30 Aralık 2008 Salı

2009

Yatak odasında gardrobun önünden geçerken ya da giyinip soyunurken son hız kendini öne doğru veren göbeğime garip garip bakıyorum. Sanki ben çocuk doğurmamışım, sanki hiç hamilelik yaşamamışım, sanki yine ben bu ben değilim de kendimi dışardan seyrediyorum.

Bugün N. bize geldi. Çay, brunch şekerim...Bol sohbetledik. Yazık sabah hem hamilelik, hem de O'nda olan migrenin tutmasına rağmen gelmiş. Bu, bana çok özel bir hediye gibi geldi. O haliyle ne olursa olsun iki tarafın trafiğine tahammül etmesi, yolda midesinin bulanmasına rağmen bana bir şey çaktırmamaya çalışması...

Hep hamilelikten bebeklerden bezlerden falan bahsetmedik elbet, O'nun gezip gördüğü yerlerden, çok renklilikten, çok seslilikten konuştuk. Ve kitaplardan...O'da çok okuyormuş, şanslıyım, bana Elif Şafak'ın " Baba ve Piç" i de geldi. Benden de kendine kitaplar seçti. Ne güzel!

Geçen gece bir şey kaçırıyor muyum diye " Bebeğinizin ilk yılında sizi neler bekler?"e tekrar baktım. Aradan yedi senenin geçmiş olmasıyla bana gelen en yegane duygunun birinciye göre herşeyi daha ağırdan almak olduğunu gördüm ama almam ve hazırda bulundurmam gerekenleri listelemem lazım artık. Ve bu önümüzdeki ay herşeyin hazır ve nazır beklemesi gerek. Hala eskilerden açılması gereken kutular, çıkarılması gereken battaniyeler, şunlar bunlar...

Şu aralar bir diğer kafamı meşgul eden soru buradan kredi alabilecek miyiz ve sonrasında uygun fiyata bir ev sahibi olabilme fırsatımız doğacak mı? Ev takıntım ve " İste, sürekli bir konuya odaklan, sana gelecektir." fırsatı yaratılacak mı? Bilmiyorum...Ama en azından şu bir haftadır bir ışık, olabilir mi sorusu ve internet sörfleri var.

Her zaman derim elimde imkan olsa da İngiltere'de falan, mimarinin ve tarihin konuşturulduğu o mekanlarda komisyonculuk yapsam. Evlerin hikayesini, kokusunu, duvarlarını anlatabilsem, görsem dokunsam...Bende bir tutku bu. Ev demek kendini ne olursa olsun güvencede hissetmek, eşyalarını koruduğun bir yer demek. Öyle ağzımın suyu aka aka ( benimki de aynı ) bir kanalda verilen ev dekorasyonu, insanların orada burada ev yapma hayalleri ve bu hayalleri paylaşma programlarını izliyorum. Kendi hayalimdeki taş evi yapana kadar çoook zaman var ama başlangıç aşamasını pozitif bir şekilde alabilmek için dua ediyorum.

2009 için ışıklar bunlar :)

26 Aralık 2008 Cuma

Hamilelik, Rüyalar ve Başka Düşünceler...

Benim özellikle PMT ( adet öncesi ) ve hamilelik dönemlerimdeki rüyalarım son derece yoğun olur. Bazıları tabi ki etkilendiğim, düşündüğüm olayların etkisiyle yaratılan şeyler ama bazen aklıma gelmeyen insanları da gördüğüm bakidir.

Carlos Castanedo okuyanlarınız varsa bilirler, oradaki kadınların bu dönemlerdeki rüya kontrolleri çok güçlenir ve yine dişilerin " Cadı " ünvanları da regl dönemlerinden aldıkları güce bağlıdır. Erkekler korkuyla karışık bu güce sonsuz bir saygı duyarlar. Falan feşmekan...Kısa ve öz al benden de o kadar! Bir de "ama..." sı var. Bu, sakin bir şekilde uyumanın tam tersi bir durum. Sabah kalkıldığında sanki hiç uyunmamış ve dinlenilmemiş hissi hakim oluyor ki hiç memnun değilim. Yani, ben o saygıyla karışık korkudan falan feragat etme taraftarıyım, huzurlu bir uyku uyumak, en azından uyurken kafayı boşaltmak adına nelerimi vermezdim.

Örneğin, dün akşam rüyamda güya bir şekilde havuzu olan bambaşka bir ortamda bir uyanıyorum ki ( bilinçli bir şekilde uyutulmuşum ) göbeğim inik. Bebek yok!!! Üstelik kızımı da bilerek benden uzak tutuyorlar, ne zaman O'nu sorsam yok arkadaşında, yok şurda, yok burada diyorlar. Sanki, ruh hastalarına özel olarak hazırlanmış bir yer burası ve benim gerçekler söylenilirse delirmemden korkuluyor. Biraz bencil, biraz yalancı gözler çevremde, sürekli gizli bir şekilde gözleniyorum ama soru sorup duruyorum bir yandan " Bebek nerede?!!!" Öldüğünü, benim bulunduğum yerlerde bir şekilde kimyasal bir zehirlenme yaşandığını falan..." Kızım?!" " O arkadaşında..." Nasıl, yine yüreğim kavrularak uyandım. Offff rüyaymış!!!

Bir de hamilelikte, mesela bir gün enerji patlaması yaşanıp da bir sürü iş teyir edildiği için ayların artıkları bir güne biriktiriliyor ise ertesi gün son derece düşük enerji ve hatta bıkkınlık duygusu ile geçebiliyor. Ütülerim hala beklemekte...Üzerine bir de sürekli yeni yıkanıp toplananlar ekleniyor :( Yapılan işlerin arkasından sanki yıllarca ara verilmişlikten sonra gidilmiş spor salonu ertesi yaşanan tutulma ile beraber gelen Kakılmış yürüyüşü de baki. Bu paytak, ayrık bacak, ay ay ay kalkış ve roketsavar şekilde kendini koltuğa atış hallerime hala alışamadım ve alışmak falan da istemiyorum.

Bugün aralı sıralı arka fonda kendini hafifçe hissettiren mide bulantısı bakiydi. Korkunç bir sinir de olaylara eşlik etmekte... "Bebek yeterli derecede hareket etmedi mi?!" yoksa" Ediyor da ben mi farkında değilim?!!!" babındaki korkular ve endişeler de yangına körükle gitmekte...

Dün doktordan döndükten sonra hafta sonuna giriş için enerjim vardı. Bahçedeki hortumu deniz tarafına bakan, köfeke tutmuş pencere ve pencere önlerine tutup sularını da aldıktan sonra, girişe geçtim. Sonra da alt katı hallettim, mutfak, banyo, bir tane çalışma odası, hangar kıvamındaki giriş...Toz almak, halıları özel köpek kılından arındırmak için takılmış aparatla vakum, yerlerin silinmesi...Eşim eve gelir gelmez yemeğe girişti, akşam Christmas yemeğimiz en azından temiz bir evde, güzel bir ortamda geçti. Ama bugün? Yok...Hamileliğin sağlığıyla bitmesini bekliyorum, gerçekten...Bitirdiğim zaman da bu, geride kalmış günlerimi " Ohhh bitti! " diye algılamayı düşünüp, mutlu oluyorum. Ben böyleyim işte, yuvarlanıp, hareket alanım daraldıkça sinir olan bir tipim. Ne yapalım?!

Hormonların ciddi şekilde vücudun heryerini, hatta rüya görme mekanizmasını, uyuma derinliğini, herşeyi ama herşeyi etkilediğini biliyorum. Kişiliğimizi değiştiriyor, algılamalarımızı, beklentilerimizi...Hamileliklerinde ve adet dönemlerinde hormonal değişimlere karşı başkaldırı tarzını benimseyen bedenlerde büyük tufanlar yaşanıyor. Bunun normal halimizle, kişiliğimizle alakası yok.

Hormonlar ayrıca bedenlerimizin bir nevi makina gibi işlediğini de gösteriyor. Etki ve tepki...Herşey dengeliykenki halimiz başka, değişince başka. O yüzden kadınlardaki değişiklikleri anlamayan erkekler şaşkın şaşkın bundan bahseder dururlar ya...

Aslında mesele erkeklerin kadınları anlamaması değil. İnsanın insanı anlamaması...Bu tepkileri vücutları vermeyen kadınlar da pekiala diğer kafayı sıyırmak üzere olan bizler katagorisine karşı son derece anlayışsız ve tepkisiz olabiliyorlar. Tok açın halinden anlamaz misali...

İnsan bencil, yapı olarak kendisinde bile yaşananları unutmaya meyilli. Mesela anne olmak ve anneden anneye ( insandan insana ) değişmesi gereken anlayışın sürekli bir tempoda, yani " Senin için saçımı süpürge ettim!" hallerinde algılatılmaya çalışılması... Kesinlikle doğru değil! Her insan kendi kişiliğinin izin verdiği ölçüde annelik yapabiliyor. Bencil olan anne olduğunda da bencil, verici olan verici, bilgili olan bilgili, cahil kalan yine cahil...Kimsenin kafasına sihirli bir değnekle dokunup onu dokunulmaz, erişilmez, olduğundan başka bir kalıba yalnızca anne olduğu için sokmak ise kadına yalnızca o görevin verilmesinin ve yüceltilmesinin gerekliliğinden kaynaklanıyor.

Oysaki, görüyoruz işte, bir sürü kadın anne olmaya, ev kadınlığına ya da çalışmaya uygun değil. Bunu kadın ya da erkek olarak gruplamak çok yanlış geliyor bana. Kadınlara kakılmış görevler var, erkeklerin yapmak işine gelmiyor, aynı şekilde erkeklere verilmiş görevler de...Hiç bir insana varlığından başka " olması gereken " kalıbı biçilmemeli. Herkes yaptığı iş neyse onda başarılı ve yanında evini, çocuğunu idare ettirecek süper biri var ise kendini şanslı saymalı. Onun da olmadığını görüyorum. En azından benim için yok, üzgünüm.

Mesela, bana göre kadının ya da adamın eve para getirmesi önemli değil. Eşim benim yaptığım performansta iş çıkarmaya elverişli olsun, benim işim O'nun işinde olduğu gibi uygun saatli, uygun tatilli bir meslek olsun. Benim formasyonum O'nda olduğu gibi uluslararası standartlarda verim vermeye uygun bulunsun, O otursun ben de aklım evde, çocuklarımda kalmadan çalışayım. Gerçekten hiç fark etmez.

Bunu, Avrupa ülkelerinde yapanlar var. Baba evde annenin bütün görevlerini en iyi şekilde yükleniyor, kadının tüm iş deneyimleri ve eğitimi devamı gerekli kılıyor, aileyi maaş olarak kadın çekip çevirebileck düzeyde, kimse de dönüp " AAa ne ayıp!" falan demiyor. Biz ilk evlendiğimiz zaman eşim yazdığı kitaba odaklanmak istedi, bense çalışıyordum ve işimde yükselme, kariyer durumum vardı, O bir süreliğine ayrıldı, ben gittim geldim. Hiç de olumsuz etkilenmedim bu durumdan. Ama benim tek derdim var, evime ve çocuklarıma benim gibi bakılacak!

Bir arkadaşım bazı kadınların bu hormonlara yani hamileliğe bağımlı olduklarını, o dönemlerde kendilerini çok mutlu hissettikleri için arka arkaya hamile kalanların olduğunu anlattı. Doğrudur, buna ben de şahidim, o yüzden de " Hamilelik kötüdür aman aman!" falan gibi bir iddiam hiç olmadı. Ama Allah aşkına yahu, kendini kötü hissedenlere de empati denilen bir şey var bari o horgörülmesin! Yok, " Biz de hamile kaldık güzelim!" yok, " Amaaannn şekerim sen de amma büyütüyorsun şu işi " falan filan gibi yorumlar beni çileden çıkarıyor. Herkes farklıdır, her insan ayrıdır ve olayları farklı deneyimler. Genellemeler de ancak odun, taş, kağıt falan gibi cansız malzemeler için yapılabilir. Gruplamayınız, kategorileştirmeyiniz, bir şey deniyorsa saygı duyunuz! En azından acıyınız yahu!

Bence, bu benim kendi kanaatim, hamile değilken ve hastalık öncesinde değilsem demek ki diyorum benim bütün hormonlarım tam olması gerektiği şekildeler. Hayatımda çok zor devirler atlatmama rağmen depresyon falan yaşamadım. Çok üzüldüğüm, sinirden delirdiğim olmuştur. Ancak ve ancak ne zamanki bu döneme giriyorum o zaman başlıyor, bir an dalga dalga gelen mutsuzluk ve kapana kısılmışlık duygusu mesela. Acayip bir sıkıntı, anlatmak mümkün değil, çevrendekilerin başka başka dünyalarda oluşundan duyulan öfkelenmeler...İçe kapanıklık, kimse beni anlayamıyor, duygularımı paylaşmıyor sendromları...Al sana depresyon işte! Hamile olup bunu doktoruna anlatanlara yine güzel bir ilaç pompalaması yapılacağı için, boşver sen bir şey anlatma kendi kendine depresyonunu, dalgalarını falan filan bu dönemin sonuna kadar sık dişini atlat bana göre.

Demek ki, bu durmadan arka arkaya hamile kalma dürtüsü yaşayan, o dönemlerinde çoook mutlu olduklarını iddia eden kadınların normal hayatlarında eksik bazı hormonları bu dönemlerde tamamlanıyor. Bana ve benim gibi dalgalanma yaşayanlara ise fazla ya da az geliyor olması gerekenden. O yüzden de dengelerimiz böyle alt üst oluyor.

Göğüslerde büyümeden kaynaklanan tatlı tatlı bir kaşınma... Pudra imdada yetişiyor bende. Selülit görünümünde çok artış... Allah'tan akşam çişe kalkmalar şu aralar durdu. Balgam da eskiye göre varla yok arası, burun temizlemek daha fazla. Bazılarının burnu tıkanıyormuş, benim ilk hamileliğimde yaşandı, bunda yok. Kanama da diş etlerinde görülebiliyor, Allah'tan tam hamile kalmadan önce gittiğim dişçinin marifeti ile o olay en aza indirgenmiş halde.

Doktorun gösterdiği ultrasonda ufaklık omurilik ve bacağı kesin gördüğünü söyledi. Diğer kısımlarda yüz dediği zaten kafatası şeklinde olduğu için pek de çekici gelmiyor :) 2 numara 400 gr. Ben ise 67 kg! Evet, o ha! Ama canım ne isterse yiyorum ki bu dönemlerde aksini yapmak imkansız. Gece geç vakitte fil gibi acıkma oluyor, öyle yatılmıyor ve en önemli kural ayaklar altına alınıyor. Spor yapmak, enerji olduğu an iş ev işlerine dönük ancak yapılabildiği için bir kere ütopik. O, evinde işlerini yapan, yardımcıları olan kadınlar için bilinçli hamilelik kurslarına falan katılmakla oluyor. Öyle evde bir de şu hareketi yapayım demek herkesin harcı değil.

Şu an mesela yine gözlerim kapanmakta, içimde dalga dalga gelen sıkıntı...Amaaaannnnn! Of ya! Ha, bir de onu da yazmadan edemeyeceğim, cinsellik de hormonlara bağlı ya, gecenin bir vakti abaza gibi uyanma durumları oluyor. Bu da hem hamile hem de seks'i bir araya koymaktan çekinen yıkanmış beyinlerimizin en büyük paradoksu :( Böyle bir döngü anasını sattığımın...

Doktora hastane için ne hazırlamam gerektiğini sordum, hiçbir şey dedi. Heheeeee! Hiç bir şey!!! Düşünebiliyor musunuz? Bebeğin çıkış kıyafetlerinden, benim eve gidene kadar giyeceklerime kadar herşey hastaneden karşılanıyormuş. Ben yine de kırmızı bavulumu hazırlayacağım, o ayrı :) Doğum şeklini 28'inci haftadan sonra konuşabilirmişiz. Ama herşey yolunda giderse o zaman normal doğum da olabilirmiş. Olabilir mi? Ben yapabilir miyim? Bilmiyorum...

