27 Şubat 2008 Çarşamba

Sponge Bob Square Pants

Kızımızı 27 haftalık dünyaya getirdiğimde asla hayatın sıkıcılığından ya da monotonluğundan şikayet etmeyeceğime yemin ettim. Çünkü bu gündelik akışın bile, evrenin bizlere vermiş olduğu büyük bir lüks olduğunu o zaman anladım. Hayatlarımızda yaptığımız, çok doğal görüp de üzerinde dakika bile kafa yormadığımız o kadar komplike olaylar var ki! O yüzden, baktım ki yazı yazma sıklığı azaldıkça azalıyor, " Her gün aynı işte ne yazayım ki..." derkeennn ellerime patlatıverdim ve vazgeçtim.

Şu aralar hormonal dengelerimin alt üst olmasından dolayı hayata ışıklı ışıklı bakamıyorum. İstediğim ve üzerinde çeşitli felsefeler yaptığım hamile kalma faaliyetinde başarıya ulaşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Hani kararı aldık, uyguladık ve sonuç pozitif demek açısından bu bir zafer ama olay mide bulantısına ve kimyasal değişimlerin getirdiği çalkantılara gelince tosluyor bir yerde. Şimdiki durumum bu.

Bilgisayara uzun süreli bakamıyorum, midem bulanıyor. Sabahları hemen bizimkileri yollayıp saat onlara kadar uyusam da yataktan vinçle çekseler anca misali kalkıyorum. Aslında, eskiden hani oradan buraya zıplama hallerimde yani, bir hamile kalsam da tembellik yapmama sebep olsa derdim de, işte o tembellik keyifli bir tembellik de değil. Ruhsal bunalımlı bir hal.

Sinirimi tepeme çıkartacak, beni düşüncelere gark edecek herbir şeylerden kaçınıyorum. Bunu birinci hamilelikte test edip onayladım. Öyle dünyayı kurtaracam!!!! diye kendi bebeklerimin canıyla kanıyla falan oynayamam. Dünya da kurtarılmayıversin, bu adama trafikte kim dersini verecek diyen ben olmayayım diye çok çaba sarfediyorum.

Aslında bu blog benim için çıtırdan çerezden, "sabah kalktım, kahvaltımı ettim, ben de bir insanım..." ın paylaşılması açısından iyi gelen bir şey. O yüzden de politikadan, onu bunu gözlemleyip, doğrusu öyledir böyle değil söylemlerinden özellikle uzakta kalmaya çalıştığım bir vaha da aynı zamanda. Yalnızca hayatımda paylaşmak istediklerimin aktarımı, kızdıklarımın toplamı, sevinçlerimin kök karesi...

Size nasıl olduğunu, daha doktora gitmediğimi, aslında doktora gitmeden buraya yazıp da haber vermeyeceğimi ama yazılar ööölleee beklerken de beni sürekli bir şeyin dürttüğünü, eğer yazamıyorsam aha! sebebi de bu demem gerektiğini anlatmak istedim.

Geçen ayın 17 sinde ( Ocak 17 ) adetimi görmüşüm, gebelik.org'a göre bu doğum ideal şartlarda 23 Ekim olan kayınpederin doğumgünü ile çakışmakta ki Chloe'nin doğumgünü de onların evlilik yıldönümlerine denk gelir :))) İlginç bir matematiksel bağlantı var aramızda.

Şubat'ın dokuzu...Sabah saatleri adet başladı ama ilk günden kesildi. Ha dedim tamamdır, döllendik:)) Ama tabi unutuluyor herşey. İlk hamileliğimde de böyle hamile olduğumu bilip lay lay lom hiççç midemmmm bulanmıyorrrr diye naralar attığım dönem olmuştur, sonra kafa üstü çakılmışımdır, hem de fena halde ama olsun. Bu sefer de öyle oldu. Ayın 11'inde idrar testi pozitifi gösterdi.

Şimdiiii, matematiksel olarak yaklaşacak olursak, beş hafta altı günlük hamileliğim bana yavaş yavaş başparmağını sallamaya başladı. Midem kursak bölgemde toplanmış bir halde duruyor. Dolayısıyla, dün sabah buradan tanıdığım bir Türk arkadaşım ve annesi sabah kahvaltısına geldiler ama bence onlara çıkarttığım dört çeşit bundan sonraki hamilelik dönemimin içindeki son noktayı da koydu gibi. Neden diyeceksiniz çünkü ütüler dağ şeklinde günlerdir ütülenmeyi bekliyor birrrr, benim apilady durumlarım ki neden bu kadın bunu sürekli yazıyor diye sormayın, kadın olarak bu çok önemli bir konumuz bence, yine öyle ki bu da ikiiiii.

Beynim sürekli rölantide olduğu için haftanın diğer büyük olayı geçen hafta sonu ile birleşen dört günlük kısa arada burası pazar günü iş başı yapar diye bomboş okula ufaklığı yollama yönünde oldu. Halbuki tatil perşembeyi ve pazartesiyi içine alacak şekilde olmakla beraber bu, okul gazetesinde canhıraş bir şekilde de duyurulmuştu.

Çevremde hiç gürültü falan istemiyorum, yemek yapma potansiyelimde ciddi derecede düşme var ama bu durum ayın sonunun gelmesinden de kaynaklanabilir. Ha, hiçbir yer hiçbir yerde falan da değil belirteyim ama bunları bir arada tutabilmek için harcanan enerji ve istek beşe katlanmış vaziyette. O zor. Yapmadıkça daha da kötü hissediyorum.

Kısaca ne mi? Tabi ki hasta değilim ( yani bu inşallah bütün semptomları hamilelik belirtileriyle aynı olan bir hastalık değildir ) ama hayatta en büyük değerimiz sağlığımız. O olmadığı zaman sürekli bir bunalım da geliyor peşinden, o enerjiyle kitap okuyoruz, ne bileyim bir film izleyebiliyor, konuşabilecek konu biriktiriyoruz ama böyle sürekli kafa, yeri gösterme eğiliminde.
Fakat tabi ki artık olaya daha felsefi bakmayı da öğrendim. Bu, hayatta bir dönem. Benim koca çok yardımcı, gönüllü ve mutlu. Bir dönem, atlatılacak. Herşey normale dönecek ( normal kiloya )Bu arada kelaka gelebilir ama örnek vermek gerekirse Britney Spears'ı görmek bile içimi sıkıyor, beni cenderelere alıyor. O bir başarısızlık örneği, o kadar güzel bir kızdan mama yaratma, kafa üstü çakılma imzası gibi bir şey. Kadını gördükçe korkuyorum, o da en son ihtiyacım olan şey. İnsanda şişip şişip geri dönememe sendromu yaratıyor yahu!

