17 Ocak 2013 Perşembe

İç Sesimle Sohbet

İç sesimi çok severim, onu dinlemeyi de...

Ta küçücük bir çocukken de oradaydı, şimdi de...

Bazıları buna altıncı his der, bazıları kalbin sesi. Kendini duyurduğu andan itibaren zamanların ötesinden gelen bir bilge gibidir.

Bugün yine işimi yaparken içimden geldiği gibi yazıyorum;

"İnsanın kendini en iyi test ettiği alanları evliliği, çocukları ya da hayatı süresince bakmakla yükümlü oldukları hayvanlarıdır."

Ben köpek baktığım için köpekten bahsederim, ömrü genelde sağlıklı bir şekilde bakılırsa 15 yıldır ve bakımı yalnızca bebekken agucuk gugucuk dediğiniz zaman değil, odanın ortasına kakasını çişini tutamayıp yaptığı, on kere yıkansa da teke gibi koktuğu, ağzını şapırdattığı, nereye gittiği, ne yaptığını bilmeden öyle dolaştığı, bacakları dolaşıp düştüğü zamanları da kapsar. Kendine dönük bencil yanın artık dayanamıyorum tahammülüm kalmadı derken diğer yanın sorgular "Bu hayvan yanlış ne yaptı ki hayatında yaşlanmaktan başka? Sen de yaşlandığında aynı bu şekilde çevrendekilerin sinirlerini bozacaksın."

"Çocuklarına bakmak 20 yıl sürer. İki çocuk varsa araları on yaş desek otuz yıla yayılan bir annelik babalık süreci...Ayakkabı alıp hevesinin geçmesine benzemez. Zaman harcayacaksın, uyumayacaksın hayatının ilk aylarında, taşıyacaksın, kesilip doğuracaksın, yemeyeceksin ama onların yemeğini düşüneceksin, parasız kalacaksın ama onların suçu ne diyip onları en iyi okullara göndermek için çaba sarfedeceksin. Yedir, doyur, topla, düzenle, eğit, yardım et, kurtar, sev, nefret et...ama öyle bir sevgiyle bağlan ki sevgi ayağında bir kelepçe olsun."

Bütün bunları kaldıramayan, pes eden, çocuklarını, hayvanlarını zebil ziyan eden o kadar insan var ki...Evliliği de sürdürememek bu yüzden.

"Tekdüzeliğe yenilmek, sanırsın ki başka biriyle, başka bir hayatta herşey sonsuza kadar farklı yaşanacak. Belki yeniler eskilere göre gerçekten daha uyumluysa bu da yaşanabilir ama devede kulak." Ben kendi hayatımdan görüyorum Arap Emirlikleri'ne geliyorum hayatın rutini bir, Yalova'ya gidiyorum, Bolu'ya ablamı ziyarete, herşey aynı. Heryerde herşey aynı. Hayat ya işe gidip gelmek ya evde kalıp evin rutinlerini gidermekle geçip gidiyor, alışveriş yap, ütü yap, temizlik, toz al, yemek yap...

Bir de bu iç ses ya da gönül sesi diyelim herşeyi hisseder, kim ne için neyi konuşuyor? Lafların altındaki anlamları algılar. Başkası gelip der ki "Amannnn Evin Kedisi sen de! Paranoya içindesin valla, ben/o/şu bu bunu kastetmedi." ama boşa konuşma...

Hayatım boyunca ne çocuklarımı soktum yarışa, ne kendim severim rekabeti, en fazla oynadığım takım oyunları vardır hayatımda yenme ve yenilme duygusu hissettiğim, o kadar. Hayata sidik yarışı gibi bakanlar ne bana yaklaşsın, ne de yollarımız kesişsin mümkünse.

Evet, evlilikleri atlatmak, dik durmak zor ama çocuk ya da köpek bakmak da çok zor.

İki yol var elde bir tanesi belki yeni gelen gidenden/lerden iyidir diye bakmak ve çark etmek, hem evlilikten hem çocuklardan... ama bunu yapanla da işi bitmiştir insanın.

Neden bazıları söylense de bitiremiyor o zaman? Çocuklarını bırakamıyor? Köpeğini kedisini sokağa terkedemiyor? Ama bir diğeri bunu yapmakta kendini haklı görüyor. Hangisi doğru o zaman?