Dün akşam Margot'un Düğünü diye bir film seyrettik, Nicole Kidman vardı filmde ve artık bir şey olması gerek, bu kadar potansiyel var biraraya konmuş ama olay yok şeklinde sonuna kadar izledik. Ne mi oldu? Yazmayayım ama bir bok olmadı :))) Bir de filme " Aman çok komik " falan yorumları yapılmış konuya vakıf ( mış ) izlenimi verenler tarafından, filmi seyredip seyretmediklerini sorguladık valla.

Bir de son olarak Penguen'in olay yaratan kapağını ekleyeyim. Süper olmuş süper! Helal olsun diyeyim...

24 Aralık 2008 Çarşamba

Yaşamdan Özetler...

Yarın kızımı da alıp doktor kontrolüne gideceğim. Kardeşini göbeğimin içinde ilk görüşü olacak :)
Ben yemeklerden sonra şişik ve patlamaya hazır hissediyorum kendimi. Mide ekşimesi ise devam ediyor ama kusmaktan iyidir, hala aynı fikirdeyim yani bu konuda. Midem bulanmasın da ne olursa olsun.

Dün, Dubai'de yaşayan N.'ın evine konuk olduk ufaklıkla beraber. Buralarda yaşıma yakın, üstelik hamile ve Türkçe konuşacağım birinin olması gerçekten güzel bir durum. Her ne kadar Kanada'ya gitme kararları gerçekleşecek olsa ve ben yine geriden bakakalacak bir izlenim de yaratsam, olsun! İlaç gibi derler ya tam zamanında gelen bir ilaç O bana burada.

N. bir güzel kısır yapmış, puaça, Türk çayı ve kek eşliğinde lafladık bayağı. O'nun da kızı olacak. İnsanlar nasıl da hamile olunduğunda yapacakları planları, alışverişlerinin rengi... herşeyleri değişiyor. N. kendi kızına aldıklarını çıkarttı baktık, nerede uygun fiyatlı ne var konuştuk, fikir alışverişinde bulunduk.Türkiye'de büyük plazalar dışında görmeye ve içinde bulunmaya alışık olmadığımız yükseklikte binalardan birinde olan evlerinden Garhoud Bridge'i seyrettik. Bu evlerde perde bile kullanmaya gerek yok çünkü herşeye o kadar yüksekten bakılıyor ki kimsenin kimseyi görebilme olasılığı da yok. Saat sabah onda çıktığım evime altıda vardım ki Chloe perişan olmuştu artık yazık.

Kendi araba arkasında yolculuklarımı hatırlıyorum da çocukluğumda...Hep büyüklerin car car konuşup da biz yokmuşuz gibi davrandıkları yerlerde bir süre sonra ne yapacağımızı da bilemeyişimizi...Kısacası, aslında böyle sosyalleşmeler çocuklara göre değil. Onlar okuldayken görüşmek, yetişkinler anlamında daha mantıklı. Ama uzun bir tatil daha ve trafiklerle falan o onbeş dakikalık yollar bir saate yakın uzayabiliyor. Gidilen yerlerde sohbetlemek, biraz dolaşmak etmek derken zaman hop diye geçiveriyor. Okul zamanında o tarifeye yetişmek imkansızlaşıyor bu sefer...Yani, biraz da çok ağırlaşmadan ve hareket yeteneğini kaybetmeden önce araya sıkıştırdıklarımızdan bu görüşme. Olsun, bugün kızımla geçirdim günümü, sabah beraber alıştırmalar yaptık, kitabından bölüm okudu bana, öğleden sonra Father Christmas için kurabiye dekore ettik. Yani, düne göre sakin, evde geçen bir günle olayı dengelemiş olduk.

Evet, bu akşam Christmas Eve!!! Father Christmas gelecek (!) diye stocking ufaklığın oda kapısında bekliyor, bilmem kaçkere kalkıp mutfakta bırakılan kurabiyenin yenip yenmediğini ya da ılık sütün içilip, hediyelerin bırakılıp bırakılmadığını kontrol edeceğini tahmin bile edemiyorum sabaha kadar. En azından uyanıp uyanıp stocking doldu mu diye bakacaktır, eminim. Yarın ise babamız işinden erken çıkıp, alışveriş yaptıktan sonra Christmas gecesi için fırında ördek ve diğer geleneksel yemeklerini yamak için eve gelecek. Sonra, hediyeler açılacak...Kısacası, Christmas kutlanmaya başlandığından beridir gerçekten de yılbaşında yapılan herşeyin yeri ayın 25'inde kapılmış oldu. Yeni yıla hiçbir enerji kalmıyor geriye. Öyle bir 24:00 ü bekleme halleri, o da dayanılırsa...

Bir arkadaşım Katar'dan " Siyah Süt"ü yollamış, okumaya başladım...Çok sevdim ahengini ve anlatış biçimini Elif Şafak'ın. O, beyninin içindeki seslerden, hepsinin kendine ait küçük yaratıklar şeklinde tanımlanmasını da kendime çok yakın buldum. Eski yazdığım yazılardan birinde vardı o dır dır dır eden iç sesleri bende de...Aynen hiç susmaz, susarsa düşünemez olur insan bana göre zaten, imkanı var mı?!

Doğum sonrası depresyonu olayın başka bir boyutu... Adı üzerinde, hem hamilelikte çekilen hormonal değişimler ve kişiden kişiye farklılaşan durumlar, sonra da doğum ve ardından gelebilecek olanlar...Ben ilkinde büyük ihtimalle ölüm kalım savaşı verildiği için anlamadım. Yani hangi duygunun nereye ait olduğunu kavrayamadım. Bu seferki inşallah sağlığıyla gelirse yine hormonal tepişmelerden nasibimi alır mıyım bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz bakalım...

Sharjah'da saatliğine gönderilen temizlikçileri araştırdım, koskoca bir sıfır! Senelik kotratlar isteniyor, aman yok ona da tahammül edemem ben. Sabahtan akşama kadar bir insanı, O'nun sorumluluğunu, vicdani ağırlığını da yüklenemem. N'dan " Baba ve Piç"i alacağım okumak için, böylelikle aklıma saplanıp kalan, bu sene taşımayı göze alamadığım kitaplar da elime gelmiş olacak. Bu, iyi bir durum.

Geçen gün TRT 1'deki " Komedi Dükkanı" nda " Cankurtaran " adlı oyunu verdiler ve ben Tolga Çevik'in büyük ihtimalle Sinan Çetin'i taklit eden ve sürekli agresif bir şekilde " Arkadaşımmmm!" diye repliği anlatmaya çalışan yönetmenin tiyatrosunu izledim. İkinci kez ve koltuktan düşme tehlikesi atlatarak üstelik. Uzun zamandır bu kadar gülmediğim için o tiyatro bana ilaç gibi geliyor.

Kanal Türk'de ise verilen tartışma programları...Allah'a bin şükür robot gibi konuşan, bilim insanı kılığındaki, devletçi sünger beyinlileri değil her iki karşıt fikirden ama çok da değerli insanları bir araya getirebilen programlar yapıyorlar. Helal olsun! Burada politik anlamda hangi yakada olduğumu tartışacak ya da deşifre edecek değilim ama en azından sürekli baskılanan, ismi cismi yıllarca saklanan, tabulaştırılan bir sürü konunun bilirkişiler tarafından klasikleşmişlere dan dun diye çarptırması beni çoook mutlu ediyor, o kadarını söyleyebilirim.

İşte, şimdilik böyle... Bakalım yarın bizim iki numara kız ne tür bir hareket sergileyecek? Chloe hayatında ilk defa gördüğü bu durumu nasıl karşılayacak? Doğması için sabırsızlandığı kesin de...

Herkeslere iyi yıllar.

16 Aralık 2008 Salı

Kırmızı Bavul

Normal hissettiğim bir gün... Hayatta en mutlu olduğum zamanların kimseden bir şey istemeden evimde gördüğüm eksiklikleri gidermek olduğunu belki kaç kere yazdım ama sabah kendi temizliğimi, ardından bizim yatak odasının temizliğini yaptım...

Abartmıyorum, yerleri yıkadım! Toz aldım, üst katın koridorunu ve kızımın odasının yerlerini sildim. Eğilip doğrulmak zor, hatta kendi önümü görmek de öyle ama yavaş yavaş da olsa bitirdim ya işimi keyfime diyecek yok. Üst katı mis gibi temizlik kokusuyla bırakıp inerken kendi kendime gülümsediğimi fark ettim. Gerçekten Allah kimseyi kimseye muhtaç etmesin, kimseyi elden ayaktan düşürmesin. Amin!

Artık hamilelik yolunun yarısındayım. İki numaranın da kız olacağını ayın dördünde yapılan ultrason gösterdi. Parmağını emiyordu ufaklık. Bu, yıllardır beklediğim bir şeydi, hep eksik kalan yanımızdı, kızımın yarısıydı. Bugün eve gelirken Chloe ile aramızda geçen konuşma;

" Anne bugün ben çok heyecanlıydım okulda, bebeğimizi herkese söyledim"

" Kız kardeşini mi?"

" Evet, bebeğimi, kız kardeşimi, daha fazla saklayamadım :)"

Bu, benim kızımın duygusal dünyasında büyük bir pencere açacak. Evet, dırdırlandım, yine bir devrede depresyon belirtileri geçirdim, kıvrandım, kustum, öğürdüm, herşeyden nefret ettim ama bunu görebilmek içindi. Belki hala bir şeyler için çok erken yazıyorumdur, bilmiyorum. Kendime de inanamıyorum, hani bazen hayatınıza dışardan bir film çeker gibi bakarsınız ya, aynı şeyi yaşıyorum. Dört buçuk aydan sonra iki kızın annesi olacağım. Bu olayla diyorum ya, kesinlikle tamamlanacağım.

Artık yavaş yavaş hazırlıklara giriştik. Gittiğimiz yerlerde eğer piyasaya göre uygun fiyatta kalmış bir şeyler yakalarsak hemen alıyoruz. Geçen ay Dubai Mall'a gittik, dünyanın en büyük akvaryumunu yapmışlar. Amacımız onu ufaklığa göstermekti ama yine dünyanın en büyük Mega Mall'u olduğu içinmiş ki bebek mağazalarının sayısı belki de yirmiyi geçiyordu. Tabi ki çeyreğini bile görecek derman yoktu bende ama olsun!

Bebeğin biberonları, el pompası vesaire için iki alternatif düşünüyordum. Birincisi, eskiden kullandığım Chicco'nun strelize likiti, burada likit yerine Calsium vitamini gibi suda eriyenleri de yapmışlar ama bir kutusu 20 dirhem. Bir aylık, bebek bir yıl strelize edilmiş biberon falan filan kullanacağına göre fiyatlar bayağı yüksekte kalıyor. Onunla beraber bir de nedense bu sefer kimyasallığı var diye içim de tam rahat etmemişti. Diğeri ise strelize makinalarıydı. 440 dirheme buldum, baktım heryerde Avent, aynı fiyat.

Dubai Mall'da bir baktık Chicco. Benim ilk aldığım ürünlerde kullandığım ve çok da memnun kaldığım, testlerden sürekli beş üzerinden beş alan Chicco! Yupi diye içeri girdik ama kıyafetler uçuşta. Derken strelize makinalarının yerine geldik. Burada microwave'e topluca koymak için bir kutu diyelim yapmışlar, hiçbir mekanizma yok içinde. 170 dirhemdi. Bende micro yok zaten. Almaya da niyetim...Veee, bir buhar strelize makinası, sekiz biberon alıyor. Fiyat? 110 dirhem!!!!! Hemen aldık tabi ki.

Şimdi, başlangıç setleri var, onları alacağım, el pompası kaldı. Kendime de kırmızı bir bavul :))) Kırmızı bavul da nereden çıktı?! diye düşüneniniz vardır muhakkak ama ilk doğumum diyorum ya fiyaskoydu. Ne bir çiçek, ne bir çukulata, ne bir mutluluk, tersine korku ve keder...Bu sefer kendimi şımartacağım.

Bavullarım çok uyduruk, önce burada görüp vurulduğum, tekerlekli, bir sürü güzel gözleri olan kırmızı bavullardan birini alacağım. İki gün önce göğüs altına kadar inen düğmeli iki tane gecelik buldum çok şükür! Sonra o bavulun içine kendimle ilgili cici bicilerimi yıkayıp ütüleyip yerleştireceğim. Çünkü hayatımda herşey yolunda giderse ilk defa bir otel odasını andıran lüks bir odada doğum yapmış olacağım. Kendime ait tuvaletim, duşum...İnanılacak gibi değil. Ve tam bu dönemde eşimin işi sigortayı iyi oranda değiştiriyor. Aralık sonunda yeni sigorta şirketi devreye girecekmiş.

Güneşin beyaz kısımlarına vurup yarısını kızıla boyadığı yağmur bulutları...2 numara sürekli tekme atmakla meşgul :) Hava serin, benim bu konuda keyfim çok yerinde. Christmas ağacımız hafta sonu süslendi ve rengarenk...Christmas Cake babamız tarafından hazırlandı, benim tarafımdan dekore edildi de yarısı yendi bile!!
Mide ekşimeleri zaman zaman rahatsız etse, asit boğazıma dayansa da verilen şuruptan aldım dün gece, iyi geldi. Akşam üç dört kere kaldıran çişli dönemler şu aralar inzivaya çekildi. Ancak geceleri uyuyamamak, saçma sapan bir vakitte kalkmak, abuk subuk şeyler düşünüp rahatsız olmak hala baki. Çok yorulmak, eğilmek, kalkmak iyi değil. Gün içinde uyuma eğilimi devam...Tuvalete çıkma alışkanlığı düzensiz ve normal zamana göre daha zor. Özellikle tam alışverişe veya dışarı çıkıldığında :(

Şimdilik değişimler, gelişimler bu yönde.

6 Aralık 2008 Cumartesi

Hayatı Durdurmak...

Şu günlerde blogdu, yok dergiye yazı yazmaktı, bilgisayar ortamı MSN'di...Hayatımda ne kadar zamanın gasp edildiğini düşündüm.

Bunların başında gelen sebep, bir şeye eğlence, vakit doldurma, şudur budur mantığıyla yaklaşıldıkça bir zaman sonra o işin sorumluluk duygusuna dönüşmesi. Bunu sevmediğimi, özgürlüğümün kısıtlandığını fark ettim. Sanki buraya koşturarak hayatımın akışını yazmam gerekiyor artık, ne oldu, ne bitti...Bir hesap verme psikolojisi oluştu sanki. Yaşam var hızıyla akıyor ama buraya aktarılan belki onun yarısı, belki çeyreği, an geçince etkisi yitiyor ve ardından gelen ahlar vahlar...Ah hayatı durdurayım yazayım, yapamadım, edemedim. Yahu, ne için?!

Şimdilik yine bir yazma şevki, paylaşma isteği gelene kadar ara verme dürtüsü...Hani nasıl ki trafikte bakarsınız sağınıza solunuza herkes kuralları çiğniyor, bu ters zincirleme oluşturur ve "Amannn sen de!" dersiniz, aynen öyle bir duygu hakim şu aralar.

Yanlış anlaşılmasın, kendi içimde çok huzurluyum ama ay bakayım kim ne yazmış bloğa, dergide ne kadar okunmuşum, MSN'sini kim açtı, beni de hiç sormuyorlar hallerini yani bekleme modunu reddediyorum. Kimseyi beklememek için kendi hayatıma, kendime dönüyorum :)))

Belki bir süreyi kapsar, belki upuzun bir zaman alır, zira günlük hayat aslında hep tekrarlardan ibaret ama ben bu tekrarlarımı ve huzurumu çok seviyorum. Bir süre yazmayacağım, ne zaman yazma isteğim gelirse...Şimdilik hepinizi öpüyorum.

