26 Şubat 2009 Perşembe

Beşinci Vites'de Yaşananlar

Arap Emirlikleri'nden verilen internet bağlantısı ile beraber gelen mail adresimin şifresi bir şekilde başka bir müşteriye verilmiş ve benimki de bu yolla iptal edilmiş. Buralarda, nasıl Pazar günü hiçbir şey yapılamaz ise Cuma öyle olduğundan ancak yarın bu işin peşi sıra koşturulup, yüzyüze ve hemen! halledilmeye özen gösterilecek. Dolayısıyla üç gündür genel emailime gelenleri göremiyorum :(

Çarşamba günü saat tam onda temizlikçiler geldi. İki kişiden birisi daha önceden gelenlerdendi. Başlarında durup da antipatiklik yapmamak adına, bir tek halıların daha fazla olduğu alt kattan başlayın diyip kendi işime döndüm. Çalışma odasından başladılar. Bizim bilgisayarlar, kitapların bir kısmı, ütü masası olan oda. Mutfağın hemen yanı...

İşleri bitip de kapıyı kapattıklarında kontrol amaçlı girdim, onlar da ellerinde kendi getirdikleri ve ilk defa benim evimde kullanıldığı belli olan toz bezleri ile kuru bir şekilde mutfağa geçmişlerdi. Salı günü de benim Allah'tan enerjim olduğu için mutfak tezgahı, bulaşık makinasının üstü, toz toprak kaplayan ıvır zıvır ne varsa, fayansların uzanabileceğim ufak defek leke olmuş bölümlerini elden geçirmiştim ama mutfak dolaplarımın, fırının arkasında kalan fayansların tepeye kadar olan bölümü, beyaza boyanmış ahşap mutfak balkonuna bakan kısmı falan temizlemeleri gerekiyordu. Hah! bir de kapılar ve beyaz duvarlar, kenarında siyaha çalan buranın o ünlü tozu!

Birincisi ikisi de zamanla yarışıyor, şöyle bir bakıyor ve gözlerine ancak görünenleri temizliyor. İkincisi aynı Türkiye'deki durum, nasıl verirsin ütü yap dersin başı boş bırakırsın bir gelirsin ütün kırılmış ya da aynı şekilde bir elektirik süpürgen vardır, hoyratça çekilip edilmekten ve bilinçsizlikten çalışmaz hale gelir, öyle...Yani, bu durumlar yalnızca burada yaşanan şeyler değil.İnsanları da kınamamak lazım çünkü onlar kendi hayatlarında ne bu şekilde bir temizlik anlayışına sahip, ne de evlerinde böyle aletler kullanıyorlar. Malı almaktan ziyade uzun vadede kullanmak ve bakımını düzgün yapmak kesin bilinç gerektiriyor. Genelde bizim yokluklardan gelenler de çok hoyrattır mal kullanımında. Benim evime yapabileceğim zamanlarda temizlikçi almamamamın bir diğer sebebi de budur. Malım çok kıymetlidir :)

Çalışma odasının tozları alınmış ama nasıl, bir kere hiçbir şey yerinden oynatılmamış, kitapların bir karış önü toz, gerisi temizlenmiş, eşimin bilgisayarının olduğu ağır masa öne çekilip de silinmediği için arka duvar eşiği yine toz yığını olarak kalmış, masa bacakları da aynen...

Hemen elime toz bezini aldım, yanlarına gidip bundan sonraki kısmı nasıl yapmaları gerektiğini, nerelere bakılmasını istediğimi anlattım ve çamaşır sulu ıslak bir bez hazırlayıp ellerine verdim. Dolapları, kapıları ve duvarlarda leke gördükleri yerleri falan onunla silmelerini söyledim.

İngilizca anlatmak vücut diline dayalı, yarım yamalak. Mesela her geldiklerinde merdiveni almalarını söylüyorum, merdivenin ismi Hintçe...Olsun hareketinden anlıyorum ama detay anlatırken dolapları ve kapıları ıslak bezle silinden sonrası yine kafa göz yarmaca çünkü bir bakıyorsun onunla silmemesi gereken bir yeri de silmeye başlamış, mutfak masası gibi...Haydaaa!

Fırını çektirttim, sonradan :( çünkü pek tabi ki gözden kaçırılmıştı, merdiveni koydurtup arka fayansları yukarıya uzanarak silmesini sağladım, salona geçtiler ama toz alırken bir baktım yine masa örtüsü yerinde duruyor ve çevresinden, hadi onları kaldırıp gösterdim, diğerlerini de bu sefer kırarlar diye ben kaldırdım onlar sildiler.

Yukarı kata çıktıklarında yine toz alınmamış kısımları ben tamamladım, yatak altları alınmamış bu sefer. Eğilemediğim için çağırıp yeniden yatak altlarını almalarını söyledim aşağı indim. Bu sefer de makinaya vurmuş ama silmemiş mesela...İki kapı alınmış diğerleri unutulmuş, eşyaları alıp toz alın dedim diye kitaplar ( kızımın odası ) herbiri ayrı bir şekilde konulmuş falan filan...

Onlar gittiğinde saat birdi, saat onikide bitirip alt katın camlarını gösterdiğim bahçe hortumu ile suya tuttular, buralarda yaşayan bilir, cam önlerinde genelde çok büyük kirişler var ve kumdan, nemden onlar yapışık bir kumla kaplanır. Onları nasıl temizlemeleri gerektiğini suyu nasıl tutmaları lazım olduğunu gösterdim, girişler de bitirildi ve acaba Tomek Chloe'yi bana getirir mi düşüncesiyle tam O'nu arıyordum kiiii, Catherine'den mesaj gelmiş duymamışım " Eva'yı da alabilmen mümkün mü?" diye.

Allahhhhhh! Benim nasıl canım dişimde, saat biri biraz geçe çıkmam lazım ve adamlar varken öyle duş muş almak mümkün değil, leş bir haldeydim ama o şekilde mecbur kalarak dışarı...Kızları ben aldım, yolda bırakıp eve geldik ki saat bu sefer 2:35 gibi. Üçte tekrar çıkılıp 3:30 daki veli toplantısına yetişilecek.

Kızımı babasının yanına bırakarak ( o saatte dersi yoktu Allah'tan ve babasının iş mekanını çok seviyor ) toplantıya...Tam zamanında oradaydım. Aynı anda buraya geldiğimizde görüşmeye başladığımız ama sonradan beni deli eden kadınla, deli etmeyen kocası arabalarından indiler ve onlarla karşılaşmamak adına beşinci vitese taktım. Yallah! Ve nasıl bir tutukluk!

Herşey bitip de eve döndüğümde saat dördü biraz geçiyordu ama bir güne bir iş felsefesi çoğunlukla yürümüyor, onu görüyorum. Aynı güne temizlik, veli toplantısı, çocukların okuldan alınması ve bırakılması girince bugün bir mide bulantısı ve kusma atağı ile karşılaştım yine, uzun zaman sonra.

Sanırım çok hareket ettiğimde ( bir şey kaldırmıyorum yalnız ) zaten yetersiz oksijen giden beyin ve hormonlar birbirine karışıyor. Normal zamanda bile bebeğin içinde bulundupu sıvı akciğerlere baskı yaptığı için nefes almak hep yarım yamalak ve daha sık. Bu gelip giden bunalımın ve hatta kusma refleksinin bedenin bir tepkisi olarak görüyorum. Şimdilerde bizimki nefes alma teknikleri ile ilgili bir kitap okuyor ve hep öyledir ya, sağlıklı nefes almak bütün metabolizmanın dengesini sağlayan yegane şeylerden biridir. Bu durumda dediğim gibi bu iniş çıkışların kendimce sebebi çok belli.

Şu halimin süslü püslü fotoğraflarını çekmek istesem de hep kalıyor. Genelde giyinip çıktığım dönemler hafta ortası olduğu için evde fotoğraf çekecek kimse olmuyor. Makinayı uzaktan kurmak mümkün ama sanırım ben tembelim bu konuda. Okuldaki öğretmenlerden, velilerden hep güzel şeyler duyuyorum, bu da ne olursa olsun bana bir ışık oluyor.

Bugün ise dolapta bekleyen fasulyeleri, zeytinyağlıya çevirdim, buzluktan çıkartmış olduğum tavuğu soya sosu ve sebzelerle wok'da pişirdim, yanına bir pilav yaptım bir de akşama doğru çay için iki renkli kek... Mutfağın günlük süpürgesi ve yer silinmesi işini bitirdim bir de. Arkadaşımdan aldığım kek tarifine kakao uygulayarak gayet güzel bir sonuç elde ettim. O da bu kek tarifini değiştirerek kullanıyormuş zaten. Hah! Bütün bunları yaparken de bir koşu gidip kustum geldim :))) Koca karınla da insanın ödü patlıyor yahu!

Kocam, çalışma odasının ince tüllerini çıkartıp, yıkayıp taktı, arabaları yıkadı, bahçedeki budanacakları halletti, artık bundan sonra her an doğabilecek iki numara için Chloe'den kalan araba koltuğu, ana kucağı ve onun takımı olan bebek arabasını dışarda bir güzel yıkayıp kuruttu. Hepsi sekiz sene geride kalmasına rağmen en iyi şekilde korumuşlar kendilerini. Ana kucağından Antalya'nın kumları çıkmış azıcık...Ne tuhaf! Temizlenmiş bir şekilde gelince herşey içeri bayağı bir duygulandık karı koca.

