23 Temmuz 2009 Perşembe

Başlıksız

Birbiriyle alakasız, öylesine, konuşur gibi yazılacak çok konu biriktiriyorum bebekle. Öyle eskisi gibi kahvaltı yaptıktan sonra bilgisayarımın başına gelmek geceleri gözlerim kapanmadan saatlerce oturup yazmak gibi bir lüksüm kalmadı artık.

Herşey daha düzene girmiş gibi görünse de bu düzen benim eve ve yemeğe daha fazla odaklanmamla noktalanıyor gibi. Geri kalan zaman hala sekiz kere beslenen ama yine bu aralar birkaç öğünün arasına dört saat koyan Zo-Zo (aramızda ufaklığa taktığımız isim bu) dan kalan zamanlarda uyku tamamlamaya çalışmakla geçiyor. Tabi ki herşey bir arada olmuyor, eskiden de öyleydi, hem evim muhteşem tertemiz olsun, hem yemeğim dört dörtlük çıksın, bunun için gerekli alışveriş yapılsın, ben sporumu yapıp fit olayım, bebeğe gözüm arkada kalmadan süper bir şekilde bakılsın, büyük kızım için her gün oturup el yazısı yazma çalışmaları, matematik alıştırmaları yapalım beraber...Dream on!

ZoZo daki gelişmeler her gün gözümüze gözümüze girerek ilerliyor. Süt üretimim neredeyse sıfırlanmış vaziyette. Bunun sebebi benim, hiç öyle boynumu bükme hallerim falan da yok. Zoe değişiklikleri sevmiyor diye yazmıştım (genelde bebekler aynı olanı güvence olarak algıladıkları için değişimlerden, yeni denemelerden hoşlanmıyorlar, kendilerine göre gayet de haklılar)Meme ve biberon ile ilgili olan kaosu da yazmıştım, hatta biberonlarda bile bir uca uyum gösterdiğini ve onu değiştirmeyi sevmediğini de...Bir noktaya gelindi ki meme mi yoksa biberon mu oturtulacak?

Benim bu konudaki tercihim sütü sağarak biberondan vermek yolunda olmuştu. Memeyi denedim, biberonla karıştığı için birinden birini reddetme noktasına geldi ki bu anne memesi oldu. Onu bana bağımlı kılacak, mememden düşürmeyecek hale de getirebilirdim. Peki ben bunu istedim mi?! Sonuna kadar hayır! İlk üç ay sürekli sağdığım sütü vermeye çalıştım, başarılı oldum da ama eridim bittim. Üç saat, zaman zaman iki saatte bir beslenmelerin arasına yaşamımı, süt sağmayı, kocamı, evimin işini, yemek yapmayı sığdırmak belli bir süre sonra oramdan buramdan error mesajlarının gelmesine sebep oldu.

Memede dolaşan, yüzde yüz bana bağımlı olan, dışarıya çıkmamı, babasıyla olayı paylaşmamı engelleyen ne varsa hayatımda ona yer yok. Şimdi formül sütünü severek alıyor, geceleri bir buçuk haftadır odasında monitörü ile mutlu bir şekilde uyuyor, yatmadan önce her akşama doğru (18:30)banyosunu yapıyor ve sütünü ya da suyunu alıp yatıyor.

Üçer saat olan öğün aralarında dünden itibaren uyurken uyandırmama yoluna gitmiş bulunuyorum. Dün öğlen mesela dört saat koydu, uyandırmadım, dün gece ise iki öğün arasına dörder saat...Yavaş yavaş birim başına aldığı süt miktarını arttırıp araları uzatacağını görebiliyorum artık. (İnşallah demek daha doğru)

Baş kontrolü iyice sağlandı, kucağımızda incecik küçücük boynunun tuttuğu (bu konuda her zaman hayrete düşmüşümdür) koca kafasını sağa sola döndürüyor ve dik bir şekilde tutuyor. Son iki gündür totosunu attıra attıra dönme durumları yaşatmaya başladı. Bu olay en beklenmedik bir anda gerçekleşebileceği için yüksek hiçbir yerde bırakmıyorum artık. Şule'nin ufaklık doğduğunda getirdiği oyun matinden çok ama çok memnunum. Yanları yumuşak ve kalkık olduğu için yerde bizimki debelenirken eğer mutluysa korkum olmadan başka bir tarafa dönebilme lüksünü yaşıyorum.

Süt üretiminin dibe vurmasıyla yediklerime dikkat etmeye başladım. Umarım bu konuda da bir düzen oturtturabilirim. Çayı şekersiz içemediğim ve yapay tatlandırıcıların herbiri (ki son günlerde burada yok şekerin aynısı, yok doğal şundan bundan) sonuçları bir yirmi yıl sonra ortaya çıkacak kimyasallar barındırdığından dolayı çaydan vazgeçme durumlarındayım, yerine ikame edilen içecek yağsız süt. Severek deviriyorum. Çorba yapımını arttırma dönemi, akşamları ekmeksiz yoğun kıvamda bir çorbayla kapatmayı tercih ediyorum.

Bu yaz ziyaretleri yapmamak eve ve diğer yapılacaklara odaklanmamızı sağladı, nedir bunlar?

1-Tam hamileliğimin ilk zamanlarında eşimin işinden istifade onlara verdikleri bir olanakla bedava dişçi hizmeti açıldı bizlere. Aynı kampüsteki diş kliniğine gittik, önce benimki, sonra ben. Her seferinde dolgulardı, diş temizliğiydi derken alınmayan ücretlere inanamayarak geldik eve. En sonunda benim belki 20 yıldır yapılması gereken implant olayına geldi sıra. İlk aşamaları halledildi (çok zor) ve bugünlere kadar hamilelikti şuydu buydu gelindi. Şimdi diğer üç aşama daha yapıldı ve diş beklenmekte. Ağustos ayı en geç yapılacak.

