanları ( bunu tanıdığım biri kendi kocasının annesi için anlatmıştı ), annesi veya babası için evlenemeyenleri, ailesi için evlilik yürütemeyenleri...

Çocuklarımızı lütfen kendilerine güvenli, zamanında yuvasından özgüveniyle mutlu mesut uçacak şekilde insanlar olarak yetiştirelim. Bu yüzden, yaşamımızın kalitesini arttıralım, geleceğe olan yatırımlarımızı " çocuğumuz için" değil, kendimiz için yapalım. Unutmayalım ki, bizim geleceğimize yapılan yatırım zaten çocuğumuzun olacağı gibi, ilerde O'nun da kendi hayatını kurmasında gönül rahatlığı sağlaması ve özgürlüğü açısından büyük yardım olacaktır.

Bizlerde, evlenen, aileden ayrılıp da iyi standartlarda yaşayanlara ekstaradan bir vicdan azabı reva görülür. " Bak, ben saçımı süpürge ettim." meselesi hep oradadır. Gelinlerimiz hem ağlarlar, hem giderler. Niye ağlarlar, hala anlayabilmiş değilim. Yahu, kendi evini açıyorsun, aşık olduğun, sevdiğin adamla evleniyorsun, belki bir süre ortam değiştirmekten her insanın yaşadığı aşamaları yaşarsın. Ama hayır! İlla bir yapışıklık, bağımlılık aşılanacak ya çocuğa. Aslında verilen mesaj, kendin mutlu oluyorsun, beni yapayalnız bırakıyorsun!

Sonra, " Okulda ne yaptın?" sorusunu soran anneler için tiyolar verildi. Bu soruyu o şekilde açık uçlu sormayın denildi. Mesela " Bugün okulda Seda'yı gördün mü?" veya " Akşam dışarı çıkacaksınız ya ne giymek istiyorsun?" gibi konuşmalar, tabi ki yaşına göre ama sormak için sorulmuş sorular değil. Eve gelen eşe sorulan soru gibi " E bugün işte ne yaptın?" Cevap çoğunlukla " Hiç!" Yani, seni ilgilendiren bir durum yok. Ama orada ilgilenilen bir konu seçilip sorulsa belki o yanıt alınmayacak.

Aslında, nasıl konuyu bilmeden ya da gerçekten ilgilenmeden soru soramazsak, çocuklarımızın hayatı hakkında gözlem yapmadan, fikir sahibi olmadan, kocamızın günlük rutinini anlamadan ya da atıyorum okuduğu kitaptan ya da çok sevdiği bir filmden biraz bilgilenmeden soru da soramayız zaten. Buradaki ana tüyo, gerçek ilgi. İlgilenirmiş gibi yapmak değil.

Sonra, bir vergi uzmanı çıktı ve dünyada Türkiye'nin ( hep biliyoruz ki bu konularda birinciliği asla kaptırmayız ) cep telefonları konusunda vergi rekortmeni olduğunu söyledi. Arkamızdan Ruanda falan geliyor, düşünün. Adam şunu anlattı, ceplerden Haberleşme Vergisi, Hazine Vergisi gibi dünyanın hiç bir yerinde olmayan vergiler kesiliyor. Dünya ortalaması hatırladığım kadarıyla %14 gibi, Türkiye %60larda seyrediyor. Hatta, aldığı vergiden tekrar Hazineye vergi alıyor, bir de tatlı gelen deprem vergisini de almaya ediyor.

Vallahi, deprem konusunda Türkiye'de neler yapılıyor, o yıllardır alınan deprem vergisinin gelir gider hesabı ne oluyor gören varsa söylesin. Geldiğimde okuduğum Cumhuriyet gazetesine göre yüzlerce küsur deprem davasından sonuca ulaşanı üçtü. Diğerleri yıkılan evlerinin üzerine bir de su içmişler.

Yani, " İyilik yap denize at!" mantığı ile devlet yönetimi. Sokakta dilenene para vermeyin diyoruz, e burada devlet boğazına yapışıyor verilmezse ama verilenin takibinin yapılması, hatta sorulması falan bile abesle iştigal muammelesi görüyor. Devletin şeffaflaşması falan da zaten Avrupa Birliği olayı karalana karalana etkisini yitiriyor. Kendi kendine bu devlet şeffaflaşmazzzzz! İlla ki bazı kriteleri uygulayacak, dışardan itilecek edilecek. Yoksa, devlet deniz yemeyen domuz şeklinde yaşanıp gidilecek. Olmuyor işte, kendi kendimize yapamıyoruz, kontrol edecek mekanizma yok.

Yok derken tüketicinin bilinçli olması çok büyük bir kuvvet aslında. İnternet gibi bir alternatif varken elinizdeki ceplerin kullanımını minimuma indirebilirsiniz. Vergi uzmanı da aynı şeyi söyledi, belki de tüketiciye " Artık bunu yapın! " tüyosunu verdi. Bu tür haberleşmede bahsettiğimiz tek bir vergi bile işlemiyor çünkü. " Mesela," dedi, " Siz lahmacuncuya telefon açtınız ve lahmacun istediniz o lahmacun hazinenin de midesine iniyor." Bence, çok güzel bir örnekti :) Borcunuzdan ötürü telefonunuz kesik, adam hala senden haberleşme vergisi kesiyor, haberleşemiyorsun ki kardeşim o sırada! Haberleşememe vergisi :) Araba vergileri, alkollü içeceklerden alınan vergiler, örnek olarak şarapçılığı verdi. Ne oluyor? Üretiyor ama kanuni açıklardan vergiyi kaçırıyor dedi. Bu gidişle elindeki arpadan da olunacak, bütün yük vergi verenin senin benim omuzuma biniyor dedi. Dedi de dedi...

Vallahi ben sabah programlarını da çok küçümsermişim eskiden bunu anladım. En kaliteli programların sabahları verildiğini keşfettim. Esas, akşamları içi boşalıyormuş. Bu da ek not :)

Hemen, Türkiye'de iki kelimeyi bile konuşurken düşünmeye alıştığım için geçen sene İngiltere'ye gittiğimde bulduğum bir şeyi anlatayım. İngiliz Telekom'dan kart alıyorsun, bir numara çevirip evden ister başka ülkeyi, ister kendi kaldığın ülkeden birini ya da başka ülkedeki cebi arıyorsun. Kontör sistemi ama özel hiçbir şey yok, yalnızca karta toplam paranı ödeyip eve geliyorsun, o kadar. Normal hattın da açık. Mesela, ben kayınvalidelerden veya görümcemin evinden hep o kartı kullandım. Allah'ım ya konuşuyorum konuşuyorum bitmiyor. Kartın bir yıl gibi bir süresi var, geçen sene bitiremediğim kartı bu sene de bitiremedim ve elimde kaldı öyle :( Konuşma dakikası sinyal sesiyle haber veriliyor, konuşmaya başlamadan kaç kontör kaldığı ve dakikası söyleniyor. Fark mı?! Köküne kadar!

Sonra, oy vermek, yok bankaya para yatırmak, acayip bir posta sistemi oturtulmuş. Evinden çıkamayan yaşlı insanlar için kıyafetler bile kataloglardan seçilip, denenip, belli bir süre sonunda olmuyorsa iade şekline getirilmiş. Evinden çekini yaz, kapına gelen postacıya ver, gitsin. Hatalar her sistemde olur ama devletin işi vatandaşına hayatı kolaylaştırmaktır, nereden taksam diye bakmak değildir.

Türkiye işsizlikten kırılan bir ülke. %46 sı hatırladığım kadarıyla kaçak çalışıyor. Neden? İşverenin üzerine bindirilen vergi yükü yüzünden. İşsiz işe muhtaç, sigorta falan hakgetire adam karın doyurma derdinde. Bu arada, benim eski çalıştığım yerdeki trick " Maaşını al beş katı, göster azı!" Bu da vergi kaçırma taktiklerinden biri. E, o sırada anlıyorsun bir pislik var, adam senin yaşlılık paranla da oynuyor aslında ama sıkıysa çıkar bakalım sesini, senin yerine o işe girmek için pusuda bekleyen kaç insan var. Herkes korkuyor, iş bulmuşsun konuşuyorsun deniliyor.

Lütfen ama lütfen tüketici olarak akıllı olalım. Seçim yapma hakkına sahibiz bunu bilelim. Eğer, birileri bizi enayi yerine koyuyorsa o zaman alternatiflere yönelelim. Bakın, İtalya'da son makarna fiyatlarındaki artışla hemen tüketici kurumları tarafından makarna almama kararı alındı , birileri etkilemez falandı filandı derken toplu hareket edebilme gücü ortaya çıktı.

