28 Nisan 2014 Pazartesi

Konu Değiştir Tonton!

Eskiden bir çizgi film vardı, adı da "Değiş Tonton!" Hop! O  varlık bir bakmışsın başka bir şekil almış.

Konuyu nereden nereye getireceğim, Avrupalı insanlardan çok büyük bir farkımız var. Nedir mi? Hayatlarında politika dışında konu olması.

Bizim gibi içleri dışları kustururcasına politik polemiklerle, durum değerlendirmeleri ile dolu değil.

Dolayısıyla ne kalıyor geriye?

Enerjini harcayacağın ve düşüneceğin, konuşup, paylaşacağın diğer konular. Versin elini sanat, müzik ve teknoloji...

Devletlerine saldırı niteliği taşıyan durumların içi yalnızca hükümetle boşaltılmamış mesela. Bir konuya atak mı yapacak? Bu çevre konusu, verilen vergilerin gittiği kalemler, ülkenin teknolojiye yaptığı yatırım, Araştırma ve Geliştirmeye harcadığı para...

Eskiden bir laf vardı "Fransız mı kaldın?" diye sorarlardı. Ne de itici ve aşağılayıcı şekilde söylenilirdi, sanki herkes dünya durmuş da başta kim varsa O'ndan bahsetmek, O'na muhalif olmak meselesine odaklanacak! İlgilenmiyorum! diyemezsin.

Bak ben şimdi mesela okuyorum, ne hakkında? Aşılar...

Öğrendiklerimin haddi hesabı yok.

Ülkede çıt var mı? Hiçççç!

Birkaç internet kanalı belki biraz çiziktirmiş, bir tane blogger bu işe baş koymuş sonra sinirleri kaldırmadığı için durumu yavaş vitese almış.

Ciddi bir hükümet ve halk problemi.

Bilinçlenme.

Fakat genelde de bir otomatiğe bağlanmış tepki de var.

Reddetme.

Anında ha!

Örneğin hayatı boyunca Ermeni konusunda bir kelime bir şey okumamıştır ama hemen der ki "Atalarımızzzzzz....." Bir dakika bile aşılar hakkında düşünmemiştir ama "Aşılar hepimizi korudu, kurtardı bla bla bla..."

Ya bir oku! Bir araştır! Farklı kanallara git!

Ama o da yok, zor iş, İngilizce yetersiz, hem sonra farklı kaynak da ne ola ki?

Bir araştırma yapılırken yanlısı, yansızı okuyacaksın. Bilimsellikte bile vicdan vardır onu es geçmeden. Robot gibi otomatiğe bağlanmış yanıtları vermeden. Dur bakalım bir Ne oluyor yahu? diyerek.

Artık demek istiyorum ki millete; "Değiş Tonton!"

Haberiniz Olsun Anacım!

Bizim zamanımızı bilenler bir dağın arkasından "Varmış Yokmuş, Varmış Yokmuş" diye çıkan kafayı belki hatırlarlar. Sanırım siyah beyaz televizyon ve tek kanal zamanları...

O Varmış Yokmuş kişisi bana her taşın altından çıkan, oradan buradan kafayı uzatıp kaçan birini hatırlattığı içindir ki başlığı öyle koydum.

Kişisel facebook sayfamı açtığımdan beridir bir kalabalıklık aldı başını gitti. Teyzeler, amcalar, nineler, aaaa kızımın arkadaşının annesi demeler...Farklı hayatlar, farklı bakış açıları ve örtüşmeyen bir sürü şey. Oysaki ben Evinkedisi olarak kaç senedir yazıyorum, özgürce.

An itibarıyla Evinkedisi Facebook sayfam da oldu. Böylelikle Google artı, Pinterest, Twitter derken Evinkedisi olarak piyasalardaki ürün zincirime bir tane daha eklemiş oldum.

Yani Evinkedisi o dağın arkasından sürekli çıkıyor gibi bir durum, "Varmış Yokmuş, Varmış Yokmuş!"