2-Bu sene evin suları paslı akmaya başladı, yine zamansızlıktan ve babamızın çalışmasından ötürü bu iş de birkaç ay sarkmıştı. En sonunda benimki evin iki deposuna bakınca saçları diken diken eve geldi ve tatile girer girmez adamları sıkıştırdık. İki depo temizlendi, sularımız %80 temiz akıyor ama geri kalan sorunu da borularda araştıracaklar, adamlar tatildeymiş bekliyoruz bakalım.

3-Bebeğin doğmasıyla gerekli olan vize, pasaport ve doğum sertifikasının onaylanması işlemleri...Bu ay bitti ama canımız da çıktı. Hastaneden alınan doğum sertifikası buranın sağlık bakanlığınca onaylanacak, onun arkasından vize için başvuru yapılacak, bebeğin arkası beyaz fon fotosu çekilecek, formlar doldurulup bu sefer İngiliz Konsolosluğuna gidilecek, gidildiğinde görülecek ki pasaportdaki bilgiler onlar için hiçbir şey ifade etmiyormuş! Haddiii benim ve babanın doğum sertifikaları istenecek, benimkisi gönderilmesine rağmen geç kalınca kimliğimin buradaki konsoloslukta çevirisinin geçerli olup olmadığı araştırılacak, geçerliymiş...Pasaportumuz bu hafta alındı, vize işlemleri üç yıllığına bitirildi. Şimdi en son işlem olarak kimlik kartına ekletme (Arap Emirlikleri için) ve Türkiye ayağında bebeğin tanınması, benim pasaportun değişimi (eskidi artık) Zozo için kimlik kartı için form doldurulması ve başvuru var. Ağustos'un dokuzuna kadar da bu işler halledilecek.

4-Evin iki tane iç, mutfak ve dış kapısı termitler tarafından kemirilmişti. Bu iş belki üç senelik bir meseleydi, adamları her çağırışımızda "Gelecez ölçü alacaz." diyip sırra kadem basıyorlardı. Geçen hafta geldiler, ön ve içerdeki iki kapının çerçeveleri değiştirildi, salon savaş alanına döndü, beş kişilik ekiple olay sabahtan akşama kadar sürdü. Şimdi mutfak kapısının yapımı için bekliyoruz, bir de yapılmış kapılara vernik sürülmesi için...Bakalım bunlar için kaç sene geçecek?!

5-Laila'nın dişleri...Belki ağzında neredeyse hiç diş kalmayacak şekilde diş işlemi geçirecek, bunun yapılması için genel anestezi aldığından ve yaşı da ilerlediğinden dolayı riskler de göz önüne alınarak temizlik yapılabildiği kadarıyla maksimum anlamda yapılacak. Ağustos...

6-Arabayı aldığımızdan beridir büyüteç etkisi yapıp bizi şiş kebaba çeviren camların rengini ultraviyole koruyucu camlarla değiştirdik. Bu da temizlenmesi gereken çok önemli bir işti, bitti.

Sabah benimki köpeği de alıp yürüyüşe çıktığında söyledi, çevrede park etmiş araba bile kalmamış, herkes memlekette. Ama gerçekten de seyahat edilmediğinde hem para hem de zaman cepte, bunu da buraya not etmek lazım. Hayatımızda ilk defa dişe dokunur bir şekilde birikime yönlendirdik paramızı, birikim hesabı açtırttık!!! Bu bizim için büyük bir gelişme. Onu düşünüp düşünüp mutlu oluyoruz. O hesap için bu ay kıtı kıtına kaldık ama değer.

Geçenlerde hissedilen sıcaklığı yazıyorum, sıkı durun, 58!!!! 42 derece görünen sıcaklık, üzerine %50 nem...Buranın kışı, bizim memleketin ilk baharı, yazı olduğu için kış ayını bekliyorum dört gözle. Daha Zozo'ya adam gibi bir yeşillik gösteremedik, o derece bir dört duvar arası, megamall yaşam tarzı. Bazen başka bir gezegende yaşasak ve yapay şekilde yeşillendirme ve parklar yapılsa aynısı olacak diye düşünüyorum.

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Acınılası Anne Figürü

Bizim kültürdeki bu bağımlılık salaklığından nefret geçirmekteyim. İnsan kendi yaşadığı hayattan suçluluk duyar mı? Yurt dışına gittiği ve çocuklarına, kendine gelecek hazırlamak zorunluluğunda olduğu için pişmanlık hissine gark edilir mi? Yıllardır yaşadığım bu. Her telefonda " Gurbet eller zormuş kızım..." la başlayan cümleleler, " Bugün düştüm, konu komşu yardımıma koştu" demeler, " Keşke burada olsaydın, ben kimseyi aramazdım o zaman" demeler...Kim için? Benim için mi yoksa kendi yaşadığı hayat için mi?

Bu yazıyı ana baba olanlar da okuyacaktır elbet, aramızda çocuk sahibi olanlar var ama pek tabi ki de hepimiz birilerinin evladıyız. Türkiye'de sosyal devlet gelişmediği içindir ki bu açığı kapatan aile bağları zaman zaman Avrupa'ya örnek gösterilmiştir her zaman. Tartışılır...En azından benim için öyle.

Eşşek kadar olmuş heriflerin evlenip karılarını " Ama benim annem babam harika insanlardır!" şeklinde içeri almalarından, kayınvalidelerin "Aaaa! Oğlumun karısı, kızımın kocası benim de evladımdır!" yalanından nefret ediyorum. Bu samimiyetsizlik, bu kendine bile söylene söylene kanıksanmış yalanlardan bıktım usandım.