Kısa kesmek gerekirse, sadede geleyim ben bu aralar pek ortalarda olamayacağım. Mazur görünüz, evin kedisi böğğğğğğ! modunda deyiniz ve geçiştiriniz. Ha aklıma geldikçe yazarım ama hakikaten cebelleşmeden, bir şey üretmeden, sponge Bob kimliğimle bir şeyler çıkarabilir miyim ya da çıkan ne derece tatmin edici olur bilemiyorum.

Doktora da haftaya gideceğim, onu aktarırım. Bu sefer başka birine tabi ki, beni döllenme makinasına çevirmeye çalışana küskünüm. Üzerimde salak salak o ilaçları denemeyecekti namussuz kadın. Aslında " Al işte senin ilaçlar olmadan da oluyormuş ne haber?!" demek için gitmek var da...Evet, bir gereği yok, duydum :)))

Bu arada, son olarak ekleyeyim, buradaki prematüre hastanelerini araştırdım da şimdi, yani bir şey olacağından değil meraktan, bir sonuç gelmedi. Böyledir işte, başına gelmedikçe öğrenemezsin mekanizması umarım burada da işlemiyordur.

Bir de, mide bulantısına çukulata iyi geliyor :))) Hadi gideyim de pinekliyeyim...

14 Şubat 2008 Perşembe

Sports Day ve Sevgililer Gününe Dair

Sabahleyin, kızımla babası gidiyorlar ya okula, bugün ben götürecektim ki benimki; " KS2 bizimkiler, onlarınki 10:30 gibi başlayacakmış." diyince bütün kablolar birbirine karıştı. Halbuki bizim eve gelen mektubun onaylanan ve okula gönderilen bölümünden geride kalan Foundation ve KS1 için saat sabah 8:15 diyordu. KS 2 de nesi oluyordu şimdi? Ben de " Ha öyle mi, o zaman ben gelmeyeyim, sonradan zamanı gelince giderim." dedim. Ondan önce hemen bütün ders programını kızını seyretmek için değiştirmiş olan Catherine'e telefon açtım. Batarya bitti :( Stres paçalardan akıyor o dakika. Midem de bir ara ağzıma gelir gibi oldu...

Ufaklıkla babasını gönderdim ama içim rahat etmedi, ya 8:15 doğruysa? Cheryl'ı aradım arkadan. " Bizim ufaklıklar KS2 mi yoksa 1'mi" diye. 1 miş. Her sene bir şey öğreniyoruz, biraz geç de algıladıklarımız olmuyor değil. Chloe'nin bale öğretmeninden mektup geldiğinde dan eden " Christmas'da aldığınız hediyeler beni kendi evimde gibi hissettirdi." cümlesinin yarattığı " Sen bir kazmasın" duygusu mesela.

Ne yazık ki Christmas için gereken, eden herşey kadınlar tarafından organize edilir. Erkek milleti karısı ve gelenekleşmiş ise annesi'nden başka kadına uzanamıyor. Daha doğrusu beyin, diğer bir organizma için error veriyor hesabı. Eğer bu inceliği sen düşünmemişsen, çöpe gitti demektir. Bir de farklı bir kültürün alışkanlıklarını anlamaya çalışıyorsan, al birkaç seneyi tuvalete at, arkadan da sifonu çek. Ne yapalım, kafa göz yara yara öğreneceğiz işte.

Okula vardığımda herkes dışarıya servis edilmiş çayını kahvesini alıp tribünlere oturmuştu bile. Çocukları sene başından itibaren üç gruba ayırıyorlar. Beden eğitiminde de ait oldukları grubun renginde t shirt giyiyor hepsi. İsimleri yanlış hatırlamayayım ama toplam üç grup. Yeşiller ( bizim kızınki ) sarılar ve kırmızılar. Belli spor aktiviteleri yaptırılıyor. Yol üzerine konulan engellerden geçilerek, zaman zaman eğilerek topları taşıma, elden geldiğince uzağa sicim fırlatma, koşu yarışı, aynı yarış alanında bir süre sack lerle zıplayarak yapılan engelli koşu ve 8:15 de başlayan faaliyet 10:45 de bahçedeki piknikle sona erdi.

Benim ufaklığın yorgunluktan ötürü olduğunu düşündüğüm bir enerji patlaması yaşandı bugün. Zaman zaman canımı sıkan bir konu bu. Çocuktur, sabahın köründe başladılar koşmaya bir de güneşin altı iyice sersemlediler ve saat 11:00 gibi evdeydik Anna'yla beraber, 16:00 ya kadar. Haftaya dönem tatili denilen kısa süreli, dört günlük ara geliyor. Perşembe gecesi ilk sleep over denilen gece yatması yaşanacak. Biz ise hayatımızda ilk defa Chloe'siz bir gece geçireceğiz. Ne yapmalıyız bilmiyorum ama herhalde dışarda bir şeyler ayarlamalıyız.

Bu sene en kazma st Velantine günümüzü yaşamaktayız. Margarinim kalmamış, hiçbir şey yapamadım tatlı veya pasta anlamında. İçimden dışarıya çıkıp bugüne özgü bir alışveriş yapmak da gelmedi nedense, bugün zaman da yoktu ya. Neyse bahanesi oldu. St Valentine için aldığımız tek hediye dün ufaklıkla gelen dosyadan özenle köşe bucak saklanan, özenle hazırlanmış kartımız oldu :) Pembe bir kartona kağıttan beyaz dantelli gibi gözüken servis peçetesi yapıştırılmış, üzerine kalplerden oluşan bir kart hazırlanmış, içini açınca yine kalplerle süslenmiş bir kuş kanatlarını açıyor :) Daha güzel bir hediye olabilir mi? Ufaklık, bir de en son manevra, kartı koltuğun arkasına saklamış, babası işten gelince ikimize ilanı aşk ederek devir teslim yaptı :)

Okulun müdürü sene sonunda ayrılıyor :( Bugün eve gelirken gördüm de, utanmasam arabanın kapısını açıp " Gitmeyinnnn!" diye bağırasım geldi. Okulda insan hep tanıdık ve yıllanmış yüzleri görmeyi istiyor. Değişim sıkıcı, adaptasyon hem öğretmen, yönetici herneyse hem de veli açısından zor. Sanki herşeye en kolay adapte olan çocuklar gibi.