2 Aralık 2008 Salı

Yorumlar Kontrolüm Altında.

Dünya üzerinde sakatlıklar gerçekten çeşit çeşit. İnternet ise insanları en fazla açık hale getiren ortamlardan biri. Düşünsenize, dışardaki hayatta belki bizim hiç karşılaşmadığımız bir dünyada, içinde bulunmadığımız bir alanda çocuk pornosu denilen bir ortam var. Ya da ne bileyim, sizin internete çok iyi niyetle koyduğunuz bir fotonuzda gözlerinize, dudaklarınıza bakarak masturbasyon yapan birileri, yalnız sizin değil bebeğinizin ya da çocuğunuzun...O yüzden de bu tip olaylara karşı dikkatli olun, üzerine istediğiniz kadar isminizi yazın bir şey fark etmez, orada çocuğunuz ya da siz gözüküyorsunuz, o yeterli sapığa. Herkese açık olabilecek ortamlara özel fotolarınızı, ailenizi koymayın bence. Mesela burada ben ismimi vermiyorum, dikkat edilirse kişisel olan, çocuğum da dahil olmak üzere hiçbir aile fotoğrafımızı yayınlamıyorum.

İyi ki de öyle yapıyorum çünkü dün akşam yorumlarımı kontrol altına almamı gerektirecek bir şey oldu. Taaa eskilerde yazdığım yazılara özellikle de öyle seçildiğini düşünüyorum, salak salak iki yorum gelmiş! Yorumu yazan kuşbeyinli ahmak çok tatmin olmuştur, bir tanesi bana yorum yazan birine" Salak mısın?" gibi bir ekleme, ikincisi de yazıma yazılan kelalaka " Bunu Ömer Seyfettin mi yazdııı?"

Bunları yazan kişi bana tekrar tekrar internet ortamının potansiyellere açıklığını hatırlattığı ve yorumlarımı da benim onayımdan sonra yayınlanacağı ibaresini koydurttuğu için teşekkür de etmek lazım aslında. Çok heyecan yapmıştır şimdi " Adsız ", hatta bir yazıma da başlangıç oluşturdu, yaşasınnnn! Valla ne heyecanlı değil mi?!

Mide bulantım arka fonda duruyor. Kusma bir haftadır yok. Ama balgam devam...Hatta beni deli ediyor. Merdiven inip çıkınca küt küt bir kalp atışı. Çabuk yorulma, dışarı çıkıldığında büyük tuvalete gitme isteği, bazen kabızlık halleri, ardından ishale çevirme, dır dır dır kısacası...

Dün buranın National Day'i vardı, bizim zafer bayramımız gibi bir şey. Arabalar üçe kadar korna çaldı, motoru patlamış kıvamında ses çıkartan motosikletler geçti, Allah'ın ceazsı yan komşunun doğum kontrolden habersizce imal edilmiş çocukları sabahın birinde benim bahçeme kaçırdıkları topu almak için kapımı çalınca ben carladım. Yetti yahu!!!! Herkes isterse sabahlasın ama kimsenin kimseyi rahatsız etmeye hakkı yok dünyada. Anaları babaları kendi başları şiştiği için çocuklarını bahçeye salıyor, onlar da bizim kafamızı mikiyor. Olacak iş değil!

Belki karı koca daldığımız saat üç dolayları falandır. Türkiye'de de öyledir, hiç sevmem birinin çükü kesilir, diğeri evlenir dart dart dart arabalar yedi düveli ayağa kaldırır, bana ne kardeşim!! Yok Milli günler, yok maçlar...Size garanti veririm, bizim memlekette kıçlarını yırtan milliyetçi karakterli insanları alın yurt dışında yaşatın azıcık ve o ülkenin milli günü olsun, aynı kendi yaptıkları hareketleri başkaları kendi ülkelerinde yapsın baksınlar bakalım nasıl rahatsız olacaklar.

Dün, toptan almaya çıktık bir de. Ufaklık " Madagaskar 2" ye gitmek istiyordu, sinema gereksiz bir kazıklıkta olduğu için baba ve ben yazı tura attık. Ben kazandım, babasıyla kızım sinemaya girdi ben de kendimi yine Baby Shop'a attım. Christmas geliyor, bir. Kızımın arkadaşı ve kardeşine hediye almak lazım. Hediyenin abartı pahalı olmamakla beraber sevecekleri bir şey olması gerekiyor. İşte sana saatler harcanacak başka bir konu. Hem uygun fiyat olacak hem de çocukların gönlünü çelecek. Buldum ama...

Bu arada, kafamda gerekenlerin de fiyatlarına bakıyorum sürekli. Avent manuel süt sağma makinası, biberonları ve diğer aksamatı strelize edecek makina, bebeğin çıkışta giymesi gerekenler ( cinsiyeti öğrenmem lazımmmm! ) benim akan süt için göğüs pedlerim, bebeğin tırnak makası, şampuanı, toto kremi vesaire...Ayrıca benim için iki ucuz, bol ve rahat gecelik, hırka, çorap, önden açılır sütyenler, şampuan, krem...

Ufaklığın doğumunda O'nunla adaş, annesi İngiliz babası Türk bir çift arkadaşımızdan Moses Basket denilen çok güzel bir yatak gelmişti. Kendi çocukları yatmış ilk aşamada, sonra da ikinci el hemen bana getirmişti kadıncağız. İngilizler için bu çok doğal bir şey. Moses Basket geleneksel olarak ilk altı aya kadar kullanılabilen, ufak, bebeğin ana karnından sonra kendini ilk aşama için güvenlikte hissedebileceği, genelde hasırdan yapılmış bir yatak. Bizimki de kullandı sonra hiçbir yere giremiyecek büyüklükteki oyuncaklarına ev sahipliği yaptı moses basket. Şimdi içini tekrar yıkadım, elimdeki çarşafları ve kenarlıkları kullanarak yatağı denedim. Çok şirin oldu :)) Tamir edilmesi gereken yerleri var, babamız onu halleder.

Yorgunum ve yapılması gereken çok iş var. Yukarki kata pencere önleri ve balkonların yıkanabilmesi için hortum aldırdım. İyi ki de yapmışız, geldiğimizden beridir ilk defa böylesine derin temizlik oldu. Yok su taşı, yok bitti, git içeri değiştir, heryer zaten toz yığını, hatta bir yağmurla onlar çamura dönüşmüş vaziyette :( Her hafta halının silinmesi gerekliliğinden nefret ediyorum, evde bana ekstra işe malolacak her türlü varlıktan da gına geçirmekteyim.

Ha bir de neye dikkat ettim, dün toptan için Carrefour'a gittik dedim ya, orada bebek mamalarına da bakayım neler var dedim. Bir de ne göreyim, kızım doğduğunda zar zor, o da özel bir yerden bir kutusuna 21 milyon vererek aldığımız Similac Neosure denilen prematüre maması burada hem alışveriş merkezinde satılıyor hem de yedi sene öncesinde 21 milyona alınan ürün yedi milyon!!!!! Allah kahretsin bu Türkiye'deki başıboş zihniyeti dedim kendi kendime. Ne bir kontrol ne de sosyal devlet adına, tüketici lehine bir denetim. O an muhtaçsın ya, bulmuşsun ya bir yerden kakala kakalayabildiğin kadar!!!

Yağmur yağabilir. Yemek yapmam lazım. Kendimde hissettiğim, bebek bölgesinde gelişen en ufak bir şeyden bile korkuyorum. Bugün yavaştan almam lazım, dün akşam yedide koltukta uyuyakalmışım. Eski bebek kıyafetlerini yıkamak için bebeklere özel deterjan da buldum, şimdi onları makinaya atayım bari.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Arap Emirlikleri'nde Hamile Olmak

Dün beni bloğumdan tanıyıp, tanışmak isteyen birisiyle birlikteydim. Tesadüf odur ki, O'da benden iki hafta önce hamile kalmış. Yani aramızdaki hafta farkı iki! Gerçekten herşeyin taze taze yaşandığı bu cici insanla bir sürü ortak konuyu ve yaşanmışlığı paylaşmak bana çok ama çok iyi geldi, ne diyeyim?! Vakit gerçekten hızlı geçti. Bir de beni duygulandıran bir şekilde N.'dan bebeğe ait ilk hediye olan body takımları geldi :) Bir de aşure...

Buraya geleli bizim oralardan yapılan bir lezzetin elime hazır gelmesine yabancılaşmıştım işin doğrusu. Öyle kendi kendime aş erip, gece rüyalarıma giren, buharı tüten İstanbul simidiyle falan avunuyordum. İnsan kendini paspas gibi hissederken canı etli yaprak dolması çekiyor mesela ya da ne bileyim lahmacun, İskender kebap...Daha bir sürü buralarda ha desen bulamayacağın, kendin yapmak için de özel çaba sarfedeceğin yemekler. Ne yalan söyleyeyim, N. çantanın içinde aşure getirdiğini söyleyince kedi gibi mırıldanıp, bir kolun altına girmek geldi içimden. Kendimi ilk defa beni hiç tanımayan biri tarafından gerçek anlamda şımartılmış ve özel hissettim.

Buraya geldiğimden beridir aralı sıralı arkadaşlarla gidip kahvaltı ettiğimiz bir yere gidecektik ki oranın kapandığını uzun süren araştırmalardan ve hamileliğin verdiği beyin büzüşmesine serzenişlerden sonra anladım. Kızcağız da bilmiyor, soralım diyor da ad san yok, hani o şu kadar dirheme sınırsız çay kahve ve bir güzel kahvaltı menüsü olan yer???? Benim klasik huyum bin kere girdiğim bir dükkanın ya da mekanın adına bakmamak...Al sana böyle olur işte!

16. hafta bittiğinden beridir yani topu topu üç gündür iyileşme var. Kesinlikle! Dişlerimi fırçalarken öğürme gelmiyor, kokular midemi bulandırmıyor, kirlere baktıkça kusasım gelmiyor, yalnız hala bir mukus burnumun arkasında beklemekte...Nedir o anlamadım gitti. Hayatımda başıma böyle bir şey gelmemişti. Bir de yorgunluk olursa ya da stres mide o zaman tepki veriyor. Aç kalmak kesinlikle yaramıyor falan filan...Yemek yediğimde terleme, eskiden terleme ve mide bulantısıydı, bir de fenalık hissi. Onlardan geriye terleme kaldı. Eh, bu da bir şeydir!

Şu internet ne acayip bir teknoloji ki birbirlerini asla tanıyamayacak insanları biraraya getirebiliyor böyle.

Ayın dördünde yine doktor ziyareti... Üçlü test hakkında çok araştırdım, burada bayağı geç yaşta anne olanlar var, 45 üstü bile olanı gördüm. Amniyosenteze girip %95 herşeyin sağlıklı olduğunu öğreniyorlar. N.'ın dediği ilk kan testinde ki 11. haftaya denk geldiğini hatırlıyorum, ikili testi yapıyorlar, ona göre üçlüye gerek olup olmadığına bakıyorlarmış. Mantıklı...Benim doktorum gerekli görmedi, yaptırmayacağım. Türkiye'den arkadaşımla da konuştuk, bu sene doğum yapan taze anne olan hani,"Ben üç boyutlu ultrasona bile girdim ama Türkiye'de sigorta karşıladığı için bokunu çıkarıyorlar Evin Kedisi" dedi, katılıyorum. E nasıl yolunacak insanlar?! Amerika'da topu topu üç kere ultrasona giriliyor, normal doğum yapılmadı, o sigorta tarafından karşılanmadı mı içine dışına araştırılıyor ama maşallah bazı memleketlerde alan razı satan razı, arada hasta zavallı. Deney maymunu, üzerinden milyon dolarlar kazanılacak ( yolunacak ) tavuk!

Neyse, onun dışında burada görüştüğüm insanlar hem kendileri çok sakin bir şekilde hamile kalıyorlar, hem durumlarından mutlular, hem de hamile kalana çok özel ilgi gösteriyorlar. Bütün bayanlar gördüklerinde durumu soruyorlar, göbeğime dokunuyorlar falan :) Sağlıkla ilgili olan problemler bittikçe işin keyfine varmak sanırım daha kolaylaşıyor. Çünkü muhtaçlık duygusu ters orantılı olarak azalıyor.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Aman Ne Hafta Sonu!

Size bütün bir hafta sonu yapılanları anlatayım;

Cuma günü sabahı üst kat eşim tarafından makinaya vuruldu. Hani söylemiştim ya suya çeken bir elektrikli süpürge almıştık diye, halı da yıkıyor o alet. Tam kızımın odasının halı yıkanma aşamasına gelindi ki makinanın dışarıya su veren mekanizması durduğu yerde bozulmuş, o anlaşıldı. Hadiii! Bu sefer bütün aletler çıkarıldı, makina olduğu gibi söküldü, pompa kısmında bir sıkışma mı ne olmuş anlaşıldı ve yapıldı, eşim sağolsun! Eğer yapılmasaydı taa ikinci hafta sonu beklenecek, koca makina aldığımız yere götürülecek, sigortasına bakılacak, değişim için beklenecekti, falandı filandı...

Kızımın odasına köpek girmez, bunu bilir, bir halıyı daha köpek pisliğinden arındırma aşaması, plan 1! Ama çıkan pislikten eşim şoka girmiş, midem alt üst olduğu için bana göstermedi de anlatmasından anladım. Zaten fotoğrafını falan çekip bloğa da koymuştum, çıkan suyu gayet rahat gözümde canlandırabiliyorum. Hamile kaldığımdan beridir o alete hem ağır olduğu için hem de çıkan suya dayanamadığım için dokunmuyorum, iyi mi?! Bence çok boktan çünkü hafta arası yapılması gereken bu tür işler hafta sonuna yığılıyor ki normalde hiç işimize gelmez. Hafta sonu dinlenmek içindir, adı üstünde, gidersin bir yerlere veya ne bileyim evde zaman da geçirsen tembellik yaparsın...Belli ki bu bizler için bayağı bir süre hayal!

Bir de taş yemiyoruz, işin yemek yapma kısmı var. Perşembe günü için bize çok yakın olan Lübnan fırınına gitmiştim. Kıymam vardı buzlukta, yapabilirsem evde lahmacun yapayım dedim. Yok rüyama İstanbul simidi girer, yok lahmacun diye krizlere gark oluyorum. Bari birini yapmaya çalışayım. Neyse, hem okuldan veli, hem de komşum Zeyna oradan hamur alabileceğimi söylemişti, aldım. 1 kg. Hazır mayalı hamur işte! Sonra da kıymanın içini ertesi günü yani üst kat temizliği yapılırken hazırladım, fırına...( İki gündür ev lahmacunu yiyoruz ama fotoğraf çekme isteğim yok :( )

Aynı gün bu sefer saat üçe doğru, yemek yedikten sonra Christmas düzenlemesi için okula...Saat beşe kadar. İnanılmaz ama önümüzde bir 12 gün tatil, ardından yedi gün okul ve yine bu sefer Christmas tatili. Aslında kendime güvenebilsem, yanımda eşyalarımızı taşıyacak yardımcım ya da arabası olan bir akraba falan olsa Türkiye'ye gelinir ama maalesef...

Bugün sabah sekiz buçuk kalkış, kahvaltı ve ardından buradaki yeni uygulama için alınan kimlik kartı dolayısıyla dışarı çıkış. Sabahları erken kalkıp da hemen bir faaliyete başlamak hiç iyi gelmiyor bana. Hemen midem isyan etmeye başlıyor. Bir de yorgunluk aşırı mide bulantısı yapıyor.