Kendi hayatımda yaşlıların da yaşadığını, sokaklarda dolaştığını, seyahatlere gittiğini, öyle arabeskliğin arkasına sığınmadan, ağlaşmadan, çocuklarını suçlamadan, özgürlüklerini sonuna kadar kullandıklarını ben bir tek İngiltere'de gördüm. Diğer Avrupa ülkelerinde de farklı olduğunu sanmıyorum. Orada sokağa çıkıldığında bile yaşanır bu fark.

Bizim millete göre soğukluk olarak addedilen şeye ben iki ayağı üzerinde durmak, kimseye arka yaslamamak, manevi ve maddi olarak gençlikte yaşlılıklar düşünüldüğünden planlı yaşamak demekteyim.

Bütün bu saydıklarım çok ama çok önemli. Çocuklarımızı önce kim için yapıyoruz bunun hesaplaşmasını yapmamız lazım. Bir insanın varlığını kanıtlayabilmesi, kendisi olabilmesi için özgürlüğünün ileri derecede önemli olduğunu düşünmekteyim. Öncelikle, aile olmak için çocuk doğuruyoruz, KENDİMİZ İÇİN, BİZ KARAR VERDİĞİMİZDEN!

Fakat bu düşündüklerimin tam tersi olarak her Türkiye'ye gelişimde gelenekselci yaklaşımlarla karşılaşmaktayım. Annemin çevresindeki konu komşunun kem bakışları, yapılan dedikodular, onlarla kendi gençliğinde hiççç işi olmamış ama yaşlandıkça aynı klübe katılmış annemin dırdırlanmaları beni çileden çıkartmakta. Açılan her telefon, yapılan her görüşme artık aynı konuya odaklanmış durumda. Kendi hayatını yaşayan hayırsız evlatlar!!!! Nasıl yaşarsın kendi hayatını sen?! Bundan öteye geçmesi imkansız gibi. Şöyle dinlenilmemek üzere sorulmuş bir zoraki " Nasılsın?"

İkinci çocuğumu yapma planlarımdan bahsederken ailemden yakın çevre olanlarının söylediği bazı laflar vardı;" Bir beş seneni daha çöpe atacaksın." Bu cümlelere daha farklı inciler de eklenebilir " Bana demişlerdi sana çocuklarından fayda yok, sen bana bak!" diye. " Çocuk mocuk şu bu palavra, insanın önce parası olacak parası!"...Yani çocuğun olsa da onların gün gelecek kendi hayatları olacak, kısa yoldan geri dön, bu hataya düşme. ( Çünkü kendi ana babalarımız kendi çocuklarını yapmadılar, kendi hayatlarını yaşamadılar ya o yüzden )

Hala Türkiye'de üniversite çağına gelmiş kızı veya oğlunun peşinden " Oğlum / kızım nereye biz de oraya!" mantığıyla yaşayan bir sürü ebeveyn var ( Benim ailemde de örnekleri görüldü ve görülmekte ). Evladını iş bulmasa da sonuna kadar kollayan, kendi kanatlarıyla uçma zamanı geldiğinde ağlayan sızlayan bir sürü insan...

Bu ebeveynlik midir çok merak etmekteyim. Bir insanın gelişimini kendi lehine kullanmak, o insanın tam gideceği, kendine iş bulacağı ya da okula gidip de sosyal çevresi ile beraber olup iki ayağı üzerinde kendisi olarak duracağı zamanı ketlemek sevgi midir? Ben o kadar seviyorum ki evladımı işte neyse, karımı ya da kocamı nefes almasına bile izin veremiyorum. Bunun ismi düpedüz bencilliktir, daha ötesi yok.

Anne baba olarak ilk anlaşılacak doğru, bu bebelerin elimizde kusup sıçıp büyüyecekleri, kendi eşleri, işleri ve çocukları olup ( bunlar olacak diye bir kural da yok, belki yalnızlığı veya ormanın ortasında, dağın tepesinde bir hayat yaşamayı tercih edecekler ) evden ayrılacaklarıdır. Yani, işin doğası bu, orman kanunlarıyla insan dünyasının bu anlamda pek bir farkı yok.

Her insanın hayata imza attığı konular vardır, bu işinde olabilir, eşinde çocuklarında, ev yaşamında, doğa için çalışırken... vesaire ama çocuklarımızın kendini ifade etme özgürlüğüne vurulan her zincir aslında bizlerin kendimizden başkasını düşünmediğimizin bir kanıtıdır.

Her zaman anne ve babalığın yani ebeveynlik sanatının en zor kısmının ne olduğunu düşünürüm. Bana göre insanoğlunun hayatta kalmasında birincil sebep olan bencilliğini törpülemek zorunda kaldığı tek noktadır ana babalık.

Kendin açsındır beben ağlıyor diye yemeğini böler O'na hazırlık yapar, önce O'nu doyurursun, elindeki sınırlı paranı O'nun yararına harcarken için hiç cız etmez, normalde aylarca hatta hamilelik ve doğumu sayalım 1.5 seneye yakın kendi cinselliğinden, görüntünden, uykundan, yemeğinden, zevk aldığın her türlü şeyden feragat ettiğin tek zamandır. Ama bu seçimi arkada keman eşliğinde " Ben sana saçımı süpürge ettim, şimdi sen utanmadan kendi aileni kurup çocuk falan yapıp bir de üstüne üstlük başka memleketlere gittin ha?!" mantığı benim resmen midemi bulandırıyor. Türkiye'de çooook ailede yapılan edebiyat aynen budur.