10 Şubat 2008 Pazar

PS3 Macerası ve Oradan Buradan...

Şimdi de başımı yastıktan kaldırmayasım var. Bugün, ufaklıkla babamızı yollar yollamaz hemen yatağa döndüm. Saat 10:00 gibi kalkıp kahvaltımı yaptım. Şu haftalık apilady yapılmalıdır ya, onu bile gözüm yemiyor. Yatak odalarımız, binbir tane birbirinden farklı, atılamayan eşyanın durduğu odalar temizlenmeliydi ve saat 13:00 e kadar ancak bitirebildim. Yemek yapımı ve alışveriş var bir de listede, koca bir nanik! Domatesli bulgur pilavı yaparak geceyi kurtarma durumlarındayım şu an.

Hastalanacağım, aslında dün başladı ama bugün O'nun da beni ziyaret edesi yok :((( Nedense, bilmiyorum. Dün sabah, bari bizim banyoyu saçlardan, yüz yıkanırken sıçrayan sulara eşlik eden ve terlik altlarından gelen kara kara lekelerden bir arındırayım dedim. ( Iyyy değil mi? Ama öyle ne yapalım? ) Önce bir vakum, ardından hemen yer temizleyicisi... Temizleyiciyi banyonun hemen kapı yanına koymuşum, herşey bitti, dolaba kaldıracağım. Tam dolabın kapağını açtım, yerine koyuyorum, o da ne? Yerleri çamaşır yumuşatıcısıyla silmişim, iyi mi? Tam PMT işte ( hasta olmadan önceki yamukluk sendromlarının İngilizce kısaltılmışı ) PMT ile ilgili semptomlarımı yıllar önce liste yapmıştım, 25 tane falan olmuşlardı, yine düşünüp buraya yazmam lazım :)))

Bir aya yakın bir süredir bilgisayarda Voipwise denilen bir program kullanıyoruz. 10 euro karşılığında hesap açılıyor ve ardından dört aya yakın bir süre dünyanın belli ülkeleriyle bedava konuşuluyor. Bu ülkelerin içinde Türkiye ve İngiltere'de var. Fakat işin ilginç yanı şu, Türkiye ile Arap Emirlikleri arasında iki saat fark, İngiltere ile dört saat var. Yani, bizler burada güne başlarken, Türkiye daha yeni yeni uyanıyor bile diyemem, İngiltere yatmış, belki henüz uykusuna dalmış vaziyette.

Dolayısıyla olan şu; gün içinde burası 12:00 iken Türkiye ile konuşabiliyorum ( Türkiye saati 10:00 ). Saat 13:00 dedin mi ufaklığa çıkmam için hazırlanmam lazım. Bu ne demektir? Günde bir saat konuşma hakkım var. Akşamları unut, neden? Yoğunluk yüzünden görüşme kalitesi çok düşüyor, ondan. Bir de yine aynı hikaye, daha millet yeni yeni bilgisayar başına gelince bizde 24:00, gözlerin kapanmasını önlemek amaçlı kibrit çöpü kullanılıyor durumda oluyoruz :) İşin şakası bu tabi. Genelde, yatılmış olunuyor, eğer yatılmadıysa yeni oyuncak " Assasion Creed" dir, " Second Life " yerine yeni ikamemiz oluyor kendileri.

Bugün, eşimin master sonuçları geldi. Aylardır topu topu on ya da onbeş dersten alınan notların altalta yazıldığı bir formatı bekledik yani. Olsun, yine elde somut bir kağıdın olması çok sevindiriciydi. Şimdi maaşda yapılacak %4 zam beklenecek :))) Komik, değil mi? Archi Sugar'da yazmış, yalnız hizmette bekleyen bizler değiliz Türkiye'de diye. Gerçekten de hız bakımından Manchester gibi bir üniversitenin böyle ağır aksak davranması...

Halk olarak, hem yenilen kazıklardan ötürü sanırım devlet işine asla güvenmeyiz, hakkımızı hep bağırıp çağırarak, yeri geldiğinde otokontrol gelişmemişliğimiz yüzünden başkasının hakkını yiyerek aldığımızdan, öyle bir iş yavaş gitti mi hemen başlarız dayılanmaya. Bizde işler böyle yürür ama gel gör Londra'da bir tarfik durur değil mi, korna sesi neredeyse hiç yoktur. Herkes sırasını bekler, kimse kimsenin önüne geçmeye kalkmaz. Bunu zeka pırıltısı olarak algılamaz, nasıl da kodum herife, enayi gibi bekliyo yahu! diye kelle kelle sırıtmaz. Dolayısıyla, benimkinin de huyudur beklemek, tamam sinir bir durumdur belki ama gerekli olan zaman buysa yapacak da bir şey yoktur. Beklenir...Öyle de oldu, sonunda kavuştuk :)))

Şimdi ps 3'ü alma maceramı anlatmak istiyorum izninizle. Yine konular karman çorman olduysa da anlatasım var. Okuyamayan olursa beş günde konuları bölerek halletsin işini, ne yapayım? :)

İlk olarak geçen hafta pazar günü, hemen ufaklığın okulu açılır açılmaz doğru makinayı bulacağız ümidiyle Dubai'ye gittik. Daha önce de yazmıştım, Dubai dünyayla efendim yok, en büyük at yarışı, yok en uzun bina falan yarışında. Çok ilginç ve bazısını rahatsız edecek bir mimari yapısı var. Mesela, Sharjah yolundan Deira City Center'a giderken belli ki eski İtalyan mimarisi örnek alınarak yapılmış bir bina. Gerçekten de çok güzel ama hemen yanıbaşında tamamıyla farklı bir görüntü, camdan yapılmış fanus ve yine bu sefer onun yanında dikilmiş yine mavi cam bir kule :))) Yani bu ne lahana turşusu dedirtiyor bence. Ama bazılarınca bu, yeni dünya modeli. He he! Yani, eskiyle yeninin uyumu falan safsatası...