Beni takip etmek isteyen anında haberleşme durumunda olanlar Facebook Evinkedisi diyebilirler.

A bir de "Evinkedisi Aşıları Öğreniyor." yazıları da başladı. Artık kendine göre bir tempoyla ne aklıma kestiriyorsam orada paylaşacağım. Öğrendiklerimi İngilizce bilmeyenlere aktarmak diyelim.

Bilginin gücü adınaaaaa :)

14 Nisan 2014 Pazartesi

Ahlak ve Din Üzerine Bir Yazı...

Yaklaşık üç dört yıl önce İngiltere'ye tatile gittiğimiz bir zaman...Akşam masada oturuyoruz, genelde misafirler olduğunda açılan şarapla kafalar yine dumanlı ve sohbetler daha bir cesaretli. Aileden biri kızıma dönüp okulunda okuyan öğrencilerin hangi dinden olduklarını sorgulamaya başladığında cidden rahatsızlık belirtileri göstermeye başlıyorum.

Yukardaki paragrafın aksine, eşimle tanışıp İngiltere'ye gittiğim ilk yıl dini herhangi bir sorgulama ile karşılaşmadım. Evliliğimiz Türkiye'de oldu, çocuklarım vaftiz edilmedi, ailenin içinde olduğu İngiliz Kilisesi'nin rahibine bayıldım! Hele de kadınların papazlık yapabileceğini, rahiplerin gay lerden bile seçilebileceğini öğrendikten sonra hayranlığım arttı. Kilise gezilerimizde denk geldiğim dualarda "Dünyanın hayrı, dünyadaki tüm ezilmiş, güçsüz ve derdi olanlara derman..." gibi düşünceleri duyunca içim ısındı. Christmas zamanı onların kitaplarından avazım çıktığı kadar şarkılarına katıldım, tüylerim ürperdi, gözlerim doldu...

Ta ki  bu soruya kadar...Sanki bir fanusdan kafa aşağı yere çakılır gibi konuşmaları dinlemeye ve aralarda artık kendimi tutamayarak mudahale etmeye başladım.

Diyaloğun esas teması dindi. Genelde dinle ilgili konuşmaları sevmem. Birinci sebep kendime göre oturttuğum, bunun için de oldukça fazla kitap devirdiğim bir inanış sistemim var. İkincisi, dini konuların o kendini gereğinden fazla ciddiye alan, hayata gülümseyerek bakmayı solduran, değişime son derece kapalı, mantığını dayatan, korkutan kısmını hiç sevmem. Dinde mantığı anlatan "Bak şimdi canım, aslında onun altında yatan sebep..." cümlelerini de okudum beni tatmin etmedi, merak eden okur, düşünür, sorgular, araştırır kendine ait olan hayatında kendince bir sonuca varır. Salak veye tembel ya da her ikisi gibi olan da koyun gibi güdülür çünkü aslında ne merak etmiştir, ne merak edecek kafaya sahiptir ne de kıçını kaldırıp okumaya heveslidir. (Aslında bu yalnızca bir konu için değil hayatın kendisi için geçerli)

Birleşik Arap Emirlikleri, birçok insanın düşündüğünün aksine son derece renkli, farklı kültürlerin ve dinlerin bir araya geldikleri, bunun devlet tarafından desteklendiği (kendi yerel eğitimi ayrı ama kendi ülkesinde yaşayan yabancılara sağladığı imkanlar anlamında son derece anlayışlı) bir ortam.

Çocuklarımız yine başkalaştıran, ayıran, yukardakiler, aşağıdakiler mentalitesine oturtan insanların aksine herkesle mutlu. Ve bunun, yani farklılıkların ayrımında değil çünkü onlara göre herkes okuluna giden birer birey. Cinsiyetleri, renkleri, dinlerinin falan da bir önemi yok, anlaşabiliyor mu anlaşamıyor mu, yani kısaca kendi hayat felsefesine uyuyor mu uymuyor mu? nun derdindeler. Tabi ki bunların dışında kalan örneğin çok modayı takip eden, güzelliğine, görünüşüne dikkat eden tipler de var ama kimseyi görmedim ki "Senin dinin bunu gerektirir ya da rengin neden böyle?" diye düşünsün.