Eğri otur doğru konuş demişler aslında tüm bu aleyhte kullanılanların hepsi doğanın insana verdiği içgüdüsel, bebeği besleme, bakımını yapma, ağlamaması için O'nu maksimum rahat ettirme dürtüsünden başka bir şey değildir. Geliştirilmesi ve dizginlenmesi gereken yegane duygu ise o insanların üzerinde ne kadar emeğimiz olursa olsun onların bizlere ait mallar olmadıklarıdır.

Yine memlekette herkes anasını, babasını yanına alıp bakmak zorunda, herbirinin anası geline/damada düşman. Hepsi kendi evladını kayırır.

Bakıyoruz, bu dünyanın her yerinde böyle aslında. Düşmanlıktan bahsediyorum, çoook nadir kayınvalideliğini analıkla bir tutan kadın vardır evrende. Neden? Çünkü annelik onların sahiplendikleri, kendilerini ifade ettikleri tek alan. Adamın karısı da adamı sahipleniyor, anası da... Böyle bir hastalık olur mu? Kızına düşkün ananın oynadığı oyun da aynı. Kadın evlat kendi çocuğunu doğuruyor, kendi kocası, evi, işleri, bebeleri ama kendi anası bunu iplemiyor bile. Sanki o kadın hala küçücük iki örgülü, önlüklü çocuk. Bir de bu faaliyetin arkasına sığınılırken pek bir saf, sevgi doluymuş gibi görünen bir laf grubu ekleniyor " Sen benim gözümde hiç büyümüyorsun, hep aynı bebek/çocuk!" Ve sen alıyorsun bu insanları aynı evin içine tıkıyorsun ve sonra mutlu yaşa, evlilik niye sağlıklı yürümüyor diye sorguluyorsun. İmkan var mı?!

Katır kadar olmuş erkeklere söylenen söz bu, her hastalanıldığında senede beş kere bile olsa iş güç bırakılarak koşulması beklenenin arkasındaki düşünce bu. " Sen hala büyümedin, ne kendi karına/kocana ne de çocuklarına aitsin, sen benimsin!!!"

Ben kimsenin olmamayı, kendi çocuklarıma da belki içgüdüsel olarak aynı hissetsem bile bu duyguları yaşatmamayı tercih ediyorum, hatta and içiyorum! Daraldım artık beklentilerden. Yeri geliyor ki evde kapının yanına gitmiş dışarıya alt tarafı bahçeye çıkmayı bekleyen köpeğimden, aynı anda ağlayan bebekten, " Anneeee, banyo yapayım mııııı?" diyen kızımdan, çalan bir telefondan, yazımı yazarken binbeşyüz kere bölünmekten bile sıkılıyorum.

Ben nasıl kimsenin malı değilsem kızlarımın da kafası hür, vicdanı hür bireyler olarak yetişmelerini, evlenirken, seyahate veya başka bir ülkede yaşamaya, okumaya giderken içlerinin kan ağlamamasını istiyorum. Bu tip duyguları ekmekten özellikle kaçınacağım, buradan kendi kendime söz veriyorum.

10 Temmuz 2009 Cuma

Karışan Teller

Hani demiştim ya maymuna ne isterse onu veriyorum, ağlıyor, hadi memeler çıkıyor, bir o yandan bir bu yandan, sonra tekrar mı ağlıyor bu sefer " Haaa diyorum demek meme istemiyor bu çocuk, haydi koş pompaladığın sütü ısıt bakalım!" Haydaaa bir koşu ısıtıcıya...O da mı olmadı, " Aaaa! Mama istiyor bu çocuk benim sütümle doymuyor!", hadi bakalım formül süt hazırlamaya...

İkinci ayın sonuna kadarki dönem böyle bir karman çormanlık yaşandı bizim evde. En sonunda anladık ki yok meme, dur olmadı biberon, hadi o da mı olmadı gaz çıkart, aman yine ağlıyor amuda kalkla olmuyor bu iş. Bizim koala bear öyle her telden çalınca kendinden geçiyor, herşey karman çorman olmakla beraber alacağı memeyi de almaz, biberondan mı memeden mi içeceğine karar veremez, hepsini reddeder hale geliyor.

Üçüncü ayın başında ( düzeltilmişi kullanmıyorum çünkü bu hayata geldiği zamandan itibaren tecrübeyle sabitlenmeye çalışılan bir durum )anlaşıldı ki bir konuda karar verilecek, öyle bir meme, bir biberon, bir şu, bir bu verilmeyecek hanımefendiye. Bırak meme ucunu Nuk'un yassı ucuyla, diğer klasik silikon ucu bile ayırd edip kendi tercihini ortaya koyarak işi noktaladı ufaklık.

İlk eve geliş, bir ay sessiz ve sakin dönem. Ardından ikinci ayın başında başlayan gazlı aşamalar, o sırada benim BPA olayını keşfetmemle beraber torbanın içinde beklemeye alınan bilmemne kadar Avent şişesi. E her şişenin, özellikle bu pahalı olanların ağızlıkları birbirine de uymuyor mu! Hangisi BPA Free? Nuk...Ama uçlar basık, ortodontikmiş fakat zaten bebek memeyi ağzına alıp emme hareketi yaparken yassılaşmayı sağlayıp sütü çekmiyor mu? Yani o islikon uç pestil gibi ağzının içinde bastırsan da zaten basılmış, sütü ancak çekme hareketi ile alabilir bebek. Zaten ilk aylardan sonra biberonun silikon ucundan emme hareketi değil, çekme ile alırmış sütü gibi bir şey de okudum ama olsun, yine de bana rahatsız geldi ve benimki sevmedi zaten konu kapanmıştır. Aslında eskiden Chloe'de ben o uçları kullanıyordum ve klasik olanlardan yan akıtması yaptığı için tercihim o şekilde olmuştu, bu bebekte farklı.

