6 Aralık 2009 Pazar

Kurban Bayramı!

Magissa'yı okudum da şimdi (blog herkese açık değil link vermiyorum o yüzden), yine aklıma O'nun yazdıklarıyla paralel bir sürü dangalaklık geldi.

Özellikle her sene nefret edip tiksinme noktasına geldiğim kurban bayramı...Sözde dini duyguları incinecek dangalakların senelerce hayvancağızları keseceğim diye el kol kesmeleri, yaşadıkları her alanda aynı ilkelliği sergilemeleri, şehir hayatı nedir, toplu yaşam şartları falan filan düşünmeden anlamadan kesip, biçip, kovalayıp çocuklarının alınlarına kan sürmeleri...

Kutlamıyorum, kutlamayacağım! Benim ve çocuğumun önünde kanırta kanırta katliam yapan yaratıkların duygularının incinmesiymiş, kıçımın kenarı diyorum ve diyeceğim!!!! Örnek mi? Hemen! Evlenmeden önce benimki Bakırköy'de yaşıyor arkadaşlarıyla, anlaşılmadıysa yeniden yazayım BA KIR KÖY! İstanbul'un en merkezi yerlerinden hani, bir bayram oldu, yemin ediyorum sokakların giderlerinden kan aktı, heryer günlerce kan ve iç organ koktu, birinci elden gördüm yaşadım ve ilerde kocam olacak adamdan utandım, Bursa'da yaşıyoruz sonra, yıllardan 99, yine bayram(!) her bir apartmanın altında kesim yapılıyor, kocalar enişteler bilmemne, karılar da ellerinde keser bıçaklar üst kattan alt kata kafalar uzamış " Ayyy şekerim sen etin hangi bölümünü kullanacaksın bu gece?" " İşte şurasını, harika oluyor kavurması tavsiye ederim!" şeklinde...Köpek dolaştırıyorum, hayvancağız bile hiç unutmam şaşkınlaşmıştı o ilkel kokulardan, durup havayı koklamıştı kaç kere, ne oldu acaba taşdevrine falan mı döndük şeklinde.

Bir de bu tipler bana " Kızım ne işin var senin o Arap ellerde, yaaa insanın istemediği ot dibinde bitermiş!" demeleri yok muuuu?! Al kafalarına at bir şey!

Birçok insanı tatmin etmeyecek, hatta haklarında kötü yazmadığım için rahatsızlık duyacaklar belki ama Türkiye'den çok daha dindar gösterilen bu ülkede ben kurban bayramında ortalığı kana bulayan, elini kolunu kesen, yollarda davar kovalayan bir pisliğe rastlamadım. Türk televizyonlarından her sene yayınlanan görüntülerden gınalar geldi artık, bu konuya el atılmamasından, her sene " İnsanlık dışı uygulamalarla hayvan kesen vatandaşa şu kadar ceza!" denilip bilerek, istenerek uygulama yapılmamasından da!

Hemen tekrar yazayım o gerzeklerin dediği gibi Araplar "Iyyy çok iğrenç insanlar! Bizim tanıdığın evini tutmuşlar da, içine sıçıp üzerine oturmuşlar!" diye bir şey yok, İstanbul'da otobüste minibüste osuran, özel arabasında burnunu karıştırıp, koltuk altından ortalığa korkunç kokular yayan, " Oruç tutuyoruz Allah kabul etsin abi!" derken ağzı lağım gibi kokan bir Arab'a rastlamadım. Hepsi son derece temiz, İngilizce'yi Türkler'den beş bin kat güzel konuşan, kibar ve kendi halinde insanlar. Kapalılıkları tamamıyla kendi kültürlerinden ve İslamiyet'in de bu kültürden çıkmasından öte bir şey değil. Öyle sen o bu şu neden açık diye laf atan, karı kıza bakan, bıyık buran Arap erkeği de görmedim hiç.

Ha, kendine göre farklı sorunları olan bir ülke ama bu problemlerden hiçbiri Türkiye'de kendi kasabasından başka yer görmeyip " Zaten beş yıl sonra petrolleri bitiyooo abii!" diyen kültürsüz dangalakların aktardığı ile alakalı değil.

Kısa ve öz, hiçbirşey Türkiye'de bizlere empoze edildiği gibi değil arkadaşlar ve dışardan bakıldığında çok eksiler var çoook! Böyle bok at izi kalsın hallerinden gına geçirdiğim ve kurban bayramı da buna vesile olduğundan yoksa başka bir şeyden değil. Bir de her yıl aynı görüntüler yahu! Seneler geçsin bir arpa boyu yol katedilsin be kardeşim! İstanbul boğazı kan gölüne dönmüş al onu haber yap, o haberi seyrederken de küs akrabanla barış, el öp, şeker kemir. Iyyy ıy hayret bir şey!

19 Kasım 2009 Perşembe

GDO

GDO ile ilgili fazla bir araştırma yapmaya vaktim olmadı ama ilk önce Berceste'den bir mail geldi, sonra televizyondan şöyle böyle bir şeyler.. Ardından bugün baktığım daha başka birkaç blog, Mutfakta Zen ve Sinek Sekiz...Sinek Sekiz çok güzel bir kampanya başlatmış, doğal tohumlarınızı saklayın ve zamanı gelince ekin diyor. Kampanya için de zarflar hazırlamış. Ne kadar yere yayılırsa o kadar iyi diyor. Ben ekledim, benden de bu bloglara gidip ilgilenen olursa diye kısaca yazayım istedim. Facebookda da gruba dahil olabilirsiniz, duyurulur :)

16 Ekim 2009 Cuma

15 Ekim Blog Action Day!!!

Öküz gibi bir gün gecikmeyle gördüğüm blog hareketi için özel bir şeyler yazmayacağım, zira şu son birkaç yazı direkt oraya ithaf olsun! Yalnız, sağ üst köşeye badget'ını koyduğum bu eylem için insanların gösterdiği duyarlılığı, ne yapabiliriz sorusuna herkesin nasıl katkıda bulunmaya çalıştığını görmenizi istedim. İngilizce dili kullanılarak yapılan yorumların sayısına bir bakın...Gulp! İşte hep anlatmak istediğim bu! Hepisinin teker tekerrr önünde saygıyla eğiliyorum arkadaşlar. İnşallah günün birinde Türkiye'deki yazılara da böyle sular seller gibi insanlar oturur, zaman, emek harcayarak yorum yazar, o günleri de görürüz. Elinden gelen take action'ı aktive etsin.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Hmmmpffff!

Hani bazı teyzeler vardır koltuğa kendini bir atar, bütün yaylar gıcırdar. Ahanda öyle bir ruh hali içindeyim. Yazasım yokkkk! İyi ki de söyledim, hiç belli etmiyordum değil mi bu durumu? Günüm beş ile altı arasında bir zaman diliminde başlıyor, akşam büyük kızı da yatırmaya kadarki geçen süre olan sekize kadar kıçıma fişek kaçmış şekilde sürüyor.

Mesela dünü ele alalım, sabah bebekle arka mahallelerde yarım saat yürüyüş, ondan önce kahvaltısının hazırlanışı ve hani yollarda uyuyakalır aç bırakmayayım şekilde bir bakış açısı, ertesi kan ter şeklinde eve geliniş, tabi sabah kalkıp hop diye inilmiyor aşağı kata, her gün yıkanmış ve kurumuş olan bezler, önlükler, akşam çıkartılmış yıkanmak üzere bez ya da tek kullanımlık bezin çöpü, yukarı çıkarılmış gece oniki ve sabahın körü beslenmelerinin biberon, mama kapları üçlemesi ve tepsisi, odaların toplanması, 1 numaranın giyecekleri hazırlıkları da var. Neyse, eve gelindiğinde pek tabi ki mutfakta toplanması, düzenlenmesi, yıkanması ve kaldırılması gerekenler oluyor, bu arada benim mideme en ufak bir şey de giremiyor. Bebek kahvaltı ve yürüyüşün ertesi uykuya dalar dalmaz haydaaa bu sefer mutfakta yapılacaklar ve karnı doyurulacak olan ben ön plana geçiyoruz, eğer yıkanılması gerekiyorsa bir de araya onu sığdırıyoruz. Hızımız ışık şeklinde...

Yaklaşık iki aydır katı gıda macerasını yaşamaktayız, kitap okunmalı, zira tersinde hep aynı şeyler veriliyor ve hangi ay neye başlanmalı sorusunun en sağlıklı yanıtı kitaplarda. Alt iki dişimiz testere kıvamında, son iki gündür ise emekleme pozisyonunda kurbağalama öne atlayış sergilemekteyiz.

Akşama kadar evin temizliği, şeker leblebisinin oyalanması, derli toplu olmaya çalışmak, yemek yapmaya debelenmek, eğer beş saatlik uyku ile kalınmış ise öğlen biraz kestirme alıştırmaları, ütü, çamaşır, bir numaranın osu busu, akşam yemeğinin hazırlanışı...

Bunlara okuma, yazma işleri de eklenince benim kafadan buharlar çıkıyor. Hakikaten oturduğum an ciddi bir pelteleşme eşliğinde öööle bakınma ihtiyacım oluyor, ne eksiği ne fazlası. Evet, yazılası çok şey olabilir ama bende enerji yokkkk! Gelene kadar da böyle ne yapayım? Herkesi öpüyorum buradan.

1 Eylül 2009 Salı

Yıkanabilir Bebek Bezi Alırken Nelere Dikkat Edeyim?

İlk aşamada bu sistemi bilmediğimiz için nereye bakacağımızı, alırken nasıl karar vereceğimizi de göremiyoruz. En azından benim için öyle bir boşluk hakimdi. Kullandıkça insan artılarını ve eksilerini deneyimliyor ve her şeyde olduğu gibi bunda da dört dörtlük bir durum söz konusu değil. En azından kendi içinde belirli kuralları ve kullanım özellikleri geçerli. Onları yerine getirmediğin zaman üründen de istenen verim alınamıyor.
Sistem bir dış çeper (outer), bir ara bezi (ben o lafa uyuz kaptığım için pad diyorum) ve tek kullanımlık ya da yıkanabilir pad koruması(liner)dan oluşuyor.Dış çeperin su geçirmeyen, bacak kısımları kalkık, dışkıyı tutabilir özellikte olması gerekiyor.

Yukarda gördüğümüz örnek Mother Care, en sağdaki outer ve incecik su geçirmez özellikte olan kısım o, rulo şeklinde olan tek kullanımlık tuvalete atılıp sifon çekilebilen Tinitots liners. Maalesef artık Mother Care burada elindekileri neredeyse bedava dağıtıp liner falan getirmeyi bıraktı. Son gittiğimizde satışta çalışan bayan eski fiyatına kimsenin Smart Nappy ile ilgilenmediğini ellerinde son kalanları çıkarttıklarını ama daha farklı bir sistemin de geleblecek olduğunu belirtti, bilemiyorum artık, ben kendi adıma Türk lirası ile 25 YTL ye satılan malları 1.5 liradan düşüğe alıp olayı bitirdim. Ortadaki üçe katlanan yıkanabilir pad, soldaki yine Tini Tots yıkanabilir liner.
Yine yukardaki resimde görüldüğü gibi outer'ın içine yıkanabilir pad üzerine liner (tek kullanımlık veya yıkanabilir) konulup yuvasına yerleştiriliyor.

Piyasada değişik kullanım tarzında olanları olsa da genel olarak sistemler ikiye ayrılmış görünüyor. Bir tanesi bu, diğeri ise size linkini verdiğim ve Türkiye'de de üretilenlerin benzeri olan pofurdak dokulu olan.

Tini Tots'da ped kısmı yani bebeğin derisi ile temasta olan bölüm bambu. Bambu emicilik açısından pamukludan çok daha ileri düzeyde, ayrıca benim aldığım üründe beyazlatıcı da kullanılmamış ki bu daha ideal. Fikir olması açısından buraya bakın derim.
Hacimli ve yumuşak olanın kendi yıkanabilir liner'ı var. Tini Tots'u akşamları kullandığımdan dolayı alt kısma onu, üst kısma da Mother Care'in outer'ını koyuyorum. Tini Tots'da ayrıca outer lar veya su geçirmez şekilde tasarlanmış olan bebek bezleri satılıyor ama bende zaten olduğu için tercihim bu yönde oldu. Günde maksimum altı adet bebek bezi kullanıyorum şu an Mother Care için 10 tane alınsa yeter de artar ancak Tini Tots tarzı olanlar zor kuruduğu için iki kat alınmalı.

Daha önce de yazdığım gibi Tini Tots'un kuruma sorunu varken bebeğin üzerine oturması Mother Care'e göre çok daha güzel. Ancak yıkanması kalınlığından ötürü daha zor. Hepsinin kilo aralıkları var. Bazılarında başlangıçtan lazımlık eğitime kadar kullanılabileni de...Ancak ben buradan alırken elimin altında, hemen temin edebileceğim yerin olmasını istedim. Diğer memleketlerden gelenin fiyatından çok posta ücreti tutuyor. Ayrıca bittikçe yenilenen kısımlar için ( mesela Mother Care tek kullanımlık bayan padine benzeyen bir parça yapmış, aynı şekilde liner almak gerekli olabiliyor kağıt olanlardan ) uzak mekanlar çok zor.

Mother Care'de fotoğraflarda gördüğünüz katlanabilen pad'in bebeğin poposuna temas edecek şekilde yukarı bakan kısmı suyu aşağıya süzüp popoyu kuru tutmak üzere tasarlanmış, ipeksi bir yapısı var zaten genelde bebeğe de değmiyor çünkü o bölgeye ya yıkanabilir ya da bir kullanımlık liner konuluyor. (Aşağıda solda tek kullanımlık liner ve Mother Care katlanabilir pad)
Pamuklu yumuşak havlu doku alta katlanacak iki bölümde ayarlanmış. Gece kullanımında ben altışar saat koyuyorum değişim için dolayısıyla iki yıkanabilir ya da Mother Care'in tek kullanımlık padi ve altına yıkanabilir şeklinde olabiliyor. Yalnız genelde gece kaka yapma olayı olmadığından tini tots gibi pufuruk olanlar gayet güzel kavrayıp yumuşak olduğu ve popoya çok daha iyi oturduğu için benim için tercih sebebi.

Yıkanabilir bebek bezleri özellikle Mother Care'in sisteminde iki saatte bir değiştirmek (uyuyan bebeği uyandırmayı kastedmiyorum tabi ki) elzem. Ne olursa olsun teknolojik olarak kendi ağırlığının 100 katını emebilecek boyutta değil bu sistem, belirtilir. Yani çalışan anneler için bakıcı olan insana yüklenebilecek bir durum da değil kanımca.

Ancakkkkk bu sisteme inanan, ıyyyyy ne iğrençççç nidaları atmayacak, bebeğinin sağlığını doğayı koruyacak, sevecek bir yapıda olmak lazım. Çünkü ne olursa olsun dışkı ile haşır neşir olunuyor bu işte. En güzeli silgi (rubber) eldivenler ya da normal yalnızca bu iş için ayrılmış eldivenler olabilir. Dışkıyı ilk önce tuvalette akıtmak, ardından deterjanlı antibakteriyel bio friendly deterjanlı suya basmak ve o günün bitimine kadar beklemek yetiyor. Benim kullandığım tüm ürünler hala yeni gibi.