Dinler insanların topluca yaşama aşamasında, hukuğun kurulmasından önceki zamanda oluşturulmuş, o dönemin şartlarına uygun olarak belki kendince devrim niteliğinde ama günümüz koşullarına hitap etmeyen kurallar zinciridir. İnsanın hem toplum yaşantısını, hem de bireysel yaşantısını düzenler.

Dinlerin hiçbirinde "Başkasının ekmeğini elinden alın, çalın, öldürün, ayırın, sevmeyin." demez. Oturup da dünyanın her yerinde geçerliliği olan "İnsanları incitme, doğaya ve çevrene saygılı ol vb..." tarzı anlayışların toplum özelliklerine, kültürüne göre şekillenmiş halidir ancak günümüzde herkesi kucaklayan bir anlayışa ihtiyaç var. Farklılıklar, renkler olsun ama bunlar ayırımcı nitelikler olarak algılanmasın mümkünse. "Hayır efendim benim yaptığım doğru olan yol!"culuk diğerini dışarı iter.

Velhasıl, konuşmada gelinen nokta beni şaşırtırcasına ve derinden sinirlendirir kıvamda "Din olmadan ahlak olur mu?" ya geldi dayandı. Çocuklarım bunları hiç düşünmediği, benim de bunun tersi düşüncede olduğumdan üzerinde durmadığım bir soru olduğu için kızım paralize oldu soru karşısında. Böylesine ağır ve ayrımcı olan bir soruda ben atladım. Çocuklara bu tür derin felsefe sorularının sorulmasının da karşısındayım. Onların hayatları Bizans entrikaları, kuvvet savaşları, yan yatırıp tuş etme mantığı üzerine inşa edilmemeli çünkü çoğu çocuk işin doğasından çevreye, hayvanlara, diğer çocuklara karşı duyarlı ve nazik geliyorlar dünyaya, onları hainleştiren, ayrıştıran, o katıksız sevgiye nefreti katan işte bu sevgisiz insan tipidir. Yaşadığım suretçe çocuklarıma bu şekilde yaklaşan kim olursa şahin gibi karşılarına dikileceğim. Konumuza dönelim...

Din olmadan bal gibi ahlak olur! Her insana göre Allah ya da Tanrı kavramları nasıl farklı şeyler çağrıştırıyor ise dini olmayan bir insanın vicdanı da yok demek, günü geldiğinde kıç korkusundan öbür tarafa gidecek diye yapılan iyilikle, insanın kendi vicdanından, acıma duygusuyla yapılan iyiliği aynı kefeye koyar. Birisinde iyilik yapmak için Allah korkusu yok. Kendisi öyle hissettiği için, içinden geldiğinden yapıyor.

Bundan doğru ne olabilir ki?! Toplumsal açıdan bakacak olursak ve dini olarak düşünürsek korkusu olan insan makbul olandır ve aslında insan doğası gereği hep kötülük düşünüyordur. Onun kötülük yapmasını engelleyen ise Allah ve cehennemde yanma korkusudur. (İngilizce'de sevdiğim kelimeye karşılık gelen duygusu doğru olan tanımlama control freak)

Bana göre kusura bakılmasın ama bu düşünce tarzının iki yüzlülüğü çok ciddi boyutta. Eğer herşeyi gören, hisseden bir Allah kavramından bahsediyorsak burada zaten kötülüğü aklından geçirmek bile yapma eyleminin yarısı. Zannediliyor mu ki öyle bir durumun Allah katında yeri var?

İnsanları güdülemek için kullanılan korkutma argumanları benim kızımda da çalışmaz çünkü o yüreğiyle ve vicdanıyla kimseyi incitmez, incitemez ki zaten! Bunun hangi dinden ya da dinsiz olduğu ile ilgili hiçbir bağ yok.