Neyse, Deria City Center'da Arap Emirlikleri'nin en büyük elektronik eşya dükkanı var. Eminiz ki istediğimizi bulabileceğiz. Araştırmamızı bilgisayar arama motorlarından tamamlamışız da, sonradan deneyimlediğimiz üzere pek bir şey de anlamamışız :( Bildiklerimiz şunlar; piyasada satılan ps3'ün 40 ve 60 gigabayt olanları var, ancak ikisinin de üretimi durmuş vaziyette, şimdi yeni 80'lik çıktı. Ben baktım, işin ilginci 80'lik olanla 60 lık arasında buradaki fark artı yönde 100 dirhem civarı ki buna hadi diyelim 50 ytl. Kocaman dükkana girdik, yok yok. Benim de ağzımın suyu akıyor tabi ki. Acayip özeniyorum ps3 ve evde oturup hem bizi, hem de ufaklığı oyalayacak oyun oynama düşüncesine.

İlk önce, Allah Allahhh! PS bölümüne girdik ama 2 var. 3'ü görmek mümkün değil, sonra adama sordum da dükkanın arka kısmına koymuşlar, bu sefer de hepsi 40 lık!!! Orada yardımcı olan başka birisiyle konuştuk. Adam; " Elimizde 60'lık kalmadı, artık zaten üretimi durdu, bir sürü ps2 oyunu alanlar da oyunları geri getirdiler, sorun yaşattı." falan dedi. Hadiii, kafamız bir dumanlandı.

Benim amacım kesinlikle ps2 oyununu da oynayabilmek çünkü bilenler bilir, ps3'ün çocuklara uygun oyun seçeneği çok az. Bunu ne için alıyoruz ki? Aslında bizim kendimiz için :)) ama alınmışken hiç çocuk hiçe sayılır mı? Bir de taa yılbaşı öncesi oyunlara bakmışız, kafayı ufaklık için Dogz ( Nintendo ) a takmışız, değil mi efendim?

Oradan çıktık ve bütün dükkanları gezdik. Bir, beş altı tane vardı yanılmıyorsam ama yok yok yok! Yalnızca 40gg'likler konulmuş, adamlar onları elden çıkarmaya çalışıyor belli ki. Seksenliğin ise nasıl geleceği, zamanı bile belli değil. Ellerine bununla ilgili bir yazı da ulaşmamış.

Dönüşte Sharjah'daki en büyük mağazaya bakalım dedik. İçeriye girdik, derhal ps3 bölümüne. Yaşasın! 60 lıklar ve 40 lıklar üstüste. Ama bizimki bu sefer taktı kafayı, " Seksenlik çıktıysa ve bunların üretimi durduysa ben niye geçmişte kalan teknolojiye yatırım yapayım? " sorusunu sormaya. Soru güzel ve anlamlı derken köşede kalmış bir kutuyu bana işaret etmeye başladı ki, baktım üzerinde 80 gg. yazıyor. " Tamam, istemiyor muydun, alalım!" dedi. Tamam, istiyordum ama neden Türkiye'deki fiyatı 60gg'den düşük o zaman? Bu bir. Hem, ps2 oyunlarını oynatıyor mu? Bu da ikinci ve en önemli soru benim için. Orada duran superviser konumundaki adama da gösterdik makinayı, benimki üzerindeki kağıda şöyle bir baktı ama okumadı, adam " O bir müşterimize ayrıldı ama siz bunu şimdi mi istiyorsunuz? Bu akşama doğru 80 gg'ler gelecek aslında." dedi ama ben hemen ufaklığı falan bahane ettim ve almaya talip olduk.

Olduk olmasına da, oyun bölümü biraz kelkenez durumda, Allah'tan çok duyduğumuz ve demolarına falan aşina olduğumuz assasion creed orada, onu da kaptık ama içimde yine bir rahatsızlık. Neden diğer dükkanlarda bir tane bile 80'lik yoktu ki?

Eve gelir gelmez benimki başladı makinayı kurmaya. Buraya geleli üçüncü senemizi dolduruyoruz ya, ilk zamanlar küçücük 30 ekran bir Sony televizyonumuz vardı. Salonda o devede kulak kalınca, ilk maaşlarımızdan biriyle JVC büyük, düz ekran standart tüplü bir tv almıştık. Makinanın içinden bir Tv ile ps3 bağlantısı çıktı. Üçlü ve herbiri ayrı renkte soketler mi desem, girişler. Efendim, Sasasix sanırım yanlış yazmadıysam, yeni nesil joystick. Onun şarjı ps3'e bağlanıyor, seksenliği Wi-Fi diye kablosuz internete de sahip ama istenirse Ethernet denilen internet kablosu da var. Toplam üç kablo yani.

İlk aşamada Tv'deki görüntü siyah beyaz çıktı ki günün saatlerine göre o renkler değişiyormuş. Arkada bir keman korosu, açılış. Eğer oyun da siyah beyaz çıkarsa o zaman TV'nin PAl ve NTSC denilen formatları destekleyip desteklemediğine bakmak lazım. Hatta, bu eğer LCD televizyonunuz yoksa, makinayı almadan yapılacak ilk işlerden biri. Çünkü eğer televizyon eğer aldığınız ps3'ün desteklediği ve üzerinde yazan formatı desteklemiyorsa o zaman saç baş yolunup, yeni bir tv alma zorunluluğu gelebilir. Ancak yeni olan tvlerin her iki formatı da desteklediği unutulmamalı.

Baktık, bizim makina NTSC J, bu ne demekmiş? Yani, çiçeği burnunda ps3'ümüzün formatı hem NTSC'ye hem de Japon 'ya ya ayarlıymış. Allah Allah! Bir şüphe var hala içimde, bir şeyler ters. Bütün ayarlamalar yapıldıktan sonra sıra oyunu koymaya geldi ve makina oyunu tanımadı. Evdeki hiçbir DVD formatını okumadı iyi mi?! Ay delirecez, o kadar ayarlama yapılmış, zaten kablosuz internet için şifreler var, onlar yazılmış, makina update ediyor kendini onun için beklenilmiş. Ha bir de ilk aşamada, ps3'ün içinden kullanım kılavuzu da çıkmadı iyi mi? Herşey yarıda bırakılıp bir de bir koşu kılavuz için dükkana gidildi ki, yer o kadar kolayda da değil.