Hatta eklemek istediğim son şey bu sistem öylesine güzel ki sonraki çocuğa da kalabiliyor. Bir seferlik yapılan bir giderle kaç nesil elden çıkıyor, para, sağlık ve doğaya katkı anlamında insan rahat bir oh çekiyor.

23 Ağustos 2009 Pazar

Mother Care / Smart Nappy System ( Akıllı Bebek Bezi Sistemi)

Araştırmak istediğim cümleyi Google’a Türkçe, bir de üstelik tırnak içinde “Bebek bezlerinde kullanılan kimyasallar” diye girdim. Sonuç?! Pek tabi ki neredeyse sıfır! Onun yerine evimizde kullandığımız kimyasallar geldi, hani neresinden baksan kötünün iyisi...

Sonra,konuyu yine, yeni ve yeniden İngilizce araştırdım, gelen sonucu yorum yapmamaya çalışarak yazacağım çünkü Avent’de sövdüğüm, lanet ettiğim ne varsa bu konuda da geçerli. Ancak bir farkla, bu sefer olayın doğaya olan zararını da işin içine katmış bulunmaktayım. Bence, işin en tatmin edici bölümü...

Bir kere, İngilizce kısmında Türkiye'deki " Artık annelerimizin bebek bezi yıkama zamanı bitti, yaşasın özgürlük, yaşasın kadın haklarıııı!" gibi bir bakış açısı yok onu söyleyeyim. Çok ciddi bir şekilde çevreyle ve bebeğinin sağlığı ile ilgilenen insanlar (babalar da dahil ve forumlarda yazılan yazılana) tekrar kullanılacak bebek bezlerine kaymış vaziyetteler.

Benim için değişiklik yaratma ve yıkanabilir beze geçme fikri bir kullanımlık bebek bezlerinin doğaya verdiği zararı okumak ile hemen yerine oturdu fakat kendi rahatından daha önemli olan hiçbirşeyi dikkate almayan yeni dünya düzeninde yaratılmış anne adayları ve halihazırdaki annelere kimyasal olarak ne oldu ne bittiyi de yazayım, içim rahatlamış olsun. (Oh! Öyle hep kendini düşünen bakış açısına)

Çevre faktörü ile konuya girelim...Bir bebeğin iki buçuk yılda kullandığı bebek bezi sayısı aşağı yukarı 6000 iken, aynı zamana yayılmış ve atılmayan bezlerin sayısı 25 ile 50 aralığında ki bence o sayı bile abartılmış. Yani, yıkanabilir bebek bezini ben kullanım açısından şu şekilde oturttum, günde beş tane diyelim. Bir grubu yıkayıp kuruması için bırakalım, ikinci grup da aynı sayıda olsun hadi hadi elimizde 12 tane olsa yeter de artar bile.

Bilgilere devam...2.5 yılda bir bebeğin atmosfere bıraktığı zarar 2010klm ile 3540klm petrol yakan araca eşit.

Dünya yılda yarım trilyon bebek bezi çöpü çıkartıyor. Bu, İngiltere'de %4 katı atığı oluşturan miktar, pek tabi ki Türkiye için böyle istatistiklere erişmek bile imkansız.

Doğa insana karşı dava açabilseydi herhalde insanoğlu altından kalkamayacak tazminatlarla karşılaşacaktı. Günde dünyanın aşağı yukarı ürettiği bebek bezi atığı 1.4 milyar!

Bebek bezinin dış çeperini oluşturan ve sızmayı engelleyen kısım polipropilin denilen plastik malzemeden yapıldığı için doğada elimine edilmesi 500 yılı buluyor. Düşünebiliyor musunuz, bizlerin düşünmeden kendi rahatımız adına attığı herbir bebek bezi yaşadığımız ortamın içine ediyor.

Bebek bezinin %70lik kısmı kağıt. Yıllık olarak global 1 milyar ağaç bu iş için kesilmekte. Ormanların tekrar yerine konulması, ağacın işlemden geçirilirken maruz kaldığı aşamalar, kullanılan mekanik enerji ve suyun dünyaya faturası yıllık 50 milyon dolar.

Bütün bunlar karşılaştırıldığında bir kullanımlık bezlerin tekrar kullanılan bezlere göre 10 kat daha fazla dünya kaynağını kullandığını söylemek mümkün. Ayrıca katı atık olarak da %70 daha fazla.

2008’de İngiliz Hükümetinin yaptırdığı bir araştırmada ikinci çocukta dahi kullanılabilen bu bezler ile global ısınmada %40 lık bir fayda sağlamış. Bu ise yılda 200 kg. karbondioksit üretiminin yapılmaması anlamına gelmekte.

Gelelim bir de işin kimyasal taraflarına..Hadi dedin ki "Bana ne dünyayı ben mi kurtaracam?!" Böyle dendiğinde bana da gelenler geliyor ama olsun, sakince anlatmaya devam edeyim...

Şimdi...Tek kullanımlık bezlerin en fazla tanınanlarının web sayfalarına gittiğimizde kullanılan hammaddelerin neler olduğunu görebiliyoruz (burada Huggies, Pumpers belki Türkiye'de Ultra Prima ile aynı bilmiyorum...) Bu maddelere tekrar bakalım; kağıt benzeri ağaçtan elde edilen fiber ve süper emiciliği sağlayan poliakrileyt (polyacrilate) ve diğer malzemeler poliproplin, polyester ve politlin.

Bu sentetik maddelerin hepsi bezin totoya oturmasında ve sızdırmanın önlenmesi açısından olmazsa olmaz. Elastik bandların yapımında kullanılan madde bebeği rahatsız etmeden bezin bel kısmına oturmasında kullanılan ve yine sentetik lastik. Biliyorsunuz lastik rubber palm denilen ağaçlardan üretiliyor, Malezya bu işin kompetanı konumunda...

Neyse, işte tek kullanımlık bezlerde yine bunun sentetiği yani insan yapımı versiyonu kullanılmış. Tabi, üretici bu listeyi verdikten sonra ürünlerinin ne kadar hava aldığını ve bebeğin derisini ne kadar rahat tuttuğunu falan öne sürmüş.

Okuduğum linkte bu verilen hammaddelerin bir de iç yüzlerine bakalım;

Sodyum Poliakrilit: İdrarın jele dönüştürülüp hapsedilmesinde baş rol oyuncusu. Ağırlığının yüz katı kadar sıvıyı içine alabilir fakat işin acıklı kısmı toksik şok etkisi yarattığı için 1985 yılında tamponlardan men edildi. Poliakrilit üretimi yapan sektörlerde çalışan iş gücünde dişil organ hasarı, yorgunluk ve kilo kaybı tespit edilmiştir. Ancak haftanın yedi günü yirmidört saati bu maddeye maruz kalan bebeklerin üzerinde yarattığı etki uzun vadeli olarak araştırılmamıştır.

Bak sen şu işe?! İnsan okudukça aklı yerinden oynayacak raddeye geliyor değil mi?

Hammaddenin bu akıl almaz emiciliği maalesef derinin kurumasına, ciddi boyutta pişik oluşmasına, cinsel organlarda (erkek ve kız) kanamalara sebep olmaktadır. Ayrıca kedilerde maddeyi soluma sonucu ölüm tespit edilmiştir.

Dioksin: İnsanoğlu üzerinde kansere sebep olan baş toksik madde olarak bilinmektedir. Kağıdın beyazlaştırılması işleminde ortaya çıkan dioksin doğum hasarlarına, deri problemlerine ve böbrek yetmezliğine sebep olmasıyla da tanınmaktadır.

TBT (Tribulitin): Bu hammadde 2000 yılında pampers ultra kuru bebek bezinde bulunmuştur. TBT bilinen en güçlü toksik hammaddedir. Savunma mekanizmasını yokeder ve hormonal dengeyi güçsüz kılar. Erkeklerde kısırlık ile ilgili bağlantısı üzerinde spekülasyonlar vardır.

İkslin (Xylene),Ethilbenzen(Ethilbenzene), Sitrin(Sytrene), Isproplin(Isproplene) gibi hammaddeler 1999 yılında rapor edilen ve Çevresel Sağlık örgütünün arşivlerine giren kimyasallardan yalnızca bazılarıdır.

Anderson Labaratuarı’nda bazı bebek bezi ürünleri ile fareler üzerinde yapılan deneylerde bezlerde kullanılan bir takım hammaddelerin astım krizi yarattığı, bronşite, göz, burun ve boğaz tahrişine sebep olduğunu saptanmıştır. Hatta bu semptomlar direkt olarak kimyasallarla özdeşleştirilmiştir, yani kullanılan kimyasalların direkt etkisi olarak ortaya çıktıkları tespit edilmiştir.

2000 yılında Almanya’da Keil Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada ise, bebek bezinin erkek testislerini vücut ısısından daha yüksek derecede tutması sebebiyle Batı Avrupalı erkeklerin üreme kabiliyetinde büyük oranda düşme tespit edilmiştir. (Tabi ki bu araştırma o bölgede yapıldığı için, yoksa dünya üzerinde bir de adı sanı belli olmayan bir sürü bebek bezi kullanan erkek çocuklarda da farklı bir etki olacağı düşünülemez bile!)

Proctor and Gamble’ın kendi yaptığı araştırmada ise pişik oranının tek kullanımlık bezlerle %7.1 den %61’e çıktığı tespit edilmiştir ( The Landbank Consultancy Limited 1991) Burada çeviri yaptığım yazar bu sefer de pişik kremi üreticilerine atıfta bulunmuş!!! Aman ne iyi yaşasın sizler de bu şekilde satışlarınızı katlayacaksınız anlamında.

Ben burada ilk yıkanabilir bez kavramını Mother Care’in kataloğunda Akıllı Bebek Bezi Sistemi olarak gördüm, aklıma bunları okumadan önce de denemeyi koymuştum. Sebeplerim arasında hem her gün dolan pis kokulu çöp ve atık olarak yüzlerce yıl kaybolmaması gibi başlıklar vardı. Bu kadar detaylı bilgiyi ise Avent’de yaptığım gibi araştırarak buldum. Plastiğe karşı çok ciddi bir şekilde alerjim olduğu, doğaya karşı sorumluluk duyduğum, evimde tüketimi elimden geldiğince ihtiyaçlar doğrultusunda yaptığım ve plastik tüketimini neredeyse sıfırlama çalışmaları yaptığım içindir ki bu değişim benim için büyük bir mutluluk oldu.

İlk aşamada tabi ki sistemin ne olduğunu hiç deneyimlemediğim için bilmiyordum. Türkiye’de bu konuda bir tek isim bulabildim o da Babynap. Burada aynı dikkatsiz tüketim kültürü geçerli olduğundan ilk önce elimin altındaki alışveriş merkezlerine baktım, mümkün değil yok! Güvenilecek ürün anlamında Mother Care benim için elzem oldu. Bu konu her zamanki gibi İngiltere’de bir dalga şeklinde sanki, deli gibi farklı ürün piyasada. Hatta tek kullanımlık ekofriendly bebek bezleri bile var! (-mış yani araştırınca öğrendim onu da)

Bu sistemde bir dış çeper (su geçirmeyen, cırtcırtlı) içine konan %100 pamuklu ve katlanabilir özellikte, iyi dercede su emen pad ve araya konulan ister yeniden kullanılabilir ister atılabilir liner denilen kısımdan oluşuyor. Annelerimizin kullandığı bebek bezlerinin çok daha gelişmiş ve emici hale getirilmiş, sızdırmayan dizaynıyla oldukça çekici. Evet, bebek kaka yaptığında ilk anlık tepki eyvah ne yapacağım olsa da zamanla onun sistemi de oturuyor.

Yeni nesil bebek deterjanları eko friendly düşük ısıda ya da soğuk suda bile gereken görevi yerine getirebiliyor. Eskisi gibi bebek bezi kaynatmak, ütülemek gerekmiyor. Çoğunlukla çıkan bez idrar zaten, onu suya basıyorsun gün bitene kadar, dışkılı olanı ise ben önce akıtıyorum, ardından ayrı bir kaba basıyorum. Akşama doğru hepsi tertemiz bembeyaz çıkıyor o sudan, ardından gerekiyorsa makinanın en kısa programında ki beş dakika sürüyor, narin çamaşır yıkama sıkma ve durulama programında yarım olarak çalıştırıp asıyorum, oldu bitti.

Hepimiz aşağı yukarı bebeğimizin kaka dengesini anlamışızdır, o dönemlerde tek kullanımlık incecik tuvalete atılabilir liner’ı koyuyorsun, kaka mı yaptı o parçayı alıp sifonu çekiyorsun, bitti. Yanlara falan bulaşmış olmasına böggghhhh! yapanlara eğri oturup doğru konuşalım derim çünkü ben en pahalısından kaç tane bebek bezinde yine oraya buraya bulaşmış kaka temizlediğimi biliyorum. Çok da aman aman bir iş değil yani!

Eskilerde olduğu gibi öyle en ağır programla makinayı 90 derece ile falan çalıştırmak, ardından öfür pöfür ütü yapmak tarihe karışmış vaziyette. O yüzden bana hemen psikolojideki sebep bulma tekniği ile suyu ve deterjanıyla aynı mantığa geliyor safsatası da yapılmasın, hayır elde yıkama ve en kısa programla bir kere çevirmeyle hiç de öyle olmuyor. Denendi onaylandı!

Artık dönem internet dönemi. Araştırın derim. Mother Care’in sisteminde memnun kaldığım noktalar dış çeperin (outer) çok çabuk kuruması, pisliği içine hapsetmemesi, padin katlanır olması sebebiyle yine açılıp hemen kurutulabilmesi, sızdırma yapmaması...Ancak sırt ve ön kısmında biraz sıkıntı yarattı lastik kısmı, olsun ben ona da çare buldum.

Ve tahmin? Yaklaşık bir aya yakındır kaka ve çiş dolu kokulu çöp torbama, doğaya yollanan 500 yılda ancak çözülebilen pis atığa elveda dedim. Kendimi çoook iyi hissediyorum :)

23 Temmuz 2009 Perşembe

Başlıksız

Birbiriyle alakasız, öylesine, konuşur gibi yazılacak çok konu biriktiriyorum bebekle. Öyle eskisi gibi kahvaltı yaptıktan sonra bilgisayarımın başına gelmek geceleri gözlerim kapanmadan saatlerce oturup yazmak gibi bir lüksüm kalmadı artık.

Herşey daha düzene girmiş gibi görünse de bu düzen benim eve ve yemeğe daha fazla odaklanmamla noktalanıyor gibi. Geri kalan zaman hala sekiz kere beslenen ama yine bu aralar birkaç öğünün arasına dört saat koyan Zo-Zo (aramızda ufaklığa taktığımız isim bu) dan kalan zamanlarda uyku tamamlamaya çalışmakla geçiyor. Tabi ki herşey bir arada olmuyor, eskiden de öyleydi, hem evim muhteşem tertemiz olsun, hem yemeğim dört dörtlük çıksın, bunun için gerekli alışveriş yapılsın, ben sporumu yapıp fit olayım, bebeğe gözüm arkada kalmadan süper bir şekilde bakılsın, büyük kızım için her gün oturup el yazısı yazma çalışmaları, matematik alıştırmaları yapalım beraber...Dream on!

