28 Kasım 2007 Çarşamba

Bir Varmış Bir Yokmuş

" Kavanoz Götlü Dünya" yazımda son cümleyi böyle koymuşum; "Saniyenin binde biri hayatını değiştirebilir, ne olacağını, nasıl noktalanacağını asla bilemezsin."

Olay, geçen Perşembe başımıza geldi. Daha önce de yazmıştım, geçen senenin ikinci döneminden beridir sabahları kızım, okula babasıyla gidiyor. Böylelikle hem zamandan, hem de petrolden tasarruf oluyor diye.

Yine, geçen hafta sabahleyin, ben Layla'yı alıp yürüyüşe çıkacaktım ama ne olduysa abime mail yazacağım tuttu. Cebimi tamamıyla unutmuşum, çantanın içinde açık bir şekilde belki iki gün falan şarj edilmeden kalmış. Cebi alalı üç sene doldu, hatta belki biraz da geçmiştir, işini gören bir alet ama eskidikçe özellikle değiştirilmesi için yapıyorlar ya bu ahlaksızlığı, aletten önce bataryaya bir şeyler oluyor. Ben de direniyorum anasını satayım, dört dörtlük çalışan bir şeyi ne diye atıp yenisini alacağım yahu?! Ama işte böyle zamanlarda da insan bu inatlarına sinirlenebiliyor. Velhasıl, cebim de çalışamıyor o an.

Telefonum, yedi buçukta çalmaya başladı. Çantamın içinden çıkarıp açtım ama kapandı. Benimki arıyor. Birşey mi unuttular acaba diye düşünürken hemen cebi fişe taktım ve bu sefer ben aradım. Yok! Yine boşa düştü ve içeri giderken tekrar arandım. Kesin bir şey unuttular, yoksa böyle olmaz, biliyorum.

Saat, sekize on kala zil çalıyor. Dediğim gibi kampüsle, ufaklığın okulu bibirlerinin bitiş noktalarından başlıyor.

" Efendim? Batarya bitiyor da şarja taktım, bir şey mi unuttunuz?!" Acele acele konuşuyorum.

" Hayır evinkedisi, kaza oldu" Saniyeler...Yutkunma..."Korkma, ikimize de bir şey olmadı ama Chloe çok korktu, yanağını yan cama vurdu, ağlıyor. "

" Neredesiniz, ben hemen geliyorum, kızım iyi mi?!" Kızım iyi mi, kızım iyi mi, kızım iyi mi....Yahu şimdi söyledi ya adam, iyi dedi, ne diye soruyorum bilmiyorum ama öyle işte. Ama nasıl olsa eşimin sesi böyle geliyorsa, O da iyi. Evet, evet ikisi de iyi!

" Biz, okula yakınız, şuradayız, yoksa okula mı götüreyim? Sen oradan gelip alırsın."

" Evet, öyle olursa daha iyi olur. Hem hemşire de görür. Sen nasılsın?!"

" Tamam, ben okula götürüyorum, iyiyim, bir şeyim yok, detayları anlatırım."

Öyle bir çıktım ki evden. Üzerime ne bulduysam geçirdim. Aklımda binbir düşünce ve belirsizlik, bir de adrenalinin fazlalığından mıdır nedir bir donuklaştım. Sanki "Crash" filmi ya da "Babil", ben olayların dışından kendime bakıyorum. Öyle bir soğukluk hakim. "Şu an ben, ben'im ama kocam ve kızım başka bir şeyler yaşıyorlar." diyorum kendi kendime. "Ne tuhaf..."

Yolda giderken arabayla önüme çıkanı, her zamanki gibi yolumu kesmeye çalışanı gebertmek geldi içimden. Nasıl bir sabah trafiği ve yine açıkta gidilecek yirmi dakikalık yol oldu kırk dakika! Emniyet şeridinden gelip bekleyenlerin önünü kesen, bunu hakkıymış gibi yapan bir sürü hıyara rağmen okula vardım. Kim kime çarptı hiçbir şeyi de konuşmaya vakit yoktu. Tabi ki büyük bir merak, ne oldu, nasıl oldu?

Kızımı, çok cici öğretmenlerinden biriyle danışmada beni beklerken buldum. İlk tepki; "Oh! tek parça, ayakta ve öğretmeninin yanında beni bekliyor!!!! " oldu. Pek konuşmadım, yalnızca dinlemeyi seçtim. Beraber hemşireye gittik. Yine, her zamanki gibi o abartılı duygularla arabeske çevrilmemiş, bilinçli ilk yardım anlayışlarından dolayı onlara sarılıp öpmek geldi içimden. Boğazımda bir şeyler düğümlendi, Chloe'nin jel sürülmüş ve şişmiş, hafif morarmış yanağına bakarken öğretmenleriyle konuşmasını ve tepkilerini izledim. Ama sürekli şükrettim durdum.