Evet işte sabah bir yandan da onları dinledim...Sonra da gözüme gözüme giren mutfak fanımı tırmanıp çıkardım, yıkadım sildim. Derken, fırının arkasında kalan fayans kaplı duvarın durumunu görüp haydaa! merdiveni kaptığım gibi aşağı indirdim, elimdeki sopaya bezimi sarıp bir güzel bulaşık deterjanıyla onu da sildim. Sonra, hızımı alamayıp beyaz duvarlarımın kenarlarında ben yokken biriken tozları, ufaklığın ellerinden gelen lekeleri, ayakkabılığın üzerinde kalan parmak izlerini falan hallettim. Mutfaktakileri toplayıp, bu sefer epeydir yapacağım dediğim bizim çıfıt çarşısı olan odamıza seyirttim. Saat, onbir gibiydi sanırım.

Tabi, kafamdaki bu düşünceler de dağıldı, kendimi bizim kızın ufaklık kıyafetlerinin arasında buluverdim. Modum bir anda değişti. Hele bu akşam babası O'na hikaye okurken bulduğum parmak kız kıyafetleri...Evet, dedim kendi kendime " Ben hazırım yeni ziyaretçiye :)" Ortada bir şey yoksa bile ruhen hazırım artık. Yeniden odaları düzenlemeyi, bir gelene değişiklikler ve organizasyonlar yapmayı istiyorum. Özellikle, ufaklığın bu konuda çok olumlu olduğunu gördükçe, her küçüleni " Kardeşime mi saklayacaksın?" dedikçe...Gerçi bugünkü minnacık kıyafetini " Sparki giyebilir! " dedi ( siyah labrador oyuncak köpeği ) ama olsun :)

Annem ne kadar örmüş kızıma, onu fark ettim. Hırakalar, kazaklar, yelekler. Herşeylerimiz kız kızmış yahu bizim. Amma pembe çılgınlığı yapmışım. Aralarda erkek renkleri var, bazen de yeşiller falan...Başımıza prematürelik, vefaat gibi durumlar gelmeden önce bir arkadaşımın ikizler için yolladığı aynı örnek ama farklı renklerdeki kıyafetleri kutudan çıkarttım :( Benim bilmeden aldığım herşeyden ikişerli zımbırtılara kaydım. Zaten çıkartmadığım ve ayırmadığım bir şey kalmadı sanıyorum. Bu arada, hala ikizlerden uzak kalmaya özen gösteriyorum. Kıskançlık falan değil bu yanlış anlaşılmasın, yalnızca yaşayabileceğimiz güzelliğin yarım kalması yüzünden. Kızımın aynısından bir tane daha olabileceği ama olamamasından. Öyle bir ikiz tam da bizim Yalova'daki oyun parkına gelmilerdi, ufaklık da onlarla oynarken içim nasıl cız etmişti. Şimdi, eşimin işyerinden bir arkadaşının karısı var, ikiz kızları var onların da ve bize komşu oturuyorlar. Onları çağırmayı istemişti benimki bir gece, ben gönüllü olamadım. Değiştirilecek bir durum değil, böyle hissediyorum :(

Neyse işte, böyle böyle kışlıkları ayırdım. Kokuları bile değişmiş, dile kolay bazıları altı yıldır neredeyse gün yüzü görmemişti. Çorapları bile kaldırmışım. Yıkanmaları lazım. Tonlarca şey. Atılacakları ayırdım. Kusum belki onları kiliseye yardım için götürür ama buraları sıcak ya, pek kimse kalın bir şeye rağabet etmez. Hatta kimse giydirmez. Şimdi herşey ayrılmış gözüküyor, eskilerden aldığım notlarım, ahşap boyama için gereken boyalarım herşeyim...Ufaklığa bir dolap başlamıştım da hala yarım :( Çarpı işlerim için aldığım bir diğer etamin...

Daha yapılacak çok iş var çooookkk! Artık kararım, kızım eve gelmeden önce yapılacak her neyim varsa bitirmek. Çünkü bir kitapla geliyor, onu beraber okumamız lazım. Sonra, gelen kitapla açıklama kitapçığı da vermişler, bugün baktım, okunan kitapla ilgili soru sormak, onunla ilgili kısa bir yazı özet yazdırmak gibi fikirler verilmiş. Bir de heceleme testi için hazırlanmak lazım. Bunları at yarışı gibi yapmıyoruz ama ben sinirlenmezsem, olumlu ve pozitif olursam ufaklık çalışmaya çok istekli ve yatkın. Yalnız her geldiği gün bir resim muhakkak yapılıyor :) Bu iş O'nun ruhu için lazım :)

Dolayısıyla, bu yapılacaklar listesi saat bire kadar. İlk aşama yemek yenmesi, onun arkasından mutfağın düzenlenmesi, ödevin beraberce ve güzelce halledilmesi, hepsi birarada bitmiyor zaten, akşama da heceleme için soru cevap yazıyoruz :) Sonra göz kapama seansı iki saate yakın. O da ancak aktif olmadan tv seyretmekle geçirilen bir vakit vee babamız geliyor :) Saat altı Laila'nın çıkışı, babalı kızlı bahçede top atmaca, bitkilere su vermece, annenin yemek hazırlama seansı veeee yatma aşaması.

Sonrası... Bilgisayarım ya da kitabım ya da tvim ve ben :) Yanında bir çay :) İşte bir günün özeti daha :)

12 Eylül 2007 Çarşamba

Bir Sabah ve düşünceler

Dün akşam ufaklığın yatmasıyla birlikte herkes kendi bilgisayarına hücum etti. Şakır şukur maillere yanıt yazma, haberlere bakma, " Hımmm! bunu da bloğa eklemek lazım." muhabbetlerinden sonra tam tv yönelecekken baktım benim koca oraya seyirtmiş. " Eh" dedim " Şimdi haber kanalına bakılır." Netekim, öyle de oldu. ( Ha, bir de ben hemen ekmek yapma makinasına ekmeğin malzemelerini koydum, onu yazmayı unutmuşum, hatta bu sefer ılık su ve elenmiş un koyup, patlayacak kadar kabaracak olan ekmeğimin (!) 3 saatinin dolmasını beklemek üzere, tv'ye seyirttim. )

Mincuk muncuk oturup da Endonezya'daki şiddetli depremi dinlerken, ardından bir sürü hayvanın yokolma tehlikesinin getireceği olumsuzluklar anlatılırken ve işin tuhafı tv izlerken bunların hepsi yalnızca bir film karesine sığarken, hemen ertesi günü unutulmaya yüz tutmuş bir haberden ibaretken, yani yaşayış bazında bencilken ama bu durum da kaçınılmazken... bizimki arkadan ses vermeyince bir döndüm uyku moduna girilmiş. " İyi, ben de kitabımı alır yatarım." Ve biz böylelikle saat onbuçuk gibi yattık.

Ufaklığın yıkanmasıydı, hikayesiydi zaten olmuştu sekiz, yani çocuk ardından demlenme, kendi işlerimizle ilgilenme bölümü bir buçuk saatte suyunu çekmiş bulundu :(

Ramazan'ın başlamasıyla trafik sabahları çok daha akıcı hale gelecek diye eşimin işine de yansıdı bu durum. Dün akşam günün anlam ve önemini sordu ufaklığa, bizimki " Biliyorum" dedi. " Bütün gün uyunur, gece de parti yapılır bu dönemde :)" Fikir çok hoş gelmiş, tabi bu kendi Ramazan yorumu sonra işin gerçekliğine dayanarak; " Peki ne yapmazlar gün boyunca?" sorusuna " Yemek yemezler" cevabı verildi. Anlamışız anafikri ama o bölüm o kadar çekici değil belli ki.

Neyse, dün akşam ve birkaç gecedir rüya trafiğimden uyuyamıyorum. Dün, kızımı kaybettim ya da öldü işte, bilmiyorum. Bir sürü doğaüstü olayların olduğu bir evdeydim sonra, ablamın eviydi galiba. Hatta, birisi saçlarımdan falan tutup çekiştirdi. Aman Allah'ım o ne büyük bir acıydı, durmadan bağıra bağıra ağlıyor, ufaklığı arıyordum ( Madeleine etkisi :( ). Sanırım bilinç altından öldüğünü de biliyordum, tuhaf bir şeyler...

Ardından, kendimin çıplak ayak bir yerlerde kaybolduğunu ve koşarken bulanık bir su birikintisinden geçeceğimi sanıp içine gömülmemi görmem... İyi değilmiş orası ve bir de o bulanık hatta çamur suyun içinde köpek balığı falan besleyen birisi varmış. Ben çıkamıyorum ama nasıl, sanki uyuşmuş gibiyken adam geldi başıma, o kötü olan hani; " Hissediyor musun?" diyor, galiba benim bacak mı ne gitmiş. Haydaaa! Ama içimden diyorum ki " Yahu ne ilginç, gerçekten de hiç bir şey hissetmiyormuş insan köpek balığı tarafından yenilirken " :( :(

Ayyyyyy! Sabaha karşı dört, bizim ekmeği öylecene makinada unuttuğumuz aklıma geldi, kalktığımda " Yaşasın, evdeyim, rüyaymış, kızım da yaşıyor!" diye mutluluk içinde aşağıya indim, makinayı ana bölümden düğmesini çevirdim. Zaten program duruyor, o da bekliyor ama ne bileyim açık kalan şeyleri sevmediğim için belki, kapattım işte.