Bugün Ali Nesin'in sayfasına gittiğimde gördüğüm tablo buydu, yazıyı da yazdıran, hatırlamamı sağlayan da o oldu.

Esas işin ilginç kısmı bu sorunun Türkiye'den olan benim ailem yerine İngiltere'den olan bir aileden gelmesi, sizce de öyle değil mi?

6 Nisan 2014 Pazar

Tebrikler Dördüzleriniz Oldu?!

Şimdi şöyle ki...Anlatayım...

Benim internette yazı yazma serüvenim bir internet dergisi ile başladı. 11 yıl önceydi diyebiliriz rahatlıkla.

Ne sıklıkla devam ediyor? Neredeyse sıksız çünkü her zaman özgürlüktür kazanan ve burası da hala ona müsait. Zar, kimse bilemez ne kadar süre? Katıksız olan herşey bozulmaya mahkum ama...

Neyse, konumuza dönelim.

O zamanlar hakikaten internet denilen ortamda yazı yazmanın hiçbir değeri yoktu milletin gözünde. Aile bireyleri tarafından "Ha? O nedir?" "Hı...Evet..." "Ama özel hayatın yazılması hoş mu ki?!" (Hiç hoşlanmadım be Evin Kedisi'nin söylediği şeyden, bizleri anlatıyor olabilir mi? Sahi, neyi karıştırıyor bu kadın yine?) gibi tepkiler verilirdi. Sayfalara reklam almak, yazdıklarından para kazanmak komik, anlamsız ve hatta birazcık Uzay Yolu Star Trek'msi kıvamda bir durumdu.

Blogger'lık serüvenim ise 2007'de başladı. Tamamıyla tesadüfen...İnternette bir şeyler okurken, araştırdığım bir kelimeden blogger diye bir şey geldi, hiç unutmuyorum Fatma'nın İngliltere'den Mektupları...Okudukça sardı, bir blog derken diğerine, öbürüne, hadi neden ben de yazmayayım? Zaten kafada kırk tilki, milletin yakasından paçasından tutup illa ben bunu okudum, bak şunu da öğrendim, ama öyle değil mi sence de?...hallerime de tam bir ilaç oldu.

Yıllar içinde bloggerlık yapanların bu durumu ciddi işlere çevirdiklerini de gördüm. Bazıları cidden sermayedarlar, köşe kapanlar tarafından önleri kapanmış cevher insanlardı, hak ediyorlardı ama bazıları işin suyunu çıkarıp günlük, oturup, aslında hiç ilgilenmedikleri ama bakıp da listelerinde çok fazla insan varsa "Ayyy ben geldim şekeriiiiim." şeklinde hırs yaparak bir yandan da senin onlara bir "tık" yapmalarını bekleyen, ondan sonra da yan sütundan "reklam nasıl alırım?" şeklinde olayı götürenlerdi.

Dibine kadar hırs yapmış elemanlar. Şu her yaptığı işi anormal bir ciddiyet, dünya yıkılmış da altında kalrmış bir surat ifadesi, inanılmaz bir ruhsuzluk ve yalnızca tanınmak, şan, şöhret, ün, en iyisi benim tamam mıııııı??! formatı.

Fakat işin acıklı yanı şu on yıllık kısa dönemde fark ettiğim an itibarıyla iç çekişmelermiş. Yani, en azından... Artık yavaş yavaş o durumlar bile kişisel ve hatta biraz da masumane kalmaya başladı. Çünkü artık  eskisi gibi sessiz sedasız okuyup, istediğim kişiye istediğim araçla link göndereyim durumları bile değişime girmiş durumda.

Örneğin, bana bu yazıyı yazdıran biraz önce Facebook'a girip ardından orjinal linke gitmek isteyip bir türlü gidememe durumu oldu.

Olay gittikçe şiddetini arttırıyor, yavaş yavaş hissettirmeden becerilme bunun adı. O kadar sinsice yaşatılıyor ki, offff diyorsun bununla mı uğraşacağım? Ve arkadaşına o linki illa Facebook bağlantısı olmadan (O'nda da Facebook yoksa açamaz değil mi?) yollayamıyorsun.