Yarın toptan alışveriş, bankalara ve benim e mail problemine gidiş...

Latife Hanım'ı okuyorum. N. sağolsun, diyorum ya bir sürü kitap alışverişi yaptığım ilk insan oldu gerçekten. Yok verirsin geri gelmez, yok ilgi gösterilmez...Ama bu öyle değil, resmen birbirimizin kitaplığını deviriyoruz ki harika geliyor bana bu iş! Şimdiye kadar okuduğum Atatürk portresi ile örtüşen bir anlatımı var kitabın. Cuma namazına karı koca duran bir çift...Bütün alışılmışlara kafa kaldıran yapılar. Çok zevk alıyorum, ne diyim. Din anlamında Atatürk'te kendi ruhumu görüyorum ve Latife'de tabi ki. Şimdiye kadar tanımadığımız, bizlere anlatılmayan bir kadın portresi...

Yine klasik Türk eğitim sisteminde değer verilmemiş, geçiştirilmiş ama olmazsa olmaz bir detay...Zaten her zaman diyorum şu an devşirilmiş, okutulan nice şeyi eğer Mustafa Kemal görebilseydi küplere binerdi eminim. Erozyona uğratılmış Atatürk değerleri, yine din galip maalesef...

24 Şubat 2009 Salı

Nasıl da Kodum Ama?!

Yok yok, bu temizlik yapılacağı günler bir terslik oluyor ama anlayamıyorum. Şimdi de bilgisayar hazretleri hayatta yapmadığı bir şekilde benim Emirates adresimin parolasını sorgulamaya başladı. Acaba nerede? Nereye not edildi? Neyse, bulurum...

İki gün önce bizimkileri altı buçukta yolcu edip de yatağa döndüğümde uyuyamadım sinirden. Hani insanın kafası halledilemeyen problemler olduğunda nasıl çalışır, zehir gibi olur, aynen öyle!

Buna, bir önceki gün 24 yaşında üç kitabı yayınlandı haberiyle bir kızın röportajını okumam etkili oldu sanırım. Birinci kitabında yayınevinden yediği kazıktan sonra yayınlama işini kendi üzerine aldığını, yanılmıyorsam üçüncü kitabının şu an çevirisini yaptırttığını ve yakın bir zamanda son üretiminin de Amerika'da yayınlanacağını...

Buraya geldiğimden beridir gözlemlediğim en önemli olaylardan biri, Avrupalı insanın anı, yaşanan, biyografi ve gezi gibi konulara son derece önem verdiği. Özellikle Dubai İngilizce kitap cenneti çünkü. Kitap sektöründe de aynı kızımın okulunda yaşananlar hakim. Eğer birey tanınmamasına rağmen iyi bir üretimde bulunmuşsa ya da başından gerçekten de kayda değer bir şey geçmişse o kitaba inanılmaz bir ilgi oluyor.

Yani, kısacası insanlar okuyor, soruyor, ilgileniyor ve sana birey olarak değer veriyor. Maalesef bizim memleketteki gibi " Bok at izi kalsın!" " Aman, ben onun yaptığımı kıçımla yaparım." gibi küçümseme, kompleks mantığı yok. Böyle ortamlardan yetişen çocuklar da kendilerine birey olarak değer verildiği ve tek oldukları hissettirildiği için kimseyle sidik yarışına girme hissi taşımıyor. Herkes kendine özgü ve bu fark edilir kılınmış.

24 yaşındaki yazarımız amacının para kazanmak olmadığını, bu işe yalnızca gönül verdiğini anlatıyor röportajda. Doğru, yazı yazmak gönülsüz yapılmaz, zaten gönül olmadan yazı yazılmaz, ittir düttür ortaya hiçbir şey çıkarılmaz. En azından, ben hayatımda kitap yazayım da paraya para diyeyim diyen bir zihniyet görmedim hiç.

Ancak şöyle de bir durum var ki parasız olarak da yapılamayan bir iş bu yazdığını bastırma meselesi falan. Bunu da dikkate almak lazım. Yani, aynı Elif Şafak'ın kendi kitabında belirttiği gibi Virginia Woolf nasıl demiş, hem kendine ayıracak bir mekanın ve ayrıca para kazanmakdı, yok işe gidip gelmekdi falan filan diye dertlerin olmayacak...Kısacası hayat sürdürmek için dışarda savaş vermeyeceksin bir anlamda. Kapını kapatıp odana girecek ve belki saatlerce yazı yazarken rahatsız edilmeyeceksin. Çoluğun çocuğun, eşin, evin de hak getire... Bu iş için evlenmemeyi seçmiş yazarlardan da bahsetmiş dünya edebiyatından Elif Şafak.

Benim zaten romancı olma durumum ya da şansım yok. Kurgulama yeteneğim sıfır. Ancak ortada bir kitap var. Otuza yakın, internette yayınlanmış yazım, bir hayat görüşüm, yazmadan ortadan çatlayan bir yapım...Sürekli yazarım ben.

Bu ortamda yeni çıkan ve çok tutulan kitapları gördükçe, yazdığım kitabın kayınvalidem, yine buradaki tanıdığım insanlar tarafından " Keşke İngilizce olsa da okusak şunu!" denildiğinden olsa gerek bu kitabın İngilizceye çevrilmesi işi kafamı çok kurcalıyordu ne zamandır. Ancak kitap basılalı bir yıl olmuş da geçmiş bile. Türkiye'de değilim ve bizde işler hep birilerinin boğazına basarak yürür ya...

Kitap basılacak, elimde kotratım...Ne demiş bu ikili anlaşmada, kitabın % şu kadar hakkı, basım yapılan ayın sonu yazara teslim edilecek. Hadi, onu geçtik bir anda alınmaz, zaten yayınevleri hep bunun üzerine yatar falandı feşmekandı...Ama Türk insanının bu " Gelirse bizi asker kurtarır" daki gibi bir boyun eğme, çarpıklığa neredeyse davetiye çıkartma ve kabullenme durumu beni deli ediyor.

Aylarca ses çıkartmadım, kitap basıldı dağıtıldı, reklamı verilecek şuraya buraya denildi, sonuç hayali pazarlama ile kaldı. Ben MSN'de nöbet tutacağım ki, işim gücüm yok, yayınevi sahibi ve bir de üstüne üstlük yazar (!) olan kişilikle oradan informal bir şekilde chat usülü yazışacağım!!!!

Üstüme iyilik sağlık dedim. Önceleri bir ara, " Yahu alacağım para zaten nedir ki kitap basılmış işte!" şeklinde kendimi avuttum ama sonra bu 24 yaşındaki kızımızın kendi paralarıyla üçüncü kitabını bastırması, ardından yine kendi imkanlarıyla çevirttirip yurt dışına pazarlaması, derken insanlardan hep olumlu görüşler alması...Yahu, bu işleri yapabilmek için en az herhalde bir 10.000 YTL gözden çıkartılmıştır, en az!!! Eeee, peki o para nereden gelecek? Ama mantık şu, madem işini başkasına halledip bastırıyorsun, o zaman susacak kaderine katlanacaksın. Kazıklanacaksın. Olur mu öyle şey?!!! O zaman niye anlaşma yapılıyor? Akit ne anlama geliyor bu kazma Türkiye pazarı için?!!!

Şimdi işin ticari tarafına bakalım; Kitap ikibin basılmış, en az 20 internet kitapçısına dağıtılmış, diğer D&R, N&T ler cabası...Güya ilk başta Migros'lara gönderilecekti, bu da havada kaldı. Normalde 7 liralık bir kitap, ve gelen net geliri düşünelim, sonra bu kitabın yazarına yapılması gereken miktara bakalım, devede kulak!!!! Burada yazar olarak ben kendi evet dediğim anlaşmadaki hakkıma itiraz etmiyorum, verilmesi gereken ve akitte duranın hala verilmemesine köpürüyorum.

Eşim diyor ki " Evin kedisi şimdi sinirlenme zamanı değil, hak hukuk peşinde koşma böyle, sinir hastası olursun!" Haklı, hele ki Türkiye ortamında çooook haklı. Neden denilecek? Çünkü Türkiye'de maalesef sermaye sahibi olan okumuş, eğitimli, otokontrolü gelişmiş insan nadir. Yok denecek kadar az. Herkes kanunların ne kadar yavaş işlediğinin, hatta işlemediğinin, kimsenin haklı da olsa parası olmadığı için hakkının peşinde koşamayacağının farkında. Bir ülkenin adalet sistemi çöktüğü an işler insanların ahlakına bırakıldı mı bunlar yaşanır işte!

Sabah yatağımda hep bununla bağlantılı yaşanan bir sürü olay geldi aklıma. Eşim yabancı ve tam anlamıyla bir beyefendi olduğu için Türk magandasının O'nu nasıl enayi yerine koyduğunu, he heeeee! Nasıl da kodum ben bunlara mantığının eve gelen işçisinden, buraya geleceğimiz nakliyatçısına, benim part time çalıştığım işyerinden, yabancı işlerinde yapılan kazmalıklara, benim her saniye dişlerimin nasıl uzayıp da ona buna artık yeter diye saldırmama, bir ufacık iş için saatlerce telefon başında kalmaya, oradan oraya aktarılıp hiç bir sonuca varmamaya kadar...