ZoZo daki gelişmeler her gün gözümüze gözümüze girerek ilerliyor. Süt üretimim neredeyse sıfırlanmış vaziyette. Bunun sebebi benim, hiç öyle boynumu bükme hallerim falan da yok. Zoe değişiklikleri sevmiyor diye yazmıştım (genelde bebekler aynı olanı güvence olarak algıladıkları için değişimlerden, yeni denemelerden hoşlanmıyorlar, kendilerine göre gayet de haklılar)Meme ve biberon ile ilgili olan kaosu da yazmıştım, hatta biberonlarda bile bir uca uyum gösterdiğini ve onu değiştirmeyi sevmediğini de...Bir noktaya gelindi ki meme mi yoksa biberon mu oturtulacak?

Benim bu konudaki tercihim sütü sağarak biberondan vermek yolunda olmuştu. Memeyi denedim, biberonla karıştığı için birinden birini reddetme noktasına geldi ki bu anne memesi oldu. Onu bana bağımlı kılacak, mememden düşürmeyecek hale de getirebilirdim. Peki ben bunu istedim mi?! Sonuna kadar hayır! İlk üç ay sürekli sağdığım sütü vermeye çalıştım, başarılı oldum da ama eridim bittim. Üç saat, zaman zaman iki saatte bir beslenmelerin arasına yaşamımı, süt sağmayı, kocamı, evimin işini, yemek yapmayı sığdırmak belli bir süre sonra oramdan buramdan error mesajlarının gelmesine sebep oldu.

Memede dolaşan, yüzde yüz bana bağımlı olan, dışarıya çıkmamı, babasıyla olayı paylaşmamı engelleyen ne varsa hayatımda ona yer yok. Şimdi formül sütünü severek alıyor, geceleri bir buçuk haftadır odasında monitörü ile mutlu bir şekilde uyuyor, yatmadan önce her akşama doğru (18:30)banyosunu yapıyor ve sütünü ya da suyunu alıp yatıyor.

Üçer saat olan öğün aralarında dünden itibaren uyurken uyandırmama yoluna gitmiş bulunuyorum. Dün öğlen mesela dört saat koydu, uyandırmadım, dün gece ise iki öğün arasına dörder saat...Yavaş yavaş birim başına aldığı süt miktarını arttırıp araları uzatacağını görebiliyorum artık. (İnşallah demek daha doğru)

Baş kontrolü iyice sağlandı, kucağımızda incecik küçücük boynunun tuttuğu (bu konuda her zaman hayrete düşmüşümdür) koca kafasını sağa sola döndürüyor ve dik bir şekilde tutuyor. Son iki gündür totosunu attıra attıra dönme durumları yaşatmaya başladı. Bu olay en beklenmedik bir anda gerçekleşebileceği için yüksek hiçbir yerde bırakmıyorum artık. Şule'nin ufaklık doğduğunda getirdiği oyun matinden çok ama çok memnunum. Yanları yumuşak ve kalkık olduğu için yerde bizimki debelenirken eğer mutluysa korkum olmadan başka bir tarafa dönebilme lüksünü yaşıyorum.

Süt üretiminin dibe vurmasıyla yediklerime dikkat etmeye başladım. Umarım bu konuda da bir düzen oturtturabilirim. Çayı şekersiz içemediğim ve yapay tatlandırıcıların herbiri (ki son günlerde burada yok şekerin aynısı, yok doğal şundan bundan) sonuçları bir yirmi yıl sonra ortaya çıkacak kimyasallar barındırdığından dolayı çaydan vazgeçme durumlarındayım, yerine ikame edilen içecek yağsız süt. Severek deviriyorum. Çorba yapımını arttırma dönemi, akşamları ekmeksiz yoğun kıvamda bir çorbayla kapatmayı tercih ediyorum.

Bu yaz ziyaretleri yapmamak eve ve diğer yapılacaklara odaklanmamızı sağladı, nedir bunlar?

1-Tam hamileliğimin ilk zamanlarında eşimin işinden istifade onlara verdikleri bir olanakla bedava dişçi hizmeti açıldı bizlere. Aynı kampüsteki diş kliniğine gittik, önce benimki, sonra ben. Her seferinde dolgulardı, diş temizliğiydi derken alınmayan ücretlere inanamayarak geldik eve. En sonunda benim belki 20 yıldır yapılması gereken implant olayına geldi sıra. İlk aşamaları halledildi (çok zor) ve bugünlere kadar hamilelikti şuydu buydu gelindi. Şimdi diğer üç aşama daha yapıldı ve diş beklenmekte. Ağustos ayı en geç yapılacak.

2-Bu sene evin suları paslı akmaya başladı, yine zamansızlıktan ve babamızın çalışmasından ötürü bu iş de birkaç ay sarkmıştı. En sonunda benimki evin iki deposuna bakınca saçları diken diken eve geldi ve tatile girer girmez adamları sıkıştırdık. İki depo temizlendi, sularımız %80 temiz akıyor ama geri kalan sorunu da borularda araştıracaklar, adamlar tatildeymiş bekliyoruz bakalım.

3-Bebeğin doğmasıyla gerekli olan vize, pasaport ve doğum sertifikasının onaylanması işlemleri...Bu ay bitti ama canımız da çıktı. Hastaneden alınan doğum sertifikası buranın sağlık bakanlığınca onaylanacak, onun arkasından vize için başvuru yapılacak, bebeğin arkası beyaz fon fotosu çekilecek, formlar doldurulup bu sefer İngiliz Konsolosluğuna gidilecek, gidildiğinde görülecek ki pasaportdaki bilgiler onlar için hiçbir şey ifade etmiyormuş! Haddiii benim ve babanın doğum sertifikaları istenecek, benimkisi gönderilmesine rağmen geç kalınca kimliğimin buradaki konsoloslukta çevirisinin geçerli olup olmadığı araştırılacak, geçerliymiş...Pasaportumuz bu hafta alındı, vize işlemleri üç yıllığına bitirildi. Şimdi en son işlem olarak kimlik kartına ekletme (Arap Emirlikleri için) ve Türkiye ayağında bebeğin tanınması, benim pasaportun değişimi (eskidi artık) Zozo için kimlik kartı için form doldurulması ve başvuru var. Ağustos'un dokuzuna kadar da bu işler halledilecek.

4-Evin iki tane iç, mutfak ve dış kapısı termitler tarafından kemirilmişti. Bu iş belki üç senelik bir meseleydi, adamları her çağırışımızda "Gelecez ölçü alacaz." diyip sırra kadem basıyorlardı. Geçen hafta geldiler, ön ve içerdeki iki kapının çerçeveleri değiştirildi, salon savaş alanına döndü, beş kişilik ekiple olay sabahtan akşama kadar sürdü. Şimdi mutfak kapısının yapımı için bekliyoruz, bir de yapılmış kapılara vernik sürülmesi için...Bakalım bunlar için kaç sene geçecek?!

5-Laila'nın dişleri...Belki ağzında neredeyse hiç diş kalmayacak şekilde diş işlemi geçirecek, bunun yapılması için genel anestezi aldığından ve yaşı da ilerlediğinden dolayı riskler de göz önüne alınarak temizlik yapılabildiği kadarıyla maksimum anlamda yapılacak. Ağustos...

6-Arabayı aldığımızdan beridir büyüteç etkisi yapıp bizi şiş kebaba çeviren camların rengini ultraviyole koruyucu camlarla değiştirdik. Bu da temizlenmesi gereken çok önemli bir işti, bitti.

Sabah benimki köpeği de alıp yürüyüşe çıktığında söyledi, çevrede park etmiş araba bile kalmamış, herkes memlekette. Ama gerçekten de seyahat edilmediğinde hem para hem de zaman cepte, bunu da buraya not etmek lazım. Hayatımızda ilk defa dişe dokunur bir şekilde birikime yönlendirdik paramızı, birikim hesabı açtırttık!!! Bu bizim için büyük bir gelişme. Onu düşünüp düşünüp mutlu oluyoruz. O hesap için bu ay kıtı kıtına kaldık ama değer.

Geçenlerde hissedilen sıcaklığı yazıyorum, sıkı durun, 58!!!! 42 derece görünen sıcaklık, üzerine %50 nem...Buranın kışı, bizim memleketin ilk baharı, yazı olduğu için kış ayını bekliyorum dört gözle. Daha Zozo'ya adam gibi bir yeşillik gösteremedik, o derece bir dört duvar arası, megamall yaşam tarzı. Bazen başka bir gezegende yaşasak ve yapay şekilde yeşillendirme ve parklar yapılsa aynısı olacak diye düşünüyorum.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Acınılası Anne Figürü

Bizim kültürdeki bu bağımlılık salaklığından nefret geçirmekteyim. İnsan kendi yaşadığı hayattan suçluluk duyar mı? Yurt dışına gittiği ve çocuklarına, kendine gelecek hazırlamak zorunluluğunda olduğu için pişmanlık hissine gark edilir mi? Yıllardır yaşadığım bu. Her telefonda " Gurbet eller zormuş kızım..." la başlayan cümleleler, " Bugün düştüm, konu komşu yardımıma koştu" demeler, " Keşke burada olsaydın, ben kimseyi aramazdım o zaman" demeler...Kim için? Benim için mi yoksa kendi yaşadığı hayat için mi?

Bu yazıyı ana baba olanlar da okuyacaktır elbet, aramızda çocuk sahibi olanlar var ama pek tabi ki de hepimiz birilerinin evladıyız. Türkiye'de sosyal devlet gelişmediği içindir ki bu açığı kapatan aile bağları zaman zaman Avrupa'ya örnek gösterilmiştir her zaman. Tartışılır...En azından benim için öyle.

Eşşek kadar olmuş heriflerin evlenip karılarını " Ama benim annem babam harika insanlardır!" şeklinde içeri almalarından, kayınvalidelerin "Aaaa! Oğlumun karısı, kızımın kocası benim de evladımdır!" yalanından nefret ediyorum. Bu samimiyetsizlik, bu kendine bile söylene söylene kanıksanmış yalanlardan bıktım usandım.

Kendi hayatımda yaşlıların da yaşadığını, sokaklarda dolaştığını, seyahatlere gittiğini, öyle arabeskliğin arkasına sığınmadan, ağlaşmadan, çocuklarını suçlamadan, özgürlüklerini sonuna kadar kullandıklarını ben bir tek İngiltere'de gördüm. Diğer Avrupa ülkelerinde de farklı olduğunu sanmıyorum. Orada sokağa çıkıldığında bile yaşanır bu fark.

Bizim millete göre soğukluk olarak addedilen şeye ben iki ayağı üzerinde durmak, kimseye arka yaslamamak, manevi ve maddi olarak gençlikte yaşlılıklar düşünüldüğünden planlı yaşamak demekteyim.

Bütün bu saydıklarım çok ama çok önemli. Çocuklarımızı önce kim için yapıyoruz bunun hesaplaşmasını yapmamız lazım. Bir insanın varlığını kanıtlayabilmesi, kendisi olabilmesi için özgürlüğünün ileri derecede önemli olduğunu düşünmekteyim. Öncelikle, aile olmak için çocuk doğuruyoruz, KENDİMİZ İÇİN, BİZ KARAR VERDİĞİMİZDEN!

Fakat bu düşündüklerimin tam tersi olarak her Türkiye'ye gelişimde gelenekselci yaklaşımlarla karşılaşmaktayım. Annemin çevresindeki konu komşunun kem bakışları, yapılan dedikodular, onlarla kendi gençliğinde hiççç işi olmamış ama yaşlandıkça aynı klübe katılmış annemin dırdırlanmaları beni çileden çıkartmakta. Açılan her telefon, yapılan her görüşme artık aynı konuya odaklanmış durumda. Kendi hayatını yaşayan hayırsız evlatlar!!!! Nasıl yaşarsın kendi hayatını sen?! Bundan öteye geçmesi imkansız gibi. Şöyle dinlenilmemek üzere sorulmuş bir zoraki " Nasılsın?"

İkinci çocuğumu yapma planlarımdan bahsederken ailemden yakın çevre olanlarının söylediği bazı laflar vardı;" Bir beş seneni daha çöpe atacaksın." Bu cümlelere daha farklı inciler de eklenebilir " Bana demişlerdi sana çocuklarından fayda yok, sen bana bak!" diye. " Çocuk mocuk şu bu palavra, insanın önce parası olacak parası!"...Yani çocuğun olsa da onların gün gelecek kendi hayatları olacak, kısa yoldan geri dön, bu hataya düşme. ( Çünkü kendi ana babalarımız kendi çocuklarını yapmadılar, kendi hayatlarını yaşamadılar ya o yüzden )

Hala Türkiye'de üniversite çağına gelmiş kızı veya oğlunun peşinden " Oğlum / kızım nereye biz de oraya!" mantığıyla yaşayan bir sürü ebeveyn var ( Benim ailemde de örnekleri görüldü ve görülmekte ). Evladını iş bulmasa da sonuna kadar kollayan, kendi kanatlarıyla uçma zamanı geldiğinde ağlayan sızlayan bir sürü insan...

Bu ebeveynlik midir çok merak etmekteyim. Bir insanın gelişimini kendi lehine kullanmak, o insanın tam gideceği, kendine iş bulacağı ya da okula gidip de sosyal çevresi ile beraber olup iki ayağı üzerinde kendisi olarak duracağı zamanı ketlemek sevgi midir? Ben o kadar seviyorum ki evladımı işte neyse, karımı ya da kocamı nefes almasına bile izin veremiyorum. Bunun ismi düpedüz bencilliktir, daha ötesi yok.

Anne baba olarak ilk anlaşılacak doğru, bu bebelerin elimizde kusup sıçıp büyüyecekleri, kendi eşleri, işleri ve çocukları olup ( bunlar olacak diye bir kural da yok, belki yalnızlığı veya ormanın ortasında, dağın tepesinde bir hayat yaşamayı tercih edecekler ) evden ayrılacaklarıdır. Yani, işin doğası bu, orman kanunlarıyla insan dünyasının bu anlamda pek bir farkı yok.

Her insanın hayata imza attığı konular vardır, bu işinde olabilir, eşinde çocuklarında, ev yaşamında, doğa için çalışırken... vesaire ama çocuklarımızın kendini ifade etme özgürlüğüne vurulan her zincir aslında bizlerin kendimizden başkasını düşünmediğimizin bir kanıtıdır.

Her zaman anne ve babalığın yani ebeveynlik sanatının en zor kısmının ne olduğunu düşünürüm. Bana göre insanoğlunun hayatta kalmasında birincil sebep olan bencilliğini törpülemek zorunda kaldığı tek noktadır ana babalık.