Baktım hain ekmeğin tepesi çökmüş hafiften. Vay! Demek ki iyi olmuyor sivri zekalı eklemeler yapmak. Ne denirse o yapılacak. Daha da kolay zaten niye suyu ılıtalım ki değil mi? Acaba ılık süt koysam su yerine o nasıl olurdu? Bak, şimdi bir de bunu deneyeyim.

Sabah saat altı buçukta kalkıldı. Ramazan ya, diyorum çok trafik olmaz diye, ufaklığı babası götürecek, bizimkini giydirdim, saçlarının yapılması, diş fırçalanması, yatakların toplanması ve mutfağa. Hadii, bu sefer ekmeğin çıkartılması, üzerinde bir seri yorum, artık bayağı komplike haline gelmiş beslenme çantalarının hazırlanışı. Baba da kendininkini hazırlıyor, ondan önce kahvaltı durumları...O sırada, birimiz mutfağın sol tarafından ekmek kesme tahtasına giderken, diğeri sağ taraftan dolanıyor, minimum münasebet halleri.

En deli olduklarım arasında sabahları kirli ve dağınık mutfağa uyanmak var. Nedendir diye sorulacak olunursa zaten benim sabahlar jetgil ailesi gibi başladığı için toplu olunmadı mı gelenler geliyor. Yavaş harekete ekstra kıllık durumları mesela.

Yani, bana göre kimsenin kimseyle yaşaması diye bir durum söz konusu olamaz. Bazı, şimdi okuyorum kalabalık aileler, birbirlerine gitmeler gelmeler, uzun soluklu kalışlar ( benim şu iki senedir yapmak zorunda olduğum gibi ) yok, bende şöyle oluyor ya kendimi evin süpürgesi yerinde buluyorum ya da sabah kalkıp kahvaltıyı falan hazırlama robotu...Veya çok aynı frekansı paylaşmak lazım eğreti olmadan yaşamak için, gülebilmek eğlenebilmek gerek beraber, yenilikleri paylaşmak, en önemlisi konuşulacak bir şeyler bulabilmek...

Ha, bir de şu olur. Gittiğim yerin de vücut saati bizler gibidir ya da bizimkilerin onlar gibidir dert değil. Bir gün ben hazırlarım, başka bir gün O yapar. Veya ben sabahı yaptım diyelim, öğleni O devralır. Mesela atıyorum, bir iş yerim var ve onu çalışıtırıyorum diyelim, istediğim o an yapılacak benim. Yoksa atlar kendim yaparım, hiç öyle ırımlara kırımlara falan gelemem.

Bir de bölüşmeyi severim bir işi, mesela benim kızıma sevilerek ilgiyle bakılsın, beraber resimler yapılsın, sohbet edilsin o sırada ben evin işini de yüklenirim, hiç dert değil. Ama kızım bir tarafta tv'nin karşısına oturtulmuş, diğer elemanlar çay kahve eşliğinde zaman tüketiyor, gel gelelim çocukçağızım bir gelip " Anne, budur bidir şudur..." dediğinde " Ay, güzelim bir konuşturmuyor bu da yaaa, evde de böylemidir?" falan deniyor. Hiçççç! Kendimce belki carlamam ama içimden bitiririm.
İşte, bu şartlar altında her kadının kendi evinin lideri olduğuna inanan ben, her Türkiye'ye gelişimde o kayınvalidelerle ya da annelerle ilerde yaşama konuşmalarına (!) bile katlanamaz hale geliyorum. Yahu, ben annemle veya işte diğer versiyonlarla nasıl beraber yaşayabilirim ya da onlar benimle? Zaten, anneme kalsa O da yaşayamazmış, Allah'a şükür kimseye bir ihtiyacı falan yokmuş da acaba şöyle şöyle, böyle böyle olsaymışmış biz o zaman ne yapacakmışmışız?

Ne kalkışlarımız, ne yatma saatlerimiz, ne hayat tempomuz, ne bakış açılarımız, ne çocuk bakma kurallarımız, ne seyrettiğimiz programlar hiçbir şeyimiz benzemiyor ki! Bence, yaşlı insanlar da bizlerle beraberken yoruluyorlar. Bizim aileyi seyretmek bile zaman zaman benim annemle kayınvalidemi yoruyor. Ben biliyorum! Çok büyük ve olağanüstü durumlarda gereken yapılır ama bilinir ki hayatların her iki tarafı da allak bullak olacak. Bu, ne yazık ki gözlemlerimle de sabitlenmiştir.

Sonra yemek alışkanlıkları... İki sene öncesi hariç her tatil kilo alınarak ve filmi baştan sarmaya kalkılarak gelinen sinir bozucu nokta. Sofra kurulmuş, yediğin önünde yemediğin arkanda, nasıl tutacaksın kendini be birader?! Bu sene İngiltere 50. yıl kutlamaları sebebiyle abartılmış yemekler ve kremalı meyveler geçidi şeklindeydi. Orada resmen şiştim. Her akşam iki kadeh şarap artısı. E Türkiye'ye gelinir gelinmez bir hamur işleri saldırganlığı peydahlanıyor tabi. O da beter bir durum kilo açısından.

Burada, oh! Sabah kalkarım, istediğim kadar sadeleştiririm kahvaltımı, yok yürüyüşümü ufaklığı arkamda bırakıyorum, yok O'da gelmek isterle falan bölmeden yaparım, istediğim an sessizlikte kitabımı okurum, internetime girer kafama takılana bakarım, yazarım, ederim. İstediğim ve bütçeme o an uyan ne varsa " Aman şimdi kalan ne der? Daha iyisi olması lazım" stresine girmeden pişiririm. Yeri gelir param kalmaz nohut yemeği yapar üç gün ona talim ederim ama gözlemler olmaz çevremde.

Türkiye'ye geldiğimde en fazla hissettiğim ve sevmediğim o tepemde tepemde dolaşan gözlemler. Herkesin hayatı algılayışı, zevk aldıkları almadıkları farklı kardeşim, alışkanlıklar da var çok önemli olan. Mesela, hep çalışırsın, çalışmayınca bir süre okul kırdın gibi çıkarsın sokağa, sanki birisi seni görecek de " Aaaa bak çok ayıp, sen bu saatte evde misin?" diyecek diye. Sonra sonra ona alışır, öbür türlü evinde ve işinde, kocanla ve çocuğunla hepsini sığdıramam sağlıklı bir şekilde dersin.

Evde oturan, çalışanı beğenmez, evladına, evine zaman ayırmıyor, yeterli yemek yapmıyor, temizliği ve düzeni eksik diye. Çalışan da, o kuşbeyinli, beceriksiz kadın evde ne yapıyor bütün gün diye. Bu ne yaman çelişkidir Allah'ım ya!

Neden insanlar birbirlerine zevk aldıkları, anlaştıkları, değer verdikleri veya tersine anlaşamadıkları kişiler diye bakmazlar? Sen, benimle oturup sohbetini ediyor musun, gülüp eğlenebiliyor, derdini paylaşıyor, okuduğun kitabı anlatıp, başka şeyler dinleyebiliyor, kısacası kaliteli vakit geçirebiliyor musun? E, gerisi ne? Hayır! Çoğu kişi illa karşısındakini yaralayacak hangi nokta var düşüncesiyle hareket etmekte...Sevmiyorum! Kendi kendime ne kadar mutlu olduğumu düşünüyorum o zaman. Kime ihtiyacım var ki diyorum. Borç mu istiyorum? diye ekliyorum. Eğer bu benim seçimimse, başkalarına aile bireyleri de dahil olmak üzere bir zarar vermiyorsa ve benim çekirdek ailemin en iyi işleme mekanizması buysa, kime ne ki diye bağırmak geliyor içimden. Yahu diyorum katır kadar insanların seçimi bu yönde, işte bu kadar!

Benim eşim de mesela çocuklarımıza illa ki benim bakmamı isteyen bir adamdır. Ufaklığı bir sürü ailenin yaptığı gibi servise vermek de mümkündü ama tam tersine onun için en sağlam arabanın taksidine girildi. Ve taksitten nefret eder. Hayatı boyunca ben Türkiye'den taksitle hiçbirşey alamamışımdır. Ha, bağırır, dellenir, döver söver diye mi hayır, tam tersine " Bunu niye şöyle yapmayı düşünmedin?" ya da " Niye bana sormadan evimize, ortak kullandığımız mekana böyle önemli bir şeyi getirip koydun, benim de bu konuda ekleyip çıkartacağım şeyler olabilirdi" dediğinde O'na hak verdiğim için.