Kalktığım gibi yayınevine bir mail döşedim. Hiçççç! Öyle eskisi gibi hakkım olanın verilmesi ( maaştı, şuydu buydu ) konusunda utangaçlık yapmıyorum. Niye yapayım ki? o benim alınterimin karşılığı, vermeyen utanacak! Yanıt? Hala kapı duvar!!!!!

Şimdi memleketim durumlarını hatırlatayım, devlette yapılan öğretmenliği bunun dışında tutuyorum, iş ilanını görür başvurursunuz. Herşeyiniz tahminler üzerine kuruludur. Görüşme tamamlanır, karşınızdaki size " İşe alındınız!" der. Ne çalışma saatleri, ne hiyerarşik düzendeki yeriniz ve ne de en önemli iş seçme kriteriniz olan maaşınız söylenmiştir. İş veren kazma hazretleri illa bunun sizin tarafınızdan ıkına sıkına sorulması aşamasını bekler, belki e beklemez işe almıştır size büyük bir iyilik yapılmıştır ya gerisi boştur zaten, daha ne istenir?! Veya gerçekten de o noktaya gelineceğini tahmin ediyordur ve bu durumdan psikolojik olarak " Bak, ben ne güçlü adamım, sana para veren benim!" masturbasyonunu yaparak faydalanır. E o zamana kadar kimbilir kaç kişi tarafından itilen, kakılan, kazıklanan yaratık bu yolla kendini tatmin etmektedir, ne yapsın ki?! Davranış gözlenerek, yaşayarak öğrenilir, eğer çevrenizde maganda bir kültür varsa siz ne insana ne hayvana, ne doğaya sempati duymayı bilmeyen, bu konuda en ufak bir fikri bile olmayan şeklinde ytişeceksinizdir.

Şimdiye kadar kendi iş başvurularımda gözlemlediğim bu tuhaflığı eşimin hayatında hiç görmedim mesela. İşin belli bir kriteri vardır, bu başvurana göre değiştirilmez. İş tanımında gerekli olanlar belirlendikten sonra alınacak maaş, tatil günleri, çalışma saatleri, yapılacak işin niteliği, elde edilecek sigorta imkanları ve diğer imkanlar ( varsa tabi ) açık açık gazetede belirtilmiştir. İşe başvuran iki saat belki günler süren lagalugaların ardından, alternatifsizliğe terkedilmiş şekilde verilecek minimum maaşa ve imkanlara talim ettirilme mantığında değildir. Ohhh bunu da ne güzel kazıkladık, en iyi elemanı, en az giderle kendimize köle ettik mantığı işlemez. İşte, yine insana insan olarak değer veren mantıkla diğeri arasındaki fark.

Bakın Türkiye'ye, işsizlik, cahillik her zaman çalışanı köşeye kıstırma mantığı ile işler. Nasıl koyduk heheeee!!! sloganımız neredeyse. Banka ayağıyla sigorta işiyle uğraştığımda bir sürü İstanbul firması ile tanıştım. Ve aklım yerinden oynamıştı hiç unutmuyorum. Okuyup adam olanın parası yoktu ve bu adamların ayağına gidip iki kelimeyi biraraya getiremeyen acizden para dilenmek ( iş yapmak ) zorunda kalıyordu. Hani ayaklar baş, başlar ayaktı kısacası.

Part time çalıştığım ana okuluna girerken okulun kukla müdüriyesi bana " Ahmet bey zamanında maaş vermez, sorana da çok kızar!" demişti. Bana ne ki kızarsa kızsın! Sanki ben çalışmadan borç para mı istiyorum? Benim ödemelerim yok mu? Neden hakkını arayan bir utanç içinde de onu bunu soyan, sigortasız, iki kuruşa çalıştırandan, vergi kaçırandan hesap sorulmuyor bu memlekette? Ha bir de içime işleyip de kendimi hiç affetmediğim tavır; " Çocuğunuz hasta da olsa usta da olsa işinize devam etmek durumundasınız, tamam mı? Baştan konuşalım da..." Ve evet demek zorunda hissetmek, işe başlayacaksam tabi ki bu şartları da kabul ediyorum demek zorunda bırakılmak...

Aslında bu psikolojilerin nedeni gayet basit. Taaa devletin başından itibaren işleyen kokuşmuş, görgüsüz, kuralsız bir sistem bu. Politikacılara bak, halka hitap eden, onlarla aynı dili konuşanı gör anla, gerisi fasarya bana göre. Böyle bir sistemsizlik içinde kendine hakkettiğin yeri aramak, hakkını sormak ya dayakla sonuçlanır ya da daha ilersi politik anlamda hayatına kast edilir, daha ötesini gören varsa söylesin.

19 Şubat 2009 Perşembe

Benim İçin Hamilelik Neden Zor?

Aynaya baktığımda hiçbir şeyin bana ait olmadığını gördüğüm için. Bacaklar benim değil, kalça, göğüsler, kollar ve boy... Pufurdamış surat da başkasının...

Yapacağım işi başkasına yap diyemediğim için, zaten desem o insan iki dakika benimle kalamayacağı için. Sürekli bir şeyleri topladığım ve yerlere bakıp temizlediğimden.

Hamileliği tembellik kılıfı olarak uyduramadığım için.

Big Mama olmanın zevkini değil, tersine herşeyime engel teşgil ettiğini düşündüğümden sevmediğim için.

Konuşurken bile fenalık geldiği, nefes nefese kaldığım için.

Sümüklü, balgamlı bir burun ekstradan hep olduğu için.

Aman bebek oynamadı, çok oynadı, akıntı geldi mi, geldiyse bu ne anlama geliyor gibimsi durmadan dırdır edilecek, dırdır edilmese bile insanın içini bulandıracak bin tane soru oluştuğu için.

Yatakta sağdan sola dönemediğim, azıcık bir işten sonra kalçam tutulduğu için.

Her sabaha karşı hernedense uyanıldığı ve uyuyana kadar bol zaman geçtiği için.

Kendimi seksi anlamda sıfırın altı sıfır gördüğüm ve bu yüzden hiçbir istek hissetmediğimden.

Hamile kıyafetlerini sevmediğim için.

Hayatımda ilk defa kaburgalarımın bir yere batarmışcasına beni rahatsız etmesinden.

Herşey olduğundan bin kat büyüdüğü için ortaya çıkan ve başıma hiç gelmemiş pişik sorunu!

Gerçek dostun ve destekçi insanların kim olduğunu anladığım için.

Sol bacaktaki 70 yaş görünümündeki varis ve hamilelikten dolayı oluşan örümcek ağı şeysi.

Saçlarıma boya yapamadığım için ortaya çıkan bakımsız hal.

Kesinlikle delirmiş selülit görünümlü bacaklar...

Vücudun hiçbir yerine ulaşamamak, kendi basit bakımını bile yaparken oflayıp puflamak.

18 Şubat 2009 Çarşamba

Eşşoğlueşşek Şansı Okkalısından!

Valla yuh diyorum başka bir şey demiyorum. Hayatımda ilk defa evime temizlik şirketinden insanlar gelmiş, üst kattan başlanmış, iki kişi pencereler, toz, yerler girişmişken ve ben zevkten dört köşe olmuşken, elektrikler gitti!!!!

Geleli dördüncü yıla girmişiz, hayatta elektriklerimiz gitmemişti. Ben böyle şansın içine edeyim, daha ne diyeyim?!!!


İlk önce alt katta bilgisayara bakınırken internet bağlantısı sırra kadem bastı, haydaaaa! dedim kendi kendime, ardından eyvah internet vericisine bir şey olmuş diye düşündüm, sonra baktım hiçbir ışık mışık yanmıyor, eyvah bir şey sigortayı mı attırdı diyip yukarı çıktım. Adamcağızlar o aralık elektrik süpürgesini de çalıştırmıyorlar ya farkında değiller. Onlara söyledim ve sigortaya bakmaya aşağı indik tekrardan.


Komşumu aradım, O’nda da yok!!! Burada elektrikler kesilmeden önce, tamir falan varsa zaten önceden haber verirlermiş kapıya gelip, e öyle de bir şey olmadı. Anlamadık gitti. Kazmanın biri acaba bir şeyleri kazacam derken kabloları falan mı hasara uğrattı? İşin boktan tarafı herşey elektrikle çalışıyor telefondan, bilgisayara kadar. Öfff yaaa!


Sabah ev hazırlığı yaptım. Tuvaletlerdeki çöplerin yardımcı tarafından atılmasına hep sinir olmuşumdur. Bana özele giriliyormuş hissi veriyor o iş. Bütün çöpleri boşalttım, temizlik yapılacak ya herşey toptan güzel olsun diye yataklarımızı değiştirdim, kolye boncuk edevat olanları dolabın içine yerleştirdim, ortalıkta dağınıklık yapan herşeyi kaldırdım, dün geceden de salondaki masa örtülerini falan yıkamaya ayırmıştım. Banyodaki halıları, Laila’nın yattığı pufun kabını değiştirip kirlilere koydum. Üç saatte bakalım evin ne kadarını bitirebilecekler? Camlar ve balkonlar işin içine girince pek de parlak durmuyor bu üç saat.