Telefonlar ettik. Saat gecenin 23:00'ü buralarda 24:00 lere kadar açıktır her yer. Getirin değiştirelim dediler. E daha 80 gg geldi mi ki? sorusuna bile gerek kalmadı. Götürdük. Orada, bize anlatan ya da daha doğrusu anlatmaya çalışan ve şaşıran ( ki ps3 konusunda hakikaten satıcıların da kafası çok karmakarışık söyleyeyim ) çocuğun adı Josh'muş, " Ben makinaya bakacağım, superviser'ımız şu an burada değil, yenisi gelince de sizleri arayacağım." dedi. Cep telefonunu, adını falan aldım, bir daha dert anlatmayayım diye. Eve geldik :(

Araştırdık...Benimki, aslında benim için aldığını düşünüyor ya makinayı, öyle pek de detayına inmeye müsait değil. İsteksiz. " Ben oyun oynamayla ilgilenen biri değilim" dedi bir de. O'na " Second Life nesi öyleyse, orada zaman geçiriliyor ama?!" dedim ama yok, konsol oyunu farklı bir şeymiş ve aslında amaç kısaca benim çenemin bu konuda kapanmasıymış. Bir de tabi ufaklığa verilen oyunun benim bilgisayarda soruna yol açması ve sözümüzün devamı da var.

Her yerlere baktım. Nedir bu Pal/NTSC dedim. Meğerse ülkeler bu sistemi kullanma açısından bölümlere ayrılmışlar. Baktığım yerler haliyle burası, Türkiye ve İngiltere. Forumlarda NTSC ile ilgili sorunlar ve biraz da elden çıkartma isteği...Bu üç ülkede geçerli olan sistem Pal.

Gelen DVD filmlerden tutun, oyunlara, televizyonlara kadar Pal. Peki o zaman, ben elimdeki NTSC'yi ne yapacağım? ps2 deki tüm gelmiş olan oyunlar haliyle pal. Bir türlü kafam basmıyor, yine bir açık yakaladım derken, koca; " Wikipedi'ye baktım, NTSC'nin içinde emotion machine denilen bir parça var, bu parça neredeyse tüm ps2 oyunlarını çalıştırıyoruş ama pal'de bu yokmuş!" diye buyurdu. Baktım, aslında bu konudan azami derecede de sıkılıyor, sinirlendim. Bu, sonuçta önemli bir şey. Bir yerde eve bir bilgisayar daha alınıyor ve her türlü teknik özelliğini anlamamız lazım. Böyle aceleye getirip tam araştırmadan kafa göz dalınır mı? Ve gerçekten de karışık.

Aleti yurt dışından getirenlerin bir kısmı NTSC şu bu diye anlatıyor ama bu insanların görünüş itibarıyla ya çocukları ya da geçmişten kalan bir dolu ps2 oyunları yok. Zira, ps3 region free denilen bir özelliğe sahip. ps3 oyunları blue ray teknolojiyi kullandığı ve olağanüstü grafiklere sahip olduğu için her iki makinada da çalışabiliyor. Yani, bu makinayı alırken ps3 oyunlarını oynayacak için bir sorun yok denilebilir olsa da bu sonuçta bir dvd player da. E onlar pal!

NTSC kendi içinde ikiye ayrılıyor. NTSC-J ve NTSC-U. J, Japon ve oyunların hepsi Japonca anladığım, diğeri ise USA, İngilizce. Şimdi bunun skıntısı nedir diyeceksiniz? Diyelim ki ps2 oyun alacaksınız, kendi yeriniz pal ise bir kere bu oyunları NTSC J veya U bulamamıyorsunuz. Taaa Amerika'lardan ( İngilizce orada olduğu için, diğeri zaten site de Japonca bir halt anlaşılmıyor ) getirtmek zorundasınız. Halbuki normalde belki biraz ötenizde aynı oyunun sizin region'a uygunu paşa paşa raflarda bekliyor. Ayrıca, burada yani Arap Emirlikleri'nde fiyat da diğer piyasalara göre daha uygun olduğu için yanıbaşım dururken niye uğraşayı canım oradan buradan getirtmekle falan diye düşünüyorsunuz.

Ammaaaaa, ben de baktım wikipedi'ye, evet adamlar bir de bir şablon bile yapıp açıklamışlar işte! Yalnızca 60 lık NTSC olanda o makina var ve geriye dönük oyunları oynatabiliyor, PAl yapamıyor bunu. Yahu, Pal neden kendi bölgesinin ps2 oyunlarını çalıştıramasın? sorusunu benimkinin " Ay ne çok konuştun, al işte bitsin gitsin, kapansın bu konu!" diyeceği için ( ki hayatımda ilk defa O'ndan eve bir şey alınırken böyle davrandığını görüyorum, genelde çok iyi araştırılır ) uzatmadım.

Ertesi sabah, aynı yolun üzerinde arkadaşıma da sabah kahvaltısına gittim, dönüşte bir sorayım seksenlikler ne olmuş dedim. Gelmemiş tabi ki, klasik, ne zaman gelir Allah bilir. Başka bir superviser bozuntusuyla konuştum, kısaca çocuğun söylediği şu; " ps3 gibi bir alette niye ps2 oyunu oynanır ki zaten? Bence, hiç koymayın bile, bozulur!" Kafam iyice karıştı mı? " Çocuğum var, ps3 oyunları onlara uygun değil." demekle yetinsem de bir omuz silkme ile karşılaştım. Yani, bana ne kardeşim çocuğun varsa. Sen bir tane ps2 al, yanında da bir ps3 verelim :))) Son olarak, eğer iki güne gelmezse paramı geri alacağımı ekledim ama dönüşte yürürken bir Sony mağazasına gireyim dedim. O da ne?! Orada da yalnızca 40 lıklar var ve adam PAl'lerin ps2 oyunlarına uyumlu olduğunu ama ellerinde 60 lık kalmadığını belirtti.

Öğleden sonra seksenliği bırakıp, altmışlığa talip oldum ama wikipedi'nin hatırına NTSC aldım eve geldim. Dediğim gibi yüzde yüz değilim ama...Bu arada, tabi ki bunu yaparken değişim işlemleri halledildi, bana verecekleri 50 dirhem mağazada kaldı, nakit ödeme yapmıyorlarmış. E o zaman eğer paramı geri almaya kalksam ne yapacaklardı artık orasını hiç sormayayım dedim. 50nin üzerine ekleme yapayım, başka bir şey alayım derken cüzdanımı almadığımı fark ettim, koca yolu tepip tekrar arabaya yürüdüm, geri gelip aslında kocaman bir eklemeyle yeni oyun alabileceğimi öğrendim ve karanlıkta eve gelebildim. Makinayı tekrar kurduk. Herşey tamam, oyun süper çalıştı, karı koca akşam sefa yaptık ve cuma günü ufaklığa verdiğimiz sözü tutmak adına ps2 dogz almaya çıktık.