Bütün bunlar için standart sağlayabilen bir insan eğer bana; " Çocuk mocuk, nasılsa büyüyorlar, kadın da çalışacak eve para getirecek" deseydi hoşuma gitmezdi. Bunu açık yüreklilikle söylüyorum. Ama çalışmayı tercih edip de ufaklığı yabancı bir bayanın eline bırakmayı isteseydim ve bu konuda da ısrarcı olsaydım, bir asardı suratını iki asardı, yine de " Tamam!" derdi. Ve ekstra ayrıca, biz bu adamla çok dolaştık yahu! Elimde olan üniversite diplomasıyla benim yapacağım, ehliyetimin olduğu iş, firmanın pazarlama bölümüdür.

Ben bu işi sevdim mi?... Valla, insanlarla tanışma, konuşma, sorun çözme, işinin ehli olma duygusunu evet sevdim ama eve ayarlayamadığım saatlerde gelip yemek, hatta ekmek bile bulamama durumlarını sevmedim. Alt üst ilişkisinden ayrıca nefret ettim. İnsanların birbirlerinin arkasından kıyafetleri, iş verimleri, aslında o işi O'nun hak etmediği ile ilgili dedikodularından, neden benim daha fazla olmuyor diş uzamalarından gına geçirdim. Hesap verme konumundan tiksindim.

Bir tek yaptığım öğretmenlik işi, o da kurumsal bir ortamdayken çok ama çok mutluydum, kendi alanımın lideriydim ve harikaydı ama artık o işi yapamam. Eşimle beraber gittiğim yerlerde masterını yapmış, öğretmenlik mezunu insanlar var, başkasına iş yok. Pazarlama departmanlarının da artık benim hayatımda yeri yok. O hedefleri, o " Neden bu kadarla kalınmış Evin Kedisi?!" sorularını alıp münasip bir yerlerine yerleştirmelerini salık veriyorum kendilerine. Zaten çalıştığım ikinci büyük sigorta şirketinin başındaki kişinin kirli işleri yüzünden firma diğer kollarıyla birlikte alabora oldu. Ay çok üzüldüm! :)

Ha, şanslıyım bunu söyleyebilme gücüm ve ortamım var. Tersi de olabilirdi, olsaydı da çocuğuma üzülürdüm ama yine piyasaya çıkardım. İçimden ne zaman nasıl gelirse ona göre hareket ederim, belki yıllar sonra farklı hissederim, bugün ıyy! dediğim bir durumun işime gelen bambaşka bir versiyonuyla karşılaşırım, zamanım yalnızca kendimindir, denerim ama " Bu böyle olmalı, şu şöyle olmalı" ahkamlarını da şu an çekemem. Ben kendi başıma huzurluysam hele hiç! Bunu bana diyebilecek tek şahıs var hayatımda o da kocamdır, tersini belirtiyor kızının ve evinin bakımı konusunda teşekkür ediyor ve beni destekliyorsa o zaman dış kapının gıcısına susup oturmak ve başka konularla kafa yormak düşer. Bunu anlatmak için amma yırtınma durumları yaşanması gerekiyormuş yahu! Türkiye'de işte hissettiğim baskılardan biri. Hem de en yakınımdan gelen dolaylı yorumlara yanıt. Anında bu kadar kafamı toplayamıyorum da üst üste, yazayım da rahatlayayım dedim.

Yalova'da deprem olduğunda mesela, insanlar beni şoka uğratmışlardı. Tanıdığımız nice komşu, çökmüş evlerin yanına kadar bizi götürüp, korkunç şekilde can veren diğerlerinin durumlarını detaylarıyla anlatmış, yerdeki kanları göstermişlerdi.

Başkasının felaketi, ne bileyim işte, atılan bombadan parçalanan insanların ya da hayvanların görüntüleri, bir hayvanın başka bir hayvanla yaptığı dövüşten aldığı bir yaraya bakmakla benim işim olmaz. Böyle hikayelerden, şiddet içeren korku filmlerinden, öldürmelerden, kandan, şundan bundan malzeme üretenleri de istemiyorum hayatımda. Eşimle Ruanda'da yaşananlarla ilgili bir filmi seyredemedik mesela. Seyretseydik oraya gidip olanları mı değiştirecektik? Farkındalık başka bir şey, canice duyguları tatmin etmek ayrı bana göre.

Ha, tabi ki Yalova'da geçirdiğim kendine münhasır sabah kahvaltılı, fırına gidip ekmek almalı, yanına pideyi eklemeli, gazete üç boyutlu elinde ince belli bardakta çayını içmeli tatiller de güzel. Bir gün istenilse de aynı mekanlarda, aynı insanlarla bir araya gelinemeyeceğini düşünmek çok üzücü...Kalan zamanı kaliteli harcamak düşüncesi ideal ama uygulaması sıfır!

Bu, bir kuşak farkı mı? O da var tabi. O zamanın şartlarında anne 40 yaşında doğurursa olacağı budur! Şimdi bakıyorum mesela 45'li yaşlarda anne olan kadınlar var. Genellemelerden ne kadar hoşlanmasam da anneliğin gerektirdiği enerjinin ve çocuğa ilgi gösterme kapasitesinin sınırlarını gözlemliyorum. Bence, insanların çok çok geç yaşlarda adet görebiliyor ya da kadınlıklarını kanıtlıyorlar diye çocuk yapmaları çok sakıncalı. Çocukları kendi gençlik yıllarında onların buruşmuş, hasta, sürekli söylenen, ben merkezci hallerine tanık oluyorlar, zor, enerjinin akışı, hayatı yorumlama, algılama, yaşananların sırasına adapte olma konusunda bile güçlükler yaşanıyor.

Maddiyat...İşin diğer en önemli boyutu. Parası olan insanlara bakın, her zaman daha enerjik ve genç görünürler. Hayatını zorluklar altında yaşayanlarsa hem eğitimsizlikten, hem de hayat şartlarından yıpranıverirler.

Şimdi, bizim yaşlılarımıza bakıyorum, imkanı olmayan çoğu anne evlatlarının yanında olmak, bütün efrat hop! dedin mi yanında bitmek zorunda. Ama hayatlar öyle değil. Herkes, imkanlar arttıkça daha farklı ülkelerde bile yaşam kavgası veriyor. Gelişmemiş, köy hayatına bakıldığında zaten okumayan insanın aileden dışarıya bir yere gitmesi, iş başvurusu yapması falan gibi bir şansı yok ki. Bakıyorsun, oğlanlar eve içgüveysi mi denir ne denir, gelin getiriyor, baba aynı evin içinde olmasa da apartmanın farklı bir katını ayarlamış, komün şekilde yaşayıp gidiyorlar.

İşte, maalesef ne kadar şehirleşmiş de gözüksek, bir tarafımızda bu eskiden kalan alışkanlıklar var ya, görüldüğünde ah vah! edilip her gelindiğinde " İşte, bakıyorum herkes bir arada, geçen gün komşuya bir şey oldu, oğlu almış arabasını attı arabasına annesini, hastanede de gelini kaldı yanında, gül gibi bakıyorlar kadına..."

E kardeş, sen zamanında öyle bir hayatı yaşamayı tercih ettin mi? Yoooo! Annem, torunlarından bile kaçardı, başkalarının torunu çok uslu onları seviyor da, bizimkiler yaramaz diye değil, temelde çocuk sevmeyen bir yapı, ondan. Bütün sağlıklı zamanlar esnasında, insanlardan kaçıp, onların çocuklarına bakmayı bile teklif etmezsen, gittiğin heryerde eleştirecek bir konu bulup, evin sahibesini deli edersen, yaşlanıp düştüğünde de o sempatiyi insanlardan çoktan kaybetmişsindir ki zaten! Bir de, zaten teknik olarak torun yaşındayım, bir de o faktör var tabi, kaçış için iyi bir yol :)

Peki, ben yaşlandığımda farklı mı olacağım? Kalabalık ve kaotik ortamları, gürültüyü, patırtıyı, düzenimin bozulmasını sevmem. Ama en azından bunları bildiğim için de ilerde çocuklarımdan kendi işlerini güçlerini bırakıp bırakıp bana gelmelerini, her başım sıkıştığında onları çağırabileceğimi, gidilmezse her önüne gelenle yalnızlığımın acılı günlerini konuşacağımı sanmam. Ha, evlat aranır, özlenir, gelsin istenir onlar ayrı meseleler ama belki çocukların hayatlarını etkileyecek, onları üzecek şekilde yapılmaz bu.

Bence, bilinçlilik ve farkındalık arttıkça insanın duyguları ile davranışları arasındaki kontrol mekanizması kuvvetleniyor. Diyelim duyguların aslında bencilce herkesin sana uyması gerektiğini hatırlatıyor değil mi? Hemen aklına geçmişin, o zamanlar gençken nasıl bir hayat yaşadığın, nelere kapıyı sonuna kadar açtığın ya da kapattığın geliyor ve kendi kendine şöyle diyorsun; " Hayat değişiyor ve ben yaşlanıyorum, kendime beni oyalayacak, genç tutacak konular bulmalıyım. Hiçbir şey yapmasam yardım kuruluşlarında gönüllü çalışırım." Herkesi kaybedince zor, insanı sürekli aşağı çeken bir duygu kabul ediyorum ama hayat devam etmek zorunda.