Kimlik işlemi tam bir muamma. İnternetten bir randevu almak için benimki saçını başını yoldu günlerce. Cep telefonuna randevu tarihini ve saatini yolluyorlar. Sen de telefondaki mesajı göstererek içeri giriyorsun. Onlar ellerindeki kağıtlara ve cebe bakarak kontrol yapıyorlar. Kapıdan içeri girmeye çalışan güruh evlere şenlik. Lokal halk okulda kesinlikle sıra beklemeyi falan öğrenmediği için aradan dereden kaynama yapıyor. Sinirim tepeme çıktığından ben de birine bugün pardon!!! dedim ve önünü kapadım, hayret bir şey!!!

Kimlik kartları için önce içeri alınıyorsunuz, dediğim gibi eğer cepte mesaj yoksa unutun, giremiyorsunuz bile! Oradan tekrar sıraya ve pasaportlar internette doldurulan formlarla Danışmaya. Onlar sıraya koyuyorlar, gidip oturuluyor. Sıranın bize gelmesi iki saati buldu. Benim yüzüm bembeyaz olmuş. Neyseki yanımıza patates cipsi, biraz bisküvi almıştım. Bizimkinin işi bitince gidip arabadan onları getirdi ama o zamana kadar çok rahatsız oldum.

Fotoğraf kafadan bacaklı şekilde çıktı, gösterdiler kendi halime gülmeye başladım artık. Kafam bir yere gitmiş, burnum sola çekmiş, saç baş komik ve bembeyaz bir surat... Gülmek de yasak üstelik.

İlk önce bir odaya alındık. Kızcağız elindeki form bilgilerine bakarak bilgisayara giriş yaptı, ne kadar ödeme yapacağımız hesaplandı, adres postalama yapmak için alındı. Allah'tan bir de " Gelin alın!" denmedi. Oradan doldurulan belgeler pasaportlarla beraber fotoğraf çeken, parmak izi alan kişilerin odasına yollanıldı. Tabi kadınlar ve erkekler farklı yerlerde bekliyor, benimki bekleme esnasında şövalye şeklinde " Karımı görmem lazım" diyip iyi olup olmadığıma bakmaya gelmiş ki sesini duyuyorum, görevli tarafından durduruldu, ben de kalkıp kocamın yanına gittim, bir de inat olsun diye teşekkür edip öptüm, oh olsun!

Derken, eşimin işinin bittiğini gördüm, O arabadan hem üzerimize donduğumuz için bir şeyler taşımaya hem de yiyecekleri getirmeye gitti ki adamın biri elinde İngiliz pasaportu tuhaf bir isim söyledi, birileri beni uyarmaya başladı, meğerse bizim kızın ismiymiş o. Öyle tuhaf söylemiş ki anlamak mümkün değil! Neyse ufaklığın fotosu çekildi, pasaport ve belge elimde, ardından ben çağrıldım, erkek olduğu için parmak izimi alamadılar. Makinanın üzerine koyup elinin üzerine bastırıyor çünkü. Ama adamın çektiği fotoğrafla kolaylıkla bir korku filminden teklif gelebilir diye düşünüyorum.

Dışarı çıktığımızda saat ikibuçuktu ve benim kan şekerim muhtemelen yerlerde sürünüyordu. Mesane baskısı, patlama boyutundaydı ve mide bulantısı olduğunda eşlik eden sanki sinüzitim varmışçasına burnumun arka tarafına tıkanan mukus yutkunmamı sevimsiz hale getiriyordu :(

Eve geldim ve bir şeyler yedikten sonra sürünerek yatağa gittiğimi hatırlıyorum. Akşama doğru, ufaklığın yıkanması gerekiyordu, biraz su doldurdum hem kirleri gitsin, hem de çok güzel kokuyor öyle, o oynarken çamaşırları koydum yıkansın, kurumuşları kaldırdım, ütülensin. Ben uyurken eşim köpekle beraber kızımı alıp dışarı yürüyüşe çıkmış, Layla'yı yıkamış ve alt büyük kırmızı giriş halısını silmiş!

Kızımı yıkadım ve ardından epey zaman alan saç kurutması seansı... Benim gibi saçları çok zor kuruyor. Ondan önce küçülmüş olan neyi varsa bir de şifonyerden çıkardım. Ufaklığı babasıyla bir şeyler yesin diya aşağı yolladım, uyduruk kaydırık olsa da artık herkes pes haldeydi. Ben yıkanmaya girdim ve şimdi kızım uykuya gittiğinde işte iki günde olanların özeti buydu demek istiyorum.

A ha bir de yarına çanta hazırlandı! Yüzme için terlikler, yüzme gözlükleri, bone, kilot, havlu, özel çantasına. Yarın için istenen Christmas için alınan yeşil takım, içine isim yazıldı, başka bir çantaya, onun üzerine de isim. Sabah kalkılıp taze beslenme çantası hazırlanacak, bir şeyler atıştırılıp iki saat sonra hastaneye gidilip tokluk şekeri için kan aldırtılacak.

Allah'ım sen bana sabır ver. "Yan gel yat!" diyenin burnuna bir yumruk indirmek istiyorum!!!

21 Kasım 2008 Cuma

Mor Koyuuuunnnn!

Ben de resim yaparım ama hayatımda pastel boyayı bu kadar şeker, renkleri bu kadar güzel kullanan birini görmedim. Her yapılan resim lokum tadında olabilir mi? Korkarım ilerde bloğumun sağ kısmı ( şablona göre sol da olabilir ;) ) bu kızın resim galerisine dönüşecek. Ve bence harika olacak.

Mor Koyun bana Beşiktaş Koleji'nde öğretmenlik yaparken bir yandan seramik kursuna gidip, bir yandan yazarlık yapıp, diğer yandan Boğaziçi Üniversitesi'ni üç senede bitiren birini hatırlattı hep. O'nun da evine giderdik ve aklım çıkardı yarattığı değerlerden. Ve özellikle samimiyetinden.

Buradan, bloğuna her geldiğimde içimi sevinç doldurduğu, rengarenk dünyasına bizi de konuk ettiği için çoook teşekkür etmek istedim Mor Koyun kızımıza :) Herşey gönlünce olsun, bloğu bol bol renkle dolsun.

18 Kasım 2008 Salı

Ne Kadar Cahil O Kadar Mutlu!

Son birkaç gündür havada çok hoş değişimler var. Üç gece önce yağmur ve gök gürültüsüyle uyandık mesela. Bulutlarımız da var...Sizlere komik geliyor ama burada açıp kapayan, esintili bir havaya sahip olmak o kadar güzel bir his veriyor ki insana anlatamam.

Ben ne yapıyorum? Kendimi iyi hissettiğimde yine sanki hamile değilmişim hareketliliğime geri dönüp, öğürme hissiyle yıkıldığımda kendime sinir oluyorum. İnsanın başına gelmeyince aklına da gelmiyor olumsuzluklar, o yüzden öyle secret'vari " Olumlu düşün olumluyu çek!" gibi 2 artı 2 dörttür arkadaş! vari felsefeleri çoook basite indirgenmiş buluyorum. Benim başıma kötü gelen şeylerin hiçbirini daha önceden aklıma dahi getirmemiştim mesela.

İkizlerim anne karnına düşmeden hayatta ikizlerle ilgili pek bir bilgim yoktu, erken doğum yapana kadar erken doğumun ne olduğunu bile bilmezdim, ikizlerden biri sayesinde hayatta duymadığım hastalıkları ve engelleri öğrendim, ikinci hamilelikte bebeğin kalbi durana kadar CMV denilen virüsünü de kimselerden duymamıştım.

Doktor milletinin niye hiçbir konuda kesin konuşmadığını bu yaşananlardan sonra anladım. Hamilelik çok zor, uzun ve meşakkatli bir süreç. Birinci trimestir bitiyor yaşasın denilemiyor ki! İkinci yarıda da kanama riski var. Vajinal yollardan kapılacak enfeksiyonlar, idrar yolları enfeksiyonu, hamilelikte oluşan şeker hastalığı, amniyon sıvısının gereğinden fazla olması...Rahat edemiyor insan.

Aslında düşünüyorum da bazen ne kadar cahilsen o kadar mutlusun yahu!

15 Kasım 2008 Cumartesi

Mahalle Baskısı

Mahalle baskısını yalnızca başörtüsünde kullanmaktan çıkarıyorum artık. Milliyetçilik, Ata'ma Birşey mi dedin sen?!, din...bu liste böyle uzar gider. Kısacası üzerinde tartışılması toplumca uygun görülmeyen, ayıplanan, hıştlanan, kıştlanan her türlü konuya baz oluşturur mahalle baskısı.

Bizde, maalesef ki demokrasi ve fikir özgürlüğü yalnızca Mustafa Kemal Atatürk'ün ilke ve inkılaplarına karşı gelmeye kalkan ve bugünkü yüzünü hükümette göstermiş, tarih içinde de DP, Demirel, Özal, Evren... gibi farklı şekillerde ortaya çıkmışa muhalefet yapmakla özdeşleştiriliyor.

Demokrasi ve fikir özgürlüğü yalnızca bununla sınırlı değildir arkadaşlar! Akla gelebilecek tüm tabu haline getirilmiş konuda bilgisi, belgesi, kanıtı ölçeğinde düşünce söyleme özgürlüğü bakidir! Buna milliyetçilik de, devlet yanlılığı da, din de herşey dahildir. Bunun ismine de felsefe denir! Felsefeye göre insanın düşünebildiği, hissedebildiği her konuda fikir alışverişi yapması normaldir. Adı üstünde; İnsani hakkıdır. İnsandır yahu, haliyle düşünecek! Bizim memlekette ve bu tür mahalle baskılarının, tabuların olduğu başka ülkelerde düşünmek bile yasaklanır gün geldiğinde, hiç şaşırmam!

Can Dündar bir film yaptı. Bir diğeri bir kitap yazdı...Birçok farklı düşüncede olan, eğer bunlar milliyetçilik değil de evrensel değerler, her insan eşit şekilde değerlidir, hayvan hakları da vardır ( versiyonları ), din içindekiler farklı bir gözle yorumlamaya ya da anlatmaya kalkıldı mı Höt! diye mahalle baskısı karşılarına dikildi. Bu manevi baskı zaman zaman galeyana dönüştü insanların canına kıydı, bir diğer yandan Atatürk'ü okul kitapları dışında okumak için hiç bir çaba harcamamış, yahu bu tarih nedir ne değildir diyen bir sürü bıyığı terlemiş yeni yetme sanki Atatürk'e küfür ediliyormuşçasına Can Dündar'a saldırıya geçti.

Burada filmi izleyip de öfkeden ağzından salyalar saçarak, entel dantelliğe vurarak yorum yapanların yarattığı mahalle baskısından yeter geldi demek için yazmak istedim. İçiniz rahat olsun filmi izlemedim ama Can Dündar'ın romantik tarzını, yazılarını çok iyi bilirim.

Mustafa Kemal'e "Mustafa" demesini küfür gibi algılamaktan ziyade insanların biraz da Can Dündar'ın; " Ben burada bunu anlatmaya çalıştım" demesine kulak vermesi gerekmiyor mu? Oradaki Mustafa yıllardır bizlere dayatılan, tanrı yerine konulan, dinin en yobaz kesiminin Atatürk adı altında mutasyona uğramış versiyonuna bir nüktedir.

"Mustafa" bizlerden biridir, Muhammed'de öyle. Bu liderler kendileri bu derece dejenere edilmeden önce zaten böylesine yüceltilmelere karşı duran insanlardır. Mantıklarında ve liderliklerinde insana verdikleri değer, insanı yüceltmek, onlardan biri gibi davranmak, halka karışıp onlarla diyaloğa girmek vardır. Zaten öyle olmasaydı lider olarak yıllara damgalarını vuramaz, halkları arkalarından sürükleyemezlerdi. Karizmaları halktan biri olabilmeleridir, dürüstlükleridir.

Şu anda Obama'nın duruşu mesela. Neden bu kadar seviliyor çünkü hepimizden biri gibi, o burnu büyüklüğün ve herkese yukardan bakma lüksünün kendinde olmadığına inanıyor Harvard hukuk mezunu bir dahi olmasına rağmen. Bu büyük bir olgunluktur. Bilinçli toplumları da yönetmek için bu karizma gereklidir, eğitimsiz kalabalıklar ise höt! le zöt! le ilerler. Ben kendi adıma tapınacağım ve korkudan altıma edeceğim bir lider değil, beraber bir amaca baş koyabileceğim, birlikte çalışabileceğim, ekip olabileceğim bir lideri yeğlerim. Korku bende öfkelenmeye sebep olur, belli ki bunun tersini, Atatürk'ün ne kadar insan olduğunu anlatmaya çalışmış Can Dündar tersine inanan ve düşünen yönetilen kesim tarafından ters algılandı.

Atatürk hakkında Ermeni Meselesi vasıtasıyla bayağı okudum. Merak ettiğim noktalar vardı, tabi ki bir tarihçi değilim, gidip de arşivlere falan girmedim ama Boğaziçi Üniversitesi'nin Tarih Profesörü'nün bile gak guk yapıp da " Aman şimdi bunu böyle dersem işimden gücümden olurum." mantığındaki mahalle baskısının da farkında ve ciddi derecede düşünme üretme özgürlüğüne karşı olduğu için karşısındayım.

Evet, Can Dündar'ın romantik bir bakış açısıyla üzerinde durduğu her noktayı ben de gözlemledim ve düşündüm. Bu detayları okumakla Atatürk'e olan hayranlığım daha da arttı ama bu tartışılmaz bir silsile değil, sonuçta o günleri bire bir yaşayan bir insan bile olmadığına göre her türlü belgeye dayanan yeniliğe de bir okur olarak açığım.

Bu şekilde belgelerle gelen, canından kanından bir şeyler vererek ortaya bir ürün koyabilen insanların bacaklarından tutup aşağı çekerek, neresinden vurabilirim mantığıyla değil, ters gelen fikirlerde ( varsa ) açılıp diğer belgelere dayanan, farklı isimlerin ( hükümet tarihçilerinin değil çünkü onların işlerinden olma korkuları var ) yazdıklarını okumalarını tavsiye ederim.

Bu arada, "Elizabeth" filmi daha yeni yapımlardan, birinin çıkıp da ismi aşşağıladığını, bizim kraliçemize nasıl Elizabeth diye film yaparsın, o dokunulmaz, tanrısal Kraliçe Elizabethhhhhh! falan diye dellendiğini görmedim. Çünkü Mustafa'ya neden Mustafa denmişmiş, olur muymuş?! Yahu neredeyse annesinin babasının koyduğu adı " Nedir canım o isim, sokakta kaç tane var onlardan!" denilecek. Varsa ne olmuş?! Her Mustafa birbirinin genetik kopyası mı? Mustafa ismi aşağılık, yani Atatürk'e layık değil! Allah Allah bak sen!

İnsan istediği kadar mesleğinin ileri gelenlerinden, dahi veya lider olsun O da çocuk oldu, O'da yalnız kaldı, O'nun da zayıf noktaları vardı. Bunların hiçbiri O'nun ülkeyi kurtarması gerçeğini değiştiremez ama zamanından çoook ilerde olduğunu, onun için kendi döneminde Enver Paşa da dahil olmak üzere birçok insanla anlaşamadığını, birçok özelliği bakımından Avrupa'lı bakış açısına sahip olduğu için bazı halk (!) kitleleri ve anlayışlar tarafından dışlandığını, askeri dahisi sayesinde kendini pata küte kabul ettirdiğini, herkesin ağzını kapattığının gösterilme hakkı da engellenemez, engellenmemelidir.

Atatürk her mesleğin insanında olduğu gibi kendi planını uygularken anlaştığı, anlaşamadığı, O'nu dışlamaya çalışan, hayatına kasteden insanlarla karşılaşmıştır. Bundan doğal ne olabilir ki? Mustafa Kemal hırslı mıydı? diye soruyorlar bazen programlarda, bir de tersi yanıtı bekleyerek, ağlamaklı bir ifadeyle. Ne komik! Kendi yarattığı Türkiye'yi ayağa kaldırmaya çalışıyordu, parasız pulsuz bir milletten bir kültür yaratmaya uğraşıyordu, buna hırs denmez de ne denir acaba?