Alt katın sifonunun değişmesi lazım, ısrarla gelenler tamir edip gidiyor ve bir süre sonra çekilen yerden yerleri ve halıları su basıyor. Burada aylık olarak ev sahipleri aidat veriyorlar ve o aidatın içinde tamir, değişim masrafları da karşılanıyor. Yani, hani yazmıştım, ilk geldiğimde adamın biri geldi de benim mutfaktaki fanı değiştirdi, ben “ İstememiştim ki böyle bir şey!” diye tutturdum, adam İngilizce anlamaz, sonra onu yenileyip “ Free, free, no problem!” diyerek arkasından ampule ihtiyacım olup olmadığını sordu da birkaç tanesini bırakıp gitti ya. Bu, o sistem işte.


Alt kapı giriş böcekler tarafındn resmen yenildi, mutfak kapısının değişmesi lazım. Aynı şekilde salondaki kapının çevresi de hasar görmüş durumda...Ama bunlar sanırım pahalı işler olduğu için bir türlü yapamadılar gitti.

Bu sisteme göre ev sahipleri evlerinin değerinin düşmemesi adına demirbaşlara bakım yaptırıyorlar. Daha doğrusu eğer bir sitenin içinde yaşanıyorsa ve o site de bu şekilde bir firma ile çalışıyorsa amaç bu yönde.

Evlerde su ısıtıcısı var mesela, akmaya başladığında gelip bir bakıyorsun yenisi ile değiştiriyorlar. Klimalar merkezi sistem olduğu için yine aynı firmanın çalıştığı klimacıları çağırıyorsun düzenli olarak söküp temizliğinin yapılması gerekiyor. Kısa ve öz, hayattaki herşey düzenli bir ilgi ve bakım istiyor. “ Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ.” tam doğru cuk oturmuş bir söz.


Her sabaha karşı dört veya üç civarlarında uyanıp, biraz su içip, gerekirse tuvalete gidip biraz kıvrandıktan sonra uyuyabiliyorum, derken saat altı oluyor ve hayat başlıyor. Sağa dönmek ve sırt üstü yatmak yanlış pozisyonlarmış. Bebeğe giden oksijenin en iyi verilmesi için gereken sola dönük uyumak. Tamam, ben de ona alışkınım zaten de bütün bir gece sola dönük uyumak da olmuyor ki. Sol kalça kemiği ağrımaya başlıyor bu sefer de. Dolayısıyla, dün gece tekrar yastık aldım bacağımın arasına ve dön sağa dön sola! Bizimkilerden sonra yatağa dönmüş olsam bile uyumaya geçiş bu sefer de bir kere kalkıldığı ve ufaklık hazırlandığı için falan bölünmüş oluyor.


Bugün muşmula gibiydim mesela oyüzden. Alt katın tuvaleti “ Girmeyin burada iş görmeyin!” dememe rağmen yanlışlıkla kullanılmış ve akmış, halı kokmuş ve sırılsıklam bir şekilde banyo küvetinin içine atılmış, dün yapılan tavuk suyu çorbası dışarda olmaması gereken bir cam kabın içinde bırakılmış, belki değiştiğinde küçücük kaplara girecek tencerelerle patlamak üzere olduğundan buzdolabında yer yok ve benimki “ Ben yaparım, stres yapma!” modunda.


Yapılacaksa görüldüğü an müdahale kardeşim, en sinir olduğum şey bu hayatta. Herkes gördüğünü anında kaldırsa ve düzenlese birikim denilen şey yaşanmaz. Ama maalesef işte! Sonra sabah niye böyle stresli oluyorsun diye bir de fırça çekiyoruz.


Çok sinirliyim!!!


Not: Elektrik müsvettesi saat ikiye gelirken geldi iyi mi? Temizlik saat aralığı sabah 10:00 – 13:00. Şaka gibi yemin ediyorum. Kosmos beni test ediyor, şimdi tutulmuş kıçımla kalmış patlıcan püremi ve soğuk tavuğumu tırtıklıyorum. Hiçbir şey bitmedi, sonlara doğru hızlandırılmış film karesi şeklinde iş gördüler ikisi de. Helal olsun valla bana, yıllardır evime temizlik için kimseyi almadan yürütmüşüm bu gemiyi. Bu halde olmasam yine almayacağım da...


Toz alınmış mesela yarım yamalak, yatak altları Allah’lık! Herşey yerinden oynatılmış ama konmamış. Yani tamam büyük yardım ama her zamanki gibiiiii, dört dörtlük değil. Haftaya camlar mamlar değil, alt kattan başlanacak. Bakalım nasıl bir düzen otutturacağız beraber. Allah kerim.

17 Şubat 2009 Salı

2 Numara'nın Yüzü

Bakalım anlayabilecek misiniz? Çünkü kadıncağız ekranda anlatmasına, sonra da fotoyu çekip elime tutuşturmasına kadar ben pek bir şey anlayamadım. Sonradan, eve gelip de sakin kafayla baktığımızda açıklığa kavuştu herşey.

Arap bacılara benziyor değil mi? Kalın kalın dudaklar, basık düğme bir burun, sol el sol gözün üzerinde yine. İlla bir şey kapatacak ya, şirin şey!

Eşim işinden geldi ve sigorta şirketinden insanlarla toplantı yapılmış. İnanılacak gibi değil ama doğum her türlü şartlarda %100 teminat altında olduğu gibi, olağanüstü karşılaşılacak komplikasyonlar da kendi net'leri içindeki hastanelerde ( benimki öyle ) karşılanıyormuş. Düşünebiliyor musunuz? Prematüre doğumu kapsam içine alan ben başka hiçbir sigorta şirketi görmemiştim hayatımda!

Çok sevdiğim bir veli vardı, adam iki senedir kanserin pençesinden kurtulmaya çalışırken bir yandan da Allah'ın en işe yaramaz annesini ( karısı oluyor kendileri ) Allah'tan işi sebebiyle ekarte edebiliyor, çocuğuyla doğumgünleri, okul çıkışları ve tatiller olsun ilgilenebiliyordu. Yoksa kadın belki daha önce de yazmışımdır, Eric iki sene önce kızının doğumgününe kanser durumundan gelemiyor, kadın kendi doğumgünlerine kızını geç getiriyor ve çocukçağız da söylenince " Ben tesadüfen anne oldum, benden beklenen bu kadar olmalı!" gibi saçma salak şeyler fışkırtıyor. Neyse...

Üç hafta önceydi sanırım Eric renksiz geldi gözüme, mutsuz, hasta gibi...Sonra eşimle bir doğumgünü partisinde konuşup işinin sallantıya girdiğinin anlatılması beni derinden yaraladı. Bugün de işini kaybettiğine dair artık kesin şeyler söylüyordu ki kızı hoplaya zıplaya sınıfından çıktı ve konuyu kesmek zorunda kaldık.

Eric 60 yaşında. Yeni gelen yönetici bir anda 60 gördüğü herşeyi elemeye başlamış. Bu yaştan sonra hangi işe girsen ne alabilirsin ki? Hele de dünya ekonomik krizle allak bullak olurken! Kendimi sürekli O'nun yerine koyuyorum ve canım çok sıkılıyor.

Buraya gelirken bu işlerle birlikte elimizde tuttuğumuz imkanları daha bir net görebiliyor insan. Yaşanacak yerden tutun da, çocuklarınızın özel okul masraflarına, sağlık sigortasından, her sene verilen ve bir maaş nisbetinde işten çıkarılma ve ayrılma durumlarında bankaya yatan paraya...

Ancak bu işlerde emeklilik onları ilgilendirmiyor. Çok da haklılar kendilerince çünkü işin bittiğinde ülkeyi bırakıp kendi milletlerine dönüyor genelde insanlar. Emeklilik, işte bu ondört yıl içinde yerine oturtulmalı mesela.

Her zaman diyorum buranın maaşıyla burada geçim ve şartlar iyi olabilir ama gittiğin ülkelere bakıldığında ne olacak? Buranın parasıyla 1000 dirhem büyük para, Türk lirasıyla 350 milyon, İngiliz sterlini ile daha da düşük belki 200...Şimdi bu şartlarda ne biriktirirsen biriktir kendi ülkende yapabileceğin yatırım neyle sınırlı? Komik!

İşini kaybettiğinde Alacakaranlık Kuşağındaki kredi meselesi gibi oluyor insan. Bir bir elinde yaşamak adına ne elde ettiysen kayboluyor, hem de gözünün önünde! Ve demek ki altmışa kadar herşeyini ayarlamış olman gerekiyor. Bu, bizim için 14 yıl demek. Onu da garanti edemezsin tabi ki...Ama plan yapılmalı. Peki bu plan içinde çocukların okulu nerede olmalı?

Bu çok ama çok önemli bir soru. Dün akşam Ayna programında Yeni Zelanda'yı gösterdi. Üniversite anlamında öyle okullara gidilmeli ki hem uluslararası olarak diploman geçerli sayılmalı hem de veremeyeceğin miktarlarla karşılaşılmamalı. Eğitimin kalitesi parayla ölçülmemeli herşeyden önce. Bu mümkün mü?

Öylesine

Sanki başka bir planette yaşıyor gibi bir halim var. Bir de inanılmaz bir sakarlık! Nedense elimde hiçbir şey durmuyor, sürekli yere düşürme, bir yerlere bir yerlerimi çarpma...( Eklemlerimizde su birikmesi yaşanırmış, bir bu eksik! Zaten değişiklik yaşanmayan bir nokta görsem şoka gireceğim ) Kafam dalgın... Bugün de alışverişten dönüşte aldığım Calsium haplarını unutmuşum da tesadüfen geçen çocuk görüp haber verdi Allah'tan. Bir de o kadar yolu git işin yoksa.