Hemşirenin odasında konuşup eve gitmeyi seçtik. Öğretmen bu sefer bir koşu hafta sonu ödevlerimizi getirdi. Arabada ufaklık bana olanları anlatmaya başladı. İlk önce takla attıklarını sandım, kelimeyi yanlış anlamışım. Kafa o kadar meşgul ki...Yolumuzun üzerinde babamıza uğrayalım, hem O'na hem de arabanın durumuna bakalım dedim. Kampüse gittiğimizde, arabanın arka sağ kapısının azıcık hasarlı olması bana olayı büyüttüğümü düşündürttü ve diğer oh! orada geldi. Ama babamız anlatınca yine yanıldığımı ve hasarın ufaklığının arabanın güvenlik özelliklerinden geldiğini anladım. Çarpışma çok şiddetli olmuştu.

Şu emniyet kemeri var ya emniyet kemeri...Dünyanın en önemli şeyi. Zaten İngilizle evli olup da kemersiz arabaya binmek diye bir olasılık dahi düşünülemez. Otomatik harekettir, hemen girildiği gibi herkes kemerini bağlar. Bağlamazsan hangi dağdan geldiğin tartışma konusu olur. İngiltere'de emniyet kemeri takılmayan, yaşına göre araba koltuğu olmayanlara kesilen cezanın miktarını bilmiyorum ama çok ciddi kuralların uygulandığını biliyorum. Yapılan hareketin otokontrole dönüştüğünü de...

Bu, işin en önemli kısmını oluşturuyor. İkinci kısım arabanın emniyet özellikleri. Audi tank gibi bir araçmış, kapısını açarken ağırlığından söylenirdim şimdi o özelliğine duacıyım.

Bunlar, kampüsün içindeki bulvara geldiklerinde sağa dönecekler. Kalabalık yüzünden eşim sol şeritten sağa kayamıyor. Korkunç bir kuyruk olur girişte, biliyorum. Benim başka kaçış noktam vardır ama o Perşembe sabahı eşimin niye oradan girmediğini bilmiyorum. Neyse, sol şeritten sağa kırıyor ve sinyalini vererek yavaşça dönerken bir anda sağ taraftan gelen bir dört çeker ya kazmalığından ya özel olarak sinirlendiğinden hızını hiç kesmeyerek, hatta eşime göre vites değiştirerek bizim kızın oturduğu sağ arka yana bindiriyor.

Eşim, bilerek diyor çünkü birincisi trafik çok yavaş akıyor, ikincisi buradaki tarfiğin kanunları kanunsuzluk üzerine kurulu olduğu için bu yapılan en masumane hareket. Bilindik bir şey. Her gün belki de yirmi kere gördüğümüz, yaşadığımız tarz bir durum.

Araba, çarpışmanın şiddetinden dolayı kendi çevresinde bir yarım daire dönüyor ama eşim bu konularda çok toparlayıcıdır hemen arabayı düzeltiyor. Ve hemen çarpışmanın olduğu ufaklığın tarafına bakıyor. Ancak tabi ki kızım o şiddetle yanağını sağ cama indiriyor :((( Düşünebiliyor musunuz? Herşey saniyelerle gelişiyor ve belki o andan sonra hiçbir şey aynı olmayacak. Bunu düşünmek bile korkunç bir şey!

Arabadan çıkıyorlar. Tabi ki trafik çok az bir durma yaşıyor. Ama burası bence daha da eğretici edici ve önemli. Olayların hepsi polislerin önünde gerçekleşmiş olduğundan hemen gerekenler yapılıyor. Ancak, diğer 4*4'ün sahibi pek centilmen (!) kocagöbekli, para babası beyefendi ne kızıma, ne de kocama bile bakmadan olayları polisle konuşuyor. O'nun için bir arabaya çarpmak hatta orada küçücük bir çocuğun oturması, belki beyin travması geçirmesi dert bile değil!!!! Yaratık bunlar, hayvan demem, asla!

Karşılıklı telefon numaraları alınıyor, hemen rapor yazılıyor ve olayın şokundan titreyen kızımla babası okulun yolunu tutuyorlar. Yoksa, normalde bu işler için bayağı bir beklemek gerekir.