Dubai'de aynı dükkana gittik. Buraya göre hem kocaman bir oyun bölümü olduğundan, hem de Dubai alışveril festivaline dayanarak indirim beklediğimizden. Havamızı aldık diyebilirim. Olsun yine de oyunu bulduk ve eve geldik. Bir heves makinaya yerleştirdik ve ekrana bölge farklılığından dolayı oyunu oynatamadığı ile ilgili yazı çıkınca bana afaganlar bastı. İmdattttt!

Şimdi, mağazaya ikinci gidişimde pal 60 lıkları görmüştüm, bu bir. Demek ki wikipedideki bilgi hatalıydı. 60 lık olanlar kendi bölgelerine uygun olan ps2 nin geri dönüşümlü olan oyunlarını çalıştırabiliyorlardı. Oran %80 diye gözüküyor. Allahhhhhh! Tekrar bilgisayar başına geçtik. Beynim ağrımaya başladı. Ufaklık diyorum ya bizden olgun mubarek! Ve dedim ki " Ben bu aleti değiştirmeye götürüyorum!"

ps3, yedi kiloluk bir şey. Az buz değil ve arabayı o mağazaya yakın bir yerde park etmek deveye hendek atlatmaya benziyor. Dolayısıyla sürekli bir karşıdan karşıya geçmeler, ışıklar bilmemneler...Zaten dükkandakiler benden kafayı yiyecek ama burada kim suçlu? Sattığı malı tam tanımayan satış elemenları mı yoksa bizim gibi milyonlarca kafadan çıkan sesle sudan çıkmış balığa dönen müşteri mi? Zaten diyordum ki kendime " Eğer değiştimezlerse de ne yapalım artık ps3 oyunlarından çocuklara uygun olanlarını seçmeye çalışırız. Varsa tabi :(" Ama olay hakikaten amacından saptı ve içim sızlıyor. Bu kadar parayı o zaman resmen kendimiz için harcamış olacağız.

Dükkana geldim. Hemen bana eşlik eden superviser'ı buldum. Adamlar ve oradaki şeker kız Candy, " Yine mi siz?!" halleriyle suratıma bakakaldılar haliyle. Anlattım durumu, dilendim, ne olur diye yalvardım ve ilk darbe, ellerinde 60 lık pal kalmamış, yahu daha dün vardı, delirecem! Millet peynir ekmek misali ps3 alıp götürüyor eve herhalde. Sabah ps2 oyunu almaya Dubai'ye gittiğimi, oyunun region sorunu yüzünden çalışmadığını anlattım. Kızım ağlamaya başladı diye yalan söyledim. Ağlayacak olan benim yahu! İlk önce, kendi kullandıkları makinayı önerdiler, ps2 oyununu oraya koydurdum, oyun çalışınca ay daha da deli oldum. Yani doğru olan hep benim düşüncemdi, salaklık yapmıştım falandı filandı...Onların kullandıkları çizikti ama ve kimbilir bir senedir sürekli dolabın içinde çalışıyor, oan bile talip olacam o derece! Yok, piyasada bir Allah'ın kulu 60 lık pal yok işte!

Veee, tam ne yapacağım diye dövünürken Josh elinde bir 60 lık pal kutusuyla çıkagelmez mi?! Taa arkalarda bir yerlerde kalmış. Ben nasıl ağzım kulaklarıma falan gitti. Makinayı denedik, açtılar, kısaca oyunları denemek için kurdular. Bir de kutunun içinden blue ray dvd ( denemelik ) dvd için uzaktan kumanda, bir yıllık garanti sözleşmesi ve çok daha detaylı kullanım kılavuzu çıktı. Ve bunların hepsi NTSC'ye verdiğim karın ağrısı parayla eşit geldi :))))

Yedi kiloyu uçarak taşıdım arabaya :) Ve dedim kendi kendime büyük bir iş hallettim bugün. Belki de abartısız elde kalan Arap Emirlikleri'ndeki tek 60 lık Pal bana geldi :) Akşam benimki son kez kurulumu haletti, ilk aşamada saatten ötürü sanırım interneti tanımadı, bu sefer ethernet kablosuyla bağladık halloldu, sonra o sorun da kendiliğinden düzeldi.

Hala Home'u görebilmiş değilim. Olsun, internet ortamı da açılacak sanırım. Şimdilik oyunlar, film haberleri falan var. MSN yazışması gibi bir durum da baki. Pal görüntü kalitesi açısından daha keskin sonuç veriyor. Çok daha tatmin edici denilebilir. Bizim tüplü, düz ekran gayet iyi çalışıyor.

ps3'e gelince...Bu region durumları gerçekten de kafaları acayip karıştırıyor orası kesin. Bilinmesi gereken kısa ve özlü bilgiler herkesin kendi bölgesine uygun aleti almasının en akıllıca olacağı. Çünkü ps3 lerde ps3 oyunları bölge farkı tanımasa da ilerde alınacak dvd ler için aynı sorun yaşanabilir. Blue ray için konuşmuyorum, bu makina sonuçta bir dvd player da aynı zamanda. Ama şu vardır, evde dvd playerınız vardır, çocuğunuz ya da eskilerden kalma ps2 oyun koleksiyonunuz falan da yoktur, ps3 bölge uyumlu olmayanı alır yalnızca çıkacak blue ray ler ve oyunlar için kullanırsınız. Sorun yok.

Ps3le beraber gelenler dvd player, internet browser ve MSN özelliği, ilerde home ( second life'ın ps versiyonu ) cd player, blueray, oyun konsolu. Bence hakikaten fiyatına göre çok iyi kalan bir cihaz. Ve yeni oyunlar...İnanılmaz. Şimdiye kadar beni hiçbir oyun çekmemişti taa orta okul zamanından bu yana. Ama bunlar gerçekten de sanat eseri. Bir Assassin Creed, bakmaya doyamıyor insan. O kadarını diyeyim artık. 80'liğin ps2 oyunlarını çalıştırmadığını biliyorum ama wikipedi'den emotion engine yok diye okudum, buradaki gibi yanıltabilir. Henüz buraya gelmediği için bir bilgim yok. İstek var mı? Valla benim için o da yok çünkü gerçekten iki tarafın da mutlu olması bu aletle sağlanmış oldu, daha ne isterim?

Benim adama gelince..." Ben oyun tarzı değilim." demişti değil mi? Şimdi Assassin Creed'in tarihsel bağlantıları hakkında bilgi veriyor. Aşamalarından bahsediyor, buraya gitmiş, şurdan girmiş, buradan çıkmış :) İşte böyle...