Can Dündar'ın filmi neden Atatürk'e hakaret olarak algılanıyor da insanları O'na daha yakınlaştırmıyor anlamak mümkün değil. Zira bu yorumlardan sonra Türk halkının gerçekten de bir arkadaş, insan lidere değil kendi kafasında yarattığı dokunulmaza secde etmek, kul köle olmak için yanıp tutuştuğunu, o insanı insan olarak gösterene de ateş püskürmekten, çemkirmekten büyük zevk aldığını düşüneceğim. Zaten öyle de düşünüyorum. ( Aaaa ne ayıppppp! )

Can Dündar'ın dolaylı yolla dediği gibi; " Madem kafanızdaki o yıllardır yaratılmış, araştırılmamış prototipe uymadı, o zaman gir arşivlere ( girebiliyorsan ), diğer arşive girmiş olan, objektif, ondan bundan iş kaybetme korkusu olmayanın kitabına oku, rahatla!"

Ha, Atatürk'ün askeri dehasına daha fazla değinilmeliymiş bir de filmde! Yahu, zaten biz yıllardır ona değiniyoruz. Adamın yapmak istediği olaya insan, romantik, zaafları olan ve yalnız bırakılmış Mustafa tarafından yaklaşmak. Dehasını anlatsaydı şimdiye kadar yapılmış filmlerden ne farkı kalacaktı ki ?! Ama görülüyor ki tıpkı " Yemekteyiz" programındaki gibi tutturulmuş bir " Türk örf ve adetleri, Türk damak tadı" gidiyor.

Valla olaylara değişik bakmak, farklı açılardan düşünmek beyin cimnastiği gerektirir. Alışmayana da fazla gelir. Ne diyeyim?! Can Dündar'da ne olduğunu şaşırdı, öyle bazen ağzı açık gelen salyalı, bağrışlı " Sen nasıl bunu böyle dersin?!" lere hala nazikçe göğüs germeye çalışıyor. Zavallı adam...
Akım derken bokum anlaşılmak buna denir.

13 Kasım 2008 Perşembe

Huzurlu Olmak Bu Kadar Zor Mu?

Karar verdim, ben çürük yapılı bir insanmışım. Bu kararımı vermemde hamileliğimin etkisi büyük. Bugün yaşasın diye bulduğum başka bir hamilelik günlüğüne girdim ve kendime yuh dedim. Ne depresif, ne olumsuz, ne karanlık bir tuhaflık benimki...Oradaki hamile kızcağız da ne pislikten bahsetmiş, ne kokulardan, ne mide bulantısı, ne kusmadan...

Bilgisayar korkunç olumsuz etkiliyor, bir kere bunu belirteyim. Eskiden metre metre aşk nameleri düzdüğüm bu alet bazen kusarken düşündüğüm bir şey halini aldı ki umarım bundan sonraki zamanlarda etkisi bu şekilde devam etmez.

Yazı yazmak...Eskiden yapmadan duramadığım şeylerden biriydi, artık o da rafa kalktı. Neyi anlatacağım ve neden sorusu kafamı gerçekten kurcalıyor. Ben uyumsuzum, kendi büyüdüğüm değerlere tersim bir kere ve kendi istediğim, seçtiğim hayat biçimini yaşıyorum. Neye ve kime ne kanıtlamak, neyin tartışmasını yapmak? Sinirleri ne anlamda zıplatmak? Gerek yok...

Bu dönemlerde acayip bir içe dönme yaşanıyor bir de. Hayvani bir şekilde bebeği her kötülükten koruma içgüdüsü başgösteriyor. Buna stres, sinir, hafif soğuk algınlığı, her türlü ismini hiç duymadığımız virüs şu, bu dahil. Yani, maddi manevi olumsuzlukların hepsinden kaçma durumları...

Ufaklık nezle oldu, iki gündür okula yollamıyorum. İlk önce boğaz ağrısı ve kulak kaşınması ile başladı ki kesin ateş çıkacak eyvah demeye başladım. Çünkü bende de hapşırma belirtileri epey bir zamandır vardı. Bugün evde kaldığı ikinci gün baş ağrısı sorunu vardı, ilacını verdim ama ateş çıkmadı. Bakalım, yarın öbür gün ne olacak?

Tek isteğim huzur...Ve bunu kendi dünyamda ve yaşamımda ancak yaşayabiliyorum. Belki haberlere bile bakmadan, Türkiye'de ne oluyor ne bitiyor izlemeden. Ya da izliyorsam da öyle başka bir dünya da var uzakta şeklinde duygusuz kalıp, sinirlenmeden. Zira, şu muhafazakar bakış açıları hangi konu olursa olsun ( Atatürk, din, yaşam felsefesi vesaire...) sinirlerimi zıplatıyor. Yeni yapılan herşeye saldıran bir güruh, başka bir bok değil! Neyse...

Bu aralar yalnızca okuyarak beslenebileceğimi düşünüyorum, bir şeyler bulabilirsem... Server Tanilli'nin eskilerden aldığım kitaplarından birine daha bakıyorum. Bu tür kitaplar grçek servet değerinde bilgiler içerdiği ve ben tarih, isim, cisim unutma uzmanı olduğum içindir ki zaman zaman tekrar yapmak faydalı olabiliyor.

Şimdilik böyle işte.

10 Kasım 2008 Pazartesi

En Son Gelişmeler

14. haftayı bitirip, 15'den gün aldığım şu günlerde kendimdeki değişimlere hala aynada alışamaz gözlerle baktığımı belirtmeliyim. Sanki hiç çocuk doğurmamış, taşımamışım, üstelik onlar bir de bunun iki katı değilmiş gibi...Diyorum ya kendi bedenimize bile benciliz biz insanoğlu. Neyi deneyimlersek dünyanın merkezinde de o duygu olmalı diye düşünüyoruz.

Sinirlerim geldili gittili. Dün ilk defa belki de aylar sonra kendimde bulduğum enerji ile başamel soslu fırın tavuk, yanına da iç pilavımsı bir pilav yaptım, ne kızım ne de kocam tabak tabak yemediler diye bütün akşam somurttum.

Acayip bir şekilde empati ve ilgi bekliyorum, özellikle " Nasılsın?" sorusunu...Dikte etmeden, geçecek denmeden, derdime ortak olarak, zaman ve emek harcanarak, akıllıca yapılan sohbetleri özledim. Kocam işe gidip hemen bana mail yolluyor, bulduğu her hamilelikle ilgili bilgiyi gönderiyor, ben ne kadar uyuz da olsam sarılıp ortalığı yumuşatmaya uğraşıyor ama O'nun dışında bunu gördüğüm kimse yok desem herhalde yeridir. Ama dikkat ettim bu, benim bütün hamileliklerimde başıma gelen bir şey, ne zaman ölüm, kalım, sakatlık vesaire olursa paparazzi gibi bir yoğunlaşma ve didikleme oluyor ama pembe patik, mavi patik konuşması yapmayı özlediğim şu sıralarda o olay gerçekleşmiyor. Kendi insanımda gözlemlediğim en az özellik empati yeteneği. Yani, kendini sevdiği, değer verdiği yerine koyabilmek...Maalesef...

Bir kere çok yoruluyorum. Öğle uykularım ölü gibi. Layla beni özellikle anlamazlıktan gelip heryere yanımda seyirttikçe nefes alamaz hale geldiğim için çileden çıkıyorum. Köpekten bile kendi alanıma saygı istemekteyim salak gibi. Oysa belki O bana bir şekilde köpek dünyasının sevgisiyle göz kulak olmaya çalışıyor.

Hamile kıyafeti olayı ayrı bir dert...Hayatta elimin gitmediği, paralar harcayarak sevimli hamile (!) rolünü oynamak adına yatırım yapamadığım alan. Neden dikiş öğrenmemişim, yuh bana dedirtiyor bu durum. Fakat 54 kiloya girdiğim t shirtler çok dar artık, pantalonların önünü kapatmadan giydiğim zaman geçti.

Bugün sabah mide bulantısını minimumda hissedince hadi dedim Sahara Center'a... Büyük bir mağaza indirime girmiş, üç tane bluz buldum bayağı düşmüş fiyatlar hemen kakaladım. Ufaklığın arkadaşının doğumgünü partisi için hediye baktım. ( Bu aralar doğumgünleriydi, partilerdi onlardan bile afaganlar geçiriyorum ) Kitap aradım ama maalesef beni hiçbiri içine çekmedi. Toplam kalışım iki buçuk saat ama öldüm! Arabaya atlayıp okula gittim ama eve geldiğimde ödeve oturacak bile halim yoktu, derhal yatmaya...Babamızın geldiğini bile duymamışım.

Akşamları ise uyku değişik bir durum. Bebeğe gidecek oksijenin de aynı beden tarafından sağlanmak zorunda oluşu, böbreklerden daha fazla atığın çıkışı...Ter basmaları, yatılan odada temiz hava gerekliliği ve Layla'nın bizimle aynı odada yatması...Magissa'nın köpeğini anlattığı yazısında öyle bir betimlemesi var ki...Kullanılmış çorap gibi bir koku...Hele de Arap Emirlikleri'nde yaşayan bilir, şu camları açtığında serin bir rüzgarın odanın içine dolamaması...

Bunlar nasıl eziyetlerdir anlatmak gerçekten zor. Bazen ağır ağır soluk alıyorum, klimalar artık ortamı bayağı soğuk yapıyor, fanı kendime çevirip, sabite ayarlıyorum ki kokular benden uzaklaşsın, her hafta çarşafları değiştirmeye çalışıyorum, yerlerin silinmesi gerekli ki oda da taze koksun...Peki bunlar ne kadar yapılabiliyor? Şu merhalede neredeyse hiç. Kendi boklu halimden kusasım geliyor bazen.

Benim hayatımda ancak hamileyken yaşadığım bir yığın olumsuzluk silsilesi bunlar. Yaşanıyor ve sonra sağlıklı bir düzen başladığında mutlulukla geride bırakılıyor. Yerine iki çocuğun birbirleriyle alışverişleri, kardeşliğin verdiği bütünleşmenin zevkine varmak kalıyor. Bunların bilincindeyim. Zaten olmasam, yalnızca kendimi düşünsem bu yolculuğa asla ve asla çıkmazdım.

26 Ekim 2008 Pazar

Yılların Geleneği

Türkiye'de bu yeni olan bir şey değil ki! Ben küçücük çocukken babamla abim bahçeye götürüp bir sürü kitabımızı yakmışlardı. Evlerde arama vardı, onların (!) karar verdiği, okunmamalı listesi görüldüğü an hapsi boylamak, hatta daha da acı hayat tecrübeleriyle karşılaşmak olasıydı.

Ya da mesela, yıllar boyu cinsellik televizyonlarda öpüşme bile olsa kesilen, filmin hop! diye başka bir kısmına geçilen bölümünü oluşturdu. Öyle basit bir sansür değildi bu, belki nesillerin yatak odalarına yansıdı, sürekli yok sayılanın, kesilenin, gösterilmeyen ve konuşulmayan bir ayıptan zevk almak olası mıdır sizce?

İyi kızlar, kötü kızlar, kafası bir tek oraya çalışan erkeklerden korunan, zaman zaman hediye olarak sunulan bekaretler...Hala eskilerden uyarlanmış dizilerde kızlarımızın kendine güvensiz, bu konuda bastırılan versiyonları " Türk gelenek ve göreneklerine uygun kadın prototipi" olarak sunuluyor da deliriyorum sinirden.

Olması gereken birey olarak ne istediğini bilen, kendini sağlık anlamında nasıl koruyabileceğinin ayırdına varmış, mumyalıktan çıkartılmış kadınlar olabilmekte...Ama maalesef. İşte, hala gördüğümüz bu yasak zihniyetinin yatak odasına burnunu sokmuş versiyonudur. Her yer bitmiş oraya kadar bile uzanmıştır konu. Çünkü o zihniyet içten içe bakiretini koruyan, ürkek, içine kapalı, onları kimselerle karşılaştırmayacak, performanslarının ne kadar ucube olduğunu anlaşılmasına engel olacak, masum, bozulmamış (!) kız ları beğenir, kendine onları depolar.

Bizim gençliğimizde de yasaklanmıştır çoğu kitap. Kitabın yasaklanması bir kenara 64 gazeteci öldürülmüştür ve herhalde bu sayı bu konuda ün yapmış olan Rusya'dan sonra ikinci ülke olmamıza sebeptir. Zaten Türkiye'ye bakılacak olursa dünya birinciliklerimizi şu konularla özetlemek mümkün; sigara içmede birinci, trafik kazalarında birinci, çocuk yaştaki kızlarının başlık parası adı altında satılması ile birinci...

Hülya Avşar'ın Türk Max'da getirdiği konukları ve konuşmalarını büyük bir keyifle izliyorum. Yazarlarımız, kadın beyinlerimiz...Belki yıllardır adını sanını duymadığımız bireyler geliyor oraya, düşünce yapılarıyla ağzımın suyunu akıtıyorlar.

Bir kadın yazar...O'na " Neden siz öncülük etmiyorsunuz?" denildiğinde verdiği cevap; " Ben çok sevdiğim bir halka öncülük edebilirim, bu halk ki bizim neslimizde ülkeyi kurtarma adına ortaya çıkan giden ve bir daha geri dönmeyenin sessiz takipçisidir. Kırgınım...Elimden geleni küçük gruplarda yapmaya çalışıyorum ama içimizden hiçbirisi onların arasına giremez, yaşatmazlar zaten."

Yaşatmazlar mecazi anlamda kullanıldı ama iki tür yaşatmamak var, birincisi hayata kasıt, ikincisi de o felsefeyi maçolukla yoketmek, içine etmek, maçoluk geleneği, keserim lan! tarzı yaratmak...

Ve bir halk, içinde aydın var ama kıstırılmış. Türkiye Avrupa'nın ortaçağını görünmez şekilde yaşamaktadır bugün ve yüzyıllardır...

Ben her zaman onu söylerim, felsefeyle, düşünce gücüyle, yazmakla, okumakla despotluğa karşı kısa vadede durulmaz. Oyun baştan kaybeder güç karşısında. Belki yazılanlar ve yakarışlar da yüzyıllar sonra çözülür ve anlaşılır.

Bugünden ümidim ise Türkiye anlamında sıfırdır. Bu da böyle biline!

24 Ekim 2008 Cuma

Ara!

Kendimi iyi hissedip de yazana kadar ve bu bloğu haminnemin dertlenme günlüğüne çevirmemek adına ara veriyorum.

Çünkü inanın kendime tahammülüm kalmadı, hani bırak onu bunu...

Şu an imkanım olsa kendimi kendimle başbaşa bırakıp şöyle bir tatile falan çıkardım. Amniyon sıvısının sırrı çözülemiyormuş hala. İlerde bir gün bebeklerimiz kendi evimizin ortamında seyyar bir amniyotik sıvı içinde büyüyebilseler inanın tercihim kendi bedenimde hiç bu değişiklikleri ve olumsuz devreleri yaşamadan o seçeneğe evet demek ama o günler çoook uzaklarda bizim için :(

Zaman zaman gelip gidip bloglara bakıyorum, ses mes çıkmazsa onu da yapamıyorum, benden ümidi kesiniz bir süreliğine, deliriyorum demektir.

Şimdi akşamları yapabildiğim yegane şeye döneyim, TV başında pineklemek...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Depresyon Böyle Birşey Mi?

Sanki herşeyi tüketmişim gibi...Hiçbir şeyden mutluluk hissedemiyorum. Hafta sonu oluyor, eşim evi özlemiş, evde zaman geçirmek O'nun için tatilken benim için sanki bir hapishane. Dışardan kuş sesleri geliyor, sabah oluyor, akşam...Günler hep aynı geçiyor.