Annem de kendini evine adamış mesela. Şiir yazıyor, efendim kendine göre bütün tariflerini toplamış notlarını birine çeksin diye vermiş ve şimdi kime verdiğini de hatırlamıyor o ayrı, çiçekleri var, bakıyor falan. " Gel!" denildi mi herşeyi yerinde, sıhhatinden sorunu yoksa " Aaa kızım ben gittiğim yerde on günden fazla duramam!" diyor. Gittiği yerde beslenmesi gerekiyormuş, saatleri varmış, et yemeği eksik edilmemeliymiş...İstemeyip de gitmediğine başka bahaneler yaratıyor. Ama dediğim gibi bu insanları ihtiyacı olduğunda hemen yanında görme hakkını da savunuyor.

Böyle yaman bir çelişki işte...

10 Eylül 2007 Pazartesi

Okullar Başladıııı Yuppppiiii!

Yukarıdaki atı İngiltere'de tuvaletten bulduğum bir dergiye bakarak yaptım :) Çok ünlü bir ressamın çalışmasaydı ve ufacıktı. İngiltere deneyimi olanlar, onların tuvalet kültürlerini de bilirler. WC'ler genelde zamanını iyi geçireceğin mekanlar olarak düşünülüp, öyle dekore edilmiştir. Bizimkilerin de evindeki tuvalet böyle fotoğraflar, binbir çeşit dekorasyon parçaları ve bol bol dergilerle süslendiği içindir ki oradan bile elim boş çıkmamış oldum :)

Neyse... Yine eski rutinime döndüm ya, nasıl mutluyum anlatamam. Sabah kalkarken; " Kesin eve geldiğimde yatacağım!" diye başlayan bir gün. Altıda kalkış...Ne menemse, sanki ilkokul günümmüş gibi heyecandan da fazla bir uyuyamama halleri...

Ufaklık, kıyafetlerini ilk defa giydi sabah sabah, geçen seferkilerle iki sene idare etmişti. Geldiğimizden beridir bu üçüncü yıl! Bir de gözüme kocaman gelen üniformasıyla fotoğraf bile çekmeye vaktim oldu.

Trafikte bir saatimizi harcadık. Okula giderken müzik eşliğinde yapılan durmalı kalkmalı, pek çok tehlikeli, uyuz, saygısız şöfor müsvettesiyla karşılaşmalı yolculuğumuz sırasında, kızımın gözleri dalmış, bir noktaya bakarken sordum; " Keyfin yerinde mi ufaklık?" " İyiyimmmm!" ( Boşluk ) " Sessizliğimi soruyorsan imagination yapıyordum" Hayal kuruyormuş yani, müzik de var ya :)

Okulun kapısında müdürümüz karşıladı, üst sınıflardan öğrencileri daima böyle işler için görevlendirirler, cici bir kızın rehberliğinde bize 2 LW sınıfının nerede olduğunu gösterildi. Gözüm 1. sınıfta Chloe'nin öğretmenliğini yapan 2H sınıfına kaydı...Eski öğretmenlerimiz herzaman çevrede olacaklar, yani ufaklıklar hala kendilerini evlerinde gibi hissedecekler ama ne bileyim işte...Öğretmen değiştirmek ve kimseleri durduğu yerde yıllarca aynı öğrencilerle sabit bırakmamak da bir teknik sonuçta. Ve aslında çok iyi yanlarını görmek de mümkün. Kişisel yapışkanlığı önlemesi ya da çocukların üzerinde duygu sömürüsü yaratılacak hiçbir şeye izin verilmemesi gibi.

Geçen seneden H. hanımla beraber çalışan M.hanım da okulun bahçe kapısında bizleri karşılayan, hatta Chloe ile konuşmaktan ve O'nu kucaklamaktan beni unutanların arasındaydı :) Buranın işte bu kendini özel hissettirme huyunu çok seviyorum. Chloe de okuluna son derece bağlı, yeni sınıf öğretmeniyle güle oynaya gitti tanışmak için.

Geçen gün, Uluslararası okullardan birinin müdürünün konuşmasını dinledim TV'de. Kadın, dünyanın her yerinde eğitimin çok ağırlaştığını, çocukların ders çalışmaktan oynamaya vakit bulamadığını ve aslında bunun da çok büyük bir kayıp olduğunu anlatıyordu.

Hayatlar birbirinden, insanlardan, arkadaş ve komşulardan kopuk yaşanıyor artık. Nerede benim eski mahalle arkadaşlığım, nerede şimdi çocuğumun yaşadığı hayat? Ama mahalle yaşamı devam etseydi acaba ben, kendime tanınan bu özgürlüğü paylaşabilecek miydim kızımla? Çok zor olurdu, çok zor! İnsan, okuyup bilinçlendikçe diyorum ya olasılık hesapları da güçleniyor ve bu doğrultuda serbesti ters oranda gelişiyor. Okulun nasıl bir yer olması gerektiğini anlattı bir de. Eğlenilerek öğrenilen...Ben bu tanımı çok seviyorum ve kendi çocuğumda yaşıyorum. Müthiş bir haz bana göre.

Oradan ayrıldıktan sonra dönüşe geçtim. Trafiğe alıştım artık, kaçışlar, ara yollar, manevralar...Yolda en sevdiğim alışveriş mekanlarından birine uğradım, küçük birkaç ihtiyaç vardı ama oraya gelen kitapları ve yemek dergilerini falan da görmek istedim. Sanki aradan hiç zaman geçmemiş, yaz ayı ile bölünmemişiz gibi bir hava hakim...

İnsanları ve ortamı, yolları tanımak çok ayrı bir keyif. Bu şekilde bakıldığında dünyanın her yerini eviniz gibi hissedebilirsiniz. Spinney's de kasadaki bayan mesela, her seferinde beni tanır, hal hatır sorulur, plastik torba kullanmıyorum değil mi? diye üzerine basılarak hafif bir tebessüm eşliğinde yorum yapılır falan...

Yaz boyunca buraya Avustralya'dan gelen Women's Weekly kitapçıkları olur. Konularına göre ayrılmış kitaplardır bunlar. Mesela yalnızca bir kitap patates türevlerini işler, başka bir kitapta Hint yemekleri, birisinde Çin yemekleri...Onlara bakarken şimdilerde taktığım Ekmek Yapımı ile ilgili bir kitapçık buldum. Yine aynı kaynaktan. Aslında yalnızca ekmek değil bu, " Muffins, Scones ve ekmekler" kitabı.

Ufaklık için bizler beslenme çantaları hazırlıyoruz. Onlara faydalı olması açısından düşündüm. Çinkü muffins denilen meret içine her türlü tuzluyu, sebzeyi falan koyabileceğin tuzlu veya çukulata vb...koyacağın kekler oluyor. Yıllar önce İngiltere'den muffin kalıbım bile vardı da bir türlü ufak fırın kullandığım için yapamıyordum. Artık fırınım da kocaman, neden olmasın? Ayrıca küçük tatlı tuzlu kek hastası kızım için de birebir dedim kendi kendime.

Bir de yine evde yapılma küçük doygun sandviçler olan scones var. Bunlarla da İngiltere'de " Cream Tea" denilen olayla tanıştım. ( İlk duyduğumda kremalı çay gibi algılamıştım ) Çok sevdim. Gerçi, acayip kilo aldırıcı şeyler bunlar ama ufaklık da diyette değil ya canım! Ben de O'na yaparım, zaten kitabı da kızım için aldım. Beslenme çantalarını zevkli ve besleyici şeylerle doldurmak da bir iş. Gün geliyor hep aynı şeylerin içinde dönülmeye başlanıyor. O da sağlıksızlığı getiriyor. Zira, bakıyosunuz alışveriş merkezlerinden alınan her türlü ürün aşırı şekerli ve yağlı. Hem yağın da bir kalitesi var. Sonuçta insanın evinde yaptığı gibi olamaz diye düşünüyorum.
Veee, kitabın esas beni baştan çıkaran ekmek yapımı kısmı! Demiştim ya geldiğimden beridir ki ikinci haftaya işte bu pazar girmiştik, makinamda ekmek yapımıyla haşır neşir durumdayım. Baktım, markası " Kenwood BM210" Ve makinayla ekmek yapımı çok kolay bir durummuş. Bunu baştan belirteyim, gereken malzemeleri, doğru sırayla ki zaten makinanın kendi kitapçığıyla elimize geliyor bu birkaç tarif , koyuyoruz, beyaz ekmek için mesela 1'e basıyoruz, yok kahverengi için atıyorum 3'e, makina başlıyor kendisi yoğurmaya ve mayalandırmaya...

Programlar üç saat, iki saat gösterilse de bunun büyük bir bölümü azıcık ılınan makinanın içinde hamurun kabarma aşaması. Yani, o uzunlukta bir elektrik tüketimi de yok. Son onbeş yirmi dakika pişirme bölümü.