Birlikteliklerde insanların muhabbeti olacak, bir karı koca ondan da öte kankaysa önlerinde aşamayacakları sorun yok çünkü konuşarak bir orta yol bulmak mümkün her türlü durumda.

Sekse, gösterişe, kalp çarpıntısına, sürekli güzel ya da yakışıklı olmaya kafa takılmayacak, ha kendini sal denilmiyor, bakımsız ol karşındakine "Ben neyle evlendim ama ne hale geldi." dedirtme ama bunların her evlilikte yıllara yayılacak şekilde eskiyeceğini bil.

Geriye kalan aile şirketindir, iki insanın ortaklığını üstlendiği, kurallarını koyduğu, ileriye dönük planlar çerçevesinde çalıştığı alandır evlilik.

Bu şekilde düşünülmezse hala bencillik varsa şirketin zaten gideceği ortak amacı da bozulmuş demektir.

Uyum...Birisi sürekli dışarı çıkar diğeri sürekli evde kalır, birisi bin tane kitap devirir, diğeri ağzını havaya açar, konuşacak tek konusu bile yoktur bu tip birliktelikleri tutan cinsel çekimse vadesi bellidir.

Kendi zevk aldığı ama diğerini dışarda, sürekli sorumluluk altında tutmayan nefes alma alanları ve zamanları yaratmak...Nedir? Çocukların uyuduğunda neden zevk alıyorsan... bilgisayarınla mı kalacaksın, kitap mı okuyacaksın bir köşede bunu yapabilme lüksü.

Ev senin de evin, o yüzden döşerken ortak zevkler...Aldığın koltukta, kitaplıkta bir noktada buluşabilmek...

Benim için vicdani, insani özellikler, hayat, toplum, politika konusunda boş olmayan insan...Ağlayabilen ve sahip olan, sorumluluk alabilen erkek...

Kısa ve öz; huzur huzur huzur...

Sürekli titreşen, bir şeyler ima eden (her zaman anlıyorum kesinlikle atlamam) insan değil, huzur veren insan. 

15 Ocak 2013 Salı

Anarşist Ev Kadını (Hanımı değil)

Yazmak kusmak gibi bir şeydir ya da ishal olmak, belki de doğurmak...Bir geldi mi kesinlikle tutmanın imkan ihtimali yok.

(Yazıya bu şekilde başlamamın sebebi bile yukarki katta yatakları zirilyon kere çocukların gazabından kurtarırken aklıma geldi, illa çıkacak, şu an salonda ufaklığın dağıttıkları toplanırken herşey bir kenara atıldı ve yazılıyor.)

Mesela, bu merhalede "Dünyanın en kalifiyesiz işçileri ev kadınları" demek istedim. Sabahın yedisinde başlayan hayat çocukların sekizde yatıyorsa şayet (ki bunun genelde imkansız olduğunu Türkiye tecrübeleriyle sabitlemişimdir) o saatte sona erer. Toplam kaç saat etti? 12!!! Dışarda çalışan bir insanın mesai anlayışı yoktur ki o da insani boyutta sekiz saattir çünkü her daim toplama, görünenleri silme, yemek yoksa bir şeyler pişirilmiyorsa bile düşünme durumu sözkonusudur. (Ne demişim lan burda ben?!!)

Bunun alternatifi ya 24 saat yardımcı tutup maaşının yarısı ya da Arap Emirlikleri'nde tümünü O'na vermek ama herdaim kaçınılan işlerden sinir stres olmak ya da benim bu işlerde bezim yok diyip evini pis, dağınık, giysilerini ütüsüz, insanları sürekli dışardan yemeğe mahkum etmek.

Bir de insanın doğası bu işte, bir işe saygı duymak için illa enerji, zaman harcanarak yapılacak karşılığında para alışverişi olacak, ya para alacaksın ya para vereceksin ama şöyle okkalısından. Kendimde bile gözlemişimdir ne zaman eve yardımcı alma moduna girsem aaa bir bakmışımdır içeri ayakkabılarla girilmesi ya da girişte o ayakkabıların iz yapması bende pek de bir tepki yaratmaz.