Peki dışarı çıkmak? O da ayrı bir bunalım... Bıktım artık megamall'lardan, dolaşıp da bir şey hedef değilken yediğimiz fast food ve ardından yoğun kalabalıkları ve trafiği yararak eve gelmekten. Ayrıca o felsefeye karşı dururken alternatifsizlikten dolayı hep kendini oralarda bulmak...Iyyy ıy!

Nasıl bir makinaymış bu vücut? Herşey neredeyse hormon akımından ibaretmiş. Bir insanın evi, dışarısı, içerisi... heryer zindan olabilirmiş.

Geçen gün bir hamilelik sitesine girdim, kendi haftama uygun diğer hamilelerin yazdıklarını okudum. Kesin ruh hastası olduğuma karar verdim. Pembe patik, mavi patik, büyük heyecan, pır pır eden yürek kombinasyonuydu aktarılanlar. Hah bir de " Allah bir sancıda kurtarsın!" gibi arabesklik edebiyatından seçmeler vardı. O zaman dedim ki benimle bu dönemlerde yaşayan da boku yedi. Gerçekten...

Kadının kadına yazptığı bir eziyet midir yahu bu? Bırakın ki kadınlar birbirlerini anlamıyorsa erkeklerin bu dönemlerde kadınları anlaması nasıl bir beklentidir? Eğer bu peri masalından fırlamış anne adaylarının yazdıkları doğruysa hamilelikte görülen belirtiler nerede o zaman? Bazı sitelerde mesela diyor ki " Bu keyifli evrelerin keyfine bakın! " Ulan ne keyfi hıyar!!!!

E, benim konuştuğum yeni doğum yapan arkadaşlarımın hiçbiri böyle pembe mavi geçmiş anlatmıyorlar, o nesi o zaman?! Çekilen bu manevi ve bedensel değişikliklerden ötürü ikinci çocuğu düşünmeyen, kesin en az üç tane yapacağım diyip de bir taneyle kalan o kadar insan var ki! Arkadaşlarımdan bir tanesi benim ayların içindeyken hiç diş bile fırçalamadığını, her yıkanmaya girdiğinde kusmaya başladığını anlattı mesela. " Sürekli iğrenç bir ifadeyle dolaşıyordum." dedi. Şimdi bu kadının altı aylık oldu bebeği ve kötü bir anne mi? Alakası yok!!!! Tersine ne zaman sorsam; " Ben bebek doğduktan sonra iyileştim." diyor.

Bu dönemleri böyle benim gibi bunalım şeklinde atlatanlar sanırım hiçbir yere de yazı falan yazmıyorlar. İşin kötü yanı şu, o zaman herkes hamileliği tık demeden atlatan kadınları dinleyip şiştikçe şişiyor. Kendilerinde, kocaları ile ilişkilerinde, belki aslında ben bebek istiyor muyum yahu? larına kadar kendilerini acımasızce eleştirmeye başlıyorlar. Yazık değil mi? O yazıları okuyan erkekler biyolojik olarak bu duygulara ortak olamayacaklarından dolayı kendi eşlerinin abarttığını, şımarıklık yaptıklarını düşünüyorlar.

Açın bakın yabancı kaynaklı kitaplara bu ilahilik, cart curt edebiyatları daha aza indirgenmiştir. Mesela anne saç baş bitarafta, üst baş yamuk yumuk, ev deli dağınık ve pis şekilde resmedilebilir.

Bizlerde ise hep bir olması gerektiği gibiliğe yapışılıp kalınmıştır. Erkek eve gelince karısını bakımlı görmek ister efemmmm, yoksa karıya kıza bakar, kadın kocasının osurduğunu bir kez bile duyarsa eşinden soğur falan. Sanki herkes Hollywood film karakteri ve gerçek kişilikler değil, onlar tuvalete gitmiyorlar, hamile kalıp ter falan kokmuyorlar ya da bu kadar mide bulantılı olduklarında bile süs püs yerinde olmalı. Yok ya! Gerçek hayat o değil işte! Evlilik de öyle bir ütopya olamıyor maalesef.

Tam tersine şu aralar sürekli aldatma, aldatılma, sen ne yaparsan boynuzlanırsın düşüncesine karşı benim savunduğum şu; " Sen bu kadar dayanılmaz derecede uyuzken, kokarken, sırtında sivilceler bile çıkartmışken eğer senin kocan sana gelip sarılıyor ve seni sevdiğini söylüyorsa gerçek sevgi odur!" Ya da küçücük bir karavanda eşlerden biri ishal omuş diğeri tuvalete bakan odada bekleşirken bütün sesleri duyup bununla beraber dalga geçebiliyorsanız işte o sevgidir!

Dün bütün gün yatıp kalkmakla geçti. Hala evin kocaman koyu kırmızı ana renkli giriş halısı Layla'nın tüy topaklarıyla kaplı. Kızımı ve kocamı havuza yolladım. Ben ne yapıyorum peki? Kendi bunalımımı daha da arttıracak şekilde salonda bunları yazmakla meşgulüm. Köpek benimle üst kata, benimle alt kata gelirken çok sinirleniyorum çünkü ağız kokusunu beş metre öteden kafamı ağzına sokmuşçasına alıyorum. Kendim bile kendime ağır ve fazlalık gelirken istemiyorum işte! Var mı?!

Ne yapmalıyım bilmiyorum ki...

NOT: Burada insanların birbirlerine yazdıkları son derece doğal ve yardımcı. Ama İngilizce tabi :)) Allah bir sancıda kurtarsın vari bir şey de yok. Link burada

16 Ekim 2008 Perşembe

Mutlu Olma Sanatı

TED Talks List diye bir yer keşfettik. Daha doğrusu bizimki bulmuş ve bir adamın konuşmasından aşırı etkilenmiş, konu yaratıcılığın yıllar içinde nasıl ketlendiği ile ilgili...Sonra da mutluluğun aslında insanın içinden geldiği ile ilgili başka bir konuşma...

Ben de yıllar içinde bir sürü yer değiştiren, bir türlü aradığını bulamayan, istediği işe, eşe, arabaya, eve vesaireye kavuşamayan ama aslında kendinden kaçan, kendi içinde hayatı kendine zindan eden çok insanla tanıştım.

En yakınından örnek mesela, yıllar önce annemin orada yaşayan birisi kendi memleketi Karadeniz'e gidiyor, ilk yıllar harika şu, bu derken hala vefaat ediyor, baba trafik kazası geçirip gidiyor, yorum; " Buraları bizlere hiç şans getirmedi, iyi gelmedi S.teyze" Sorun gidilen yerde mi yoksa hayatta karşılaşılacağı olanların yaşanmasına karşı olan zayıflıkta mı?

Bir başka tanıdığımız her üç yılda bir ülke değiştirmekle meşgul, çoluk çocuk, haydaa hüraaa! Bir şekilde yaşadığı yerlerden herbirine atılan bahanelerle dolu hayatı. Hani deriz ya; " Elektrikler kesildi ders çalışamadım öğretmenim!" Psikolojide bile bir adı vardır bu durumun, lisede öğrenmiştik hani Sebep Bulma!

Bana göre de her yer aynı arkadaşlar. Dünyanın neresine gidersen git, öyle bir elin yağda diğer elin balda, gelsin paralar, gitsin arabalar şeklinde yaşayamıyorsan o zaman hayatının çoğu evine odaklı geçiyor. Ev önemli evet, bu anlamda önemli. Bazısı için değil çünkü zamanın geçtiği yer, ailenin bir araya geldiği mekan ev değil. Yıllar öncesinde bana sabah kahvaltısına gelen bir hanımın dediği gibi " Benim evim böyle değil, bizim için otel gibi..."

Şimdi midem bulanıyor ya, hayat alaşağı döndü ve kendime şunu sordum, benim için hayatın neşe kaynağı nedir? Ve o an kendime göre öğlen programında konuşan James Oliver devreye girdi; " Mutfak evin kalbidir."

O an anladım ki, evime bakabilmek, bu enerjiyi bulabilmek, kendimce alabildiğim ihtiyaçlarla odalarımızı dizayn etmek, yemeğimi yapabilmek, bunun için dergilerime bakmak, notlar almak, ona uygun alışverişi kendi başıma arkamdan biri koşturmadan özgürce yapabilmek benim hayat ışığımmış. Beni ayakta tutan, fit olmamı sağlayan, kendime baktırtan, mutluluğumun kaynağı evim ama onu sağlayan en büyük etken de sağlığımmış.

Kalbimizin otomatik olarak çarpması ne kadar doğalsa, ona bir şey olmadan o organın yerinde olduğunu düşünmememiz de o kadar doğal. Ama olması gereken şey her gün sabah kalkıldığında o güne sağlıklı başlanıyorsa şükredebilmek...Ottan boktan yere " Ayyy sıkılıyorum şeker, yeni bir şeyler lazım hayatımaaaa!" dememek. Başkasının yaşadıklarına özenmemek. Çünkü diyorum ya bir sürü farklı mekanda yaşadım ben, hepsi özde aynı.

Önemli olan içindeki mutluluğu keşfetmek, hayatına kendi küçük projelerini getirmek, hedefler koymak ve onu başarmaya çalışmak...En ufağından ne olursa olsun bu. Tramisu yapmak mesela :) Ve nereye gidilirse gidilsin kendinizden kaçamayacağınızı bilmek...

13 Ekim 2008 Pazartesi

Kaos

Salon...Salonda ütü masası, masada 1000 parçalık gelenin gidenin şöyle bir el attığı jigsaw, ufaklığın salona taşıdığı dinazor örnekleri, ayak uzatmak amacıyla alınmış olan goblenin tv seyretmek için üzerine yarı uzanılır hale getirilmiş, aynı zamanda tv nin önüne çekilmiş hali, içerde çeyreği kalmış ütülenmeyi bekleyen çamaşır yığını, mutfağın beyaz olup her gün ama her gün temizlik isteyen yerleri, tuvalet...

Bu evin şu anki kaosu, benim ise ağzımdaki pis tad, tarif de edilemiyor ki! Sabahları ve akşamları yemek yedikten sonra gelen öğürmeli hal, bazen kusma, " Hiçbir şey taşımaaa!" diyen o, bu, şu ama evde alışveriş yapılmadıkça hazırlanamayan yemek, yemek olmadıkça çekilen açlık sendromu, dökülen saçlar...Bu saçlar her yerde, genelde sırtımda, kolumdan aşağı sallanıyor falan, Laila tüy dökme mevsimine girdi, geçen sefer kaptığı hastalık sebebiyle biz de artık tüy kestirmemeye karar verdik. İçimden çığlık atmak geliyor iki gün önce temizlenen halının sanki bir buçuk ay hiç temizlenmemiş görüntüsüne baktıkça.

Bütün bunlar bir kenara...Ne yazacaktım ben buraya? Hah! bir de işte bu unutkanlık...Yarın oyun günü, ne yapmalıyım? Kızların biraraya gelip oynaması lazım, ben böyle bok gibi hissediyorum diye herkesin hayatını nereye kadar zindana çevirebilirim?

İşte böyle, kendi içinde dönen bir hayat. Tek derdim yine sağlıklı hissetmek, hafif olmak, herşey içten geliyor biliyor musunuz? Baktığınız renklerden, görünenlere kadar...

Dün başlamışım bu yazıya, bugün sabah hiç olmadığı kadar şiddetli ve böğürerek kustum :( Bu beni alt üst eden bir şey. Elim ayağım titredi, terledim, yığıldım resmen bir köşeye. Bizim banyo dışardaki bulvara bakıyor, sesimin insan boğazlarcasına dışarıya taştığından eminim. İğrençti tabi.

Kendimi çok iyi biliyorum, hamile kalmak, uçmak havalanmak değil benim derdim, zaten bu üç ay sürünür insan ama sonrası, bebek de değil, daha daha ilersi, aile olmak, kardeşler, bıcır bıcırlık...Onu seviyorum işte! Onun içinde bunlara katlanıp geçecek geçecek telkinleri yapıyorum kendime.

Yukarki banyoyu saçlardan arındırıp yerlerini sildim, yıkandım, aşağıya inip mutfak ve aşağı banyoya aynı işlemi uyguladım, kıymayı kavurdum, makarnayı yaptım, kızlar bende, on dakikaya kadar okula...

İnsan bedeni ne tuhaf, ne kuvvetli bir makina aslında, işte bütün bunları böğğğ diye çıkarttıktan sonra sıraya bindirip hallettim ya, kendime şaşıyorum bazen. Cikletimi de alayım ağzıma çıkayım bari.

Geçecekkkk...Geçecekkkkk...

11 Ekim 2008 Cumartesi

Zamanım Yok Kusura Bakma!

Eskilerde insanlar birbirlerinden haber almadıklarında mektup yazıp gitmediğinden ( hakikaten PTT'de kaybolma hikayeleri boldur ) telefon açacak paraları olmadığından, hadi daha da geriye gidildiğinde belki telefonları da olmadığından dem vururlardı. Bunlar bahaneymiş arkadaşlar...

Şimdilerde bakıyoruz değil mi? Hepimizin evlerinde bilgisayarları var. Bazı arkadaşlarım özellikle hayatlarını durduruyor diye MSN adresleri olmadığını söylediler mesela, kendi akrabalarımdan yemesinden içmesinden keserek " Her gün görüntülü görüşeceğiz, ne güzel olacak!" diyenler de oldu. Sonuç? Koskoca bir sıfır!!! Aynı oyuncak diye zıklayıp da iki gün sonra aldığıyla hiç ilgilenmeyen çocuklara benziyoruz biliyor musunuz? Herşey bir heves, sonrası koskoca bir boşluk.

Hayır, bazen diyorum ben de mi bir arıza var. Sabah kalkar kalkmaz benim ilk yaptığım bilgisayarı açmaktır. Bu zamanımın sel gibi akıp gitmesinden falan değil bir alışkanlıktan. Diyelim ki işe gidiliyor, tamam MSN olayı kapalı olanlar var anlıyorum ama iki satır dahi yazacak, hal hatır soracak halleri olmayanlar o kadar fazla ki!!! İlginç...Bu gelişme bana şunu anlatıyor, şimdi bu mazeretlerden hiç biri yok ama bahane belli " Zamanım yok!"

Bence bu cümlenin altında yatan şudur; " Sana ayıracak, seni düşünecek, merak edecek ve arayacak zamanım yok, üzgünüm!" Açılımı verdim, kötü bir şey söylemedim canım :)

Bir dönem bunu sindiremediğim, geceleri rüyamda gördüklerim oldu. Sonra şu mantığı geliştirdim; " Hayatında yerimin olmadığı, özlenmediğim ya da merak dahi edilmediğim bir insan için değer mi?"

Yani, hakikaten aslında sevgililer için söylenmiş olan bir söz vardır hani; " Özgür bırak gitsin, geri dönerse sana aittir." diye. Çok önceleri de Can Dündar'ın ki nasıl çalıştığı gözler önündedir, " Bir tane daha arkadaşım aramadığı sormadığı için zamanı olmadığından yakınırsa kendimi öldüreceğim!" demesini hatırladım.

Bu noktadan itibaren beni aramayanı hiççç kıçıma takmadığımı, zaten o şahıs tarafından açılımı verdiğim duygulara gark edildiğimi ilan ediyorum :) Ohhhhh! canıma değsin. Bazı insanlar vardır ki sinsi sinsi, sessiz bir şekilde yaralar, ben yapamıyorum. İlla ki konuşulacak, bağırışılacak yeri gelirse ama yine de sorunlara çare bulunacak. Ama farklı durumlarda şu da anlaşılabilir, yaşananlar, kanırtmalar, öküzlükler öyle bir birikmiştir ki; " Ulan neresinden başlasam, neresini kotarsam?" dersin. Ha ilişki bu noktadaysa SAL GİTSİN :))) Yalnızca arkadaşlıktan bahsetmiyorum, akrabalık ilişkisini de katıyorum ki bu en çok yaralama potansiyeli barındırandır.