İkinci ayda Nigar ile telefonda beyin fırtınası yapıyoruz, bu yaşanan kolik mi değil mi diye. Şimdi elimdeki Mother Care kataloğuna bakıyorum da...Dr. Brown'un hem prematüreler, hem de kolik bebekler için özel ürettiği başlıklar var ama maalesef biberonlar BPA'lı ve de yine araştırmaya göre en fazla akma yapan da bu marka, iyi mi?! Disney'de var işin içinde.

Dikkatimi çeken diğer bir ürün, antikolik bir örtü çıkartmışlar mesela, omzuna koyuyorsun, bebeği onun üzerine yatırıyorsun omuz hizzanda tabi ki ve vibrasyon veriyor. Dahiyane...Ama denemedim, bilmiyorum zaten kolik denilen meret genelde üç ayın sonunda bitiyor. Biz Allah'tan bu aşamayı geride bırakmış durumdayız artık.

İki çocuklu olmak üzerine de yazılacak çok şey var kuşkusuz. Kız çocuklarının bazı konularda daha zorlukları var. Erkeklerin de ilerdeki yaşlarda bazı zorlukları...Şimdi kızımı babasıyla yukarı kata yolluyorum mesela değil mi? Yapılacaklar şöyle özetlenebilir;

1-Tuvalete girilecek, sifon çekilecek, atlanan bir temizlik noktası varsa söylenilecek.

2-El ve ağız yıkanacak.

3-Dişler fırçalanacak, bu iş yapılırken başta beklenecek, atlanan yanlar giderilecek.

4-Ayaklar yıkanacak

5-Saçlar fırçalanacak

6-İç çamaşırı değiştirilecek

7-Kıyafetler öyle sağa sola saçılmayacak, katlanılarak ya da düzgün bir şekilde konulacak.

8-Bu arada, yatağa giderken aşağıda kalmaması gereken ama gün içinde oynanmış oyuncak, okunmuş kitap vesaire ne varsa yukarki kata çıkartılacak.

9-Ve son olarak kitap okunarak gün bitirilmiş olacak.

Bütün bunlar rutinde olmalı ve otomatik olarak yapılmalı. Sekiz yaşındaki bir çocuk için zaman zaman sıkıcı ve gereksiz görülebilir ama alışkanlığa dönüşmesi için bir büyükle yerine getirilmeli. O da dönüşümlü olarak babayla bana ait. Kim hangi çocuğu kaparsa artık :)

Zoe'nin beslenmesi esnasında da trickler var. Genelde bakmaya kalkan kişi bebeğin kendi mesaisi sırasında uyumasını tercih ettiği içindir ki ( Bu, bebekle ilgilenip agu gugu yapmaktan daha kolay çünkü ) süt alırken uyuyakalınırsa öyle hop diye yatağa konulmayacak.

Diyelim mamayı aldı ama alması gerekenin çeyreği kadar, o zaman uyanacağı yerlerden biri olan alt açma matine yatırırsın, kendisi otomatik uyanır, konuşursun, biraz zaman geçer ve geri kalanı almaya hazır hale gelir.

Hadi bu sefer aman uyudu diye tam anlamıyla beslenmedi değil mi? Bütün birbirine zincirleme olan beslenme düzeninin içine edilmiş olunur. O yüzden ben control freak bir anneyim çünkü ne zaman kendimin bir işini başkasına yüklesem o zaman bir eksiklik, değişim oluyor ve bana da gelenler geliyor.

Tabi ki hiç yardım teklif edilmesin demiyorum, onu yapanın da ümüğüne yapışırım bundan eminim ve hayatta en nefret ettiğim şeydir paylaşımcı olmayan eş ama sorulsun ben yine kendim yaparım :)))) Böyle de bir durum.

Bir ara da insan bebeğin aldığı süt miktarına takıyor kafayı. Prematüre doğan bebekler zaten hayata normal doğmuş olan bebeklerden en az bir kilo az başlıyorlar, daha beteri de var. Ama Chloe'nin eski kayıtlarından gördüğüm şu ki çocuklar istedikleri zaman ve istedikleri kadar beslendiklerinde kendi kodlandıkları büyüklüklere erişiyorlar. Chloe'nin düzeltilemiş olarak altıncı ayında kilosu 4.900 müş mesela, boyu da 56.5cm, Zoe bunu üçüncü ayında yakalamış durumda. E peki ne olacak? Hiçbir şey çünkü Chloe şu anda sınıfında ortalamanın üzerinde, boy anlamında konuşuyorum, hiçbir zaman chubby bir çocuk olmadı da ben zamanında 3200 gr doğmuş bir çocuk olmama rağmen annemi deli edecek kadar zayıf bir çocuktum mesela. Şimdi 10 kilo fazlamı nasıl verecem diye kara kara düşünüyorum. Neyse...

Bütün bunları bilmeme, kendimde ve ilk çocuğumda deneyimlememe rağmen anneliğin verdiği bebeğini besleme içgüdüsü ile ve özellikle de ilk aylarda süt alma işi bayağı üzerinde durulması gerekli bir konu gibi geliyor. Verilen bilgileri ayrıca karıştırıp kafayı sıyırmamak, üzerinde düşünmeden " Aman, her öğünde benimki bu söylenenin yarsını alıyor yandım!" dememek lazım.

Bendeki chartlar mesela, yazmışlar, ilk ay 8-10 aralığı beslenme, 2-3 ay 5-6 aralığı beslenme diye gidiyor. Birinci ayda alınan 40-80 aralığı ise 3.ayda efendim en az 120 almalı diyelim...Bakıyorum, benim ufaklık 120 yi neredeyse hiç görmüyor ama günde hala sekiz kere beslenme yanlısı velet.