Kendin açsındır beben ağlıyor diye yemeğini böler O'na hazırlık yapar, önce O'nu doyurursun, elindeki sınırlı paranı O'nun yararına harcarken için hiç cız etmez, normalde aylarca hatta hamilelik ve doğumu sayalım 1.5 seneye yakın kendi cinselliğinden, görüntünden, uykundan, yemeğinden, zevk aldığın her türlü şeyden feragat ettiğin tek zamandır. Ama bu seçimi arkada keman eşliğinde " Ben sana saçımı süpürge ettim, şimdi sen utanmadan kendi aileni kurup çocuk falan yapıp bir de üstüne üstlük başka memleketlere gittin ha?!" mantığı benim resmen midemi bulandırıyor. Türkiye'de çooook ailede yapılan edebiyat aynen budur.

Eğri otur doğru konuş demişler aslında tüm bu aleyhte kullanılanların hepsi doğanın insana verdiği içgüdüsel, bebeği besleme, bakımını yapma, ağlamaması için O'nu maksimum rahat ettirme dürtüsünden başka bir şey değildir. Geliştirilmesi ve dizginlenmesi gereken yegane duygu ise o insanların üzerinde ne kadar emeğimiz olursa olsun onların bizlere ait mallar olmadıklarıdır.

Yine memlekette herkes anasını, babasını yanına alıp bakmak zorunda, herbirinin anası geline/damada düşman. Hepsi kendi evladını kayırır.

Bakıyoruz, bu dünyanın her yerinde böyle aslında. Düşmanlıktan bahsediyorum, çoook nadir kayınvalideliğini analıkla bir tutan kadın vardır evrende. Neden? Çünkü annelik onların sahiplendikleri, kendilerini ifade ettikleri tek alan. Adamın karısı da adamı sahipleniyor, anası da... Böyle bir hastalık olur mu? Kızına düşkün ananın oynadığı oyun da aynı. Kadın evlat kendi çocuğunu doğuruyor, kendi kocası, evi, işleri, bebeleri ama kendi anası bunu iplemiyor bile. Sanki o kadın hala küçücük iki örgülü, önlüklü çocuk. Bir de bu faaliyetin arkasına sığınılırken pek bir saf, sevgi doluymuş gibi görünen bir laf grubu ekleniyor " Sen benim gözümde hiç büyümüyorsun, hep aynı bebek/çocuk!" Ve sen alıyorsun bu insanları aynı evin içine tıkıyorsun ve sonra mutlu yaşa, evlilik niye sağlıklı yürümüyor diye sorguluyorsun. İmkan var mı?!

Katır kadar olmuş erkeklere söylenen söz bu, her hastalanıldığında senede beş kere bile olsa iş güç bırakılarak koşulması beklenenin arkasındaki düşünce bu. " Sen hala büyümedin, ne kendi karına/kocana ne de çocuklarına aitsin, sen benimsin!!!"

Ben kimsenin olmamayı, kendi çocuklarıma da belki içgüdüsel olarak aynı hissetsem bile bu duyguları yaşatmamayı tercih ediyorum, hatta and içiyorum! Daraldım artık beklentilerden. Yeri geliyor ki evde kapının yanına gitmiş dışarıya alt tarafı bahçeye çıkmayı bekleyen köpeğimden, aynı anda ağlayan bebekten, " Anneeee, banyo yapayım mııııı?" diyen kızımdan, çalan bir telefondan, yazımı yazarken binbeşyüz kere bölünmekten bile sıkılıyorum.

Ben nasıl kimsenin malı değilsem kızlarımın da kafası hür, vicdanı hür bireyler olarak yetişmelerini, evlenirken, seyahate veya başka bir ülkede yaşamaya, okumaya giderken içlerinin kan ağlamamasını istiyorum. Bu tip duyguları ekmekten özellikle kaçınacağım, buradan kendi kendime söz veriyorum.

10 Temmuz 2009 Cuma

Karışan Teller

Hani demiştim ya maymuna ne isterse onu veriyorum, ağlıyor, hadi memeler çıkıyor, bir o yandan bir bu yandan, sonra tekrar mı ağlıyor bu sefer " Haaa diyorum demek meme istemiyor bu çocuk, haydi koş pompaladığın sütü ısıt bakalım!" Haydaaa bir koşu ısıtıcıya...O da mı olmadı, " Aaaa! Mama istiyor bu çocuk benim sütümle doymuyor!", hadi bakalım formül süt hazırlamaya...

İkinci ayın sonuna kadarki dönem böyle bir karman çormanlık yaşandı bizim evde. En sonunda anladık ki yok meme, dur olmadı biberon, hadi o da mı olmadı gaz çıkart, aman yine ağlıyor amuda kalkla olmuyor bu iş. Bizim koala bear öyle her telden çalınca kendinden geçiyor, herşey karman çorman olmakla beraber alacağı memeyi de almaz, biberondan mı memeden mi içeceğine karar veremez, hepsini reddeder hale geliyor.

Üçüncü ayın başında ( düzeltilmişi kullanmıyorum çünkü bu hayata geldiği zamandan itibaren tecrübeyle sabitlenmeye çalışılan bir durum )anlaşıldı ki bir konuda karar verilecek, öyle bir meme, bir biberon, bir şu, bir bu verilmeyecek hanımefendiye. Bırak meme ucunu Nuk'un yassı ucuyla, diğer klasik silikon ucu bile ayırd edip kendi tercihini ortaya koyarak işi noktaladı ufaklık.

İlk eve geliş, bir ay sessiz ve sakin dönem. Ardından ikinci ayın başında başlayan gazlı aşamalar, o sırada benim BPA olayını keşfetmemle beraber torbanın içinde beklemeye alınan bilmemne kadar Avent şişesi. E her şişenin, özellikle bu pahalı olanların ağızlıkları birbirine de uymuyor mu! Hangisi BPA Free? Nuk...Ama uçlar basık, ortodontikmiş fakat zaten bebek memeyi ağzına alıp emme hareketi yaparken yassılaşmayı sağlayıp sütü çekmiyor mu? Yani o islikon uç pestil gibi ağzının içinde bastırsan da zaten basılmış, sütü ancak çekme hareketi ile alabilir bebek. Zaten ilk aylardan sonra biberonun silikon ucundan emme hareketi değil, çekme ile alırmış sütü gibi bir şey de okudum ama olsun, yine de bana rahatsız geldi ve benimki sevmedi zaten konu kapanmıştır. Aslında eskiden Chloe'de ben o uçları kullanıyordum ve klasik olanlardan yan akıtması yaptığı için tercihim o şekilde olmuştu, bu bebekte farklı.

İkinci ayda Nigar ile telefonda beyin fırtınası yapıyoruz, bu yaşanan kolik mi değil mi diye. Şimdi elimdeki Mother Care kataloğuna bakıyorum da...Dr. Brown'un hem prematüreler, hem de kolik bebekler için özel ürettiği başlıklar var ama maalesef biberonlar BPA'lı ve de yine araştırmaya göre en fazla akma yapan da bu marka, iyi mi?! Disney'de var işin içinde.

Dikkatimi çeken diğer bir ürün, antikolik bir örtü çıkartmışlar mesela, omzuna koyuyorsun, bebeği onun üzerine yatırıyorsun omuz hizzanda tabi ki ve vibrasyon veriyor. Dahiyane...Ama denemedim, bilmiyorum zaten kolik denilen meret genelde üç ayın sonunda bitiyor. Biz Allah'tan bu aşamayı geride bırakmış durumdayız artık.

İki çocuklu olmak üzerine de yazılacak çok şey var kuşkusuz. Kız çocuklarının bazı konularda daha zorlukları var. Erkeklerin de ilerdeki yaşlarda bazı zorlukları...Şimdi kızımı babasıyla yukarı kata yolluyorum mesela değil mi? Yapılacaklar şöyle özetlenebilir;

1-Tuvalete girilecek, sifon çekilecek, atlanan bir temizlik noktası varsa söylenilecek.

2-El ve ağız yıkanacak.

3-Dişler fırçalanacak, bu iş yapılırken başta beklenecek, atlanan yanlar giderilecek.

4-Ayaklar yıkanacak

5-Saçlar fırçalanacak

6-İç çamaşırı değiştirilecek

7-Kıyafetler öyle sağa sola saçılmayacak, katlanılarak ya da düzgün bir şekilde konulacak.

8-Bu arada, yatağa giderken aşağıda kalmaması gereken ama gün içinde oynanmış oyuncak, okunmuş kitap vesaire ne varsa yukarki kata çıkartılacak.

9-Ve son olarak kitap okunarak gün bitirilmiş olacak.

Bütün bunlar rutinde olmalı ve otomatik olarak yapılmalı. Sekiz yaşındaki bir çocuk için zaman zaman sıkıcı ve gereksiz görülebilir ama alışkanlığa dönüşmesi için bir büyükle yerine getirilmeli. O da dönüşümlü olarak babayla bana ait. Kim hangi çocuğu kaparsa artık :)

Zoe'nin beslenmesi esnasında da trickler var. Genelde bakmaya kalkan kişi bebeğin kendi mesaisi sırasında uyumasını tercih ettiği içindir ki ( Bu, bebekle ilgilenip agu gugu yapmaktan daha kolay çünkü ) süt alırken uyuyakalınırsa öyle hop diye yatağa konulmayacak.

Diyelim mamayı aldı ama alması gerekenin çeyreği kadar, o zaman uyanacağı yerlerden biri olan alt açma matine yatırırsın, kendisi otomatik uyanır, konuşursun, biraz zaman geçer ve geri kalanı almaya hazır hale gelir.

Hadi bu sefer aman uyudu diye tam anlamıyla beslenmedi değil mi? Bütün birbirine zincirleme olan beslenme düzeninin içine edilmiş olunur. O yüzden ben control freak bir anneyim çünkü ne zaman kendimin bir işini başkasına yüklesem o zaman bir eksiklik, değişim oluyor ve bana da gelenler geliyor.

Tabi ki hiç yardım teklif edilmesin demiyorum, onu yapanın da ümüğüne yapışırım bundan eminim ve hayatta en nefret ettiğim şeydir paylaşımcı olmayan eş ama sorulsun ben yine kendim yaparım :)))) Böyle de bir durum.

Bir ara da insan bebeğin aldığı süt miktarına takıyor kafayı. Prematüre doğan bebekler zaten hayata normal doğmuş olan bebeklerden en az bir kilo az başlıyorlar, daha beteri de var. Ama Chloe'nin eski kayıtlarından gördüğüm şu ki çocuklar istedikleri zaman ve istedikleri kadar beslendiklerinde kendi kodlandıkları büyüklüklere erişiyorlar. Chloe'nin düzeltilemiş olarak altıncı ayında kilosu 4.900 müş mesela, boyu da 56.5cm, Zoe bunu üçüncü ayında yakalamış durumda. E peki ne olacak? Hiçbir şey çünkü Chloe şu anda sınıfında ortalamanın üzerinde, boy anlamında konuşuyorum, hiçbir zaman chubby bir çocuk olmadı da ben zamanında 3200 gr doğmuş bir çocuk olmama rağmen annemi deli edecek kadar zayıf bir çocuktum mesela. Şimdi 10 kilo fazlamı nasıl verecem diye kara kara düşünüyorum. Neyse...

Bütün bunları bilmeme, kendimde ve ilk çocuğumda deneyimlememe rağmen anneliğin verdiği bebeğini besleme içgüdüsü ile ve özellikle de ilk aylarda süt alma işi bayağı üzerinde durulması gerekli bir konu gibi geliyor. Verilen bilgileri ayrıca karıştırıp kafayı sıyırmamak, üzerinde düşünmeden " Aman, her öğünde benimki bu söylenenin yarsını alıyor yandım!" dememek lazım.

Bendeki chartlar mesela, yazmışlar, ilk ay 8-10 aralığı beslenme, 2-3 ay 5-6 aralığı beslenme diye gidiyor. Birinci ayda alınan 40-80 aralığı ise 3.ayda efendim en az 120 almalı diyelim...Bakıyorum, benim ufaklık 120 yi neredeyse hiç görmüyor ama günde hala sekiz kere beslenme yanlısı velet.

O zaman ne yapmak lazım? Totale bekılacak elbet, aralık diyelim 550-900 attım şimdi tam aklımda değil, haaa Zoe her seferinde 80 gibi alıyor, zaman oluyor 110-120 yapıyor bazen 90 ama bir an oluyor ki 60 hatta nadiren 50 alıp bırakıyor ama yazıyorum diyelim total en azı her zaman tutup, gerisinde geçiyor. Oh! Dünya varmış diyorum. Demeki ki o yazılanlar gibi tek alışta ne kadar götürüyor a takılı kalınmayacak.

Belli bir aydan sonra beslenme saatlerini bu kadar yapacak diye bir
kural da yok, bu bebeğin kilosu ve boyuna bağlı olarak mide kapasitesinin gelişimine bağlı. Üç aylık olup 6 kiloya yaklaşmış 62cmlik bir bebekle aynı aydaki 4.5 kilo 55 cmlik bebek kıyaslanmaz. Ve zaten asla kıyaslanmamalı! Bebekler anne ve babalarının ve kendi akrabalarının bileşkesi, dolayısıyla kısası var, uzunu var, toplusu var, zayıfı var...

Şimdi soruyorum, beslenme, alt değiştirme gibi rutinleri benden başka birisi yapsa;

Hayatta aman uyansın, oynasın, ardından tekrar acıkıp tamamlasın gibi bir trip yapmaz bu birrrr, ikincisi ne aldığını, ne zaman, ne kadar aldığını asla dikkatle izlemez bu ikiiiii. Bu işin doğası bu arkadaşlar, yapmazzzzz! Haaa belki dünya üzerinde yapanı da bir elin parmağını geçmez. Anneme bırakırım örneğin, kusturana kadar ağzına tıkar, bebeğin alıp almadığını gözlemlemez, kayınvalideye bırakırım " Aaa doydu bu çocuk, meyve yesin!" der yiyeceğini de yedirmez. Yardımcı olsa cahil cüheyla kafasıyla benim yaptığımı, bulduğum çözümü asla bulamaz.

Ukala mıyım? Bu ukalalıksa evet öyleyim, zaten aksini düşünsem ne çalışmayı bırakırdım, ne de kariyerimi stoplardım. Ben kendime ait olan şeylerin paylaşılması konusunda beceriksiz bir insanım, herşeyi ben yaparımcıyım ama denemiyor, gözlemlemiyor da değilim, gördüklerim arttıkça ne kadar doğru karar verdiğimi tekrar tekrar görüyorum. Şimdi minicik bebek mesela, kendi kendine, odasında uykuya gitme alışkanlığını oturttum bile! Evet, kendimle gurur duyuyorum, hayatta çocuklarımı ne pişpişledim ne tiştişledim, Zoe krize girmedi mi?! Ağladığı zaman anında yanındayız, hemen kucağa alıp sakinleştiriyoruz, aç mı, altı kirli mi ondan mı rahatsız bakıyoruz ama kendi kendini uyutabilecek bir çocuğun ağzına edip de senin yerine o işi de ben yaparımcı değiliz.