Bu arada, görüldüğü gibi ben biraz daha iyiyim ki bunları yazabiliyorum. Mide bulantısı gelip gitmekle beraber hayatımı durdurmaktan vazgeçti. Hatta bugün yine hafif hafif arka fonda kendime hamile kotu almaya gittim de zar zor başarıya ulaştım bile. 11. haftanın içine girdim. Allah tamamına erdirsin diye kendi kendime dua edeyim bencil bir şekilde :)

Bu yaşımda idrak ettiğim yegane şeylerden biri bencil olmanın en büyük kalkanlardan biri olduğu gerçeği. Bunu bu döneme kadar " Sen de kimsin ki?!" modunda yaşayanlara, benim gözüme gözüme sokmaya çalışanlara iade ediyorum.

Eyvallaaaahhhh o zamanı bir türlü olamayanlara! Benim de zamanım yok şekerlerim, ne yapacaksın? Dakka dukka demişler, ne ekersen onu biçersin demişler. Demişler de demişler, ne iyi etmişler.

Atalarımızı da öptüm buradan.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Karanlık...


Ruhum karanlık bir odanın içinde...

Şu anki hallerimi ancak o şekilde açıklayabilirim. Çoğu arkadaşımla konuştuğumda hamileliğinin ilk dönemlerinin aynı yırtınmalardan, sonra da belki dert anlatmaktan utanıp ya da sıkılıp kendi kabuğuna çekilmelerden ibaret olduğunu görüyorum. İnsan annesi bile olsa üç dört kereden fazla "Bunalımdayım" demek eğreti edici geliyor. Olmuyor, kendinden sıkılıyor, o resim o çerçeve ile uyumlu değil işte! İnsanın içinen görünmez olmak, hiç varlık belirtisi göstermemek geliyor. Bir kozanın içinde sessizce beklemek gibi...

Ama artık anladım ki bunun bir mantığı yok. Birinci hamileliğimde yazdıklarımda da iddia ettiğim buydu ama artık biliyorum. Tecrübe demek böyle bir şey olsa gerek. Bazı kadınların birbirini acımasızca eleştirmeleri, kusmakdan, kocasından kaçma tepkisine kadar çıkardıkları sonuçlar beni hiççç bağlamıyor. Bırak kocayı insanın kendi teninden, kokusundan, saçından, salgıladığı sıvılardan kaçası geliyor. Betimlemeler iğrenç gelebilir ama yaşanan ve hissedilen bu...

Sabah kalktığımda eşimin trafiğe çıkma stresini paylaşıyorum, mantık açısından o an ben evde kalıp da yatağa dönme lüksünü kullanan bir kadın olarak anlayışlı olmak zorundayım ama ağzımın ucuna gelmiş kusma duygusuyla savaş verip kendimden tiksinirken kimseyle canımlı cicimli olamıyor, benim titreşimimi yansıtan ufaklığa ateş püskürüyorum.

Sonra, yatak odasındaki karanlık perdenin arkasından onların gidişini seyrederken kızımın küçücük yüzünü görüyorum, arabanın arkasında, benimkinin iş arkadaşına " Merhaba!" diyor ve ben kopup ağlamaya başlıyorum. Üstüne üstlük bugün bir akadaşımdan anne baba davranışları ve çocuklar üzerine öyle bir video geliyor ki iyice kendime gelmem gerektiğini düşünüyorum.

Bunlar işin mantık tarafı, peki ne kadarını uygulayabiliyorum? Diyorum ya ruhum şu an karanlık bir odada. O ruhun yansıması dağınık ve pis bir ev...Beni daha dibe çeken diğer konu. Sea Band'leri koluma takar takmaz gelen öğürme duygusu, vücut istemiyor onları artık. Geceleri uyuyamama, ya çok soğuk geliyor, ya çok sıcak...Saçlarım dökülüyor, kolumda oramda buramdalar. Kusma duygusuyla gelen stres teri, kokuyor, iç çamaşırlarım sanki bana ait değil artık, teke gibiler.

Bugün iki arkadaşım aradı. Bir tanesi ikinci bebeğinde yerleri kazıdığını anlattı. O karanlık perdenin yavaş yavaş aydınlanacağını...Biliyorum, tabi ki düze çıkılacak, 10 haftanın içinde giden sağlıklı bir hamilelik var ortada. İsteyen, karar veren, planlayan, yapan da biziz üstelik.

İşte bu yüzdendir ki hamilelikte hiçbir şeyin kuralı yok, vücut bir makina ve bunu idare eden hormonlar... Düzensizlik bir insanı deli de yapar, frigit de, seks manyağı da, şimdi benim hissettiğim gibi depresyona da sokar.

Bu dönemleri böylesine karanlık atlatan insanların kendi kendilerine sorduğu pskolojik sorular veya bende ne yanlış var? a götüren kadının kadına yaptığı salakça yorumlar...Bunları takmamak lazım. Anne adaylarının kendilerine bir de bu yolla eziyet çektirmemesi gerekiyor. Onu söylemek istedim.

6 Ekim 2008 Pazartesi

Hamilelikte Aspirin ve Progesteron


Hamile olduğunu öğrenen ve bunu isteyen bir kadının ilk ve en büyük endişelerinden birisi düşük yapma olasılığıdır. Çevresinden duyduğu pekçok düşük öyküsü bu endişelerini daha da arttırır. Gerçekten de düşük her 5 hamile kadından birinin başına gelen ve çok sık karşılaşılan bir durumdur Bu düşüklerin çok büyük bir kısmı da maalesef önlenemez nedenlerden kaynaklanmaktadır. Özellikle hamileliğin ilk haftalarında görülen erken düşüklerin

neredeyse tamamına yakını o gebeliğe ait kromozomal anomaliler nedeni ile yaşanmaktadır. Bir başka deyişle düşükle sonuçlanan gebeliklerin önemli bir kısmında zaten anomalili ve yaşama şansı olmayan bebekler söz konusudur.

Ancak bu bilimsel gerçek bir yana düşük olayı yaşayan hemen tüm anne adayları daha sonraki gebeliklerinde de benzer bir olayı yaşama endişesine kapılırlar ve tekrar düşük yapmamak için bazı önlemler almayı isterler. Bu amaçla ilk yaptıkları şey jinekologlarına başvurarak araştırma yapılmasını istemektir. Hatta düşük gerçekleştikten sonra düşük materyali ya da küretaj ile elde edilen dokuların patolojik incelemeye gönderilmesi çok yaygın bir uygulamadır. Ancak düşük materyalinde patolojik incelemenin çoğu zaman hiçbir yararı yoktur. Patolojik inceleme sonucu eğer bir mol gebelik ya da dış gebelikten şüphe edilmiyorsa jinekoloğa herhangi bir bilgi vermez sadece incelemeye gönderilen materyalin bozulmuş bir gebeliğe ait dokular içerdiğini gösterir.

Gerek e-posta ile gelen sorularda gerekse yüzyüze görüşmelerde düşük olayı yaşayan pekçok kadının bu tür bir patoloji raporunu gösterip "inceleme de yapıldı hiçbirşey bulunamadı acaba ben neden düşük yaptım ve bir dahaki gebeliğimde de aynı sorun olur mu?" şeklindeki sorusu ile karşılaşıyoruz. Oysa o patoloji raporunun zaten düşüğün nedenini açıklaması beklenilen birşey değil. Eğer düşük materyali patolojik inceleme yerine genetik incelemeye gönderilse belki bir neden bulunabilir ancak bu da tek bir sefer yaşanan düşüklerde tedavi yaklaşımını değiştirmez. Öte yandan kadınların yaklaşık %1'ini etkileyen ve 2 ya da daha fazla sayıda gebeliğin arka arkaya düşük ile sonuçlandığı tekrarlayan düşük olgularında ise durum farklıdır ve altta yatan nedeni bulmak için incelemeler yapılmalıdır.

Ya ilk gebeliğinde düşük yaşayan veya düşük endişesi yaşayan kadınlarda ne yapılmalıdır? Doktorlarımız bu durum için iki mucize ilaca sarılmaktadır: ASPİRİN ve PROGESTERON.

Aspirin ve düşükler
Aspirin tıpta çok uzun yıllardır kullanılan ve hergün yeni bir yararı ya da yan etkisi keşfedilen değişik bir ilaçtır. Herhalde tıp alanında aspirin kadar çok araştırılan bir başka ilaç yoktur. Son günlerde aspirini popüler yapan bir başka özelliği de gebelik kayıpları üzerinde olan etkisidir.

Aspirin sadece bir ağrı kesici, iltihap giderici ve ateş düşürücü değildir. Aynı zamanda kanın pıhtılaşma sistemi üzerinde de etkileri vardır. Halk arasında "kanı sulandırıcı" şeklinde tellaffuz edilen bu etki ağrı giderici dozundan çok daha düşük dozlarda da ortaya çıkmaktadır. Kanın pıhtılaşmasını engelleyen bu etkiyi sağlamak amacıyla piyasada bulunan ürünler genelde bebe aspirini olarak tanımlanmaktadır.

1970'li yılların sonuna kadar düşük doz aspirin sadece anjina, inme, kalp krizi, serebrovasküler olaylar (beyin damarları ile ilgili olaylar) ve bazı gebelik dışı hastalıkların tedavisinde kullanılmakta ve genelde gebelik sırasında kullanımından kaçınılması gereken bir ilaç olarak kabul edilmekteydi.

Gebelik ile ilgilenen tıp branşı olan obstetrik alanındaki gelişmeler özellikle tekrarlayan düşük olgularının bazılarında altta yatan nedenin antifosfolipid sendrom (aPL) olarak tanımlanan bir bozukluk olabileceğini ortaya koymuştu r. Bu sendromda kanın pıhtılaşma mekanizması bozularak kılcal damarlar içinde mikroskopik pıhtılar oluşmakta ve gelişmekte olan bebeğe giden kan akımını azaltarak düşüğe neden olabilmektedir. Ayrıca gebelik toksemisi ya da zehirlenmesi olarak da bilinen preeklempsinin de oluş mekanizmalarından birisi antifosfolipid sendromdur.

Bu bulgunun ortaya konması acaba erken gebelikte kanın pıhtılaşmasını engelleyen ilaçların verilmesi düşükleri engelleyebilir mi sorusunu gündeme getirmiştir. Gerçekten de yapılan araştırmalar antifosfolipid sendrom varlığında düşük doz aspirin ve heparin gibi kanın pıhtılaşmasını önleyen ilaçların gebelikler üzerinde çok olumlu sonuç verdiğini ve %70'ler civarında canlı doğum oranlarının elde edildiğini ortaya koymuştur. Bu bilimsel kanıtların sonucunda günümüzde antifosfolipid sendromu ve gebelik varlığında klasik tedavi aspirin ve heparindir

Peki ya antifosfolipid sendrom yoksa? İşte bu noktada ilaç suistimali sorunu ortaya çıkmaktadır.

Daha önceden düşük yapmış kadınlara sonraki gebeliklerinde doktorlarının aspirin vermesi ve bu sayede kadının düşük yapmadan sağlıklı bir bebek doğurması kulaktan kulağa çok hızlı bir şekilde yayılmakta ve gebelikte aspirin tedavisi neredeyse rutin hale gelmektedir. Bu durum tüm dünyada söz konusu olmakla birlikte ülkemizde daha fazla suistimal edilmektedir. Bu suistimalde sadece doktorların değil onları bu uygulamaya iten kadınların da payı vardır.

Hatta durum o boyuta gelmiştir ki gebelik testi pozitif çıkan ya da adet gecikmesi ile doktora başvuran ve gebelik saptanan her hastaya vitamin gibi aspirin rutin olarak başlanmaktadır ve bu moda maalesef giderek yayılmaktadır.

Bu konu üzerinde dünyada yapılmış en geniş kapsamlı çalışma olan CLASP (Collaborative Low-dose Aspirin Study in Pregnancy) ve onu takip eden araştırmalardan çıkan sonuç bu tür bir uygulamanın gebeliğin seyri üzerinde herhangi bir olumlu etkisinin olmadığıdır. CLASP çalışması bilimsel alanda bu konudaki en güvenilir çalışma olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere pekçok gelişmiş ülkedeki bilimsel ve resmi derneklerin bu konudaki ortak yorumu ve önerisi şu şekildedir:

"Düşüğü, preeklempsiyi ve rahim içi gelişme geriliğini engellemek amacıyla gebe kadınlara rutin aspirin kullanılmalarını önermeyi destekleyecek yeterli bilimsel kanıt yoktur."

Üstelik bu uygulamanın uzun dönem etkileri konusunda da elimizde yeterli veri yoktur. 2003 yılı Ağustos ayında British Medical Journal'de yayınlanan bir araştırmada gebeliğin erken dönemlerinde aralarında aspirinin de bulunduğu bazı ağrı kesicilerin kullanılması durumunda düşük riskinin arttığı ileri sürülmektedir.

Dahası Amerikan Hastalık Kontrol Merkezi (Centers for Disease Control and Prevention ) daha önceden düşük öyküsü olmayan ve aPL saptanmayan ve düşüğü önlemek amacı ile aspirin ve heparin kullanan 38 yaşında bir kadının 9. gebelik haftasında öldüğünü bildirmiştir. Merkez bu olayın gebelikte aspirin kullanımı ile ilgili ilk ölüm olgusu olduğunu belirtmektedir.

Bugüne kadar yapılmış 42 çalışmanın sonuçlarını birarada değerlendiren bir başka analizde ise preklempsinin önlenmesi amacı ile aspirin kullanımının hafif bir yarar sağlayabileceği ancak hangi kadınlarda bu yararın görüldüğü, tedaviye hangi dozda ve ne zaman başlanması gerektiği konusunda bir karar verebilmek için daha fazla araştırmaya gerek duyulduğu belirtilmektedir.

Benzer bir başka araştırmada da preeklemspi açısından orta derecede risk grubunda olan 583 kadına gebelikleri boyunca günde 50 miligram aspirin verilmiş, 523 hastaya ise herhangi bir tedavi uygulanmamıştır. Sonuçlar incelendiğinde aspirin kullanan ve kullanmayan kadınlarda düşük, ölü doğum, bebek ölümü, ortalama doğum ağırlığı, düşük doğum ağırlıklı bebek ve erken doğum oranları arasında hiçbir fark saptanmadığı ortaya konmuştur.

Progesteron ve düşükler
En son söylenmesi gerekeni ilk başta söyleyelim. Progesteron düşüğü engellemez !

Progesteron yumurtlamadan hemen sonra yumurtalıklardan salgılanan ve rahimin içini döşeyen endometrium tabakasının desteklenmesini sağlayan bir hormondur. Erken gebelikte eğer yumurtalıktan bu hormonu salgılayan kısım (korpus luteum) çıkartılırsa gebelik düşük ile sonuçlanır. Adet siklusunun ikinci yarısında progesteronun yetersiz salgılanması Luteal Faz yetmezliği olarak adlandırılır. Ancak bu durumun tanısı ve tedavi gerektirip gerektirmediği konusunda şüpheler vardır ve bilimsel alanda fikir birliği sağlanamamıştır.

Özellikle tekrarlayan düşüklerde kan progesteron düzeylerinin düşük bulunması dışarıdan verilecek progesteron desteği ile gebeliğin devam ettirilebileceği fikrini doğurmuştur. Geçmişte kabul gören bu tedavi yaklaşımı yapılan araştırmalar sonucu geçerliliğini yitirmiştir.

Oysa hala daha özelllikle ülkemizde gebelik sırasında erken dönemde kanama ortaya çıktığında progesteron vermek doktorlar arasında yaygın bir uygulamadır. Bu uygulamanın hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur.

Gebeliğin seyri sırasında kanama ortaya çıktığında eğer ultrasonda canlı yani kalp atışları olan bir embryo görülebiliyorsa bu gebeliğin düşük olmaksızın devam etme olasılığı %90-96 arasında değişmektedir.