Kızımın Facebook bağlantısı yok ve gereksiz buluyorum, O da ilgilenmiyor zaten ama Facebook'dan paylaşılan çok güzel videoların ana kaynağına gidip oradan mail adresine yollamak istedim. Sen misin isteyen?! Hayatta da gidilemiyor!

Mesela, bir siteye gidip de bir tekst okuyacaksın ya da bir şey seyretmen gerekiyor, hemen bir reklam filmi beliriyor. Yanda bir yazı "2 sn içinde yönlendirileceksiniz." Ha, istiyor musun o reklamı seyretmek? Yoooo! Kesinlikle hayır ama asla tersi olamaz! Televizyonlardaki beşer, onar dakikalık aralar da gelecek sayın seyirciler. Çünkü bu akbabalar yok mu? Onlar için paranın olduğu, reyting'in tepe yaptığı neresi varsa hemen yapılacak, konulacak bir şeyler de vardır.

Bazı reklamlar ders anlatan bir öğretmenin sayfasında beliriveriyor "Arkadaş ister misin?!" ve kocaman arkasını, kalkık uyuz kaşlarıyla, yandan yandan bakan tuhaf görünüşlü bir kadın... Ne kanalını bulabiliyorsun, ne de silebiliyorsun!

Sayfa açıyorsun bir adam bir anda arka planda bir yerlerde konuşmaya başlıyor. Nasıl keseceksin sesi, nereden geliyor bir süre anlamak için kaç sayfayı araştırmak zorunda kalıyorsun. Bir bakıyorsun ki sayfalardan birine konmuş bir reklam filmi otomatik olarak açılıyor, kapatıyorsun susuyor ama o ana kadar ses kadranı açıksa kalp krizi geçirirsin.

Bir diğer beni deli eden, canımı sıkan durum da birbirinden bağımsız olarak yaptığımız her türlü işlem şimdi birbirine bağlandı. Eskiden istediğimiz kadar adres alırdık ama artık hayır. Adresler, başka bir adrese ve o da telefon numalarımıza...

Google şu anda ısrarla, biz pes edene kadar ve "geç" butonu olsa da (ki bu da zamanla kalkacaktır) şifreni unuttuğunda telefonna yollayayım diyor. Yani, her adres kaynağından artık BİR adres alabilirsin, birden fazla alman bu şekilde önlemiş oluyor.

Blogger olmak için google adresin olmalıydı eskiden, bu yeterliydi. Şimdi google dan adresi olan herkesin bir "Facebook" tarzı "Google artısı" var. Yani, sana isteyip istemediğin sorulmadan, adresini alır almaz sayfa atıyor. Bunu karıştırmazsan, bilgisayardan anlamazsan zaten bilmiyorsun.

Diyelim, Google'dan zamanında iki adres almışsın, olur a birisi özel bir isimde, diğeri ailen arkadaşların için. Onu da ötekine bağlayıveriyor. Haydaaaa, bu sefer özelinde paylaştığın fotoğraflar var diyelim, diğer isminle olan sayfanda görünemez mi? Olabilir. Bugün geriye gidip uzun zamandır es geçtiğim için kişisel google adresimdeki tüm fotoğrafları sildim. Aman dikkat!

Onunla da hızını kesmiyor, "Google artı"'ya "Hang out" ekliyor. Cep telefonunuzdan "Google Chrome" kullanıyorsunuz, "Google" ayarlarını oraya da taşıdığı için (sizden adres soruyor ki sayfayı bilgisayarınız gibi kullanın) bu sefer aaa! bir bakıyorsunuz cepten mesajlar, internet bağlantınız varsa internet bağlantısı olmayan arkadaşınıza bile ücretsiz "Hang Out" yoluyla yollanıyor. Hadi, oluyor muyum ben orada kendim yerine "Evin Kedisi"? de Karşıdaki diyor ki "Evin Kedisi" kim?