Birkaç aydır Calsium'un suda eriyen tabletlerini vermişti doktor. Mideme acayip ekşime yaptı, bir de benim gibi düzenli ilaç kullanmayı sevmeyen biri için herşey fazla geliyor. Mutfağın tezgahında burnumun arkasında biriken mukus için deniz suyu ( sümüklü tazelere birebir ), mide ekşimeleri için verilmiş şurup, Folik asid, Calsium tabletleri ve en son olarak da multivitamin hapları...Bunların hiçbirini ikizlerde aldığımı hatırlamıyorum ama gerekliliğine inanıyorum. Doğru olan bu. İnsanın içinde başka bir vücut yeşerince geriye posamsı bir şey kalması çok normal. Bebek zaten annenin bütün rezervlerini kullanıyor da, olan bizlere oluyor sonradan.

Saçlarımdan aşırı memnunum. Hiç dökülmüyorlar neredeyse. Belki bazılarında olduğu gibi doğumdan sonra, bilmiyorum ama o öğürtülü zamanlarımda rezaletti. Tıpkı bizim dört ayaklının tüy dökme mevsiminde olmadığı gibi bir fark var banyomuzda. Yaşasın!!!

Havalar birkaç derece daha ısınır gibi şu aralar. İşime geliyor mu? Kesinlikle hayır ama tabi ki daha boğucu sıcaklar için zamanımız var. Bu kadar destek almama rağmen arka fonda bir kalp çarpıntısı...Tuhaf yahu!

Evde kalmam, dinlenmem lazım. Bunu yapabildiğim için seviniyorum ama mantıksal olarak hiçbir şey yapmayınca ruhi bunalıma giriyorum. Böyle bir kısır döngü... Burak Eldem'in " Marduk'la Randevu " kitabına belki altıncı kezdir başladım. Bitebilir mi bilmiyorum.

Dün kitapçıda dolaştım ama maalesef işte yine beni içine çeken, sürükleyen, bir konuda bilmediklerimi verebilecek ya da ne bileyim en azından güldürecek hiçbir şeye rastlayamadım. Romanlar beni çekmiyor, birkaç kurgunun ardından hep birbirlerini tekrarlayan bir duruma dönüşüyor. Karakterler de, yerler de öyle. Batı da bir de Doğu'yu konu alan ( sultanlar, kadınların adamların dini kurallar içinde geçen yaşam öyküleri falan filan...) kitaplar çok otantik ama bakıyorsun mesela atıyorum içine Sultanları koymuş bir kaç tane, İstanbul'da bir camii ve tamam. Bir de tabi onların gözbbeği gezi kitapları...Kendimde deneyimlediğim yegane şey o memleketleri ya da yerleri görmeden " Yahu bakayım şu adam da benden farklı ne gözlemlemiş?" diyemeyişim.

En son " Piraye " bitti. Bana son derece ucuz geldi kitap. Kurgusundan, anlatımına. Bir kere Asmalı Konak esintisi heryerde. Zülfü Livaneli'nin " Leyla'nın Evi " Elif Şafak'tan sonra sıkıcı başlayıp ardından hoşuma gitti. Ve şu roman dünyasına baz olan İstanbul...Ne kadar insanı beslemiş, inanılmaz bir şey.

Çıkayım da kızımı okuldan almaya gideyim bari...

16 Şubat 2009 Pazartesi

Doktor Ziyareti ve Haftalık Özet

İngiliz eğitim sisteminde tatiller çok farklı serpiştiriliyor. Bu sene Christmas, yeni yıl ve sömestr bir araya geldi mesela, ardından bu Pazar ve Pazartesi'yi içine alacak şekilde yayılan Yarı Yıl Tatili konulmuş. Nisan'ın 2'sinde başlayıp 19'unda biten Paskalya Tatili ise bir sürü anneye iki haftalık kaçamaklar sağlayabiliyor.

Bugün üçüncü kez tesadüfen Chloe ile gittik doktor kontrolüne. " Hiç okula gitmiyor mu bu kız yahu?!" dedi Dr. Rabab haliyle. Geçen seferki kontrolle araya bir ay girmek durumunda kaldı ne yazık ki çünkü üç haftaya denk gelen dönem bizimkilerin Spor Günü'ne denk geldi bu sefer. Ardından 2 numaranın elini yüzüne kapamasıyla tam göremediğimiz 3'lü ultrasona giriş, Ocak ayının 28'i...Ultrasoncu tekrar bakıp daha iyi kareler yakalamaya çalışacağını söylemişti, öyle de oldu sayılır.

Bebeğimiz 1.277 gr. olmuş. Hesaplamalarımda iki aralık belirlemiştim. Birincisi doğum tarihi ya 19 ile 26 Nisan diyordum, ikinci alternatif ise 26 Nisan - 5 Mayıs...Doğum günümüz herşey konuşulduğu gibi giderse 24 Nisan olacakmış. Eğer hastaneye doğumdan bir gece önce yatırılmıyorsam tabi ki.

Ayağını ve yüzünü görmek nasip oldu bu sefer. Herşeyin sağlıklı ve olumlu gitmesine şükretsem de o kadar yorgunum ki...Dün kızımla birlikte öylesine zaman öldürmek için çıktığımız dolaşma turumuz akşama büyük bir kalça tutulmasıyla son bulunca artık vitesi düşürmenin daha önemli olacağına karar verdim. Bugün bir saatlik bir koltuk uyuma seansı gerçekleştirdim ama yine de hormon tepmesi belki içimde sıkıntı var. Sebebi mebebi yok bu meretin, geliyor ve gidiyor işte öyle.

Sol bacağımı Dr. hanıma gösterdim, gösterdim ki varisin durumu için bu olaydan sonra elimde rapor yazıp gerekliliğini söyleyecek bir doktor olsun. Gerçekten bir de üzerine doğumda daha da artan kılcal damar morlaşması da girdi araya. Yani, bazı sigorta şirketlerinin baktığı gibi yalnızca estetik olsun, torba dolsun değil. Umarım bu sigorta şirketi karşılar ve hemen lazerle o iş de halledilir.

Hastanemizde ( zaten velilerden de duyduğum buydu ) epidural sezeryan yapılıyormuş. Heryerde bu ekip olmayabiliyor ve önceden konuşup danışmakta fayda var.

Bebeciğin bütün kıyafetlerini, kullanacağı yatak ve battaniyeleri, pikeleri yıkadım, bir güzel ütüleyip kaldırdım. Çantam %90 haliyle hazır, gerek yok denilse de her ihtimale karşı.

Dün kendime derli toplu terlikler lazım diyip Crock'lara baktım. Fiyatları bu kadar gereksiz kazık olmasa tamam şirin ve güzeller. Ama eskilerde köylerdeki bacılarımızın plastik terliklerinin yalnızca bir şekil değişikliği ve fancy renklerle bu kadar acayip fiyatlara satılması sinirlendiriyor beni. Yani öyle bir durumdalarki piyasada deri ayakkabı ve terlikleri " Hush Puppies " mesela katlamış gidiyorlar. Bilmiyorum, daha araştırmaya devam edeceğim, kafama göre bir şeyler bulamazsam belki...Hastaneye terlik lazım dedi birkaç arkadaş. Dümdüz havlu terlikler veriyorlarmış bir kullanımlık. Amaaan aslında kim takar ki!

Yarın herkes okula...Çarşamba günü ise bir terslik olmazsa sabahın onunda temizlik şirketi bizde. Evi bir hafta dokunmadan bırakmak o kadar zor geliyor ki, yani elime toz bezi alıp da silmemek için ciddi çaba sarfediyorum. Bu hafta kum fırtınaları oldu iki gün üstüste, göz gözü görmedi, onun da etkisi olabilir ama haftada bir temizliğin daha fazla pisliğe katlanmak anlamına gelmesini gerçekten istemiyorum. Bakalım, aylık ödeme yapılacak ve bekleyip göreceğiz sonucu.

Eşimin iş yerinden hamile kalanlar kıyafetlerini birbirlerine paslayarak kocaman iki tane torba doldurmuşlar öyle. Sıra bana geldi, kendi zevkime uyanları ayırdım ve bu büyük bir imkan. Bir sürü isimli bluzlar, benim hayatta para vermeyeceğim çünkü bir daha giyeceğimi düşünmediğim bir sürü pantalonlar falan filan. Benden sonra da kim hamile kalırsa ona aktarılacak işte. Ne güzel!!!

Birazdan babamız gelir, havadisleri O'na iletirim. Perşembe de hafta sonuna giriş ya. İşte son gelişmeler bunlardan ibaret.

13 Şubat 2009 Cuma

30'undan Sonra Arkadaşlık Halleri...

Artemis'den epey bir zaman önce geldi bu soru. Calanon'dan da 4. fotoğraf dosyamın 4. resmi ile ilgili gelmişti. Ben bu konularda ciddi derecede tembellik yapıyorum aslında, yorumlarda da yazdım aynısını ama sevgili Calanon'un sorusuna yanıt yok! Komiktir, 4.dosyanın, 4.resmi boş!!! O dosyada bir tek Laila öyle bakınmış objektife doğru, topu topu bir foto :))) Cevabı bu kadar geciktirdiğim ve hiçbir sonuç gelmediğinden dolayı üzgünüm.