Bebek kalp atımı saptandığında haftalara göre gebeliğin devam etme olasılığı şu şekildedir:

Gebelik haftası Kanama varsa Kanama yoksa
< 6 hafta %67 %84
7-9 hafta %90 %95
9-11 hafta %96 %98

Bir başka deyişle 7 haftada kanama görülür ve düşük tehdidi ortaya çıkarsa bu gebelik %90 sorunsuz devam edecektir. Kanamayı görür görmez progesteron başlamak bu oranı daha da arttırmaz.

Erken gebelikte kan progesteronun düşük olması bir sebepten çok sonuçtur. Yani bu gebelik progesteron azlığından dolayı kötü değildir. Gebelik başarısız olduğu için progesteron düşüktür.

Düşüklerin önlenmesi amacıyla progesteron kullanımı ile ilgili son 30 yıl içinde yapılmış olan araştırmaların sonuçlarını bir arada değerlendiren bir çalışmada bu tedavi yaklaşımın gebeliğin seyri üzerinde herhangi bir olumlu etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Üstelik sentetik progesteron kullanımının yenidoğanlarda solunum sıkıntısına ve erkek bebeklerde hipospadias adı verilen ve penis deliğinin tam uçta değil penis üzerinde başka bir bölgede olması şeklinde açıklanabilecek bir anomaliye neden olabileceğini düşündüren bulgular vardır. Doğal progesteronlarda ise bu tür bir etki gözlenmemiştir

İngiliz Kraliyet Jinekoloji ve Obstetrik Birliği, tekrarlayan düşükler ile ilgili Mayıs 2003'de yayınladığı kılavuzda düşüğü önlemek amacı ile progesteron kullanımının hiçbir olumlu etkisinin olmadığını belirtmekte, ve bu uygulamanın sürdürülmesi için elde hiçbir bilimsel kanıtın olmadığını bildirmektedir. Tüp bebek uygulamaları ise farklı bir durum arz etmektedir ve bu önerilerin dışındadır.

Bununla birlikte son yapılan araştırmalar progesteronun düşükleri önlememekle birlikte erken doğumun engellenmesinde önemli rol oynayabileceğini göstermektedir.

Sonuç
Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) aspirini gebelik sırasında düşük dozlarda (günlük 150 miligramın altında) C, standart dozlarda ise D kategorisine sokmaktadır. Progesteron ise B kategorisindedir.

Gebelikte hiçbir ilaç yarar potasiyeli zarar potansiyelinden fazla olmadıkça, bir başka deyişle mecbur olmadıkça kullanılmamalıdır.

Günümüzde klinik çalışmalarımız sırasında hiçbir öyküsü ya da risk faktörü olmadığı halde hamilelere "düşük yapma ya da prekelempsi gelişmesin" diye aspirin ya da progesteron başlandığına şahit oluyoruz. Bun dan daha s ık karşılaştığımız bir uygulama ise hafif bir kanama varlığında bile progesteron verilmesi. Oysa ultrasonda bebeğin kalp atımlarının görülmesi %90-96 bu gebeliğin kanamaya rağmen düşük ile sonuçlanmayacağını bize gösteriyor.

Peki doktorlar neden hala daha gerek olmadığı durumlarda bile bu ilaçları reçete etmeye devam ediyorlar?

- Bugüne kadar yapılmış olan çalışmaların söz edilen ilaçların bazı olası yararlarını saptayamadığını düşünüyor ve progesteron ve aspirin kullanımından doğacak olan riskin az olmasına güveniyor olabilirler.
- Elde hastaya öneribilecek tedavi alternatifi olmadığı için bu şekilde davranarak kendilerini rahatlatıyor olabilirler.
- Bilimsel yayınları izlemedikleri ve kanıta dayalı tıp yaklaşımlarından habersiz oldukları için geleneksel uygulamalarını devam ettiriyor olabilirler.
- Hastaların yapılacak birşeyler olmalı baskısına veya düşük sonrası yaşadıkları depresyonun sonucunda birşeylerin işe yarayabileceği ümidine yenik düşüyor olabilirler.
Nedeni ne olursa olsun bilimsellikten uzak bu tedavi yaklaşımları Hipokrat'tan beri tıbbın temel felsefesi olan "önce zarar verme" ilkesine tamamen ters uygulamalardır.

Kaynak: Dr. Alper Mumcu

1 Ekim 2008 Çarşamba

Ahlaksız Zihniyetin Kurbanları

Evet, evet! Hiççç abartmıyorum! Dünya üzerinde olagelen, fark etmeden, düşünmeden, ayırmadan uyguladığımız, kendi bedenlerimizi, onu bırakın minnacık yeni doğacak, içimizde oluşmaya çalışan yaşam tomurcuklarını zehirlediğimizi bilmeden aldığımız, bizlere dayatılan bir sürü ilaç...

Hatırlayacaksınız, hamile kalmadan önce gideyim de sağlıklı mıyım değil miyim anlayayım dediğim doktorlardan biri yedi yıldır bir çocuk yapmama fikrine şaşırıp, üstüne üstlük bir de kendi kendine salakça teşhis koyup bir sürü ilacı vermeye kalkmıştı da şu aralar magazinlere konu olan bir sürü salak ikiz annesi kadınlar gibi " Eyvah! Anne olamayacak mıyım?!!!!" sendromlarına girdiğim sanılmıştı. Çoğunun hamile kalmak için pompalama ilaçlara maruz bırakıldıklarını okuyoruz. Sanki elli yaşına geldik de " Anaaaa çocuk yoookkk ne yapacazzz?!" diyoruz. Hayret bir şey!!!

Bu, dakika bir gol bir anlamında yaşananlardı. Doktora neden gidilir? İlaç almak için! Bunun başka bir alternatifi var mıdır ki onlara göre?! Bu yaratıklar kocaman bir camianın kuklaları arkadaşlar! İlaç yazmayan doktor başarısız, ilaç alamadan eve gelen hasta elini boş hissetmelidir yeni dünya düzeninde artık!!!!

Şimdi üzerine çok fazla duygu yüklemeden, ne olacağını bilmediğimiz yeni bir yola çıktığımızı haber vermek istedim. Ben dokuzuncu hafta içindeyim şu an. Beşinci haftadan beridir de artarak hayatımı ele geçirmiş olan mide bulantısı, baş ağrısı, aklınıza gelecek normal hayatta düşünmediğimiz milyonlarca kokunun bileşim atağından dolayı derin bir depresyon içindeydim. Biliyordum zaten.

Bilgi sonsuz...Bazısını okuyorsunuz mantığınıza ters geliyor, o insan biliminsanı olsa bile bu böyledir benim gözümde. İlk hamileliğimde " Anneye Mektuplar" diye bir doktorun yazdığı kitabı bulup, " Yaşasın hamilelikle ilgili dürüstçe yazılmış bir mektup dizisi!" diye üzerine atlamıştım. Atlamaz olaymışım, adam diyordu ki; " Kocasını sevmeyen kadın kusarak içindeki canlıyı aslında dışarı atmak ister."

Bazı yerde yazıyor; " Her hamilelik birbirinden farklıdır, aynı bedende yaşansa bile." Bebeğinizi Beklerken Sizi Neler Bekler" kitabında da diyor ki; " Birincisinden sonraki hamilelikleriniz diğerlerinin genelde tekrarıdır." " Hamileliğiniz genelde genetik faktörlere de dayanır, aile geçmişinizde annenizin ya da kız kardeşinizin hamilelikleri size yol gösterebilir."

Tamam! Mantıklı. İlk hamileliğime bakıyorum... Birincisi çok gençtik, istemedik ama Türk filmlerindeki gibi başladı. Yedinci hafta içindeyken bebeği aldırttım. Ama hiç unutmuyorum trenle işe giderken öyle bir fenalık hissi geldi ve soğuk soğuk terleme, mide bulantısına eşlik etti ki adamın birini yerinden kaldırmak zorunda kaldım. Kürtaja gidene kadar midem allak bullaktı, dönüşte hafiflemiştim.

İkinci hamilelik...İkizler...Üç ay korkunç bir dönem. Kusmalar, böğürmeler, hayatımın zindana dönüşü...Hadi dedik ikizdir, ikiye katlayalım. Ama anlaşıldı ki benim bedenin ( yani bir nevi makinanın hormon dengesizliğine verdiği tepki hayatı durduracak, beni hasta edecek boyutta )

Üçüncü hamilelik...Biliyorsunuz 10.hafta düşük. Torch testi ve CMV diye bir virüs.

Bu şartlar altında bir bakalım...Gittiğim doktor bana acil olarak hastaneye gelen kadın. Güvenilebilecek görüntülü, ilgili ve yumuşak. Ekibi çok sevimli, tek başıma kotarabileceğimi düşündüğüm bir ortam yarattılar hep beraber. Sağolsunlar, varolsunlar...Ammmaaaaa...

İlk görüşme, yedi hafta içindeyken yapıldı. Beşinci haftadan beridir de mide bulantısı başlamıştı. 10 haftalık düşük olduğunda da bu sefer başka doktor hemen cart curt mide bulantısı ilacı veriverdi. Aldım eve geldim ama bir iki kere ancak almışlığım vardır, ilaç sevmem, hele de organlarını oluşturmaya çalışan bir canlı varsa içimde hiç aklıma yatmıyor.

Ama bir yandan öyle bir piyasa oluşturulmuş ki benim de hamileliğim ve doğumumdan yana koca yedi sene geçmiş, insanı " Acaba teknoloji gelişti mi bu konuda?" ya da " Bu doktorlar bu ilaçları şakır şukur veriyorsa demek ki yan etkisi yok bunların, yaşasınnnn!" a kadar varan düşünce seli gelip geçiyor akıldan. Yalan değil, insanı kendisiyle çeliştiriyorlar. Kendi sağlıklı düşünce sisteminden bebek ve hastanın hayatıyla oynama pahasına deney tahtasına çeviriyorlar.

Doktor, mide bulantısının hissedilmesinden ötürü bunun sağlam bir hamilelik olduğunu söyledi. Evet, gariptir benim 10 haftalık giden beni pek de sarsmamıştı hani. Demek ki bir yerlerde eksik kalan bir şeyler vardı O'nda. Kalp atışlarını ilkine nazaran takır tukur dinledik. Görüşme odasına geçtik.

Hemen başladı ilaç yazmaya..." This baby is precious!" dedi bir de, sanki diğer bebeler değerli değilmiş gibi. Aspirin, az dozda, ha bir de hormon ilacı... O an diyorum ya anlamıyorsunuz, heeee diye bakakalıp, elinizde reçeteler haydaaa! eczaneye. Bir de sağlık sigortası mantığı çalışıyor tabi ki, yazılan ilaçlar hooppp cebe. Sanki rengarenk şekerler alıp da gelen çocuk edasıyla, hoplayıp zıplayarak eve...Yaşasınnn rengarenk ilaçlarım oldu benim de :))))

İki gün aldım ilaçları...Sonra bir arkadaşımla konuştum. Babası jinekolog O'nun. Şimdi emekli ama bu piyasayı en yakından tanıyan adamlardan biri işte. İşin içinden gelme. " Sürün ama alma bebek varken." dedi yaşımla yaşıt dostluğumuz olan arkadaşım. O an, hani bir şeyi düşünürsünüz, yaptığınızın yanlış olduğunu bilirsiniz ama bir kişi ile konuşmak noktayı koyar ya... Hemen benimkine gittim, bilgisayardan araştırdık yine.

Ulan!!!! Benim düşük geçmişim bir tane bebekle sınırlı, test yapılmıııışşşş, sonuç CMV çıkmış mı?! Tamam, demek ki annenin hormonlarında, bebeğin DNA'sında, vajinada bir sorun yokkkk! Erken doğum ikizlerde çok sık yaşanan en önemli sorunlardan biri. Serviks'e bakılmış, temiz çıkmış mı? Peki, o zaman hiçbir bulgu yokken aspirin ve hormon da nesi?!!!

Hormon ilacının mide bulantısı ve baş dönmesi yan etkilerinden, ben zaten ölüp ölüp diriliyorum. Bulantı ilacı ancak anne kusmaktan bebeğini besleyemeyecek durumda ise verilmesi gerekenlerden...Yan etkileri tartışılıyor. Aspirin, en muamma olan. Bir kısım doktor " Aman ne iyi kan akışını rahatlatır bebeğe güzel kan gider." diyor, bir kısmı " Aman sakın yanına bile yaklaşmayın bebeği eritir!" diyor, iyi mi?!

Düşünüyorum...Ben kusmaktan ölüyorum dedim mi?

Hayır, midem bulanıyor dedim, o da çok normal.

Sigara, alkol kullanımım var mı ki bebeğe yeterli kan gitmesin?

Hayır!

Yaşlılıktan dolayı hormon üretimimde bir eksiklik tespit edilip arka arkaya üç düşük yapmış mıyım?

Hayır!

Düşük sebebimin ne olduğu ve tamamıyla dışardan gelen bir etken olduğu orada kabak gibi gözüküyor mu?

Evet!

Bu şartlar altında üç buçuk haftadır hiç ilaç kullanmadan mide bulantısı sebebiyle süründüm. Hayatım durma noktasına geldi. Yazdığım yazıları koyarım, öyle bir psikolojiden şu anki aşamaya geldim.

Nasıl mı?

Geçenlerde mide bulantısı ve hamilelik olarak araştırıyordum. Bir forum'a denk geldim. Hanımlardan birisi " Sea Band" denilen bir şeyden bahsetmişti.

Mekanizma akupunktur üzerine kurulu. Şu an iki kolumdalar ve tenis oynarken takılan, terlemeyi önleyen havlu bilekliklere benziyorlar. Bir farkla, plastik bir düzenekle bileğin iç kısmına basınç uygululanıyor.

Buralarda " Boots" dan bulduk ama Türkiye'de alternatif tıp tan da bir şeyler satan eczaneler açılmışsa bilemiyorum, belki vardır. Yoksa, " Sea Band" olarak Amazon.com'dan araştırın. Fiyat komik, Türk lirası ile 10 YTL bile değil.

Yan etki var mı?

Yok!

Vücuda verilen bir kimyasal var mı?

Yok!

Etkisi var mı?

Yüzde yüz!!!

Ayağa kalkacak, insanlarla yüzleşecek, kendime bakacak halim yoktu diyorum. Şimdi hafifce hissedilen bir mide bulantısı var ama varla yok arası!!!!

Binlerce yılın birikimi ile yapılan ve ilaca beş çeken bir şey işte bu! Ben hayatım boyunca hipnoza, akupunktura, Reiki'ye hep açık oldum. Bunları yapıyorum diye ortalara saçılan, çok ruhi olduğunu iddia eden palyaçolardan bahsetmiyorum. Bu bilgileri içselleştiren insanlar zaten kimin ne olduğunu çok çabuk anlar. Ancak bir şekilde düşündüğüm şudur ki, işinin ehli olanlarda bıkmış artık herşeyi para basmak için kullanan adilerden.

Peki bizim kendimize düşen nedir? Her zaman onu söylüyorum. Tüketici seçim konusunda özgürdür ve bilgilendikçe de bu böyle dalga dalga yayılacak.

İşte, bütün bunları paylaşmak adına yazdım yine. Kendimi durduramadım, bekleyemedim. Zira bilgi paylaşıldıkça büyür. Ve ben suskunluktan aşırı derecede nefret eden bir insanım. Şimdi iki kolumda bana bunu yazma gücünü geri veren " Sea Band" a da gidip yazacağım. İyi ki herşeyi kimyasal yüklemelerle çözmenin yanlış olduğunu anlatacak olan bunun gibi zihniyetler de var ya ortada! Yoksa bırak hamile kalmayı insan yaşamından beziyor yahu!!!

Hayatın her alanını sünger gibi yaşamamak adına araştırın, okuyun ve DÜŞÜNEN İNSAN olun arkadaşlar, başka bir şey demiyorum.