Şu an akşam beslenmeleri en kolayı, dikkati dağılmadan sütünü alıyor, gazını çıkartıyor, ardından oynamaya meyilli bile olsa öpülüp yatağa bırakılıyor aman illa benim kucağımda sallanarak uyutulacak diye bir kaide yok, kendi kendine oynaya oynaya, bacaklarını havaya sallayarak uyuyor. Bir tek ben hala gece onikide, sabah üçte ve altıda kalkmak zorunda olmaktan hazetmiyorum, o kadar.

Bir de unutmadan yazayım, 1 numarada çok memnun kaldığımız bir ürün vardı. O çok prematüre olduğu için yatak apnesine karşılık eşimin kızkardeşi Johnson and Johnson'ın Intouch diye bir ürününü yolladı yıllar önce tabi bu. Zoe'de böyle bir şeye gerek duymadık ama şimdi hata ettiğimizi anlıyorum. Chicco'nun gayet basit monitörünü aldık ama en küçük sesleri duymak istediğimde sesi çok açmak gerekiyor, bu hışırtı yapmasına sebep oluyor, minik bebeklerini başka odada yatırmaya alıştırmalarında zorlayıcı bir alet.

Araştırdım...Tomy Tipee, sanırım böyle yazılıyor, bir de Angelcare'in yatak altına konulan aparatla çalışan monitörleri var. Gel gör ki koca Dubai Mall'da dahi bulamadım ürünleri. Bu arada Dubai Mall'a BPA Free Aventler daha yeni gelmiş, çiçeği burnunda ama ne menemse normal biberonun iki katı fiyatı, yani bebeğini zehirlemek istemeyen annelere bir nevi ceza!!! 24 dirhem normal küçük Avent, 42 dirhem aynısının BPA Free olanı.

Neyse monitörlerden bahsediyordum. Bunun ne faydası ya da gereği var denirse, yanıtım iç rahatlığıyla şu; benim elim ayağımdı o alet. Chloe'nin kendi odasında kendi kendine uyuma alışkanlığı edinmesindeki yegane makinaydı.

Neden? Normal telsizlerde bebek sessiz sedasız uyuduğunda sürekli ay nefes alıyor mu korkusu yaşanıyor, bu böyle, o zaman ne oluyor, illa ki kendi yatak odana taşıyorsun çocuğu ki benim için ikinci aydan sonra sıkıcı bir durum. Ağlıyor, dönüyor, kalkıyor bu sefer yanında yatanı, aynı kattakini falan filan uyandıracam diye stres oluyorsun, hadi bu sefer olay bebeği alıp başka odada yatma macerası ile sonlanıyor bu da evlilik için ne kadar faydalı soru işareti.

Ben bebeğine kul köle olup eşleri dışlayan, bebelerine kumru gibi yapışıp kocalarını itekleyen kadınlardan da olamadım, olmaya da niyetim yok, elden geldiğince normal hayatıma dönme çabalarım, o hayata bebeğimi uydurma düşüncem var.

Bu şartlar altında diyelim ki bu aletleri aldıkkkk, o zaman;

1-Bebeğe gereksiz yere gidip gelip, yapmadığında da rahatsızlık duygusunu ortadan kaldırıyor çünkü sağlıklı, ağlamıyor ama nefes alıp verdiği monitörde gözüküyor, herkesin içi rahat.

2- Aynı şekilde bebeğin rengini görmek için odada illa ışık bulundurma sorununu ortadan kaldırıyor, böylece gece üretilen ve büyümeyi sağlayan hormonu ketlememiş ( o hormon prolaktin miydi ben mi yanlış hatırlıyorum?), çocuğa bebeklikten itibaren karanlığın da gecenin bir parçası olduğu duygusunu vermiş olunuyor.

3-Bebekler açlıktan uyanırlarken bir anda yaygarayı basmıyorlar, en azından Zoe öyle yapmıyor, ilk önce elini emmeye, sağa sola dönüp mıgırdanmaya başlıyor. O esnada kalkılıp hazırlık yapılır ise hiçbir kriz olmadan, ağlamadan olay atlatılıyor, uykuya kalınan yerden devam etme imkanı sağlanıyor, öbür türlü bebeğin uykusu bölünüyor, metabolizmalar iki taraflı bozuluyor, tansiyonlar çıkıyor, mama hazırlanırken bile iki ayak bir pabuca giriyor. Yatak altı aparatı bebeğin hareketlerini de algıladığı ve ebeveyne ilettiği için dönme sesi bile duyuluyor ki benim için bu anlamda çok ama çok önemli.

4-Bebeğin gereksiz yere anne babayla uyumasını, annenin kul köle hallerini önlüyor. Herkes kendi odasında kendi düzeninde uyumayı öğreniyor ki bebeklerin ilk olarak kendi gelişimleri için öğrenmeleri gereken konu.

5-Çocuk büyürken odasında yatağından kalkmadan, ağlama krizine girmeden annesiyle babasının onu duyduğundan emin sakin bir şekilde gelişimini sağlıyor. Çünkü yatağında en ufak sesi onların duyacağından şüphesi yok. Bu duygu ona büyük bir avantaj, anne&baba nereye giderse gitsin aynı sistemi kurarak evin balkonuna da, başka bir odasına da geçebiliyorlar.

6-Ve en son olarak bebeğin solunumu 20 saniyeden fazla durursa makina alarm vermeye başlıyor. Bu da çok önemli çünkü bebekler zaman zaman soluk alıp vermeyi unutabiliyorlar :(

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki şimdi aklıma yine aynı makinayı takmış bulunuyorum. Hedefimde Johnson&Johnson'ın br şekilde üretimi durduğundan Angel Care var. Bakalım, eğer bir şekilde getirtebilir ve kullanma imkanına kavuşursam buradan onu da paylaşırım.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Tatil Geldi Hoş Geldi

Kendim bile inanamıyorum yılların nasıl su gibi akıp gittiğine. İnsanlar der ki yaşlar ilerledikçe zaman çok hızlı akar, sanırım karı koca bizim de başımıza gelen bu.

Zoe'yi dokuz beslenmesinden sonra yatırdım, artık geceleri ve gündüzleri ayırabiliyor, birkaç gündür çok detaylı sesler çıkartmaya başladı, hatta hergün seslere yeni bir tane daha ekleniyor. Sayısı azalmakla beraber zaman zaman altı gibi bir ağlama ne istediğini bilememe dönemi geçiriyor küçük koala hanım. Geçen hafta doktor iki ay ara vermesine rağmen Chloe'nin doktoruna götürdüm kontrol olsun, herşey yolunda mı babında. 500 gr almış ama ayarlayan kendisi olduğu için benim yapabileceğim her an yanında olmak, ihtiyacını anında gidermekten öteye geçemez. Başkası baksa o zaman naneyi yemişti nasıl 500 gr alır diye ama kontrol bende olduğu ve neyin ne olduğunu bildiğim gözlemlediğim için harlayacak kimse de yok.

Chloe tatile geçen hafta girdi, kocam kızımdan bir hafta önce...Bu yaz yapılacaklar o kadar fazlaydı ki tek tek eleme aşamasına giriştik. Haziranı saymayalım ama Temmuz deli gibi bir listeyi devirme dönemi bizim için.

Öncelikle bu yaz burada kalacağımız ve sıcaklığın ve nemin delirdiği dönemler başladığından Chloe'ye sosyalleşmesi, hareket etmesi ve televizyon, bilgisayar ikileminden uzak kalması için yaz okulu araştırdık. Geçen sene gittiği yer bir türlü sabah öğrenci sayısını tamamlayamayınca, daha önceden görüp çok da ısındığım yemyeşil bir butik otel seçtik. Aslında aklım arka sokağımızdaki Kanada okulundaydı ama yaş gereği maalesef bizim büyük kız uygun olamadı, darısı Zoe'nin başına.

Hep yazıyorum okuldan çok memnunuz diye. Geçen Perşembe 1 numarayı almaya ben gittim, baba evde bebekle kaldı. Bu seneki öğretmenin erkek olması bizi biraz acaba da bırakmıştı ama koca bir yılın sonunda MR.Mac'in çocuklara verdiği pozitif enerji, öğrettiği onca bilgi, bir de bizim kızın O'na hayranlığı eklenince işler iyice pekişti.

Doğruyu söylemek gerekirse MR. Mac inanılmaz bir karakterdi, okuldan gelirken arabanın camına suratını yapıştırıp Garfield görüntüsü verebilecek, okulun disko gününde dj lik yapabilecek, evde iki köpeği olan, profesyonel bir grupta davul çalan, çocukların beslenme çantalarındaki patates cipslerini yürütüp yiyen, gözleri ışık saçan bir adam.

Bu sene karısı ilk bebeklerine hamile kalınca ve sanırım burada yalnız oldukları aileden kimseleri olmadığı için ülkesine dönmeye karar verdi. Bu, Chloe için büyük bir darbe oldu. Eve döndüğümüzde benimki arabanın içinde sessizce ağlarken, benim boğazımda bir yumru, aklıma kendi çocukluğumda bizim oralarda ve sanırım da Türkiye'de ilk açılan özel okul geldi. Semiha Şakir...O zamanlar hemen onun karşısındaki Fenerbahçe Lisesi'nde okuyorum, özel okul nedir bilmiyoruz bile. Arkadaşlardan yabancı dili iyi olup, farklı kültürlerden öğretmenlerle okuyan yalnızca kolej sınavlarını kazanmış olanlar. Benim dersler iyi olmasına karşın pek de takmamışım. Kolej de raftan kalkmış ama zaten onun dışında da bir alternatif yok, ya devlet okulu ya devlet okulu...

Bir gün abimle beraber Semiha Şakir'i ziyaret ettik, pırıl pırıl koridorlar, bize hoş geldin diyen aydınlık yüzler, ingilizce konuşan ve hep gülümseyen öğretmenler...Abim babama geldi, " Baba" dedi " Bu kızı hadi gel şu okula verelim." Babamın durumu o zaman gayet iyi, bir para sorunumuz yok. "Ne gereği var ki" dedi babam. " Biz devlet okulu mu bildik, şimdi sokmayın aklına böyle şeyler evinkedisinin!!!" ve konu kapandı. Ama benim yüreğimde aklımda asla tamamlanmayan bir resim olarak kaldı o okul. Okutulan pırıl pırıl kuşe kağıdına basılmış, rengarenk görünen kitaplar. İngilizceye aşığım, derslerim iyi ama hala ne gereği var denilmiş...

Şimdi kendi kızımda bunların hepsinin acısını çıkartıyorum. Bizlerin zamanında hiç olmazsa yaz okulları falan bilinmese uygulanmasa da çok güzel bir mahalle arkadaşlığı vardı, şimdi bu da olamadığına göre Chloe'yi gönderdiğim her güzel etkinlikte, okuduğu bu okulda herhalde benden başka biri olsaydı bu kadar keyif alamazdı. Sanki O'nunla beraber okullara ben gidiyormuşum gibi içimi sevinç kaplıyor. Tatillerde eğer hiçbir şey yapmazsa ya da hasta olup da evde kalmışsa okulu özlemesi, hafif hasta ve kırık bile olsa " Birşeyim yok benim okula gitmek istiyorum." demesi...

Geçen hafta her sene yaptığım gibi yaz ayları için aktivite kitapları araştırmaya çıktım. O kadar çok kaynak var ki! Ve derslerin hepsi sevimli karakterlere, alıştırmalara dönüştürülmüş, seçmek için en az bir saat birbirinden farklı olanlara bakmak gerekiyor. Bir tane okuma anlama ve sorulara yanıt verme, yazmaya teşvik olduğu için aldım, bir tane bu sene gördükleri matematiği tekrar etmesi için üçüncü sınıf matematik kitabı, yine word search ve bir sürü puzzle tarzı kelime oyunlarının olduğu başka bir kitap, bir de internette işime yarayacak sitelerin olduğu bir kitap buldum, tek kalmış, tam bizim kızın yaşına hitap ediyor, hemen ona da atladım. Tam kırtasiyeciden çıkarken hadi bir baktım bir sürü defterler getirmişler, birisinde bir köpek karakteri ki bizimkini kalbinden vurmaya birebir, kalem, silgi ve kalem kutusuyla takım, tuzlu olmasına rağmen ona da tav oldum ve şimdi her gün istediği bir kitaptan el yazısı dikte ettiriyorum. Yaz okulu üçte bitiyor, eve geldiğinde çaylık bir şeyler ve süt, ardından akşama yemek hazırlanırken bu kitaplardan derleme...

Kendimi bildim bileli kırtasiye kitapçı hastası olduğum içindir ki bu konuda da keyfime diyecek yok.

Son hafta okulun korosu vardı, Chloe'nin kendi sınıfının sahneye koydupu MR Mac sayesinde hayranı oldupu futbol konusu işleniyordu. Fakat olayı erkek egemenliğinden çıkartıp tüm çocuklara dağıtmışlar. Gidemedim ama babamız çekmiş bana getirdi. Yine üçüncü sınıfların diskosu da aynı hafta yapıldı. Karneler her zamanki gibi gayet detaylı işlenmiş, her konuya öğretmeni tarafından yorum yazılmış bir şekilde gönderildi, sene içinde yapılanların hepsinin olduğu iki koca dosyayla beraber.

Bebekle gideceğimiz yerde hem gittiğimiz insanlara hem de kendimize rahat yüzü gösteremeyeceğimiz için en güzeli evde oturmak dedik bu sene. Bence en iyisi de bu. Zoe ağlama moduna girdiği anda çevreden gelen hiçbir lafa söze veya faaliyete tahammül edemiyorum. Eğer İngiltere'ye gitsek zaten kayınvalide tarafından yapılmayan bir empatinin kurbanı olacağım, annemin tarafında başka zart zurtlar...

Yani her zamanki gibi Evim evim güzel evim modundayım . Genelde dört duvar arası olsa da mutluyum...

23 Haziran 2009 Salı

Hala Mı Aynı Konu?!!

Evet, hala aynı konu çünkü sinirimi alabilmiş değilim, açık mektubu Avent'e yollayalı dört günü çoktaaan geride bıraktık. Ne arayan ne soran, zar ne bok yedikleri o kadar bariz ki zaten kendilerini nasıl savunacaklar merak etmekteydim, savunmaya bile gerek görmüyoruz varimsi kalın derililikleri ile şimdiye kadar yapmış oldukları hıyarlığı pekiştirmiş oldular. Bundan sonra bırakın Philips'in bebek ürünlerini ne elektronik eşyalarına ne de başka bir ürünlerine dokunurum. A ha benden bu kadar!!!

Konuya bağlı daha formal üretilmiş bir yazı daha;

ZURNANIN ZART DEDİĞİ YER “BPA”

Serbest Piyasa ekonomisinin düşünürlerce tartışıldığı 19.yüzyılda liberalizmin ekonomideki uzantısı “ Bırakınız Yapsınlar, Bırakınız Geçsinler” şeklinde özetlenebilirdi. Fransızcada; “Laissez Faire Laissez Passer” İngilizcede ise “ Let Things Alone, Let Them Pass, The World Revolves Itself” ekonomi derslerinde öğrendiğimiz yegane Fransızca ve İngilizce cümlelerdi.

Bu düşünce sistemine göre, piyasaların dengesi kendi kendini yaratır, devletin buna müdahalesi ise işleri bozardı. Devlet karışmazsa her konuda en güçlüler kazanacak, doğal seleksiyonun ekonomiye yansıması da bu doğrultuda olacaktı.