Daha bitmedi! "Google artıyı" da "You Tube"'a bağlıyor ve bir de You Tube sayfanız oluyor!

Bize de tek çocuk beklerken üçüz dördüz geldi gibi bir duygu kalıyor. Boğazımızda bir yumru. "Yahu neler olmuş biz yokken abi, hakkaten ne kaçırdık?!" diye etrafa bakınırken kalakalıyoruz.

Elimizde, bir "Google" adresi derken, "Google artımız", "Google talk" desktop alternatifimiz," Blogger", "You Tube" sayfamız...

İnternet ortamı yazmak için yazan, bol bol okuyan, birbirini yazdıklarıyla tanıyan, bunun altından illa ne kadar para kazanırım, Nasıl ünlü olurum diye bakmayan insanlarla dolu.

Burası gönüllülük üzerine kurulu. Kendimizden başka editörümüz, onaylama mekanizmamız, basılacak mı acaba yazım? korkumuz yok.

Al sana işte, yazdım ve şimdi "Yayınla" tuşuna basacağım ve Yallah!

Buraya da o yapışkan, illa satış yapayım hallerinizle gelmeyin ya gözünüzü sevdiğimin!

4 Nisan 2014 Cuma

Egoma Bastım Yüz!

İnternet insan davranışının çok ciddi ortalıklara serildiği bir ortam.

Bir kere müthiş ego yapmış bir sürü kişiyle tanışmak mümkün.

Herkes kendini belli ölçülerde ciddiye almalıdır tabi ki, varlığının önemi ve duruşuna yansıyan bir durum bu ama "Doğruyu bir tek ben bilirim senin dediğin külliyen yanlış, şöyle ki..." diye başlayan yorumlar acayip kanımı oynatıyor.

Hayatlarımızı kendi doğrularımızla yaşıyoruz arkadaşlar. Çocuk yapıp çoğalınca da onları kendi küçüklerimize geçiriyoruz. Valla ben bu konuda çok seviniyorum, işden güçten de ayrılmışım çok uzun zamandır ama üzerimdeki bu görevi değerlendirirken bir neşe, bir keramet! Öyleyim yani, yapacak bir şey yok.

Şimdiye kadar bin çeşit insanla tanıştım ve ilginç bir şekilde onlara ters gelen bir duruş varsa şöyle cümlelerle karşılaştım. "Şimdi sen bu konuyu araştırmamışsın, aslında araştırsan bla bla bla..." Ya kardeşim senin karşında duran bir fikre sahipsem, nereden hemen araştırıp soruşturmadığımı çıkardın ki o konuyu?

Oysaki, tersine acayip kafa takıcı bir tipimdir, başlıklara takılırım, meraklıyımdır, içimde bir "Nasıl oluyor da oluyor?" Zihni Sinir Projesi saklıdır. Öyle ne din öğretisine ha ha diye yaklaşırım, ne her okuduğuma inanırım. Acayip, içgüdüsel bir dürtülme hallerim vardır mesela. Eğer okuduklarımdan tatmin olmuyorsam, görüklerimden de altından hep bir şey çıkar. Artık altıncı his mi dersin ne dersen de.

Genelde iddiacı kişiliğimi lise dönemi münazaralarda terk ettiğimi düşündüğümde bile bu tiplerle karşılaştığımda bir kaşınmadır geliyor.

Hayır, işin ilginç gelen kısmı karşımdaki çok etkilenerek anlattığı bir olayı ben "Ya nasıl da bu kazmalığa inanmışsın?" diye bölesim oluyor ama kendimi tutuyorum tabi. Nazikçe dinliyorum (-ler gibi yapıyorum.) Artık hem yaş, hem konum daha nazik görünmemi gerektiriyor. Kültürel değişikliklerle de yoğuruldum azıcık. O Türkiye'de köşeden atlayıp saçını başını yolacak modu geride bırakalı çok yıllar oldu.