Ekmek yapımına sardığımdan beridir, bir sürü ekmek yapımı unuyla, taneli, kahverengi, dolgun beyaz ekmekler yaptım. En sevdiğim nokta şu oldu, ekmeğin dış çıtır kısmının istendiği gibi ayarlanması, kimyasallarla beyazlatılmamış un kullanabilme özgürlüğü.

Mesela beyaz ekmek demiştim, değil mi? Bizim bakkallardan aldığımız süngerimsi ve kar beyazı görünümde değil ekmeğin dilimleri. Sarımsı, kırık beyaz ve çok daha dolgun bir ekmek yapılmış olunuyor.

Bir de kokusu yok muuuu? :) İşte, evi saran o fırın alt kattaymış hissi yaratan koku, insanı ciddi derecede baştan çıkarıyor. Hafta sonları için saat ayarlaması var mesela, akşamdan koy malzemeleri, sabah kalkacağın saatten yarım saat öncesine ayarla ( Ekmeğin yarım saat dinlenmesi öneriliyor çünkü ) sıcacık, mis gibi ekmek kokusuna uyan, sonra yeme de yanında yat :)

Benim makina, ekmeklerle ilgili çok güzel bir blog keşfettim, orada yazılanları okudum, bazı kullanıcıların şikayet ettiği gibi hiç öyle çok ses falan çıkartmıyor. Kendi halinde çalışıyor yazık :) Bazı makinalar yataymış ama benimki dikey ve iki günlük ekmeği rahat çıkartıyor ki evdekilere sandviç yapmama rağmen. Ekmeğin doygunluğu da çok daha fazla olduğu için, öyle alıp da bir somunu lüpletmek gibi bir alışkanlık da olamıyor haliyle.

Neyse işte, şimdi yanımda kitabım mutlu mesut yazıyorum :) Gelir gelmez hemen yeni yaptığım ekmekle bir güzel kahvaltı ettim, saat dokuzdu, ardından televizyonu açıp güzel bir makina yürüyüşü...Benimki açılı olduğu için onbeş dakika öldürüyor ( yani beni şu aşamada öldürüyor demek istedim ) ve yemek yapma vakti geldi, kabağım vardı, onları güzel bir kıymalı kabağa çevirdim, yanına da şimdi bir makarna haşlıyorum. Bugün ve yarının da yemeği öyle çıkar, tavuk yemiştik, kemiklerini de kaynatıp tavuk suyu çıkarttım, ona da bir mercimek çorbası yapacağım.

Yarın, kitaptan bir şeyler denemeye bakarım diyorum. Birazdan ufaklığı almaya çıkacağım.

Bu arada, konuyla alakasız ama hani şu bir kocaman kareye birkaç fotoğrafın sığdırılması acaba Picasa programıyla mı yapılıyor? Ve nasıl yapılıyor? Bilen ve paylaşmak isteyen birisi bana yazarsa sevinirim :)

Bu arada, okuldan geldik, herşey çok güzel geçmiş, herkes birbirini görünce selamlaştı, konuştu falan. Bu terlikler Pakistan'dan Shadan tarafından getirilmiş kızıma. Ben bayıldım! :) )

7 Eylül 2007 Cuma

Bölünmeler Eşliğinde Gerilmeler

Son günlerde kendi kendime aldığım kararlardan biriydi, ailem yanımdayken bilgisayara elimden geldiğince yaklaşmamak. Bunu şimdilik ne kadar becerebiliyorum bilmiyorum ama neye sararsam suyunu çıkarma huyum olduğu için bir anda yine kendimi bilgisayarımın karşısında takır tukur yazarken de bulabiliyorum.

Ha, bu durumdan memnun muyum? Hayır, kesinlikle değilim çünkü ister istemez hep beraber geçirilecek zamanın içine etmiş oluyorum. İşte yalnızca bu yüzden diyorum ki, hamilelik durumu olursa hepsinden elimi ayağımı çekeceğim. Çok kendi içime dönük, sakin ve huzurlu olmak istiyorum o dönemde. Pasif bir şekilde, tembel tembel okumak arzusundayım. O da canım ne isterse, kendimi strese sokacak haber dahi duymak istemiyorum. Yani, planım o. Olur, olmaz ayrı konu. Birisinin röportajını okumuştum orada diyordu " Gittiğim tatillerde gazete bile okumuyorum ve o kadar huzuluyum ki anlatamam."

Ne güzel, LAra'ya hamile kaldığımda etamin yapıp tv seyrediyordum, kitaplar okuyordum. Kimseye böyle " Bana geldiler, oturmam yazmam lazım!!!" falan demiyordum. Eşe dosta yazdığım mektuplarım vardı ve onlar da ferman kalitesindeydi ama olsun yine de dürtüklenir gibi bir durum hissetmiyordum.

Mesela, şimdi bu yazıyı yazarken her gelen giden kafamı bozuyor. Odaklandığım iş sürekli bölünüyor gibi duyumsuyorum. Yemek yapmam lazım, canım istemiyor :( İşte, klasik halim, neyi yapıyorsam öbürküne özlem duyma. Nedir? Bizimkilerin yanına gittiğimde bilgisayarımı ve yazı yazmayı düşünmek, yapamadığım için dırdırlanmak, buraya gelince de yazı yazmak için herşeyi bir kenara bırakma düşüncesinin eğretiliği...

Yazı yazmak bir anda aklına gelen bir şiiri oraya aktarmaya benzediği ya da ben öyle bir benzetmeyi kendi adıma doğru bulduğum için bölünmeler eşliğinde gerilmeler yaşıyorum. İlla geldi mi yazılacak sendromu var bende. Hayat da öyle bir akıyor ki yönetmen gibi " stop!" ya da " action!" yapamıyor insan. Aklımdaki dolu konu eriyip gidiyor.

Dün mesela, bir yemek denedim, kendi kendime adapte ettiğim bir şey. Ne fotoğrafını çekebildim, hemen akışa uygun olarak yapıldı. Ama notunu aldım tabi ki, yazarım, başka bir sefere de aynı yemeği yaptığımda fotosunu çekip eklerim, ne yapalım. Daha, ekmek makinası ile ilgili yazacağım, tatili kendime göre yorumlayacağım, fotoları ayırıp, küçültüp bloğa ekleyeceğim falan filan...
Dün akşam, ilk aşamada Borat filmini seyretmeye çalışıp şiştim diyebilirim. Borat denilen şahsın Kırgızistan bölgesinden çıkan bir gazeteciyi canlandırarak, Amerika'lıların arasına karışıp dağdan gelen bir insanın şehir hayatında neler yapabileceğini göstermesi üzerine kurulu bir film. Belki ben bazı konuları gereksiz ciddiye alan biriyim ama Amerika'lıların Bora elinde mikrofon Irak'taki tüm teröristleri, derken tüm çocuk ve kadınları öldüreceğini söylediğinde insanlarda yaşanan o " Yuppiiii, yaşasın!" halleri acayip eğreti olmama sebep oldu.

Bora ( Borat ) çok ciddi derecede hani evinde ineklerle yaşayan, televizyondaki kadın karaktere aşık olan ve O'nun peşinden Amerika'da yer değiştirip New York'dan California'a gelen, acayip şekilli vanının içinde ayı besleyen, çantasında horoz taşıyan, herkesle belden aşağı konuşan, kız kardeşiyle cinsel ilişki kurarmış gibi gözüken bir tip...Herşey aşırı uçlarda sergilenerek anlatıldığı ve belki de bu şekilde kafaya kazındığı içindir ki " Iyyyy!" " Böğğğğhhh!" eşliğinde seyredilen bir film aynı zamanda.

Çekim yapılan insanlar herhalde kendilerini filmde gördükten sonra anlamışlardır ya da herşey olup bittikten sonra kendilerine açıklanmıştır. Ama kendi dışkısını torbaya koyup, tuvalete nasıl yapılacağını bilmeyeni oynamak ve bunu yaparken normal insanların tepkilerinin üzerine film yapılması benim espri anlayışıma uymuyor. İğrenç, çirkin, görüntülenmesi ve halka gösterilmesi espri konusu yapılabilen bir mantık yanlış geliyor. Gülme noktaları genellikle iğrençlikle karışıp harmanlanmış halde sunuluyor.

Yoksa, East is East'i seyretmiştim yıllar önce ve orada İngiltere yaşamına adapte olmaya çalışan, bir yandan da kendi görgü kurallarını uygulamaya devam eden Hintlilerin yaşamını anlatıyordu. Bayılmıştım...Filmin içinde acayip komik öğeler vardı, çok acıklı sahneler de serpiştirilmişti. Tıpkı, Almanya'da kuşaklar boyunca yaşayan Türk işçi aileleri gibi...