Eğer, emniyet kemeri takılı olmasaydı 4*4 kızımın oturduğu yerden bindirmiş, kesin öbür tarafa fırlatmış, belki kemiklerini bile kırmıştı. Ya da arabanın yan kasaları sağlam olmasaydı çarpışmanın şiddetinden sağ kapı içeri girmiş, belki orada kızımın kolu veya bacağı sıkışmıştı. Hani, bir olaya birçok senaryo veya olasılık eklenebilir ya...Benimki çarpışmanın şiddeti küçümsenecek gibi değildi diyorsa o zaman çok olduğunu düşünürüm.

Tabi ki, secretvari bir şekilde aman bunlar düşünülmesin, olumsuz çekilmesin falan da denilebilir. Ama o gün orada bu olasılıkların gerçekleşmemesi arabanın sağlamlığına ve emniyet kemerine bağlıdır. Bu şidette yaşanan bir çarpışma illa ki çarpan yerden bir sorun yaratacak ama hasarı en aza nasıl indirebiliriz? dir mantık. Sanırım, elmacık kemiği şeklini alan bir morluk ve şişlik bu şartlar altında şükredilmesi gereken bir durum.

Benim arabamda Chloe daima yanlardan gelecek şiddeti önlemek için ortada oturur ama Audi'nin orta emniyet kemeri maalesef yalnızca belden. Göğsü çapraz tutmuyor. Bu da bir diğer sorun. Ama arabanın yan kapısının fotoğrafını çekip koymam lazım. Böyle bir çarpışmadan ancak bu kadar az hasar alabilir bir araç.

Eve gelirken kızım acıktığını söyledi bir de, ağzım kulaklarıma gitti sevinçten. Okula gider gitmez onları öyle görünce üzerimden koskoca bir ağırlık kalkmıştı zaten. Keyifliydim. "Yapalım kızım!" dedim, "Şöyle güzel bir peynirli omlete ne dersin?" "Yupppiiii!!" dedi benimki, anladım ki olay en ufağından atlatılmış. Tekrar şükrettim.

Eve gelince hemen, ikimize kutlama kahvaltısı hazırladım. İnanılmaz şekilde yedikten sonra bütün bir gün sürekli gözledim. Kusma var mı, uyuklama görülüyor mu?

Hayır, görülen o ki yalnızca yanağı morarmıştı, akşama doğru arkadaşına gidip olayları anlatmak istediğini söyledi ( Klasik Perşembe Anna ziyareti ). Aslında, karnı doyunca okula da geri dönmek istedi ama artık o gün için yaşananlar çok fazlaydı. Dinlensin dedim.

İşte, aradan bir hafta geçti ancak yazılacak duruma gelindi. Sürekli aklıma gelen " Ya, böyle olsaydı?!" türü hastalıklı ve negatif her türlü düşünceyi kovalıyorum. İçim kıyıldığı için yoksa negatif düşün negatifi çekersin diye değil.

Ama bildiğim bir şey var, arabanın bazen görüntüsü falan sizi hiç ama hiç heyecanlandırmayabilir ancak hayat kurtarıyorsa bence bu, en önemli şeydir. Pegout'ları buraya geldiğimden beridir beyni boş dünya güzeli bir kadına benzetir oldum. İçi tın tın, kullanıldıkça görüntüsü falan bir kenara sinir yıpratıcı, güvenlik anlamında hiçbirşey vermeyen...

Böyle cehennem gibi ortamlarda araba kullandıkça insanın beklentileri çok değişiyormuş, bunu öğrendim ve bir şartlara göre uyum sağlamanın önemini...Herşey bir kenara, insanın ailesinin güvenliği...

27 Kasım 2007 Salı

Mayalı Hamur Fobisi


Bu, Elektra'nın bahsettiği " Mayalı Hamur Fobisi" denen duyguya aslında hiç yabancı değilim çünkü portakalları oyup, üzerinden çıkan parçadan kulp yapan ve içine meyve salatası doldurabilen (!) bir annenin kızı olmama rağmen evde mayalı hamurla yapılmış bir şey yemedim, iyi mi?! Bu sene yazın, annem hala bir arkadaşına gittiğinde yediği mayalı hamurla yapılmış açmalardan bahsediyordu. Gözlerine inanamamış, aynı pastaneden alınmış gibiymiş falan filan...

Dolayısıyla, bu mayalı hamur meselesi değişik bir şey. Üstelik, yalnızca mayalısı değil, düz hamuru yoğurmak, aslında çok kolay ama aynı zamanda büyütüldüğü için bir türlü el sürülmeye cesaret edilemiyebiliyor. Şöyle de diyebiliriz, bir kere becerebilirseniz sihirli bir değneğiniz varmışçasına gelenleri büyüleyebilirsiniz :) İnsan daha ne ister, değil mi canım?!