Öfkesini de, üzüntüsünü de, inancını da sessizce yaşayan insanı seviyorum artık. "Ay bir kalkıp namazımı kılayım." "Bugün de bütün namazlarım kaldı." falan gibi "Bakın ben ne kadar inançlı bir insanım." ın dolaylı anlatımlarını, ölümlerle gelen durumlarda saç baş yolarak tepki vermeyi, öfkesini dizginlemeden atar damarından akan kanın göründüğü, sinirlenince elin ayağın titrendiği senaryolardan ve o senaryolara eşlik edenlerden kaçasım var.

Türkiye'de değilim ama hani ülkenin her dakika değişen ve lağımı andıran politik arenasını, onları alkışlayan he he he diyen, okumayan, yontulmamış, pijama terlik televizyon hallerini tiksintiyle izlemekteyim.

Bunun "Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin." tarzı, halka inmeyen, herkesi eşit şartlarda kucaklamayan bir bakış açısı olduğunu da biliyorum. Ama hislerim bu yöndeyse o zaman aslında hepimizin o geldiği ezberci, dandik, baskıcı, düz renkli, siyah çoraplı, iki örgülü eğitim sisteminden okuyan, sorgulayan, düşünen ve körü körüne inanmayan insanların çıkmasının da beyin denilen organla bir bağlantısı olduğunu düşünüyorum.

Nereden nereye geldim yine. Evet, her insan pek bir kendini önemseme, ben biliyorum, ben hastayım, benim zamanım yok, benim ülkemde çok büyük haksızlık var...ve benzeri cümlelerini kurarken bir bakıyorsun ben, ben, bennnnnnn, benimmmm derken gitmiş tahtalı köye.

Hep "Ben" diyen şahıs, sen falan yok arkadaşım! Herkes dünyasını kendi çerçevesinden görüyor. Ne senin dinin doğru din, ne hayat felsefen başkasına uyar, ne tuttuğun politik parti beni bir dakika bağlar, ne öfkeni takarım, ne de ettiğin küfürleri, ne de şöyle ki...diye başlayan cümlelerini.

Bu dünyada O'nunla bununla car car atışacağına, bütün enerjini bokunla kavga ederek harcayacağına zamanını unuttuğun yanıbaşındaki çocuğuna ayırsan inan daha erdemli bir iş yapmış olursun.

Mesela, çevre mi diyorsun? Önce alacaksın eline kendi çantalarını, alışverişe o şekilde çıkacaksın. Öyle tuvalete gidip içini boşaltır gibi ihtiyacın olmadan onun üzerine onu, diğerinin ötekini eklemeyeceksin. Yani bir yandan çok dinime bağlıyım ama öte yandan tüketimin de dibine vururum. Çocuğuna "Sigara içme sağlığa zararlı." diyeceğine sen bırakacaksın önce. Kitap okumak da faydalı değil mi güzel kardeşim? Ama elinde bir tane bile kitap yok, o ne iş?! Vatan elden gidiyor derken ellerin titriyorsa, vicdani red hakkını kullanan bir insanın hapis fotoğrafını gördüğünde hiç hoşuna gitmiyorsa o zaman kendi çocuğunu en önde yollayacaksın askere. Öyle olmuyor zamanı geldiğinde "Ben bu çocuğu ne kadar zorluklarla yetiştirdim kıyamam" demek, e sen değil miydin bir beş altı yıl önce ağzından köpükler çıkartarak beni vatan hainliği ile suçlayan?!...Yani mesela dedik canım :)

Bir hareket bin tane lafa söze kavgaya değer.

Hah! şimdi al eline bir kitap, başla okumaya bak ne kavga edecek vaktin kalır, ne enerjin.

Sakinliğin ve bilgeliğin tadını çıkart.  

Hey Dünyalı!

Bugün ve hatta biraz önce keşfedip de çok sevindiğim bir dergiyi paylaşmak istedim. İsmi "Dünyalı Dergi" Hep dediğim şeydi işte bu! Dünyalı olmak, evrensel değerleri verebilmek, bilgi yüklemek, bayıldım!