Gelelim 30umuzdan sonraki arkadaşlık durumlarına...Sanırım hayatlar değiştikçe, çoluk çocuğa karışdıkça, başka memleketlere gittikçe falan eskilerle olan bağlar zayıflıyor. Hala düzenli şekilde görüşmediğim ama gördüğümde de kaldığımız yerden dolu dizgin devam ettiklerim, geçmişte kalan unutmadıklarım, günümüze gelip de farklı sebeplerden nokta konulan var.

Eskiye göre konuşulacak heyecanlar, hayattaki değişiklikler de insanları tatmin etmiyor belki. Hayat bir yerde sıkıcı ve monoton. Eski kız arkadaşlarla yapılan " Şu çocuk bana baktı, ben O'ndan hoşlanıyorum, sana bakıyor mu? Benden hoşlanıyor mu? Bugün böyle oldu, bana şunu dedi, böyle yaptı..." muhabbetleri de kapanıyor yaşla ve haliyle. Onun yerini ne yemek yaptın, çocukların okul durumu ne oldu gibi pek de karşı tarafa heyecan vermeyen muhabbetler kalıyor geri.

Hayattaki herşeyde olduğu gibi genellemelerin yapılamadığı bir durum bu dostlar meselesi. Kimisi kalmış, kimisi anılarda hep canlı ama bugüne gelememiş...Yeni edinilen arkadaşlıklar daha çok çocuklar vasıtasıyla " Veli " kimliğiyle olan ilişkilerden ibaret. Pek derinliği olmayabiliyor.

Derinlik ve çok samimiyet, hergün görüşmek, dedikodu yapmak gibi durumlar aranıyor mu? Bilmiyorum, sanırım ya ben çok yalnızlığa alıştım ya da öyle bir durum bulamıyorum ama benim açımdan her zaman mesafeyle, özlenerek, geçen zamanın takibi ve fikir alışverişi şeklinde yürüyor ilişkiler artık.

Yenilerden kendime yakın, aynı paralellikte düşünüp yaşayan, en azından tesadüfen de olsa aynı olayları deneyimleyen varsa ( şimdiki N. örneği mesela ) yeme de yanında yat misali kendimi şanslı hissediyorum. Gerisi boş.

5 Şubat 2009 Perşembe

27 Artı 4 Gün

Son adet tarihime göre otomatik hesaplama yapıldığında blogda yeralan chartlardaki gelişme görünüyor. Fakat ultrasona girildiğinde gebelik hep bir hafta daha ilerde çıkıyor. Önemli olan ultrason hesaplamaları olduğuna göre bugün tam tamına 26 artı 4 değil, 27 artı 4 günlük hamile olmalıyım.

Bugünün benim için çok büyük bir önemi var. Sekiz sene önce hamileliğimin bu evresinde doğum yapıp iki tane kedi yavrusu büyüklüğünde kız bebek dünyaya getirmiştim. İkisi de birbirinin DNA kopyasıydı.

Erken doğum olmasına, ikiz bebek beklememize, benim psikolojik durumumun ne bebek itecek, ne de doğuracak pozisyona uygun olmayışına, bebeklerin ileri derecede prematüre olmasına bakılmadan bir et yığını gibi atıldığım Üniversite Hastanesi'nde normal doğum yapmaya zorlanmış, başıma gelip senli benli konuşan, benim yaşımdan küçük olup da kendini bir bok zanneden ve hastalarına hükmetmeye kalkan zibidi asistan doktora hırlayıp normal doğuma girmeyeceğimi beyan etmiştim.

Gitmeler gelmeler, beklemeler, tuş yemeler, kanamalar, bağrışan, nefes alıp veren kadınlar, bebeğini yitirmiş yarı deli olmuşlar...Saatler sonra yüzünü göremediğimiz Tanrı'lığa soyunmuş, buyurgan profesör doktordan emir geldi " Sezeryana girebilir, saat dokuz gibi alınacak." O sırada rahimde yedi santimlik açılma yaşanmıştı zaten.

Yıllar sonra büyük aşamaları devirip, tek kızım bana kaldığında anlayacaktım ne kadar doğru hareket ettiğimi. Zira zamanından önce doğan bebeklerin de, annelerin de birlikte bunu yapmaya zaten güçleri olmadığını anlayacaktım...İşte geçen seferki yazıyı yazmamın sebebi de buydu. Ne sezeryanı alışkanlık halinde sunan, anneye hak hukuk tanımayan, ne de zorla normal doğum yaptırtanları savunuyorum.

Bugün yine aynı hamilelik tarihimde ise bambaşka bir ortamdaydım. Kızımın spor gününde, günlük güneşlik bir alana bakan bir sürü veliyle birlikte, dışarda. Gerçekten de insanın kendi bedeninde bile her hamileliği bu kadar farklı yaşaması çok ilginç bir şey. Bırakın doğum şekillerini karşılaştırmayı, kendi yaşadıkların bile birbirini tutmuyor.

Dün çıkıp kırmızı bavulumu aldım. İçine large beden diye sattıkları pamuklu, 16 tanesi bir arada olan Carefour donlarının :) dört tanesini falan yerleştirdim, geri eve kalanlardan bir tanesini deneyeyim dedim ki ne göreyim?! Medium bedenle belki aynı, belki bazıları daha bile küçük!!! İyi ki denemişim, sanırım önümüzdeki aylarda totomun ne kıvama geleceğini bilerek ve içinden bir örnek çıkartıp yanımda götürdüğümle karşılaştırarak almalıyım.

Geceliklerimi, minik şampuan, saç kremi, kokulu sabun, vücut kremi, göğüs kremi, diş fırçası ve macunu, çoraplarımı, emzirme sütyenlerimi falan filan koydum. Daha tamamlanacak parçalar var tabi ki.

Bugün aynı hastanede doğum yapan velilerle bir daha konuştum ve hastanenin bebek kıyafetleri dahil herşeyi verdiğini, çıkış için kıyafet tutmam gerektiğini bir kere daha teyit etmiş oldum. Ama bazısı verilen terlikleri beğenmemiş mesela, bazısı tek kullanımlık kilotları...Ben herşeyimi hazır edeyim de neyi beğenmezsem o an değiştiririm işte. İlk gün hemşire yıkanırken yanında bulunuyormuş, o da canımı sıktı, belki de kendimi iyi hissetmeden girmem duşa falan, bilmiyorum.

Bir de geçen yazıya gelen yorumlardan yola çıkarak yine aynı konuyu yazmak istedim. Avrupa ülkeleri ile Amerika bir kere sağlık uygulamaları bakımından çok farklı. Sicko'yu izlemiş olanlarınız bilir, Amerika sigortacılık anlamında devletin destek vermediği, özel sigortaların ise prim toplayıp kanser olanların bile tazminatlarını abuk subuk yollarla vermediği bir ülke. Sosyal devlet gelişmiş değil.

Oysaki Avrupa ülkeleri ve özellikle benim tanıdığım İngiltere bu konuda uzmanlaşmış halde. Devlet sağlık hizmetlerini karşılıyor fakat yolunan kaz durumlarını ekarte etmek amacıyla da sağlık anlamında bir engel görmedikçe sezeryana yeşil ışık yakmıyor. Çünkü sezeryan iki kat daha maliyetli bir işlem.

Şimdilerde Calanon'un da değindiği ve benim bu sefer kayınvalidemin de bahsettiği evde doğum olayını dahi yaygınlaştırma ve teşvik sebebi maliyetleri minimuma çekmek...O taraf kendi yönünden haklı fakat iş böyle matematikle çözümlenemiyor sanki işin içine insan gibi bir faktör girince...

Olaya devlet açısından yaklaştığımızdaki düşünce sistemi şu; Hem devlet senin doğumunu, sağlığını ödeyecek hem de sen gidip " Hayır psikolojim uygun değil devletciğim, istemiyorum!" diyeceksin. O zaman cevap hazır; Haliyle " Yerim ben senin o psikolojini!" deniyor ve doğum esnasında olabilecek riskleri de yine devlet erkanı kendi doktorları ile elimine etmeye çalışıyor.

Yapabiliyor, yapabiliyor, yapamıyor, e orada da sakat çocuğun mu oldu, aynı kurum o çocuğa özel eğitiminden tut da kalınacak yerine kadar sağlıyor. Paran, özel hastanede doğuracak kuvvetin mi var, o zaman gider ona göre sezeryan olursun, parasını da iki kat ödersin. Sana yine kimse karışamaz.

Buralarda ve Türkiye'de durum biraz daha farklı. Anneye seçim hakkı tanınıyor, doktor diyor ki; " Bak, normal doğum yapabilecek durumdasın, hemen ayağa kalkar, sekersin ama bebeğinin şu riskleri olabilir, en sağlıklı şekilde başlayan bir doğumda bile bunlar, şunlar şunlar yaşanabilir." " Sezeryan'da ise o gün kalkamazsın da dört gün sonra ayağa kalkarsın, iki hafta sonra araba kullanmaya başlarsın, kesik yerlerinde ağrın olur."

Bu seçim hakkı bazı yerlerde normal doğuma fiziksel ve pskolojik olarak yakın olan hastaya bile sezeryan dayatırsa ki bu da oluyor o zaman işler başka bir renk alıyor. Sezeryan herkes için daha programlanabilir bir şey çünkü. Ekibinden tut, doktoruna belli yer ve zamanda hazır ve nazır bekliyorlar. Öyle sabahın beşinde, yok akşamın üçünde " İmdaatttt doğruruyorummmmm!" demiyor hasta. Herkes birer birer evlerinden apar topar getirilmiyor. Ya da buna karşı olan çözüm yine İngiltere'deki gibi " Benim doktorum ve ekibim, hatta beni uyutacak Thompson amcam bile belli!" mantığını alt üst ediyor. Gidiyorsun, ellerindeki dosyalarla sana her zaman başka biri yardımcı oluyor. Öyle benim doktorummmm! falan diye gıcıklanamıyorsun kimselere...