Liberaller açısından sorun, limitli olan sermayenin paylaşılması noktasında ortaya çıkar, bu konudaki kuvvet mekanizmasının ele geçirilmesi ise siyasetin yönetilmesi ile gerçekleşirdi. Bu cümleye dikkatinizi çekerim, kuvvet mekanizması ve siyasetin yönetilmesi...

Zaman aktı devran döndü, 19.yüzyıldan 21.yüzyıla gelindi ama bu doktrinden ve ruhsuzluğundan yana hiçbir şey değişmedi. Sistemi kısaca özetleyen cümle“ Paranın Satın Almayacağı Hiçbir Şey Yoktur!” halk diliyle “ Dini İmanı Para Olmuş”

Bu tip bir mekanizmada en güçlünün galip gelmesi olasıdır ama her konuda olduğu gibi bu da bir noktada fire verir, ahlak.

Paranın ve tüketimin başı çektiği ülkelerden sembolleştirilmiş ve her daim sanki kendi memleketinde aynı oyunlar oynanmıyor gibi kaka ilan edilmiş Amerika baki ama Türkiye ve dünyanın diğer bir çok ülkesinde de çarklar ne yazık ki pek farklı değil. Belki demokrasinin göreceli olarak güçlü olduğu memleketlerde bu doktrine karşı savaşmak daha olasıdır, o kadar. Tersi durumda yaşanan ise paranın hakimiyeti karşısında susturulmuş ve bastırılmışlık, doğa, insan sağlığı, canlı olan tüm varlıkların yaşam kalitesi bilerek ve isteyerek gaspı, size kendi memleketinizi hatırlatıyor mu? Bunun içinde sermayedarlar var elbet ama devletler de onların kirli uzantıları...

Konuya neden böyle kitapvari açıklamalarla başlamayı uygun buldum?

Herşeyden önce, zaman zaman üniversite koridorlarında “ Kahrolsun Emperyalizm!” diye avazımız çıktığı kadar bağırdığımız ama bir yandan o kavramın içini pek de doldurmadığımız dönemlerden bu noktaya gelmek için böyle bir özete gerek olduğunu düşündüm. Bizler için emperyalizm Mac Donalds, Burger King, Nike... gibi Amerika menşeyli mallardan ibaretti, kendilerine göre en güçlüler dünyayı ele geçirmişler mallarını pazarlama noktasına gelmişlerdi. Tüketmek zorla değildi fakat bir yandan her zaman söylediğim gibi tüketen olarak elimizdeki en kuvvetli silahı kullanmaktı. Neydi bu silah? Bilinçlenmek!

Görünürde bu adamlar belli standartalara uyum sağlamışlar, bunu yaparken çok ciddi kurallar koymuşlardı belki ama standartları sağlayan kimdi? Devlet...Devlet kuvvet mekanizması ise üçüncü paragraftaki gücü elde tutmak için ne yapmalıydı peki? Pek tabi ki siyaseti yönetmek gerekirdi. Yani, aynı sistem hem kendisi üretiyor, hem de bir şekilde belli etmemeye çalışsa da kendisi denetliyordu. Fıkra gibi değil mi? Denetleyenin de denetlenmesi gerekiyor bu dünya düzeninde.

Acıdır ki tüketici olarak dünyanın tüm insanları, elimiz kolumuz bağlı. Aklımda bir sürü soru var. Üretilen bir malı alırken ve en güvenilir olduğunu iddia eden isimleri seçerken her birimiz bilim insanı olmak, bilimsel araştırmaları günü gününe takip etmek zorunda mıyız? Bu bir. Alacağımız ürünlerde isimlerin hiçbirine güvenmeyip günlerce internet araştırması mı yapmalıyız? Araştırma sayılarına ve niteliklerine bakarak İngilizce’nin baskınlığına uyup yazılan çizilenleri anlayacak ölçüde ingilizce okuyup anlamalı mıyız? Bu da üç!

İnanın, şu yaşadığımız dünya düzeninde eğer bunları yapamıyorsanız bebeğinize bile hayatın ilk adımlarında kötü başlangıçlar sunma riskini göze alıyorsunuz demektir. Ve bu da halihazırda başkalarının faydası ve cebi için satılmış olan günümüzün en ciddi sorunlarından biridir.

Zamanında global ısınma ile ilgili olarak hükümetlerin nasıl da devlt yanlısı bilim insanları ile çevreci olanlar arasında bilgi ve araştırma sonuçları savaşları yapıldığını, bu işin formülünü bilmeyen bir sürü tüketicinin kafasını karıştırdıklarını gayet iyi hatırlıyoruz. Sonuç ne oldu peki? Kötünün iyisi de olsa bir kamuoyu yaratılarak ülkelerin politikacıları, sanayicileri ( ki sermayenin ve politikacıların esas sahibi onlardır ) Kyoto Protokolü imzalanmaya zorlandı. Şimdi ise benzer bir durum hayatımızda bilgimiz olmadan dayatılan kimyasallar için geçerli.

Bu sefer belki buzdağının görünen ufacık bir parçası olsa da konumuza baz teşgil eden ve zurnanın zart dediği konu BPA, uzun haliyle yazılırsa Bisphenol A.

Bu kimyasal polikarbon plastiği katılaştıran ve insan vücudunda hormonlarla oynayan bir toksin. Amerika’da satılmakta olan çok bilinen, kullanılan ve işin acı kısmı bu kimyasal kamuoyu tarafından bilinmeden önce çok da memnun kalınan altı adet biberonda akma tespit edilmiş. (İsimler için yazının sonunda verdiğim linklere gitmek yeterli olacaktır.)

Bunlardan bazıları Türkiye ve benim şu an bulunduğum Arap Emirlikleri’nde de pazarlanmaktadır. En yaygın olarak kullanılan ürünün Türkiye web sitesine gidildiğinde İngilizce’den farklı olarak ki orada en azından soru cevap verilmiş, yumuşatılmış ve alternatif web siteleri konulmuş halinden ziyade bir bildirge ve şimdiye kadarki standartlara uygunluk açıklaması yer almakta. Kes sesini, otur! mantığı yine işlemekte. Dayanak noktası ise uluslararası sağlık örgütlerinin bulguları.

Ahlaksızlığın doruk noktalarından biri ve hatta bence en önemlisi 2007 yılından itibaren Amerika, Kanada, Japonya, Avustralya ve diğer Avrupa ülkelerinde alternatif olarak sunulmuş bulunan BPA’siz ürünlerin bizim kendi ülkemiz ve Arap Emirlikleri gibi güçlü kamuoyu oluşturamayan, höt zötün geçerli olduğu toplumlarda hala satışa sunulmamış olmasıdır. Bu da ülkemiz dahil seçim hakkının tüketicinin elinden söke söke alınması anlamına gelmektedir. Verilen mesaj şu; “ Sen benim ismime güvenip de ürünümü almaya geldiğinde elimde birikmiş, Avrupa, Amerika ve Kanada’da satamadığım BPA’lı biberonları ve süt sağma makinalarını alırsın.”

Çocuklarımızın ve hatta hatta bebeklerimizin yaşam kaliteleri söz konusu olduğunda “ Öldürmez ama süründürür” mantığının bu kadar sağlık örgütünden geçmesi, bu sorumluluğu üzerine alan firmaların kendi araştırma geliştirme ve kontrol mekanizmalarının zayıflığı ve kar için görmezden gelme mantığı mide bulandırıcıdır. Ama tabi bir bakıyoruz ki dünya üzerinde yatırım yapılmış ve işlemekte olan BPA trafiğinin rakkamı 6 milyar poundluk bir piyasa, buna karşı durmak ya da tıkır tıkır işleyen bir mekanizmayı onun bunun bebeğinin sağlığı için tersine çevirmek gerekli mi canım?!

Hani bu bilindik üreticilerin kendileri araştırma yapmadan ya da belki daha korkuncu yapıp da sonuçlara gelince sırtlarını dayadıkları kurumlar demiştik ya kimdir bunlar? Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu ( EFSA-European Food Safety Authority ) ABD Gıda ve İlaç Kurumu ( FDA-Foods and Drug Administration ) İngiltere Sağlık Standartları Kurumu, Almanya Federal Risk Değerlendirme Enstitüsü, Japonya Sağlık Bakanlığı...Peki bu adamlar ne demektedirler? Efendim, onlara göre BPA insan vücuduna girmekte evet de, sağlığı tehtid edecek boyutta değil, o zaman sal gitsin! Bak sen!!! Bu noktadan sonra sorulacak soru şudur; Tüketici olarak neye güveneceğiz?

Bilim insanları son birkaç yıldır avaz avaz polikarbon ( kısaltılmışı PC ) plastiğin hammadelerinden biri olan BPA maddesinin fareler üzerinde yapılan deneylerde insan sağlığına ciddi zararlar verdiğini kanıtlamışlar, bu zarar özellikle gelişim aşamasında olan bebekler için en büyük tehlikeyi oluşturmakta. Yine yapılan araştırmalar bebeklerin BPA’ya ve diğer kimyasallara yetişkinlerden 12.5 kat daha fazla açık olduğunu göstermiştir. ( Oysaki bu standartları koyan tüm kurumlar şimdiye kadar insan vücudunun BPA yi elimine etmede son derece başarılı olduğunu iddia ediyordu )

BPA’nın insan vücudu üzerinde oynadığı oyunların listesine bakacak olursak;

1-Prostat ve meme kanseri
2- Zamanından önce ergenliğe giriş
3-Obezite
4-Hiperaktivite
5-Sperm kalitesi ve üretiminde düşme
6-Düşük riski
7-Diyabet
8-Savunma sisteminin zayıflaması ve çökmesi

BPA 60 ila 80 derece ısı ile tepkimeye girdiğinde polikarbon plastiğin içinde ne varsa ona akıyor. Bu da biberonlarda ısıttığımız sütle beraber bebeklerimize bu kimyasalı da verdiğimizi gösteriyor. Herşeyin üzerinde bir de sanki öğrendiklerimiz yetmezmiş gibi farklı ülkelerde üretilmiş olan aynı isimli markaların oda sıcaklığında ve 80 derece ısıda farklı tepkiler göstermesidir. Bunu da tüketici olarak takip etmenin ve güvenmenin imkanı yoktur. Yalnızca plastiği içindeki yiyecek ya da içecekle ısıtmak değil strelize ederken kullandığımız kaynatma işlemi de akmaya sebep oluyor. Bazı araştırmalar zaman geçtikçe oda ısısının bile bu tepkimeye sebep olacağını gösteriyor ki bu da çok korkutucu.

Amerika’da 2007 yılında 15 birbirinden farklı çevre ve sağlık örgütünün yaptığı araştırmaya baktığımızda BPA’lı biberon, süt sağma makinası vb ürünleri çıkartan isimler gerçekten de ürkütüyor. 20.yy’ın başından beridir hayatımıza giren, tabiri caizse sokuşturulan ve hatta mecbur kılınan bu toksin’in her nedense (!) hükümetlere bağlı olan sağlık kurumlarınca yapılan deneylerde çıkan rakkamları bir türlü bu sonuçları tutmuyor. Bizim okul yıllarında öğrendiğimiz deneyin tanımı aynı şartlar altında aynı girdiler ve miktarlarda aynı çıktıya ulaşılması değil miydi?

Biz ki hayatın bu ilk adımlarını atan minicik bedenleri ilerki yıllarda koruyamayacağımızı bile bile hiçbir kimyasala maruz kalmamaları için beslerken kullandığımız herşeyi strelize ediyoruz. Verdiğimiz besinlerin organik olmasına özellikle bakıyoruz. Ve daha dakika bir gol bir, en ufak bir araştırmada karşımıza çıkanlardan ne yapacağımızı şaşırıp, büyük bir vicdan azabına, maddi ve manevi kayba gark ediliyoruz.

Yaşamımızın büyük bir kısmını ele geçirmiş plastiklere gelince... Çeşit çeşit ve evimize aldığımız ürünlerde hele de içine yiyecek koyacak isek rakkamlarına bakmamız, kısacası plastikleri okuma yeteneği kazanmamız lazım.

Bu ürünlerden 1,2 ve 4 numaralı olanlar, ayrıca yumuşak ve cam benzeri olmayan, mat plastikler güvenli. Kısaltılmışı PC olan polikarbon konumuzun esas kötü karakterli oyuncusu. Bebek ürünleri de dahil olmak üzere, her türlü oyuncak, yiyecek ve içecek alırken bu noktaya dikkat etmemiz gerekmekte. Ayrıca BPA’nin dönüşüm şeklinin içinde yeralan numarası 7 ve maalesef konserve yiyeceklerde de karşımıza çıkmakta.

Bebeklerimiz için BPA açısından derin bir oh çekmemizi sağlayan sonuçlardan biri toz şeklinde satılan formül mamanın bu kimyasalı içermemesi, kötü olan haber ise hazır şekilde tüketilen mamaların ciddi derecede BPA barındırması ( biberonlardan salınan BPA’nin iki katı )

BPA yalnızca yemek endüstrisi ile sınırlı değil, maalesef ki hayatımızın her alanında karşımıza çıkıp, büyük bir pazar deviyle karşı karşıya kalma durumu yaratıyor. Bütün bu yaşanan tekelliğe rağmen Kanada Hükümeti BPA’lı ürünleri yasakladı, 2009 yılında alınan kararla Conneticut eyaleti 2011 den itibaren aynı yasağı uygulayacak. Amerika’nın bazı eyaletleri aynı uygulamaya yöneldi. ( Massachusetts, Hawai, Maryland, California, Maine, Minnesota, New York, Pennsylvania )

Burada sorulacak ilk soru şu olmalı; eğer BPA denilen toksinin insan vücudundaki etkisi bu uluslararası örgütlerin söylediği derecede düşük ve etkisiz olsaydı bu hükümetlerin hemen tepki vermeleri, olayı ciddiye almaları nasıl açıklanabilir? Eğer hükümetler ülkelerinde yaşayan insanların sağlığını düşünmüyor, denetimlerini ve araştırmalarını bu doğrultuda gerçekleştirmiyor ise devletin anlamı nedir?

Dolayısıyla Kanada’nın aldığı karar hiç de bazılarının düşündüğü gibi bir kap suda fırtınalar yaratmak falan değildir. Burada zararın yıllar boyunca ne dereceye geleceği, hiçbir seçim hakkı olmayan tamamıyla bizlere bağımlı olan küçücük bebeklerimize bile kakalanan bir kimyasalın ne kadarının yararlı ne kadarının zararlı olduğunun matematik hesapları değil zararlı olduğunun kanıtı ve karşı hareketin gerçekleştirilmesidir.

Kaldı ki, yine yapılan araştırmalar çok çok az BPA nın dahi insan vücuduna zarar verdiğini ve kullanılan günlük dozun verilen matematik hesapların üzerine çıkmayacağının hiçbir kanıtının olmamasıdır.