O zaman ne yapmak lazım? Totale bekılacak elbet, aralık diyelim 550-900 attım şimdi tam aklımda değil, haaa Zoe her seferinde 80 gibi alıyor, zaman oluyor 110-120 yapıyor bazen 90 ama bir an oluyor ki 60 hatta nadiren 50 alıp bırakıyor ama yazıyorum diyelim total en azı her zaman tutup, gerisinde geçiyor. Oh! Dünya varmış diyorum. Demeki ki o yazılanlar gibi tek alışta ne kadar götürüyor a takılı kalınmayacak.

Belli bir aydan sonra beslenme saatlerini bu kadar yapacak diye bir
kural da yok, bu bebeğin kilosu ve boyuna bağlı olarak mide kapasitesinin gelişimine bağlı. Üç aylık olup 6 kiloya yaklaşmış 62cmlik bir bebekle aynı aydaki 4.5 kilo 55 cmlik bebek kıyaslanmaz. Ve zaten asla kıyaslanmamalı! Bebekler anne ve babalarının ve kendi akrabalarının bileşkesi, dolayısıyla kısası var, uzunu var, toplusu var, zayıfı var...

Şimdi soruyorum, beslenme, alt değiştirme gibi rutinleri benden başka birisi yapsa;

Hayatta aman uyansın, oynasın, ardından tekrar acıkıp tamamlasın gibi bir trip yapmaz bu birrrr, ikincisi ne aldığını, ne zaman, ne kadar aldığını asla dikkatle izlemez bu ikiiiii. Bu işin doğası bu arkadaşlar, yapmazzzzz! Haaa belki dünya üzerinde yapanı da bir elin parmağını geçmez. Anneme bırakırım örneğin, kusturana kadar ağzına tıkar, bebeğin alıp almadığını gözlemlemez, kayınvalideye bırakırım " Aaa doydu bu çocuk, meyve yesin!" der yiyeceğini de yedirmez. Yardımcı olsa cahil cüheyla kafasıyla benim yaptığımı, bulduğum çözümü asla bulamaz.

Ukala mıyım? Bu ukalalıksa evet öyleyim, zaten aksini düşünsem ne çalışmayı bırakırdım, ne de kariyerimi stoplardım. Ben kendime ait olan şeylerin paylaşılması konusunda beceriksiz bir insanım, herşeyi ben yaparımcıyım ama denemiyor, gözlemlemiyor da değilim, gördüklerim arttıkça ne kadar doğru karar verdiğimi tekrar tekrar görüyorum. Şimdi minicik bebek mesela, kendi kendine, odasında uykuya gitme alışkanlığını oturttum bile! Evet, kendimle gurur duyuyorum, hayatta çocuklarımı ne pişpişledim ne tiştişledim, Zoe krize girmedi mi?! Ağladığı zaman anında yanındayız, hemen kucağa alıp sakinleştiriyoruz, aç mı, altı kirli mi ondan mı rahatsız bakıyoruz ama kendi kendini uyutabilecek bir çocuğun ağzına edip de senin yerine o işi de ben yaparımcı değiliz.

Şu an akşam beslenmeleri en kolayı, dikkati dağılmadan sütünü alıyor, gazını çıkartıyor, ardından oynamaya meyilli bile olsa öpülüp yatağa bırakılıyor aman illa benim kucağımda sallanarak uyutulacak diye bir kaide yok, kendi kendine oynaya oynaya, bacaklarını havaya sallayarak uyuyor. Bir tek ben hala gece onikide, sabah üçte ve altıda kalkmak zorunda olmaktan hazetmiyorum, o kadar.

Bir de unutmadan yazayım, 1 numarada çok memnun kaldığımız bir ürün vardı. O çok prematüre olduğu için yatak apnesine karşılık eşimin kızkardeşi Johnson and Johnson'ın Intouch diye bir ürününü yolladı yıllar önce tabi bu. Zoe'de böyle bir şeye gerek duymadık ama şimdi hata ettiğimizi anlıyorum. Chicco'nun gayet basit monitörünü aldık ama en küçük sesleri duymak istediğimde sesi çok açmak gerekiyor, bu hışırtı yapmasına sebep oluyor, minik bebeklerini başka odada yatırmaya alıştırmalarında zorlayıcı bir alet.

Araştırdım...Tomy Tipee, sanırım böyle yazılıyor, bir de Angelcare'in yatak altına konulan aparatla çalışan monitörleri var. Gel gör ki koca Dubai Mall'da dahi bulamadım ürünleri. Bu arada Dubai Mall'a BPA Free Aventler daha yeni gelmiş, çiçeği burnunda ama ne menemse normal biberonun iki katı fiyatı, yani bebeğini zehirlemek istemeyen annelere bir nevi ceza!!! 24 dirhem normal küçük Avent, 42 dirhem aynısının BPA Free olanı.

Neyse monitörlerden bahsediyordum. Bunun ne faydası ya da gereği var denirse, yanıtım iç rahatlığıyla şu; benim elim ayağımdı o alet. Chloe'nin kendi odasında kendi kendine uyuma alışkanlığı edinmesindeki yegane makinaydı.

Neden? Normal telsizlerde bebek sessiz sedasız uyuduğunda sürekli ay nefes alıyor mu korkusu yaşanıyor, bu böyle, o zaman ne oluyor, illa ki kendi yatak odana taşıyorsun çocuğu ki benim için ikinci aydan sonra sıkıcı bir durum. Ağlıyor, dönüyor, kalkıyor bu sefer yanında yatanı, aynı kattakini falan filan uyandıracam diye stres oluyorsun, hadi bu sefer olay bebeği alıp başka odada yatma macerası ile sonlanıyor bu da evlilik için ne kadar faydalı soru işareti.