6 Şubat 2008 Çarşamba

Olan Biten

Dün akşam, yaşımla yaşıt dostluğumun olduğu, aynı apartmanda doğup büyüdüğümüz arkadaşım " Bak, bloğunun yakın takipçisiyim haberin olsun!" dediği için yazmak istedim. Bazen, yazmayışımın nedenini kendi yakınlarımdan eşimden, dost ya da akrabamdan göremediğim ilgiye de bağlıyorum. Bu duruma biraz küskünlük de diyebilirim aslında. Ama bir anda birinin ( blog dünyası zaten hem yazıyor hem de birbirini takip ediyor, onları olayın dışında tutuyorum ) " Evinkedisi, şurada da şöyle şöyle olmuş!" ya da " Katılıyorum / Katılmıyorum, şunu da düşünseydin..." halleri çok hoşuma gidiyor, beni gaza getiriyor, yazmamı sağlıyor ama sessizlik, farkındasızlık gibi durumlar değer verilmediğim duygusu yaratıyor.

Güneşli bir sabah...Yanımda ısıtıcı çalışıyor :) İnanılmaz değil mi?! Bu, iki haftadır hakikaten Arap Emirlikleri için kış kendini hissettiriyor. Sabah 10 dereceye kadar düştüğü oldu ki çocukların kalın giyinmeleri konusunda evlere uyarı bile geldi haftalık gazetede. Haftalık gazete dediysem, her Çarşamba günü gönderilen fotokopileri kastettim. Bir hafta sonra yapılacak olanların velileri ilgilendiren kısmı, geçmiş haftada olmuşun teşekkürü gibi...

Ayın 14'üne kadar çevre gruplarından biri evdeki kullanılmayan cep telefonlarını istedi. Bu hafta onun broşürü ve bununla ne yapacakları geldi eve. Amaç, eski cep telefonlarının normal çöpe atılması halinde yarattığı toksitleri engellemek. Verilen her cep telefonu 5 dirheme sayılacak ve toplanan para da çevre için geliştirilmiş bir projeye katkıda bulunacak. Ayrıca, çekiliş yapılarak çocuklara hediyeler de verilecek ( miş )

Geçen hafta insanların yine evde olan ve kullanılmayan oyuncaklarını yıkayıp, paklayıp 1 ile 5 dirhem arasında sattıkları ikinci el oyuncak günü vardı ( Flea Market ) Chloe Anna'lara gitmişti ve onları Catherine alacaktı, bizimkine 10 dirhem vermiş babası harcamak için, Türk Lirası ile üçte birini düşünün. Ufaklık eve geldiğinde Early Learning Center'dan bir dinazor, bir köpek yavrusu ve bir tane de unicorn almıştı. Bu oyuncakların hepsinin orjinalde fiyatı, okulda düzenlenen market'te satıldığının beş katı kadardır. 10 dirhemin 3 YTL. olduğu düşünülürse ne kadar bereketli bir alışveriş olduğu anlaşılır. Ben de yapabilirsem seneye, ufaklığın hiç kullanılmayan oyuncaklarını yıkayıp stand açayım diyorum.

Bence, Flea Market herkesi memnun eden en güzel faaliyetlerden biri . Ve her yıl düzenleniyor. Bu konuda da kendimi çok şanslı hissediyorum. Böylesine hareketler ve ikinci el kullanımını teşvik etme mantığı bana çok huzur veriyor. Çocuklar mutlu, ebeveynler de öyle. Herkesin işine gelen, kimsenin maddiyatına yük getirmeyen bir uygulama, üstelik maksimum memnuniyet de cabası. İnsanları mütevaziliğe özendiren, şımarıklıktan uzak durmasını teşvik eden ne kadar faaliyet varsa yaşasın! Okulun buna ön ayak olması harika bir şey.

Dün, zeytinyağlı fasulye yaptım. Ondan bir gün önce elde açma bir börek tarifim vardı, dergilerimden birinden bulana kadar aklımdakiyle yapıverdim. Hamurun fazlasını dolapta plastik torbanın içinde ve ağzı kapalı bir şekilde bekletiyorum. İki gün öğlene için kaldığı için idare etti. Dün akşam da fırında tavuk çevirme, yanına güzel bir domatesli pilav vardı menüde :) Öğlen, ufaklık dönmeden önce O'nu mutlu etmek için muzlu pasta yaptım bir de.

Annemin bir pandispanya tarifi var, çok kolay hemen vereyim ve pastada çok iyi oluyor.

5 kahve fincanı şeker
5 yumurta
5 kahve fincanı un
bir paket vanilya

Ben, kendi kabımın ufaklığından ve iki günlük pasta yaptığımdan dolayı bu değerleri üçer şeklinde indirgiyorum. Arttırmak ve azaltmak sizin elinizde.

İlk önce şeker ve yumurtaları mikserle kabarana kadar çırpıyoruz. Zaman tutmadım ama beş dakikaya yakın. Elediğimiz unu katıp tektrar karıştırmaya devam. En son vanilya ekliyoruz.

Ben bu karışıma evde kalan romdan biraz ekledim. Ne kadar oması gerektiği yine kişiye göre değişir. Ama çocuğa bile yapılacak olsa korkmayın çünkü alkol pişince, uçuyor. Bu yaptığımız karışıma istersek çukulata parçaları da ekleyebiliriz.

Burada, kek için özel, "Chocolate chip cookies" diye damla şeklinde çukulata parçaları satılıyor ve bir şekilde bu parçalar kekin içinde pişerken olduğu gibi kalabiliyorlar. Türkiye'de de denedim aynı mantık gibi gözükse de eridi mesela. Neyse onlardan da ekledim, gerçi hepsi dibe çökmüş ve pişmiş, olsun, onları oradan alıp sonradan yaptığım pastanın içine serpiştirdim, gayet de güzel oldu.

Bir yerde de krema yapılıyor ve tabi ki bol bol muz :) Yaptığım kek küçük dikdörtgen kap, onu üçe ayırıp her bir koyduğum katı sütle ıslatıyorum. Bu pandispanya çok yoğun olduğu için hem sütü çok güzel alıyor içine hem de dağılmıyor. Aralara, bir krema, muz dilimleri ve üzerine kat şeklinde diziliyor. En üstü de tabi ki kremayla kapatıp, süslemelerle işi bitidim.