Ben, atıyorum normal doğum yapacam, herşeyimle hazırım, ters giden bir şey de yok, riskleri de göze alıyorum diyen bir hasta olsam örneğin, doktorumun " Yok anacım seni sezeryana alacam!" demesine de tilt olurum mesela.

Seçim yapmaya gelince...Ha, belki ilerde özel sağlık hizmetleri öyle bir noktaya gelecek ki kimse İngiltere'de olduğu gibi buna elini dahi süremeyecek ama o zaman işte kurallar parayı ödeyen tarafından konulacak. Çünkü önemli olan annenin ne hissettiği falan değil, gideri minimize etmek olacak.

Yani, o memleketlerde bazısı kendini bir bok yığınının içindeymiş gibi hissetse bile bunu seçemiyor parasal anlamda, olay bu!

Kullandığım dil için kusura bakılmasın ama avam anlatımıyla gerçekler şu; Bazısı için dal taşak açılıp da doktorun ıkınırken suratına osurmak ya da dışkılamak, kıçına boru sokturtup lavman yaptırmak bir anda çooook doğal, acımayan işler olabilir. Benim için değil.

20 kişi başındayken koca göbek tepede, ağrıdan ne bok yiyeceğini şaşırmış, bir iki üç sayıp da ıkınmanın Allah'ını gerçekleştirirken, vajinanın önünde 200 Watt'lık ampul çalışıp da bebeğin başı geldi mi gelemedi mi diye izleyen 20 çift gözü düşünmek hiçççç cazip değil.

Gerçek anlamıyla anlatıldığında olay bu ama nasıl eğreti ediyor insanı orası ayrı konu. Yani, bir takım şeyler dillendirmeye gelmiyor, yaşayan biliyor :)))

Ben zaten kampinge bile gidip dışarda bir köşede dışkılayamayan bir insanım. Mesela son gelişinde kayınvalide ile bunu konuşurken ya da yıllar önce uyuzuma giden bir kadınla muhabbet ederken onlar bu olaya " Çok doğalllll!" diye bakıyorlardı bende kabızlık yapıyor :)))

Normal doğumu kötülemek veya kötülememek, ne denirse denir. Benim normal doğumdan anladığım bu. Doktor veya olayın kompetanı değilim, dolayısı ile bir blogger olarak yazdıklarımla sezeryan doğum olayını patlatacağımı sanmıyorum. Ama hissettiklerim, düşündüklerim bunlar ise kendi bloğumda da keserek biçerek, olması gerektiği gibiyi oynayarak yazamam.

Sezeryanda sekiz ya da dokuz kat kesiliyorsun evet ama benim bedenim, benim kararım. Estetik yaptırırken millet birbirine mi soruyor Allah aşkına?! Sevgili kadın ahalisi, ayyyy acaba göbeğimi gerdirsem mi? Ya da ne bileyim burnumu yaptırsam mı? Sezeryanın sonrası bir estetik ameliyata göre daha ağrısız, estetik de oldum biliyorum.

Hele şimdilerde epidural ile olanlarda hem bebeğin doğum anını görebiliyor anne, hem de hemen akabinde süt verebiliyor bebeğine. Bebek eskisi gibi anestezinin etkisinde de kalmıyor. Göbek daha zor gidiyormuşmuş, aman! Vajina sarkması, ilerde idrar kaçırmak, mesaneden gelen dışkıların idrarıma karışmasını deneyimlemektense ya da o risklere girmektense ben göbeğimin biraz daha yavaş inmesini tercih ederim. Hemen akabinde kalkmam da yataktan, beş gün sonra kalkarım, o da dert değil.

İnşallah ilerde bir gün birbirimizin bedenleri ve seçimleri konusunda ahkam kesmediğimiz zamanlar da gelecek. Kimin için neyin iyisine karar vermek? Bir kadın çok normal doğum yapmak istiyordur da sezeryana girmek zorunda kalmıştır kendini kötü hissediyordur anlarım ama aynı dışarda çalışmak ya da evde çalışmak meselesinde olduğu gibi bir diğerini yapanın öbürküne hömkürmesini, diğerinin de " Ayyy valla beceremedim, ne beceriksiz öküzüm!" demesini anlamam ben.

Afrika'da, köylerde tarlalardan gelip de hastane bulamayan zavallı kadınları da anlarım, onlara bu seçim hakkı verilmediği, doğum yatağında kanamadan gittikleri için de acırım ama değişen hayat şartları ile verilen seçimlere karışılmasına yine karşı çıkarım.

Şartlar neyse ona göre yahu! Alternatif varsa seçenek de var demektir. Amaç, burada yine kadınların üzerinde oynanan oyunlarla verilen maliyet cetvelidir. Herkesin bedeni kendine aittir. Nokta!

4 Şubat 2009 Çarşamba

Sidik Yarışı

Hayatını sidik yarışı gibi yaşayanlardan nefret ediyorum. Şimdi kendi kızımı yetiştirirken de gözlemlediğim yegane konu bu, mesela annesi ya da babası bu şekilde sürekli karşılaştırmalara dayanarak yaşıyorlarsa çocuklar kesin aynı modda;

" Sende ne var?! Bak bende bu var ama göstermem!"

" Ben bunu çok iyi yaparım, sen yapamıyosunnnnnn!" ve benzeri diyaloglar beni eskiden gererdi, şimdi sinirlerimi tepeme zıplatmakta, o insana ve küçülmüş yeni nesil versiyonlarına uçan tekme atmak geliyor içimden.

Aslında fark ediyorum da ben bu tip insanlardan hayatım boyunca kaçtım, şimdi de hissettiğim yerde dediğim gibi kızımı uzak tutmaya çalışıyorum. Kavga etmek bile belli bir zaman birikimi ve samimiyet gerektirdiği ve bu tip yeni ortamlarda o da olmadığı için " Yallah!" politikası daha çok işliyor. Gözlemle, puanla, ilişkiye devam et ya da kaç!

Sidik yarışı ile bu konuyu nasıl bağdaştıracağım, şöyle ki; Bu son aylarda haliyle doğum şekillerine aşırı derecede takmış vaziyetteyim. Dile kolay, doğum yapma zamanım geldiğinde birincisi ile neredeyse bir sekiz seneyi araya sığdırmış olacağım. Siteler, forumlar...Yüzlerce, binlerce örneklemeler...

İnanın, bu konu da kadınlar arasında aynı çocuk sayısı, çocuk da yaparım kariyer de, çocuğun okul başarısı, kendi iş başarısı, evdeki koltuk takımı, evinin büyüklüğü, kullandığı cep telefonunun özellikleri...gibi sayılması bitmeyecek şekilde sidik yarışına dönüşmüş durumda.

Örneğin, bize yakın oturan ve çocuğu bu yıl benim kızımla aynı sınıfta olan bir kadın var. Geçen senelerde bir ara oyun günü yapalım diye evine gittiğim, kızının akla hayale alınmayacak şekilde benimkiyle oynamamak adına bahaneler yarattığı, oynamaması yetmezmiş gibi bir anda gelip benim ufaklığa; " Sen yüzemiyorsun değil miiiii?!" şeklinde sorduğu soruyla kaçıştığım insanlar arasına girenlerden.

Ben hamile kaldığımdan ve gidiş gelişleri paylaştığı arkadaşı buradan taşınma durumuna girdiğinden beridir bir kıymet verilme dönemi başladı ki sormayın gitsin! ( O'nun tarafından benim alana doğru ) Bir de kadın kısmında hangimiz daha hınzır ve kurnazız tarzı durumlar vardır. Bir taraf kendince bir kurnazlık yaptığını, karşı tarafın ne güzel de zokayı yuttuğunu düşünedursun, tam tersi geçerlidir ama renk verilmemektedir. Neyse, bir yandan kocalar sabah okulda bekleyip bir yandan da sohbetlerken, konu normal olarak benim doğum şeklime gelmiş. Eşi benimkine birinci doğumun sezeryan, ikincinin normal doğum olduğunu ama karısının acıya dayanamadığını, bu sefer çok fazla ilaçlı gaz verildiğini, öyle olunca da kötüleşip bebeği yeterli itemediğini ve ekibin bebeği forsepsle almak zorunda kaldıklarını anlatmış.

İki gün sonra biz karşılaştık, bana doğum zamanını sorunca bu sefer konu yine aynı tarafa geldi ve konuşmaya başladık. Size garanti veririm forsepsle çekilme bölümü dışında herşeyi anlattı. O bölümü, gazdan çok rahatsız olduğunu ve doğumun belki sekiz saat falan sürdüğü şeklinde kamufle etti. Çünkü o taraf O'nu rahatsız ediyor, kendini başarısız hissediyor ve bana söylerse diğer bir kadın (yani bir yerde rakibi olan ben! ) tarafından " Aaaa! Ne beceriksiz şeyyyy!" olarak fişlenmesinden korkuyordu. Çünkü bu tip insanlarda herşey bir yarış, her konu bir kalıp geçme meselesidir ya! Allah yardımcıları olsun valla. Hayatın her alanında bir yarıştaymış gibi yaşamak acayip bir adrenalin ve stres gerektirir.