Farkındalığın çok az olduğu Arap Emirlikleri’nde bile olayı başından beridir son derece sağlam tutan Medela’ya ve Nuk’a teşekkür etmek lazım. Medela ne yazık ki biberon yapmıyor ama yine burada satılan Pigeon marka silikon uçlar BPA free süt saklama kaplarına monte edilebiliyor. Nuk’un her tür ürünü bulunabiliyor ( BPA free, cam ve polikarbon ) Ne yazık ki şu an Türkiye piyasasını bilmiyorum ancak Avent’in kendi web sitesinde BPA siz ürünlerin satışının henüz başlamadığını öğrenmiş bulunuyorum.

Bu markaların hiçbirini bulamayanlar için cam ağır ve anne sütü saklama açısından ideal olmasa da tek alternatifi oluşturuyor. Yine verilen linklerde Amerika’da satılan ve bu konuda duyarlılık göstermiş bulunan isimleri bulmak mümkün. Yapılacak olan ise bariz; farkındalık yaratmak, okumak, araştırmak, hiçbir isme güvenmemek ve sağlığımız tehlike altına alınabiliyorsa o zaman o ismin ürettiği hiçbir mala dokunmamak.

En son olarak BPA’yi hayatımızdan çıkartma yolları ilk önce onu tanımaktan geçiyor.

* Polikarbon üründe yazan PC kısaltması ve 7 rakkamı. Ayrıca sert, parlak, şeffaf veya koyulaştırılmış plastikler BPA barındırıyor. Polikarbon’a alternatif ve kısaltılmışı PP olan ( Polipropilen ) plastiği tercih etmemiz gerekiyor. ( #5)

* Eğer polikarbon ürünleri kullanmaya devam edecek isek yıkama esnasında bulaşık makinasını ya da bulaşık deterjanı gibi sert temizlik ürünlerini kullanmamamız lazım. Yerine ılık sabunlu su ve sünger ile temizlik yapılmalı. Özellikle sünger kullanmamızın sebebi ise bulaşık fırçalarının ürünün yüzeyinde çizikleri arttırması ve BPA akışının hızlanması.

* Polikarbon kapların içinde herhangi bir sıvı ya da katı yiyecek içecek ısıtılmamalı, bu tepkimeyi ve BPA salınımını hızlandıran yegane etken. ( Polikarbon olan ve güneş altında bıraktığımız su şişelerini ve bidonlarını düşünün bir de ) Onun yerine ısıtma işlemi esnasında cam veya seramik kapları kullanın.

* Konserve olarak hazır ve bir kullanımlık satılan formül sütte BPA salınım oranı iki kat daha fazla. ( Bu ürün burada yok )

* Yine aynı şekilde konserve olarak tüketime sunulan ve özellikle yağ oranı yüksek yiyeceklerden uzak durun.

Ve son söz, tüketici olarak sürekli okuyun, kendinizi düşünmüyorsanız minicik bebeğiniz, ileride yaşam kalitesini sizlere borçlu olacak çocuklarınız için, bir şeyleri hepimiz için olumluya dönüştürmek adına...

Kaynaklar: www.babystoxicbottle.org

www.ourstolenfuture.org/NewScience/oncompounds/bisphenola/bpauses.htm

www.thegreenguide.com/health-safety/bisphenol-a-debate-suspect-chemical

www.consumer.philips.com/consumer/en/gb/consumer/cc/_categoryid_MCC_BOTTLE_FEEDING_CA_GB_CONSUMER/

www.dairyreporter.com/Safety-Hygiene/Connecticut-bans-BPA-from-2011

www.healthobservatory.org/library.cfm?refid=77083


www.bisphenolafree.org

17 Haziran 2009 Çarşamba

Open Letter To Avent About BPA

Dear Sir;

As a mother of a three month old baby, I must confess that I am very dissapointed with your cynical response to the dangers of BPA toxicity in your products.

I have been living in UAE for four years and before I had my baby I researched which brand is safest for my newborn’s health. Based on your reputation, I decided to purchase your products because they seem the most professional and trustworthy. Also, before buying your products I read the ‘Avent Naturally’ handbook. Afterwards, I bought a complete set of your equipment, including a dozen bottles. At that time I had no idea about the dangers of BPA.

Having now studied the research findings about BPA, I am disgusted with your company and I have thrown all of my Avent equipment into the rubbish bin. I am appalled to think that I have put my baby’s health in jeopardy by trusting Avent products that can leach Bisphenol-A into the milk that I expressed for her. I do not want that risk for my baby and so I have invested in Medela products, which have no such attendant risk.

There are three things which particularly annoy me about your behaviour. Firstly, I have exposed my baby to a significant level of a pernicious toxin by using your products. Secondly, I have wasted a lot of money by having to invest in two complete sets of feeding equipment for my baby. Thirdly, I am very upset by your cynical marketing strategy. Probably because the Canadian government has imposed a ban on all food containers that can leach BPA into an infant’s milk, you supply BPA-free products for the Noth American market, but you remain tight-lipped about the risks in your marketing for other regions of the world and you do not offer consumers even the choice of BPA-free products. Are you simply trying to dump a stockpile of potentially toxic products in markets that are not yet aware of the risks involved? Will you subsequently launch a range of BPA-free products in these markets pretending that your company cares about the health of babies using your products?

As far as I am concerned, your company has lost its credibility and your reputation is in tatters. I will not be buying your products again and I will go out of my way to ensure that none of my friends make the same mistake that I did in trusting products from Avent.

Yours

13 Haziran 2009 Cumartesi

BPA Kabusu ve Avent'in Polikarbon Biberonları İle İlgili Maceram

Şu yeni dünya düzeninde bebeğim olana kadar ki sekiz senelik bir ara pek de küçümsenecek bir süre değil, biberonlar, ağza alınıp çiğnenmeye müsait oyuncakların araştırılması, okunması, öğrenilmesi konusuna pek meyilli değildim. Haliyle...

Benim kitabımda eğer bir marka bir sürü ödül almışsa, klinik olarak kanıtlandığını, herşeyin bebeğimiz ve bizim için olduğunu iddia ediyorsa, diğer bütün alternatiflerden kat kat pahalıya satılıyor, üretimi İngiltere'de gerçekleştiriliyorsa (İngiltere böyle konularda son derece dikkatli bir memleket ama bu konuda ciddi derecede çuvalladı) güvenirsin. Acaba dünya üzerinde kaç kişi bir ürünün internetteki bilimsel araştırma sonuçlarına göre hareket eder ki?!

İşte bence hükümetlerin durması gereken en önemli nokta budur. Etik olarak yalnızca kendi ülkesini değil dünya üzerinde yaşamını sürdüren her türlü varlığa saygılı olmak. Nerdeee?!!!! Kıçımın kenarı demek gerekiyor böyle bir politikaya ancak.

Neyse, uzatmadan konumuza gireyim. Zoe doğmadan önce yine her şeyde olduğu gibi alacağım mal konusunda bayağı bir bakındım. Bu arada, piyasaların birbirinden farklı olduğunu belirtmek gerekli. Bir ülkede satılan ve tanınan bir marka başka bir ülkede hiç bilinmeyebiliyor ya da ilaçlarda falan aynı ürün farklı isimlerle pazarlanabiliyor. Türkiye'den uluslararası piyasalarda satılan ve güvenilecek hangi markaları biliriz mesela? Chicco, Mother Care, Avent, Nuk...

Chloe zamanında biz Chicco'nun sıvı strelizesini kullanmıştık. Zoe'de Chicco'nun buhar strelize makinasını aldık. Sebebi de kimyasal hiçbir şeye güvenmemekti. O dönemlerde Chicco'nun kendi mağazası da yoktu Antalya'da, ancak bebek mağazalarından bazılarına böyle strelize için falan şu bu geliyordu. Bu isimler farklı farklı konularda uzmanlaşmışlar. Avent'in bu konuda gözle görülür bir pazarlama dehası var. Bir kere her türlü bebek mağazasında satılıyor bu bir, bir sürü ödülün sahibi, bu da iki.

İlk aşamada bebek başlangıç setini aldım. Bir sürü mağaza dolaşıp, fiyat karşılaştırması, indirim takipleri, ürün seçmeden önce kataloğun elden geçirilmesi...Sonra manüel süt sağma makinasını, ardından büyük biberonlarından, küçük olanlardan bilmem kaçtane yedek...Bayağı bir yatırım yaptım Avent'e, e ne de olsa fevkalade bir ürün, süt sağma makinasını da çok severek kullanıyordum.

Derken geçen haftalarda biberon uçlarını iki numaraya çevirmek için gittiğimde raflarda B bilmemne Free diye bir şey okudum ama hani pazarlama hilesi vardır bir ürünü saniyenin binde biri kadar gösterip film arasında onu aldırtmak gibi...O Free etiketi beni bir işkillendirdi. Derken, ertesi günlerden birinde televizyonda " Ebruli" programına bakarken bebeğin açlığını hissetmesi hissetmemesi, falan filan Ebru Şallı bir şekilde konuyu biberonlara getirdi ama kimseleri kurcalamadan " O konuda da bir ara çok yazıldı çizildi..." diyerekten bir geçiştirme...

Haaaa, alırsın eline bilgisayarını İngilizce olarak girersin Google'a, sorarsın "Biberonlar ne kadar güvenli?" ( Türkçe'de girdim ama evlere şenlik, ne bilimsel bir çalışma ne bir sonuç, arama motorunda ilk gelen bloglar!!! )

Aman Allah'ım sayın seyirciler! Gelen sonuçlardan inanın gözlerim döndü, bir hafta ben iş üstünde vaziyetteyken BPA işte o an karşıma çıktı. Elinin altında internet olan herkes BPA'nın ne olduğunu araştırabilir. Burada belki binlerce kez açıklaması yapılmış bilgileri copy paste yapmak istemiyorum. Kısaca, BPA 19.yy. sonlarında bulunmuş olup, plastiğin ( polikarbonat/polycarbonate)olan versiyonunda hammaddelerden biri. Olmazsa olmazı, hayatımızın boktan bir parçası haline getirilmiş ama işin en acıklı kısmı Avent'de bu işin içinde! Neden? Çünkü şimdiye kadar öyle ya da böyle hükümetler, sağlık örgütleri falan filan BPA'nın insan sağlığına zarar vermeyecek bir boyutta olduğunda dert yaratmayacağına kanaat getirmiş. Sonra birileri çıkmış bu işe burnunu sokmuş, ahanda yıllardır olagelenin tam tersi test sonuçları ortaya çıkmaya başlamış, bulgular kafa karıştırmış, bak sen!

Gözlerine inanmak istemiyor insan, değil mi? İlk başta " Nasıl yani?!" dedim, "Yok bu olamaz." O kadar para dökmüşüm, iki buçuk aydır Avent'in süt pompası ile sütümü çekip, yine aynı şekilde biberonlarına koyup savunmasız ufacık bir bebeğe toksik madde yüklüyormuşum.

Yazdıklarıma inanmayan ve çüş diyenlere Avent'in kendi web sitesine gitmelerini öneriyorum. Aşağıda linkini verdim gerçi ama İngilizce olanı, anlayanlar okuyup bazı cevaplara gülsün diye. Sitede görünen odur ki Kuzey Amerika, Çin, Avustralya, Almanya, Yeni Zelanda.. gibi bilinç düzeyi yüksek müşteri kesimi olan ülkelere Avent yeni BPA sız ürününü sunmuş, hatta ve hatta Kuzey Amerika ve Kanada'da ürün Eylül 2008 den beridir varmış. ( Kanada hükümeti bu ürünün kullanıldığı her türlü insan sağlığını tehtid edebilecek malları yasaklamıştır ) ancak Türkiye, Arap Emirlikleri gibi bu konularda aklı bir karış havada hükümetlerin ve toplumların olduğu yerlerde maşallah satış devam!!!

Türkçe siteye baktığımızda yine İngilizce siteden farklı olarak askeri bir bildirge (!) görüyoruz. Hani EFSA ve FDA bunu dedi, kes sesini otur aşağıya, bizim BPA'dan haberimiz var, uyuz uyuz gelip de bu konuda başımızı şişirme kıvamında bir derleme. Soru cevaplar nedense yok!!!! Bu da bana göre bir standart eksikliği mesela. Neden? Herkes İngilizce anlamak zorunda mı?!!! Avent'in en üst düzey yetkilileri ülke farklılıklarını ve neyin kesilip nerede biçilme tekniği uygulandığını takipten mi aciz yoksa? Bu tip uygulamaların kendilerine kan kaybettirdiğinin farkında değiller mi?

Avent'in İngilizce sitesine gittiğimizde soru cevaplarla karşılaşıyoruz. Bazı soruların cevapları çok komik, buhar strelize makinası BPA çıkışına sebep verir mi? Efendim buharlı strelize aleti BPA free imiş de o içine BPA lı biberonları koyup toksikleri çıkartınca önemli değil ki!!! Ayrıca bu kör göze parmak bir soru çünkü yapılan tüm araştırmalar ( tabi ki İngilizce sitede belirtildiği gibi direkt insan üzerinde yapılacak değil, fareler kullanılıyor ) bu hammaddenin sıcak ile temasa geçtiğinde aktığını ve en ufak bir kısmının bile insan sağlığı üzerinde büyük zararlara sebep olacağını gösteriyor. Buraya bakın. The Meterials we use diye BPA free biberonların fotosunu koyup, içerdeki soru cevapların içine serpiştirmişler polikarbonları...Sıkça sorulan sorular'a bakabilirsiniz.

Efendim, Avrupa Gıda Güvenliği Kurumu (EFSA) ABD Gıda ve İlaç Kurumu (FDA)diyormuş ki " Vücuda alınan miktar çocuklar ve yetişkinler tarafından kolayca elimine edilir." Yok ya!!! Almak isteyip istemediğim, bebeğime vermek isteyip istemediğim sorulmadan ve bana seçme hakkı tanınmadan o ürünün toksik maddeli olanı dayatılıyor. Tabi ki ellerinde silahla gel benimkini al diyen yok ama benim gibi Avent'e yüzde yüz güvenip de son üç yılın bilimsel araştırma sonuçlarına bakmadan alanların sinirden saçları diken diken oluyor.

Global Isınma olayını hatırlayın. Hükümetler nasıl da olayın karşısında durmuş, umursamaz tavırlar sergilemişlerdi. Hala bizimki gibi devlet yönetimlerinde "Ben kendi kabıma sıçarım sana ne?!" mantığı hakimdir. Ama öyle olmuyor işte! Bütün bu yapılan ahlaksızları bizlerin çocukları ödemek zorunda kalıyor.

Düşünün ki hayatının ilk anında toksik'le karşılaşıyor bebecikler. Bizler ki buhar makinası aldık bebeğimiz hiçbir kimyasalla karşılaşmasın, aman anne sütü verelim diye kıçımızı yırtıyoruz dışardan kötü bir şey gelmesin. Al sana!!!

Emperyalizm denilen parayla satın alınma mantığı budur. Bu mantıkta bebeklerin veya insan sağlığının, doğanın, denizlerin, hayvanların hiçbir hakkı hukuku yoktur. Hayattaki herşey ama herşey cebine para girecek kişi için çıkar aletidir. Bu da öyle bir şey işte. Büyütme canım ne olacak diyenlere de cevabım, buu kadar da önemli, evet!