Ben bebeğine kul köle olup eşleri dışlayan, bebelerine kumru gibi yapışıp kocalarını itekleyen kadınlardan da olamadım, olmaya da niyetim yok, elden geldiğince normal hayatıma dönme çabalarım, o hayata bebeğimi uydurma düşüncem var.

Bu şartlar altında diyelim ki bu aletleri aldıkkkk, o zaman;

1-Bebeğe gereksiz yere gidip gelip, yapmadığında da rahatsızlık duygusunu ortadan kaldırıyor çünkü sağlıklı, ağlamıyor ama nefes alıp verdiği monitörde gözüküyor, herkesin içi rahat.

2- Aynı şekilde bebeğin rengini görmek için odada illa ışık bulundurma sorununu ortadan kaldırıyor, böylece gece üretilen ve büyümeyi sağlayan hormonu ketlememiş ( o hormon prolaktin miydi ben mi yanlış hatırlıyorum?), çocuğa bebeklikten itibaren karanlığın da gecenin bir parçası olduğu duygusunu vermiş olunuyor.

3-Bebekler açlıktan uyanırlarken bir anda yaygarayı basmıyorlar, en azından Zoe öyle yapmıyor, ilk önce elini emmeye, sağa sola dönüp mıgırdanmaya başlıyor. O esnada kalkılıp hazırlık yapılır ise hiçbir kriz olmadan, ağlamadan olay atlatılıyor, uykuya kalınan yerden devam etme imkanı sağlanıyor, öbür türlü bebeğin uykusu bölünüyor, metabolizmalar iki taraflı bozuluyor, tansiyonlar çıkıyor, mama hazırlanırken bile iki ayak bir pabuca giriyor. Yatak altı aparatı bebeğin hareketlerini de algıladığı ve ebeveyne ilettiği için dönme sesi bile duyuluyor ki benim için bu anlamda çok ama çok önemli.

4-Bebeğin gereksiz yere anne babayla uyumasını, annenin kul köle hallerini önlüyor. Herkes kendi odasında kendi düzeninde uyumayı öğreniyor ki bebeklerin ilk olarak kendi gelişimleri için öğrenmeleri gereken konu.

5-Çocuk büyürken odasında yatağından kalkmadan, ağlama krizine girmeden annesiyle babasının onu duyduğundan emin sakin bir şekilde gelişimini sağlıyor. Çünkü yatağında en ufak sesi onların duyacağından şüphesi yok. Bu duygu ona büyük bir avantaj, anne&baba nereye giderse gitsin aynı sistemi kurarak evin balkonuna da, başka bir odasına da geçebiliyorlar.

6-Ve en son olarak bebeğin solunumu 20 saniyeden fazla durursa makina alarm vermeye başlıyor. Bu da çok önemli çünkü bebekler zaman zaman soluk alıp vermeyi unutabiliyorlar :(

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki şimdi aklıma yine aynı makinayı takmış bulunuyorum. Hedefimde Johnson&Johnson'ın br şekilde üretimi durduğundan Angel Care var. Bakalım, eğer bir şekilde getirtebilir ve kullanma imkanına kavuşursam buradan onu da paylaşırım.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Tatil Geldi Hoş Geldi

Kendim bile inanamıyorum yılların nasıl su gibi akıp gittiğine. İnsanlar der ki yaşlar ilerledikçe zaman çok hızlı akar, sanırım karı koca bizim de başımıza gelen bu.

Zoe'yi dokuz beslenmesinden sonra yatırdım, artık geceleri ve gündüzleri ayırabiliyor, birkaç gündür çok detaylı sesler çıkartmaya başladı, hatta hergün seslere yeni bir tane daha ekleniyor. Sayısı azalmakla beraber zaman zaman altı gibi bir ağlama ne istediğini bilememe dönemi geçiriyor küçük koala hanım. Geçen hafta doktor iki ay ara vermesine rağmen Chloe'nin doktoruna götürdüm kontrol olsun, herşey yolunda mı babında. 500 gr almış ama ayarlayan kendisi olduğu için benim yapabileceğim her an yanında olmak, ihtiyacını anında gidermekten öteye geçemez. Başkası baksa o zaman naneyi yemişti nasıl 500 gr alır diye ama kontrol bende olduğu ve neyin ne olduğunu bildiğim gözlemlediğim için harlayacak kimse de yok.

Chloe tatile geçen hafta girdi, kocam kızımdan bir hafta önce...Bu yaz yapılacaklar o kadar fazlaydı ki tek tek eleme aşamasına giriştik. Haziranı saymayalım ama Temmuz deli gibi bir listeyi devirme dönemi bizim için.

Öncelikle bu yaz burada kalacağımız ve sıcaklığın ve nemin delirdiği dönemler başladığından Chloe'ye sosyalleşmesi, hareket etmesi ve televizyon, bilgisayar ikileminden uzak kalması için yaz okulu araştırdık. Geçen sene gittiği yer bir türlü sabah öğrenci sayısını tamamlayamayınca, daha önceden görüp çok da ısındığım yemyeşil bir butik otel seçtik. Aslında aklım arka sokağımızdaki Kanada okulundaydı ama yaş gereği maalesef bizim büyük kız uygun olamadı, darısı Zoe'nin başına.

Hep yazıyorum okuldan çok memnunuz diye. Geçen Perşembe 1 numarayı almaya ben gittim, baba evde bebekle kaldı. Bu seneki öğretmenin erkek olması bizi biraz acaba da bırakmıştı ama koca bir yılın sonunda MR.Mac'in çocuklara verdiği pozitif enerji, öğrettiği onca bilgi, bir de bizim kızın O'na hayranlığı eklenince işler iyice pekişti.