Sonuç? " Home Home Sweet Home" Evdeki huzur, gerisi boştur şeklinde bir duygu. Kafası sevinçten tavana vuran bir ufaklık, geceleri çayımızın yanında hoş bir lezzet, aynı pastanın dışardan alınmasına nazaran yapılan da kar :)

Marguerite van Geldermalsen'ın " Married to a Bedouin" diye bir kitabını aldım. Buralara geleli üç sene oldu, artık ayranın laban olduğunu, yenilenin içilenin nasıl pişirildiğini, damak zevkini, iklimini ne olursa olsun dışardan bakan biri olarak göremem. Yazar da bir Yeni Zelanda'lı hemşire olarak çıktığı seyahatta tanıştığı Muhammed adlı bedevi ile Ürdün'de evleniyor, mağarada yaşıyor ve O'na üç de çocuk doğuruyor. İlginç geldi, çok hızlı okuyamasam da elimin altında, oturduğumda beni kendine çeken gerçek bir hayat hikayesi.

Bu arada nezleyim :( Burada, herkes kırılıyor. Tuhaf bir şey, ateş olmasa da sırtta ve belde ağrı gibi, burun akıntısı, kriz şekline gelen hapşırma, bazen baş ağrısı, boğazlarda gelip giden gıdıklanma ve ağrı..Chloe ise okula gidiyor ama dün akşam Laila'yı çıkarttıklarında dışarıda bile durmayıp eve döndü. Bir midem bulanıyor diyip tuvalete seyirtiyor, bir karnım ağrıyor diyip uzanıyor.

Sabah, bu sebeplerden ötürü okula gidip gitmemekte kararsız kaldık ama arkasından " İyiyim, karın ağrım da geçti."diyince bu sefer olması gerekenden yirmi dakika sonra hazırlanmaya başladık. Neyseki, akşamdan herşeyini hazırlıyorum da sabaha yalnız beslenme çantası ve kahvaltı kalıyor. Bugünkü spelling testini arabada tekrarlayarak giderken, klasik olarak sağdan gelen arabaların istilasına uğradık.

Buradaki trafikte verilmeye çalışılan duygu şu; " Sen bu kuyrukta yavaş yavaş ilerleyen bir salaksın ama ben yemem, aralardan sıralardan senin hakkın olan yolunu da keser, bir anda senden beş araba önceye de talip olurum. Bu benim hakkım, salaak salaaakkk!" Bir de adet göreceğim, gerçekten sinirler bu durumlarda tavan yapmakta. Birden bulvara yakın yol açıldı, kesintisiz hareket ediyor sol şerit ama gel gör ki bir kadın hiiiç bakmadan benim önüme atladı, yolumu kesti, ondan sonra O'nun yolunu kesenlere zaman tanımaya başladı, sol şerittekiler kullanıp geçtikçe ben delirdim ve kornaya bastım, bir yandan da milimetrelik ilerlemeler kaydetmeye çalışıyoruz tabi ki. Bu ne saygısızlıktır, nasıl bir mantıktır?!

Kadının arabasına şöyle bir dokundum, farkındayım, tamam ama hasar olması mümkün değil, tabi hala hareket etmesi için kornaya basıyorum, bana bakıp çıkalım dışarı dedi. Hadi çıktık, arabam diyor, ulan arabanda ne var ki?! dedim. Hiç bir şey yok! Onlara yol vermemesi gerektiğini, yolun benim hakkım olduğunu, çocuğumu okula yetiştiriğimi anlatıyorum, kadın tutturmuş respect other people diyor yahu!!!! Yani, bana ve benim gibi, olması gereken yolda gidenlere, trafik ve nezaket kuralları çerçevesinde davrananlara saygı değil, biz onlara saygı gösterecekmişiz yolumuzu keserken!!! Allah Allah!!!! O sırada şeytan diyor altında böyle hani uzay filmlerindeki gibi görünmeyen ya da tank gibi falan bir şey olacak, yalnızca yoketmek için kullanacaksın, senin böyle önüne mi geçti mesela, dağıtıp geçeceksin arabayı. Seninkine bir şey olmayacak tabi :)

Zavallı Chloe'de buraya geldiğinden beridir, bir böyle trafik kazası, ardından annesinin delirip arabadan inmesi şeklindeki durumlarla yüzleşip, gayet olgunlukla karşılıyor. O zaman çok üzülüyorum, sanki hiçbir şey olmamış gibi davranıyor, sessiz sakin...O öyle düşünceli ve bana yardım eder şekilde davrandıkça bu hıyar yaratıkları ( insan bile demeye dilim varmıyor ) hakikaten yoketmek geliyor içimden.

Bu arada, iki gün öncesi itibarıyla ta yılbaşında kendimize (!) ve kızımıza alacağımız hediye olan PS3'ü de almış bulunuyoruz. Detayları bir sonraki yazıya girerim, o konuda kendi çapında aşamalardan geçti çünkü. Yalnızca aldığımız yerde bulduğumuz ilk oyunumuz Assasion Creed olağanüstü bir şey, o kadarını yazayım :)

Ve günlerdir süren, kusturana kadar devem ettirilen başörtüsü meselesi... Türkiye'nin hakikaten bundan daha öncelikli gelen bütün sorunları halloldu çünkü. Eğitim harika, hastanelerimiz, sağlık sistemimiz, vergi politikamız, teknolojimiz, üretimimiz...Herşeyimizle dünyayla boy ölçüşecek durumdayız.

Türkiye'de solcuların özgürlük çığlıkları her zaman hapis cezalarıyla noktalandı ama şimdi başörtüsü ve kızlarımızın başını örtmesi özgürlük anayasası olarak sunuluyor. Bu ne lahana turşusu anlayabilmiş değilim. Hani, bir ülke her konuda özgürlükler sembolü falan haline gelmiştir, o sınırlar içinde namus cinayetleri, kan davaları, gazetecilerin katledilmesi ve cinayeti işleyenlerin hiçbir zaman bulunamaması gibi sorunlar yaşanmıyordur, politikacılara aleyhte slogan atanların falan ağzı kapatılıp tartaklanarak, sürüklenerek o ortamdan koparılmıyordur, ananı da al git falan denilmiyordur, hakikaten anlayacağım baş örtülü kızlarımızın da maduriyetini canım! Ama bu çifte standart, bu zavallılık, bu Türkiye resmi gerçekten de midemi bulandırıyor. Mahalle dedikodusu lezzetinde yapılan haber programlarından gınalar geliyor. Balık baştan kokuyorrrrr!