Bu arada, Türklerin kendi kimliklerine sahip çıkıp, olayı " Ama Kırgızlar da Türk!" diyerek kişiselleştirenlere yanıt olarak kendi aramızdaki kıro yakıştırmalarını hatırlatmak isterim. Yani, bu her toplumda farklı ve gelişmemiş olana karşı kullanılan bir espri mekanizması...Milliyet derdi değil de köylü kalmış, medeniyetten aşırı derecede uzakta, değişik ilişkiler içinde yaşayıp giden küçük bir kasaba insanının şehirde yaşadığı sepelikler dizisi...Borat'ı oynayan şahıs kendisi Musevi olmasına rağmen, dini öğelerin bu kadar öne çıkartılmasını yeriyor bence. Gittikleri Bed and Breakfast'da ailenin Yahudi olmasını ve o evden kaçmaları şeklideki espri, Yahudi'den kaçan köy halkının yaptığı festival gibi...

Borat, herkesi öpmeyi seven, sevinince kendini kapıp koyuveren, her önüne gelenle mutluluk belirtisi olarak " Çak!" diyebilen bir karakter. Hani, o kasabalı yaşamın getirdiği içtenlik ve dürüstlük. Tabi ki o da belirtilirken, göze soka soka abartılarak veriliyor.

Bunlar aslında üzerinde düşünülmesi, yazılması, araştırılması ve düzeltmek için de çaba harcanması gereken sosyal konular. Borat'ın kahramanını yaratan adamı okuyun, gerçekten de komedi dalında bayağı iyi sonuçlar elde edilmiş.

Aslında hala dünya üzerinde fakir bırakılmış insanların hayvanlarıyla yattıklarını, aile içi cinsel deneyimlerin katı kurallar karşısında tek seçenekmişçesine sunulduğunu, kadınların seks dışında hiçbir konuya malzeme olamadığını, tuvaletlerin yere açılmış bir delikten ibaret olduğunu bilmek ve bir şey yapamamak belki sıkıldığım. Bora, bunları çok çirkin bir şekilde insanın gözüne gözüne sokuyor diye bozulmam, hani görmek istemediğimiz, işitmekten tiksindiğimiz şeyleri görmezden geliriz ya, ondan.

İşin en ilginç yanı benim için şu oldu. İlk aşamada hakikaten tiksinme ve sıkılmayla karışık seyrettiğim bu film, düşündükçe daha başka bir yere oturdu. İğrençlikle yoğurduğu ve vurduğu noktalar tek tek hatırlanır biçimde kaldı. Yani, filmi seyrederken ilk anda gösterdiğiniz tepkiyle, sakin kafayla düşünülünce çıkan sonuç bayağı bir farklı.

Aslında bu da bir başarıdır demek lazım, öyle değil mi?

2 Eylül 2007 Pazar

Bir ben var benden içeru mu?


Hayatım boyunca oldum olası böyle sturbucks cafelerde elimde farklı lezzette bir kahveyi yudumlarken falan rahat olamadım ben. Bloggerlardan bir tanesinde geçmiş yaşamlarla ilgili bir link gördüm, öylesine eğlenceden, çıtırdan, çerezden bakayım derken kendimin ayakkabı boyacısı mı ne olduğunu, erkek olarak dünyaya gelmiş bulunduğumu gördüm. "Hah!" dedim " İşte bu tip yerlerde rahat edemememin sebebi!" :) Çocukluğum Bağdat Caddesi'nde geçti, tamam anılarım çok güzel, oraları hala özlerim ama neden tam kendimi ait hissedemem o da ayrı bir mesele. Benim ruhumda var hizmetçilik.

Burada, yardımcınızın olması için çok uygun, hatta yazamayacağım ama gelip de öğrenebileceğiniz imkanlar var. Şu yaşıma kadar eve iki kere kadın alıp, O'nunla beraber saçımı süpürge etme konumlarında bulunduğum içindir ki hiç düşündüğüm bir şey değildi. Zaten, bence eve vakit ayırabilme imkanı olan, eli ayağı tutan biri için de azami ölçüde gereksizdi. Kısacası, ben ona vereceğim parayı daha gerekli bir işe harcarım.

Derken, geldikten sonra öğrendik ki bu yapılmazsa bir sakatlık halleri peydahlanıyor, hakikaten enayi falan olmak lazım. Şimdi, günde iki saat bana gelen bir sağ kolum var. İyi ki de var, O'nu çok seviyorum. Bir öncekisi, durumu anlatmak açısından yazayım dedim, 55 yaşlarında bir hanımdı, yaşından ötürü hiçbirşey isteyemiyordum. Bizdeki büyüklere saygı olayı, zaten O'da yıllarca çalışmış. Bu insanlar senelerini böylesine günde üç evi temizleyerek geçirdiklerinden olsa gerek, 50 lerinde ciddi derecede çöküyorlar. Haklılar da, ne bir emeklilik, ne de devlet güvenceleri var arkalarında.

Bir gün buranın iğrenç kumu tozu, iki atıştırmış yağmurla camlardan aktığını fark edip; " Camları temizleyelim." dedim. Baktım, merdiven dayayacak, alt kat ama yüksek, boyu aşar, olmaz, in bin sürekli, suratından da geçince bir bulut, hemen aldım elime gerekenleri, başladım camları silmeye...Buradaki " lady" (!) ler böyle bir şey görmemişler tabi :) Muhtemelen beni de fark ettilerse şayet fotoğraflamışlardır " A ha yan evde yaşayan, şahsına münhasır 55 derece altında cam silmeye debelenen evin lady (!)si!" diyerekten. Benim mi?! Hiççç işim olmaz, gördüm mü yaparım ben öyle bekleyemem, başkasına buyurana kadar da kendim hallediveririm şip şak. Derken, bir baktım May ağlıyor. İçim paramparça sordum, yanımda bezleri vermek ve hortumu kapatıp açmak için bekliyordu. " Ne hallerden, ne hallere geldim." diye duygulanmış meğerse. Evin lady'sinin (!) camlarını temzilemesi ağır gelmiş O'na. Aslında ben de O'na çok üzülüyordum, memleketinde dört çocuğu vardı, bitirelemeyen, para bekleyen bir evi ama çalışamayacak duruma gelmiş bir bedeni vardı. Her gün ya kolu ağrıyordu kadıncağızın ya başka bir tarafı. Sonunda kendisi ülkesine dönmeye karar verdi ama bir yerden duyduğuma göre başka bir eve gelmiş burada yine ve üzerine kapı kilitliyorlarmış bir yere giderken :( Sonra ne olduğunu bilmiyorum.

Aslında, biz kadınların hayatını ve emek verdiğimiz herşeyi, özellikle de evlerimizi ve çocuklarımızı nasıl sahiplendiğimizi düşününce anlıyor insan onların hayatının ne kadar ızdıraplı olduğunu. Çoğu çoluğunu çocuğunu, kocasını bırakıp geliyor bu yaban ellere. Dünyada gerekliliği olmazsa olmazlardan tek şey için. Hepimizin debelendiği, alnının teriyle yapılınca çok zor biriktirilen değer adına.

Neyse...Konuyu değiştiriyorum. Bugün dışarı çıktık ve kaybolduk! Bütün yollar kazılmış vaziyette. Girişler çıkılar hak getire vaziyette. Ufaklığın kıyafetleri, çantası şusu busu iki yıldır kullanılıyordu, onları değiştirmek için alternatif aradık beraber. Gitmek istediğimiz mekandan başka yerde bulduk kendimizi ama olsun. En sonunda bayağı uygun fiyata Dora'nın tam O'nun yaşına uygun büyüklükte sırt çantasını, ona uygun su termosunu aldık. Bir de yazlık ayakkabıları geçen senedendi, açık ama çok uygun fiyata sandaletler ekledim işin içine.

Çocuk ürünleri nasıl da büyük bir pazarlama işi. Alt tarafı Disney kendi karakterini basmış değil mi çantanın üzerine? Tamam, fiyat dört katına çıkarılmış! Bunların ciddi derecede karşısında olan benle, kızımı arkadaşlarının arasında boynu bükük bırakmamaya çalışan ben arasında dağlar kadar fark var. Bu düzeye gelmek için yaşları devirmek gerekiyor ne yazık ki. Olsun, yine Disney'in yok o Barbie'siydi, yok başka bir kız tipi var şimdi daha büyüklere hitap ediyor galiba, ay herneyse, onlara bakmadık bile. İlk aldığım çantada da Susam Sokağı vardı. Eğitim serisinden gidiyoruz görüldüğü gibi :) Yoksa kendimi bunlarla avutuyor muyum? Belki de onu yapıyorum ama zaten ortada ne varsa seçim de aralarından yapılmıyor mu? Bir yerde tüketici de satılanlara mahkum kılınmıyor mu? Bunlar gerçekten de üzerinde düşünülecek konular.