Doğruyu söylemek gerekirse MR. Mac inanılmaz bir karakterdi, okuldan gelirken arabanın camına suratını yapıştırıp Garfield görüntüsü verebilecek, okulun disko gününde dj lik yapabilecek, evde iki köpeği olan, profesyonel bir grupta davul çalan, çocukların beslenme çantalarındaki patates cipslerini yürütüp yiyen, gözleri ışık saçan bir adam.

Bu sene karısı ilk bebeklerine hamile kalınca ve sanırım burada yalnız oldukları aileden kimseleri olmadığı için ülkesine dönmeye karar verdi. Bu, Chloe için büyük bir darbe oldu. Eve döndüğümüzde benimki arabanın içinde sessizce ağlarken, benim boğazımda bir yumru, aklıma kendi çocukluğumda bizim oralarda ve sanırım da Türkiye'de ilk açılan özel okul geldi. Semiha Şakir...O zamanlar hemen onun karşısındaki Fenerbahçe Lisesi'nde okuyorum, özel okul nedir bilmiyoruz bile. Arkadaşlardan yabancı dili iyi olup, farklı kültürlerden öğretmenlerle okuyan yalnızca kolej sınavlarını kazanmış olanlar. Benim dersler iyi olmasına karşın pek de takmamışım. Kolej de raftan kalkmış ama zaten onun dışında da bir alternatif yok, ya devlet okulu ya devlet okulu...

Bir gün abimle beraber Semiha Şakir'i ziyaret ettik, pırıl pırıl koridorlar, bize hoş geldin diyen aydınlık yüzler, ingilizce konuşan ve hep gülümseyen öğretmenler...Abim babama geldi, " Baba" dedi " Bu kızı hadi gel şu okula verelim." Babamın durumu o zaman gayet iyi, bir para sorunumuz yok. "Ne gereği var ki" dedi babam. " Biz devlet okulu mu bildik, şimdi sokmayın aklına böyle şeyler evinkedisinin!!!" ve konu kapandı. Ama benim yüreğimde aklımda asla tamamlanmayan bir resim olarak kaldı o okul. Okutulan pırıl pırıl kuşe kağıdına basılmış, rengarenk görünen kitaplar. İngilizceye aşığım, derslerim iyi ama hala ne gereği var denilmiş...

Şimdi kendi kızımda bunların hepsinin acısını çıkartıyorum. Bizlerin zamanında hiç olmazsa yaz okulları falan bilinmese uygulanmasa da çok güzel bir mahalle arkadaşlığı vardı, şimdi bu da olamadığına göre Chloe'yi gönderdiğim her güzel etkinlikte, okuduğu bu okulda herhalde benden başka biri olsaydı bu kadar keyif alamazdı. Sanki O'nunla beraber okullara ben gidiyormuşum gibi içimi sevinç kaplıyor. Tatillerde eğer hiçbir şey yapmazsa ya da hasta olup da evde kalmışsa okulu özlemesi, hafif hasta ve kırık bile olsa " Birşeyim yok benim okula gitmek istiyorum." demesi...

Geçen hafta her sene yaptığım gibi yaz ayları için aktivite kitapları araştırmaya çıktım. O kadar çok kaynak var ki! Ve derslerin hepsi sevimli karakterlere, alıştırmalara dönüştürülmüş, seçmek için en az bir saat birbirinden farklı olanlara bakmak gerekiyor. Bir tane okuma anlama ve sorulara yanıt verme, yazmaya teşvik olduğu için aldım, bir tane bu sene gördükleri matematiği tekrar etmesi için üçüncü sınıf matematik kitabı, yine word search ve bir sürü puzzle tarzı kelime oyunlarının olduğu başka bir kitap, bir de internette işime yarayacak sitelerin olduğu bir kitap buldum, tek kalmış, tam bizim kızın yaşına hitap ediyor, hemen ona da atladım. Tam kırtasiyeciden çıkarken hadi bir baktım bir sürü defterler getirmişler, birisinde bir köpek karakteri ki bizimkini kalbinden vurmaya birebir, kalem, silgi ve kalem kutusuyla takım, tuzlu olmasına rağmen ona da tav oldum ve şimdi her gün istediği bir kitaptan el yazısı dikte ettiriyorum. Yaz okulu üçte bitiyor, eve geldiğinde çaylık bir şeyler ve süt, ardından akşama yemek hazırlanırken bu kitaplardan derleme...

Kendimi bildim bileli kırtasiye kitapçı hastası olduğum içindir ki bu konuda da keyfime diyecek yok.

Son hafta okulun korosu vardı, Chloe'nin kendi sınıfının sahneye koydupu MR Mac sayesinde hayranı oldupu futbol konusu işleniyordu. Fakat olayı erkek egemenliğinden çıkartıp tüm çocuklara dağıtmışlar. Gidemedim ama babamız çekmiş bana getirdi. Yine üçüncü sınıfların diskosu da aynı hafta yapıldı. Karneler her zamanki gibi gayet detaylı işlenmiş, her konuya öğretmeni tarafından yorum yazılmış bir şekilde gönderildi, sene içinde yapılanların hepsinin olduğu iki koca dosyayla beraber.

Bebekle gideceğimiz yerde hem gittiğimiz insanlara hem de kendimize rahat yüzü gösteremeyeceğimiz için en güzeli evde oturmak dedik bu sene. Bence en iyisi de bu. Zoe ağlama moduna girdiği anda çevreden gelen hiçbir lafa söze veya faaliyete tahammül edemiyorum. Eğer İngiltere'ye gitsek zaten kayınvalide tarafından yapılmayan bir empatinin kurbanı olacağım, annemin tarafında başka zart zurtlar...

Yani her zamanki gibi Evim evim güzel evim modundayım . Genelde dört duvar arası olsa da mutluyum...