Yahu, BPA sız olarak üretim yapılabiliyorsa ve BPA denilen toksik ne kadar azıcık, ufacık, defecik içi dolu fıçıcık (!) şeklinde kullanılıyorsa kullanılsın, ister gökten zemberekle indirilsin " Alıyorsun ama bak bi şeycik olmayacak!" denilsin hala Avent gibi bir markanın hemen dünyanın her yerinde harekete geçip BPA Free ürünlerini sunmamasına aklım ermiyor bir türlü. Bizim memlekette alışkınız öyle hükümet adamlarının çıkıp kanserojen yapacak çayı lüpür lüpür içmesine de bunu efendim bu kadar yatırımım var, dünya birincisiyim diyen bir üreticinin yapması akıl karı değil. Aradan yıllar geçti şimdi Karadeniz'den insanların nasıl kansere yakalandığı konuşulur oldu ama o zamanlar tersi iddia ediliyordu.

Madem bu kadar önemli değildi de neden belli başlı firmaların hepsi Avent'de buna dahildir hemen alternatif üretime geçti? Neden o kadar önemsizdi ve bu kadar sağlık örgütü onay vermişti de Kanada hükümeti çözümü BPA lı ürünleri yasaklayarak buldu? Avent'in İngilizce sitesinde BPA azıcık olunca sağlığa yararlıdır ya da ürünlerimizde BPA yoktur demiyor, bu örgütlerin onayı vardır, bu kadarı insana bir şey yapmaz deniyor ama bu da benim gibi bir sürü insanı tatmin etmiyor maalesef.

Eğri oturup doğru konuşmak lazım, ben onların yerinde olsam kendi ismimi lekelememek adına onaylı da olsa şu da bu da polikarbonat olan ürünlerimi (ki dediğim gibi Türkiye ve burada satılanlar onlar) geri çeker, o zarara katlanır ama müşterimin çıkarını ve şimdiye kadar piyasada yaptığım yeri korurdum.

Şimdi yaptığım nedir onu da hemen anlatayım. Birincisi hemen gidip BPA Free hangi markayı bulacağımı araştırdım. Alternatif cam şişeler olsa da düzenli olarak strelize ettiğim süt sağma makinası bile içimi kaldırmaya başladı. Hemen söyleyeyim, Türkiye'yi bilmiyorum ama Arap Emirlikleri'nde Medela ve Nuk var yalnızca BPA Free. Cam şişelerden de Pigeon diye bir Japon markası. Cam şişenin ağız kısmı çok dar, hiç sevmediğim iş ve çok da ağır ancak Medela bir şekilde biberon üretmediği için onun ağzına uygun emzikleri var Pigeon, oradan kurtarıyor. Teknolojisi de gayet iyi, içine bir valf koymuşlar, bebeğin süt içerken hava yutmasını önlüyor, ayrıca süt içtikçe Avent'de olduğu gibi kabarcıklar çıkıyor anlıyorsun içiyor mu içmiyor mu? Bu gece beslenmelerinde benim çok önem verdiğim bir şey. Nuk antikolik ortodontik bir başlık yapmış olmasına rağmen birincisi bebeğin süt içme sırasında meme ucunu getirdiği şekil otomatik olarak verilmiş, ikincisi ses mes çıkmıyor ve anlaşılmıyor süt içiyor mu içmiyor mu? Nuk'un klasik meme ucu satılmıyor bulamadım ve sinir oldum. Arap Emirliklerinde yaşayanlar çok iyi bilir burada Baby Shop'a gidip bu farklı ürünleri bulabilirler. Mother Care yalnızca Avent satıyor bir de kendi markasını, ilginçtir ki herhalde buradaki piyasada domdom olduğu için Mother Care'ın bile BPA Free biberonları yok, sordum...Hatta satışı gerçekleştiren elemanların bunun anlamını bile bildiklerini düşünmüyorum. Ben söyleyince teşekkür ettiler bilgi için, soracaklarını söylediler ama hiççç sanmıyorum. Zira sen arkanı dönünce başka bir soruyla bin tane müşteri geliyor.

İkinci büyük hareket Avent'e açık mektup yazmak oldu, dört gün içinde yanıt verileceği söylenildi, yanıt gelince ya da dört gün içinde gelmez ise buraya koyacağım. Türkç yazmaya bile gerek görmedim dayılanma mantığıyla karşılaşıp sinirlerimi daha fazla yıpratmak istemiyorum. Ama kendimi çok yorgun hissediyorum, yeni bir insana bakmak başlı başına iş, bir de benim diyen markaların ne kadar güvenilir olduğunu, bizlere nerede ne zaman trick yapacaklarını araştırmakla mı zaman harcanacak? Çüş diyorum başka bir şey demiyorum.

Bu arada, bir iki site daha buldum. Son derece faydalı bilgiler var. Bir tanesi "Our Stolen Future" diğeri "Environmantel Working Group" ve "The Green Guide-For Everyday Living"

Bunları okudukça çevremizin nasıl kanserojenlerle sarmalandığını anlıyor, en azından en büyük kuvvetimiz olan seçme hakkımızı kullanıyoruz. Bilinçli olmakla hem çocuklarımızı hem de kendimizi elimizden geldiğince korumak yapacağımız en önemli şey. En sonunda her birimiz birer Michael Jackson olursak ve nefes almaktan korkar hale gelirsek yemin ederim şaşırmayacağım.

Siteler İngilizce ama olsun, ben zaman olursa beğendiklerimi buraya aktarırım ama söz veremiyorum işte. Hayatımdaki hiçbir şeyin bacağımdan kolumdan çekiştirmesini sevmiyorum ve blog da bunlardan biri, yazmayınca kaşıntı tutuyor, kendimi ödevini yapmamış çocuk gibi hissediyorum. Diğer bütün bloggerlardan özür diliyorum ve son derece az girip birilerini okuyabiliyorum. Şu ara bencil bir şekilde yazıp çıkıyorum, affola.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Ben Nerelerdeyim?


Aslında en son istediğim şey bu bloğun bir bebek günlüğü şekline dönüşmesiydi ancak hayatım şu an kirli bebek bezleri, banyosu, doktor kontrolleri, beslenmesi, kaka yapması, gaz çıkarması, yemesi, yememesi derken bu konuyla örtüldüğü için elimden başka bir şey gelmiyor, üzgünüm...

Pöf!!! Şimdi yerine koydum veleti, bugün Salı ve Chloe arkadaşına gidecek, eskiden olsa hemen ya N. ile buluşma sebebim olurdu ya da kendi kendime öylesine çıkıp dolaşma...Şimdi ise boş zamanlar mutfağın toplanması, yıkananların asılması ya da toplanması, benim fazladan sütüm birikmişse onu sağmam, yemek yoksa yapımı, uyuma debelenmesi, ütülerin kaldırılması, evdeki düzenin sağlanması, Chloe'nin ödevlerine yardım...şeklinde geçiyor.

Oysaki aklımda her gün bir sürü plan, bloglara gireceğim, işte efendim kaçırdıklarımı sevdiklerimi okuyacağım, yeni bloglar keşfedebilirim, ben yazıp anlatacağım, yeni aldığım playstation oyununun tricklerini öğreneceğim, playstation'da hiç tahmin etmediğim ama indirmeyi başardığım "Home"a gidip oraları keşfedeceğim, insanlarla İngilizce yazışacağım, gelen maillerimi okuyup yanıt vereceğim, çektiğim fotoğrafları bilgisayara transfer edip gönderilebilmesi için gerekli küçültmeleri yapacağım...bla bla bla

Peki sonra ne oluyor? Ya bebeciğin uyanık olduğu zamanlar uzuyor ya da O uyur uyumaz ben kafamı kaldıramaz halde isem uyumaya, yok o da değilse yapılması gerekenlere yönleniyorum. Peki, Zoe'nin daha fazla uyanık kalması ne demek? Daha yoğun ilginin ve beslenmenin O'na yönlendirilmesi demek. Bu ise aynı zamanda planlanan herşeyin rafa kalkması anlamına geliyor.

Zoe'de kendi adıma gözlemlediğim yegane duygu daha bir anaç olmam. Ağlayıp zırlasa da acayip şirinime gidiyor mesela ( kolikteki O'nun ızdırap çektiği ağrılar hariç ) Küçük Budha, koala yavrusu, mincir mincuk, ponçik, bezelye, puaça, beyaz leblebi, sulu armut yanaklı...gibi isimler takıyorum kendisine. Benden meme emerken gözlerini yaratık görmüş gibi açıp kendine göre düşüncelere dalıyor ya da şaşırmış bir ifadeyle içmeyi sürdürüyor. Arkadaş, eş dostla çok ciddi bir konuşma esnasında sesli bir şekilde yelleniyor ya da geğiriyor, altını açtığımda havaya doğru işeyip, kakasını yaparken de orayı burayı mahvedebiliyor. Bunlar işin eğlenceli kısmı, ha bir de ağlarken miyir miyir kucağına geldiğinde boynuna burnunu sokup ya da oranı buranı emmeye çalışıp uykuya dalması inanılmaz mıncıklanası bir durum yaratıyor. Kafası da meme aranırken pin pon topu gibi ya da ağaçkakan, bir arkaya bir öne, bir de sert sert vuruyor oraya buraya banamısın demiyor. Burnumu bile emdi velet, önüne ne gelirse artık...

Göğüs uçlarım halen acısa da eskisi kadar beter hissetmiyorum kendimi. Herşeyi deniyorum, meme veriyorum, sütü sağıp biberondan içiriyorum, göğüs uçlarına kalkan yerleştirip emzirmeye çalışıyorum ( bu sabah da onu denedim, sevmedi ) Göğüsler çok dolu olduğunda gerginlik yaşandığı için ucunu almakta çok daha zorlandığını fark ettim. Heryer süt oluyor, kıyafetler, bebeğin yüzü gözü, onun giydikleri...Sütü ilk aşamada sağıp yarısından sonra vermekte fayda var gibi. Evin her noktasında peçete kutuları var.

Tecrübeli anne olmak bazı yerlerde işe yarıyor, bazı yerlerde hala sıfırdan başlanmışlık duygusu hakim olabiliyor. Neden denirse iki insanın birbirinden farkı olarak açıklayabilirim. Birincisinde hiç gaz sancısı yaşamadık mesela. Kendi kendine çok oyalanan bir çocuktu Chloe. Bunda Nisan ilk haftanın sonundan başlayıp kolik ilacı keşfedene kadar geçen bir haftayı bayağı bir zor atlattık. Şu son üç gündür de ilaç almadan ( eczaneden İngiliz malı yan etkisi sıfır aylarca kullanılabilecek rahatlıkta olan bir karışım ) gaz sancısını rafa kaldırdık. Şimdi o yükselerek insanı bayıltacak hale getiren ağlama durumları bitti. Hatta altı açıldığında kendi kendin havaya tekme savurma durumları yerleşmeye başladı ki bu beni ve babayı en fazla mutlu eden taraf.

Bundan sonraki aşama, geceleri daha uzun süreli tok kalabilme çalışmaları. Tabi ki kaç saatte bir besleneceğine Zoe karar veriyor ben de itaat ediyorum ama artık saati beslenme zamanından 30 dakika önce kurup biberonu ağzına vermiyorum, kendisi uyanıyor. Uyanmazsa da o şekilde devam edecek.

Bunu Chloe'nin tuvalet eğitiminde de böyle yaptım, O'nunla konuştum, akşamları kuru kalkana kadar bezledim, her kuru kalkıp tuvalete yapınca alkış kıyamet, hiçbir travma olmadan kendiliğinden halloldu, Zoe'de de yapacağım teknik aynı.

Bazı yerlerde bezsiz bebek tecrübesi anlatılmış, evet günün 24 saati o da kaka yaparken anlaşılabilir, bebek gözden ayrılmaz ise ( uykular da dahil :) )o zaman geldiğinde her yere yaptırtmak mümkün. Açarsın bir bez, bebeği de açık şekilde yatırırsın oldu bitti. Ancak burada dikkate alınması gereken en önemli konu kaka çiş kontrolünün sağlanması, o kasların gelişimi...O gelişim tamamlanmadıktan sonra ne yapılsa boş. Zamanı gelince kendiliğinden kontrol başlıyor zaten.

Tuvalet eğitiminden bahis açılmışken, bizimki hala kaka yapmayı unutuyor bir de...Geçen seferki rekoru beşinci günde, bu seferkinde de bir haftaya doğru gidiyoruz bakalım. Buradaki kriter kabızlık olması yani kakanın kıvamı. Katılaşma yaşanmazsa korku da yok deniyor. Bunu da yaşamamıştık mesela Chloe'de, yalnız O formül sütle besleniyordu fark orada. Ancak çok ileri derecede prematüre doğan Chloe'nin bunların hiçbirini yaşatmaması da ayrı bir konu. İlginç...İnsan doğasının ne kadar kuvvetli olduğunu göstermesi bir kenara hiçbir şeyin formüle edilemeyeceğinin bir kanıtı.

Aşağı kata seyahat yatağını çoktan açtık. Kırmızı bavulumun içinde yedek kıyafetler, havlu, aşağı banyoda Zoe'nin yıkanma ıvır zıvırları, oradan oraya taşınan ve Chloe'den acayip memnun kaldığım ve benim şezlong dediğim ana kucağı ( burada öyle deniyor ) Düz ayak evle ya da yatak odası ve oturma odası aynı olan bir planla bu evin farkı da böyle. Sanki iki ayrı dünya gibi, yukarda yatak odaları, aşağısı ise yaşam mekanı. Bu anlamda zor...

Haziran ayında olduğumuza inanmak çok güç. Son bir haftadır sıcaklık 48 lere kadar dayandı. Zoe'ye aldığımız bir tek o şezlong demirbaş anlamında. Chloe'nin araba koltuğu da bebek arabası da kardeşine transfer, ayrıca normal ve seyahat yatağı, bebek çantası da...Bu yönlerden oldukça tasarruflu oldu bu bebek. Sigorta prematüre masraflarını dahi karşıladı ki, inanması gerçekten güç.

Prematüre bebek davranışları ve zihinsel gelişimi doğması gereken tarih dikkate alınarak yapılıyor, bedensel karşılaşılacak olan sorunlar ise virüs ve bakteriler anlamında doğduğu tarih baz alınarak. Bu şartlar altında geçtiğimiz Pazar günü aşılarımızı olmaya gittik, ağızdan verilenle beraber bir dolu şey olup geldik. Huzursuz bir gün geçti ancak en pahalı olanları tercih edip yararını gördük, yan etki neredeyse hiç olmadı. Sigorta periyodik bakımları ve aşıları karşılamıyor. Bu da siorta mantığına son derece yatkın bir davranış, şikayetim yok.

Şimdi yıkanmaya girmem lazım mesela ama yine uykuya yeniklik söz konusu. Dün akşam Allah'tan ilk defa öğünler arasına dörderimsi saatler koydu ufaklık. Allah razı olsun. Ben de uyandırmadım. Dörder saatte koysa sekiz saatlik kesintisiz bir uyku için nelerimi vermezdim :)