Dolayısıyla, kendimizi her zaman evrenin merkezinde mi tutuyoruz ne? Öyle denilebilir ya da herkes kendi yaşadığını, yorgunluğunu, yaptığını ve hissettiğini en iyi bilir de...

İşin acıklı yanı bizler öyle bir nesil olarak yetiştirilmişizdir ki 72 kuşağı, hani eskiden neredeyse evde oturan annelerimizin suratına tükürecektik. Öyle bir küçümseme, öyle bir "Sana soran mı var yorgunsan git uzan uyu allaaa allaaaaa!" durumları vardı. Şimdilerde ise içsesim sürekli o eski bilmiş, kafası ezilesi, ukala, okulda sürekli çalışan kadın değilsen hiçbir şeysin naraları atan kızın yaptıkları ve söylediklerinden ötürü özür dilemekte.

Benim yapımda var başkaldırı, haksızlığa tahammülsüzlük, içinde yaşanılan durumu oldukça iyi tanımlayabilmek, küçümsenen herşeye karşı bir koruma içgüdüsü.

Benden de çıksa çıksa bu kadar ev kadını çıkar işte, anarşist versiyon...

"Eeee çok meşgulsündür tabii evet..." diye sırıtanın suratına bir tane koymak, yazı yazma isteği gelmeden gayet sakin dingin hissetmek, kendi çocuklarımın bile kölesi olmamak, onları kendine her konuda yetebilen insanlar olarak yetiştirmek adına bugünümü belki zorlaştırırken ileride bana da yardımcı olabilecek bireyler yaratmak...

Şimdilik üzerinde durduğum konular bunlar.

Et Olmazsa Doymam Arkadaş! İmza, Mağara İnsanı :)

İnsanların beslenme alışkanlıkları adı üzerinde alışkanlıktan ibaret. Öylesine, düşünmeden yıllar içinde oluşturulmuş ki, Türkiye'nin mutfağı denildi mi üzerine ciddi tartışmalar yaparız, halbuki başka ülkelerde yaşamaya başladıkça bakarız ki bu konu yani yemek yemek hiç de o kadar dünyanın merkezi değil. İnsanlar boğazlarından bir şey geçsin şu canavar mideleri doysun da gerisi ne olursa olsun mantığında...Aaaa ama onlar da beş para etmez canım yemek önemli bir şeydir deriz. Öyle mi? Ne anlamda önemli, karnımızı doyurmak anlamında mı yoksa ağzımızın suyu aka aka bir kebaba yumulmak anlamında mı?

Bizlerin mutfağında çorba başlangıç yemeğidir, zeytinyağlıların dışında patlıcan sos beğendi olarak etin altında servis edilir, e oldukça ciddi bir kebap lahmacun durumlarımız vardır, ıspanaklı börek çaylıktır falan...Ama ben bu aralar eti kesmeye çalışan bir anne olarak bütün bu alışkanlıkları tepetaklak etme alıştırmaları yapıyorum, bana gelen annem ya da babam bundan hiç memnun olmazlar ve benim İngiltere'ye gittiğimde söylediğimi söylerler orası kesin; "Çorbadan da öğün mü olurmuş amma tembel karılarınız var yahu!"

Bütün bu yazdıklarımın aksine sanılmasın ki doğal bir anti etçiyim tam tersine eti çok severim, işin esas zor kısmını da bu noktada atlatmaya çalışıyorum. Bana göre esas zaten etin tadını sevmeyen değil de tam tersi kokusunu aldığında ağzının suları akanın işi çok zor başlarda. Mesela düşünün evden barbekü durumlarını kaldırıyorsunuz (bir anda bayağı bir sosyal aktivite kırıldı değil mi? Tuhaf bir duygu), bizim etli dolma, yaprak sarma, lahana dolması, etli biber dolması gidiyor elden, tavuk şinitsel, tavuk butu, tavuk fırında, salam, sosis, sucuk, kıymalı bütün yemekler (ki Türk mutfağının kurtuluşu gibi bir şeydir onlar)

Şimdi böyle yazılmaya kalkıldığı anda görülüyor ki önümüz arkamız sağımız solumuz etle örülmüş resmen. Çorbalar başlangıç yemeği, makarna, bulgur, patates, pilav yanına destek, zeytinyağlılar bitiş yemeği...Fark ettiniz mi? Yani etli yemek ana yemek, diğerleri zavallı yanda can çekişenler...