Yine de yaptığımız alışverişten piyasadaki alternatiflere bakıldığında çok memnun kalarak döndüm. Günün sonunda tam beğenilmeden yalnızca alınmış olmak için alınan bir beslenme çantası ve sırt çantası yerine ( Disney'in kedilisi, isim sormayın bilmiyorum ), küçük havlayan ama gerçeğe benzeyen bir köpek anahtarlık ( bizimki için saatlerini alan ve çok sevdiği oyuncak çeşitlerindendir ) bir çift son derece şirin ihtiyaç sandalet, bir tane sırt çantası almış olduk. Spor ve okul için ayakkabıları gitmeden, 2 ay önce almıştık, %70 indirimden, onlar da tamam. Bir tek beslenme çantası kaldı, o da gerekirse. Dora'ya uygun bulmaya çalışacağım. Bu hafta sonu mayoları kontrol etmek lazım. Bale kıyafetleri sanırım bu sene de idare eder.

Birazdan benimki gelir işten, saat beşi geçiyor. Türkiye'den çay ve bilimum baharatları unutmadık bu sene. Köftelik ve dolmalık baharatlar mesela. Onları burada bulmak imkansız. Tarhana çorbası :) İlk gün, köfte için çeşni almıştım, hemen domatesli bir pilavla yanına sucuk köfte :) Ve evden buram buram gelen ekmek kokusu...Yeme de yanında yat yahu! Ekmek makinamı da yazacağım, ne bekliyordum ne buldum, gerçekten de bu makina hakkında önceleri bayağı komik şeyler düşünmüşüm.

Tatile gelince...Keyifli yerlere gitmek insanı mutlu eder muhakkak ama hani vardır ya büyük beş yıldızlı otele gitmek falan...Yok, biz karı koca yapamadık onu bir türlü, parasal olarak ulaşılamayacak bir noktada falan olduğundan değil, gerekirse başka bir şeyinden az harcarsın yine yaparsın ama bizleri dünyanın gerçekliğinden kopardığını düşündüğümüzden belki. Hep sırtımızda bir çanta, bir şeye dikkat, o da temizlik, gittik kaldık pansiyonlarda. Farklı yerlerde yemek yemeyi, durmadan yeni mekanlar keşfetmeyi sever, toplu halde gezmeyi sevmeyiz hiç. Bu sene o tür bir tatil de olmadı. Kayınvalidelerin 50. yıl evlilik yıldönümü olayını da saymazsak çok monoton aile ziyaretleri şeklinde geçti.

Benim yapım öyledir, gittiğim yerin dışında kalana özlem duyarım, gerçi evimde müziğim açık yazı yazarken hep mutluyumdur da...İşte, ne garip kendimi bile anlatmakta zorlanıyorum çünkü sürekli bir değişim var. Bunu diyorum ya, yaşamımdan deneyimleyip görüyorum. Hiç bir konuda katı kurallarla konuşmamayı ve "Asla!" dememeyi öğreniyorum. Belki günün birinde beş yıldızlı bir otelin, varendasında ılık bir rüzgarla gelen yasemin kokularını içime çekip, şarabımı da yudumlayabilirim. Bir kerelik yapabilirim :)

Kısacası, hangi moddaysam o halimle yaşamayı seviyorum ben. Aman müdahale olmasın hayatıma! Herhalde, değiştirilemeyecek tek yanım var o da özgürlüğüm ve kendi alanlarım.

Hımmmm! Tütsüden buram buram portakal kokusu geliyor, ne güzel :) Arka fonda Dido...Bir tanesini de bloğa ekledim zaten, keşke portakal kokusunu da ekleyebilsem :)

1 Eylül 2007 Cumartesi

Geldikkkk!


Aman! Ne zormuş internetsiz yaşamak...Neler kaçırmışım bu dünyada olup biten, gelince anladım. Gittiğim yerlerde ne bilgisayar, ne internet bağlantısı! İnternet cafelerde, iki el bir pabuca sığmış şekilde, bir saati geçirince korkunç bir suçluluk duygusuyla birleşen eve koşuşturmaca maratonu...Halbuki burada öyle mi? En uygun, kızımsız zamanları baz alıyorum kendime. İnsanın evinde olması gibisi yok aslında. Özgürlük ve zamanı kendine göre planlama açısından söylüyorum bunu.

İngiltere on güne sığdı, bir yere gidemediğimiz, yalnızca 50. evlilik yıldönümüne yoğunlaştığımız içindir ki tam zamanıdır diyerek ayrıldık oralardan. Bu sene İngiltere'den herkesin yazdığı gibi, hep bir yağmur bulutu halleri ve rüzgar hakimdi ortalığa.

Ne kadar özlemişim böyle tıkır tıkır yazmayı :) Sanki piyano çalmak gibi bir iş bu. O parmaklar çalışmazsa insan mutsuz oluyor. Bilgisayarımı yanıma aldım ama aile hallerinden öyle " Dur, ben bir şey yazmaya gidiyorum!" diyemedim hiçkimseye. Dolayısıyla, yaşananlar sanki eskidi eridi bir yerde. Bilgisayarım en fazla çektiğim fotoları ve üç beş dakikalık görüntüleri eklemek için kullanıldı. Yine de mutluydum, kendime kendi halimde günlükler tuttum. Yazmazsam çatlarım hallerini yumuşattım kendimce. Sonra bir diğer özlemim, kitapçıya gidip bir sürü kitaba bakmak, koklamak, elimde alıp evirip çevirmek. Kızımla beraber, O kendine uygun kitaplara bakarken benim elim kaç tanesine gidip iki tanesini alarak sonlandırmak zorunda kaldı işi. Server Tanilli'nin Uygarlık Tarihi, Padişahlar ve Anaları...Babamdan da " Ah, şu biz kara bıyıklı Türkler" Demirtaş Ceyhun. Kara Bıyıklı Türkler olayına şu aralar tavan yapan milliyetçilik duygularına yanıt için okumaya karar verdim. Tarihten ne kadar da nefret ederdim ama zamanın şartlarına göre demek ki değişiyorum. Bir de insanın anadili, ne kadar önemli, kendini ifade etme ve ülkenin ortak sorunlarını paylaşabilme açısından. Hangi dile ne kadar hakim olursan o kadar özgürleşiyor, o kadar beynini kullanabilir hale geliyorsun aslında.

50. Yıl Evlilik Yıldönümünü yazacağım. Sonra, bir hafta Yalova, ardından üç hafta Bolu, ablam ve yeğenim, tekrar iki haftamsı bir Yalova ve eve dönüş...

Sabahları çıkıp ekmekle beraber birkaç gazeteyi almayı, yanına puaça sığdırmayı, hemen yürünerek gidilecek parklarda ufaklığın oynamasını seyretmeyi, ne giydim ne çıkardım karmaşası yaşamadan yollarda yürümeyi ve dükkan bakmaları özlemişim. Arap Emirlikleri bu konuda katı kurallar koyan yerlerden olmasa da ne olursa olsun Arap'ların yaşadığı yerde onların yaşayış tarzlarına saygısızlık yapmamak adına germişim bayağı kendimi. Araplar bir kenara, her zaman yazdığım gibi buraya eşlerini alamadan gelen ve çalışmak zorunda kalan işçi erkekleri kastediyorum. Kimsenin sözlü olarak birbirine söylediği ya da giyemezsin yapamazsın dediği olmasa da birinin gelip hiç görmemiş gibi gözünü dikmesinden aşırı derecede rahatsız oluyorum. Çevremden kopan ve hiçbirşeyi görmeden kitabıma dalabilen biri olamadım, belki de ondan. Ama hep bir tetiklik halleri hakim bende. Çocuk olunca çok işe yarıyor, orası da ayrı.

Hayatım boyunca öyle açık saçık giyinmeyi savunan biri de olmadım ama kadınların İngiltere'de yaptığı gibi yalnızca rahat oldukları için mini etek ya da yarım bluz giyerek dışarı çıkabilmelerine ve hiç bir şeyi takmadan yalnızca kendileri olabilmelerine de imrenmiyor değilim. Bu sene havalar ne kadar berbat olursa olsun İngilizlerin mini eteği de de rahat ve incecik kıyafetleri de giydiklerini gözlemledim. Ne güzel! Bence, bu çok önemli bir detay. İnsanlar nasıl rahatsa öyle davranma ve giyinme özgürlüğüne sahip olmalı.

Geldiğimden beridir, yazılanlara bakmaya çalışıyorum, ne kadar zamanım olursa o kadar işte. Bloglara bir sürü yeni yazı eklenmiş, okuyacağım. Kıyafetleri geldiğimiz günün akşamı biraz da hızlıca yerleştirdim, ona yerleştirmek denilirse tabi ki. Yine, halledeceklerimin arasında.

Bugün, ilk ekmeğimi yaptım. Bizimki, ekmek yapma makinası almış. Daha doğrusu, kayınvalidemler almamız için para vermişlerdi. Onların hediyesi. Harika bir şeymiş, yalnızca malzemeleri koyup zaman ayarı yapmakla bitiyor iş. Onu da ayrıca yazacağım.

Ben yokken yazan, yorum yapan herkese tekrar teşekkür etmek istiyorum. Kitabım için anlaşmayı imzaladım, bunu da yazayım :) Hala üç boyutlu halini görmeden gerçekçi gelmiyor, Ekimden sonra basılacağı söylenildi, bakalım, bekliyorum.