Normal doğum bazı kişilikler için Everest'e tırmanmakla eş anlamlı. Kadının %100 işin içine katıldığı, iç organları dışarı çıkana kadar bebeğini ittiği, olan tersliklere büyük bir cesaretle, panik yapmadan bir duvar gibi durduğu bir an.

Bizim öyle altı çocuk doğuran, psikolojik olarak hasta, hayatının her alanında uçlarda yaşayan, ortalama değerin ne olduğunu bilmeyen, doğumu Avrupa'da olsa başkaları için paralı bile yapabileceğini iddia eden bir tanıdığımız bile var.

Bazısı için normal doğum yapamamak bir suçluluk...Bazısına göre ise diğer kadınların yanında onu daha fazla kadın yapan bir şey. Cesaret ve onur madalyası ile ödüllendirilmek gibi, doğaya, o acıya, ızdıraba karşı savaşmak, bir yerde Tomb Raider olmak gibi...

Bende bu tür duygular var mı? Önce onu sorgulamam lazım. Bir Tomb Raider olma fantazim hiç oldu mu? Hayata bir yarış gibi bakmayı sevdim mi hiç? "Sende ne var, baakkkk bende daha büyüğü varrrr!" demekten haz ettim mi?

Ha, okul zamanlarımda alın terimle aldığım başarıyı sevdim, zoru geçebilmeyi, kendimi o şekilde kanıtlamayı da...Ama gidip de onunla hava atmayı aklımın ucundan bile geçirmedim. Söze dökmedim ya da başarısız bir tarafım olduğunda gidip de onu saklamayı da seçmedim. Kendi eksikliklerimle dalga geçmeyi bildim.

Şimdi, kadınlarda normal doğumun bu kıvama getirildiğini gözlemliyorum. Zaten maşallah dişilerin yeni dünyasındaki bu rekabet olayın suyunun çıkmışlığını da kanıtlıyor bir yerde.

Olması gereken şu;

Normal doğumun risklerini okuduğumuzda genelin bebek üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. Bu riskler çok güzel giden bir doğumun bile seyrinin değişebileceğini, kadının yorulmasından ötürü itmeyi tam gerçekleştiremediği zaman bebeğin oksijensiz kalma riskini, bu durumda ortaya çıkan bebeği anne rahminden çıkarma işlemi sırasında bebekte beyin kanaması ve tahrip oluşabileceğini, yine aynı şekilde bebeğin omuzlarının çıkış aşamasında takılması durumunda bebeğin kaybını...

Annede ıkınmadan ötürü oluşabilecek yırtıkları. Bu yırtıkların idrar gelecek yerden dışkı sızma riskini taşıdığı. Daha bir sürü başka yırtıkları, gelecekte idrar tutamama sorununu, sarkmaları, bozulmaları...

Bunun karşısında;

Sezeryan ile yapılan doğumda, tamam gerçek bir ameliyat olması ama bunun yanında bebekte oluşacak riskin kendini tamir edecek ıslak akciğer ve solunum sorunu artışı olarak verilmesi...Kadının kendini daha uzun vadede toparlayabilmesi...

Şimdi;

Doğum başlayıp da o olayın içine aktif bir şekilde katılmadan bir anne adayı bu konuda atıp tutamaz bu bir, doğumu normal yoldan sağlıklı bir şekilde atlatmış bir insan bir sürü komplikasyonlara takılmış bir diğer insanla sanki o çok başarılıymış, çok daha kadınmış gibi aşık atamaz bu da iki.

İlk doğumumda hastanede yoğun bakımda kalırken yan odada komada yatan bebeğin annesi son derece sağlıklı bir hamilelik geçirmiş olmakla beraber, üstüne üstlük bir de hemşireydi ve doğum ekibini bir şeylerin ters gittiğine bir türlü inandıramamış, kendini sezeryana aldırtamamıştı. İşte normal doğum diye tutturan salakların yarattığı sonuç!!!

Yani, bu mantık da bende aşırı ters tepiyor. Alternatifler yokken, tarlada kadınlar çalışırken, çölün ortasında kendi başlarına doğum yaparken, ortaçağda temiz tek şey yalnızca kaynamış ılıştırılmış su iken, develer tellal iken tamamdır, çocuğa sahip olmanın tek yolu ıkınmak sıkınmak, o an başarısız olunuyorsa bebeği kaybetmek, sonra tekrar tekrar denemek...

Ama artık bambaşka bir dünyada yaşıyoruz. Organizmanın acıdan kaçınması kadar yaşamsal ve içgüdüsel bir şey olabilir mi? Belki bu yeterli değildir, sonuçta anne olunuyordur ama bakalım, doğum şekillerinden hangisi bebeği daha fazla riske atıyor? Üzgünüm ama normal doğum...

Normal doğumun en güzel yanı annelerin daha çabuk toparlanmaları, bebeğin daha rahat ilk soluk alması, annenin daha çabuk zayıflaması, annenin...annenin...

Normal doğuma girmiş, bunu rahatlıkla atlatabilmiş kadınlara buradan saygımı sunuyorum. Belki ben de buna mecbur kalacağım ya da kim bilir herşey ( çatı, yok bebeğin gelişi ve daha bir sürü faktör ) pespembe çıkacak da normal doğuma gireceğim. Ama biliyorum ki o an ben " ben" olarak tamamıyla "bana özel" bir geçiş aşaması yaşayacağım. Ne başkasına bir örnek teşgül edebilirim, ne de bununla salak salak övünebilirim. Yalnızca herşey doğru düzgün gittiği ve olayı sağlıklı olarak atlattığım için şükredebilirim, hepsi bu!

Düşünün ki yanan korlardan ayağınız çıplak bir şekilde geçiyorsunuz. Geçtiniz ve bitti. Bitebilir, bitmeyebilir, anlatabiliyor muyum? O sırada yanınızda korlardan sağlığıyla geçmiş, aynı ayini daha da heyecanla sürdüren ve sizi de buna bir şekilde itekleyenlere teşekkür de edebilirsiniz, küfür de...

Ben kendi adıma riskleri karşılaştırırım, okurum, araştırırım, hangisinin riski bebeğin beynine, varlığına daha az dert çıkartacaksa onu seçerim. Denecek ki o zaman normal doğum niye?

Normal doğum adı üzerinde doğayı da işin içine almış. O doğa ki belli bir elemeyi kendi varlığında barındırır. Tıp, gelişmeler ve teknoloji işte o doğaya başkaldırmak, şimdiye kadar gösterilen " Allah verdi Allah aldı!" ya karşı duran olgulardır. Eğer o her yerde "doğacılar"la tartışmaya girsem benim şu anda sağlıklı bir şekilde yanımda yaşayan kızım hayatta olmazdı.

Bebek kendi geliş zamanına karar versinmişmiş. E benim bebeğim 27 hafta gelmeye karar vermiş, ne yapacağız bırakacak mıyız ucunu yani? Veya bazısının bebeği bir türlü doğmak bilmiyor ve anne karnında kalp atışları yavaşlıyor, o ne olacak?

Yani, kısa ve öz, doğa tamam ama günümüzde annenin bu işe ne kadar katkıda bulunacağı, bulunması gerekiyorsa onun eğitimi, istatitikler ve teşvik...İngiltere'de devlet sezeryanı gerekli görmedikçe karşılamıyor, özel hastaneler gidilmeyecek derecede paralı ama anne adayları babalarla beraber ( isterlerse ) eğitimlere tabi tutuluyor. Bu işin eğitimini almadan Hadi bre deryalar diyerek işe giren annelerin de ne yaşadığını Allah biliyor.

Bir de öyle havadan " Ben uyuyayım kalkayım, oldu da bitti maşallah!" denmesi annelere yakıştırılmıyor. Yahu ne tuhaf, sanki kadın anne olmaya aday olduğunda bir değnek değecek ve o kadın bir anda savaşçı kamikazeye dönüşecekmiş gibi bir kural. Ama ne ayıııppppp! cılar çevrede. Efendim, doğumda ne kadar acı çekilirse anne olmanın değeri de öyle anlaşılırmışmış. Aklıma hemen din uğruna kendini kırbaçlayanlar geliyor böyle fikirlerle karşılaşınca. Hani ne kadar acı çekilirse o kadar Allah'a yaklaşırsın misali. Bir yerde doğru aslında acıya dayanamadığında tahtalı köyü boylarsın allah'a yaklaşmaksa amaç, oldu işte! Böyle düşüncelere de gülüp geçiyorum, her yere doğumla ilgili "Rabbim beni işte zart zurt zırt mırt..." yazıp gerisini hiçç düşünmeyen teslimcilerdeki gibi...

Benim için doğum şeklinde de aynı kural geçerlidir. Herkes birbirinden farklıdır, birisinin çoook iyi olduğu bir konuda, bir diğeri iğrenç beter bir performans sergileyebilir ama bu hayatın her alanında böyle olacak demek değildir. .Herkes seçimlerinde, hislerinde, karşılayabileceği ağrı, sızı ve tecrübelerde kendine özeldir. Kimsenin o yüzden hiçbir konuda birbirini eleştirmeye, küçük görmeye, sidik yarıştırmaya hakkı yoktur.

Bakalım benimki ne olacak bu işin sonuna gelindiğinde?