Halbuki hepimiz biliyoruz ki bir meze tabağı gelir örneğin yemeklerden önce, bir de yanında dumanı tüten bir pide, ana yemeğe hayatta yer kalmaz arkadan.

Bütün bu anlattıklarım aslında herşeyin kafada başlayıp kafada bittiği. Yani kim demiş illa ki ana yemek olarak adlandırılan yemeklerle doyulur, diğerleri yanına başına ya da sonuna eşlik eder? Kesinlikle sizlere bağlı bir durum bu.

Evde en fazla çocuklarınızla beraber sevip tükettiğiniz, bölgenizde en güzel sonucu alabildiğiniz sebze yemeklerini bir gözden geçirin derim. Salataları, çorbaları ve liste şeklinde yazın, ilk önce kırmızı eti ve tavuğu üç günlüğüne çıkarın listeden, derken bir hafta olsun bu...

Bu yapılan ve sevilen yemekleri sabitleyin, zaten et yemekleri de diğer yemeklerde ahçı falan değilseniz hep döner durur. Bu sefer dönüp duran sevilen sebze yemekleri, bulgur, çorba neden olmasın? Bu olduğu zaman meyve de kendiliğinden sahneye giriyor. Daha çok ne zaman meyvenin devreye girdiği nokta? Evde tatlı, kek yapımı durduğunda. Bunu da deneyin.

Yapabiliriz, çünkü dünya üzerinde belli bir döngüde yaşayan hiçbir organizma duygusuz değil, hayvanlar sıraya girip öldürüleceklerini bilerek yaşıyorlar, kendinizi onların yerine koyun, çoluk çocuğunuzu bir gün bizlerden çok ileri bir uygarlığın bizi yemek için seçtiğini ve varlığımızın konuşmamızın onlar için hiçbir şey ifade etmediğini düşünün. Fabrikada ayakkabı, plastik bir kutu yerine konan ve otomatikleştiği için hiçbir duygu barındırmayan insanların o hayvanları kestiklerini getirin aklınıza, geçmişte koyunların insan yüzündeki ifadeleri anladığını okumuştum, bu bilimsel olarak kanıtlanmıştır. İnterneti araştırın, hayvanların dünyasında neler olup bittiğini okuyun. Bu hayvanlar yine birbirlerinin tepesinde tepesinde yaşadıklarından kontrollüler ya bol antibiyotik basılan, hareket edemeyen, en kısa zamanda en çok büyüme sağlanmaya çalışılan varlıklar.

Kanımca, insanlık kendi tatmini için başka bir varlığın acı çekmesine göz yummaması noktasına geldiğinde büyük bir değişiklik yaşanacak. Bu esas devrimlerden birisidir bana göre. Yeme içme alışkanlıkları tamamıyla bizlerin doğrusuna bağlı olan, kimsenin açıp da boğazınıza sokuşturamayacağı bir şey. O yüzden dünya üzerinde seçmen meçmen değil tüketici olduğunda ve bunu bilinçli kullanıp da canını sıkan malı almadığında üreticisine en büyük tokatı patlatıyorsun demektir.

Ben ve bizim aile bu yolda şu anda şu noktada, ilk defa on gün oldu eti eve sokmamayı başardım :) Çocuklarım anne et al demiyorlar ama eğer köfte, sucuk alırsam bayıla ayıla yiyorlar, işin anahtarı eve hiç alıp pişirmemekte yatıyor çünkü çocuklarımız herşeye bizlerden çok daha fazla açık. Alışkanlıkları bizler gibi kemikleşmeden doğaya ve evrene duyarlı insanlar yetiştirmek elimizde. Zaman zaman bu kuralın kırıldığı anlar oluyor, dışarı çıkıldığında ve açlıktan ölünüyor ise. O zamanda belki balık fabrikalaşmış insan için üretilen, yetiştirilen hayvanlar yerine...Onunla da ilgili tartışılacak çok sağlık durumları var elbet.

Düşünün...Çünkü düşünerek çok şey değiştirebilirsiniz. Ve tüketimi her günden haftada bir güne çekseniz bile büyük bir şey başarırsınız, başarırız.

Ha gayret!