Önce, ilk adımı atma kararlılığı gerekiyor. Bir de hamur için unun ve suyun yanyana durması lazım. Çok mu cıvık oldu, elinize biraz hamur alıp eklemek, çok sert olduysa suyla yumuşatmak gerekiyor. Ama yemek yapmak bir sabır işi. Öyle, höre! diye su veya un bocalanırsa ya cıvık cıvık bir kıvam ya da bir araya bir türlü gelemeyen bir şey oluşur. Genelde bana göre çok katı bir hamuru suyla yumuşatmak, cıvığı azar azar unla katılaştırmaktan daha zordur.

Bir kere, bütün malzemeleri önümüze koyalım. Nedir bunlar? Tartı ve ölçü aletlerimiz... Yemek yapmanın altın kuralıydı. Biz, Türklerin şu yok çay kaşığıydı, yok çay bardağının yarısıydı anlayışlarının yemek bilmeyenin hayatını kabusa çevirebileceğini hepimiz biliyoruz.

Yemek yapmayı bilen için zaten aşağı yukarı ölçüleri bilmek ve alışılagelmiş bir hatayı kurtarmak çok kolay. Ama bilmeyene azap. Eksik formülle kimya denklemini çöz demeye benzer bir durum. Evet, vallahi abartmıyorum bir o kadar da ciddi. Tartı aletimiz olacak. Mesela, diyor ki dört su bardağı, olmuyor ya az geliyor ya biraz fazla, hamuru hayatında görmemiş elini sürmemiş, annesini açarken bir kere bile izlememiş bir insana böyle nasıl formül verilir? Bence, yemek işi de kendi içinde kimyası olan bir şey. Hele de pasta olayında kesin ölçüler olmazsa olmaz.

Ben, bu tarifi Sana'nın nuhunebiden kalma " Hamur İşleri" kitabından uyguladım. Yıllardır da yaptığım için artık göz kararına dönüşmeye başladı. Başka kitaplardan aldığım oradan buradan uyguladığım trickleri de işin içine katıyorum. Şimdi yazayım.

PİDE HAMURU ( İlk denemeyi her zaman yarıdan yapın )

500 gr. ( 4 su bardağı ) un

125 ml. ılık su ( yarım su bardağı )

5.5 gr kuru maya ( ben 7 gr yani bir tea spoon kullandım )

1 çay kaşığı toz şeker ( tea spoon yine )

112.5 gr ( 1/2 su bardağı ) ayçiçek yağı

300 gr. yoğurt

Bu tarifteki miktarlarla bayağı parça çıkıyor ama saymadım. Ayrıca, büyüklüklerinde de kafama göre takıldım, hepsi birbirine eşit olmadığından bu kadar parça diyemem. Korkmayın kalanı ziyan etmiyoruz, onu da yazacağım.

Biliyorsunuz, farklı malzemelerin aynı kaplardaki yoğunlukları da farklı oluyor. Nedir mesela? Yarım su bardağı ki bu standart ölçülere uyan 250 ml.lik bardak olmalı, un daha farklı miktar, sıvı yağ daha farklı miktar geliyor.

Benim bu hamurdaki altın kuralım nereden öğrendiğimi şimdi hatırlamadığım bir trick. O da diyelim ki hamurunuz kaldı, onu bir torbaya koyup ağzını kapatıp ertesi günü kullanmak. Tabi ki torbaya koyarken azıcık unlamak. Ama azıcık, yapışmasını önleyecek kadar olmalı. Açarken de öyle...Elden geldiğince hamurun esnekliği ve mermer yüzeyi korunmalı. Ertesi gün göreceksiniz ki hamur çok daha elastiki bir hal almış. Hatta, bana göre aceleniz yoksa bir önceki günden hazırlayın, bir saat önceden ve öyle dolapta bekletin. Beklemişi daha güzel.

Açılış şeklini de Türkiyeli olan herkes bilir işte, dikdörtgenimsi şekilde açıyoruz, içi koyup yanlarını kıvırıyoruz.

ÖN HAZIRLIK

Öncelikle, bir çorba kasesine mayayı, ılık su ve şekeri koyup üzerini streç filmle kapattıktan sonra bekliyoruz. Bu, on dakikalık bir mesele, o orada beklerken biz hamur için unu eliyoruz. Bu eleme işi gerçekten de hamurun daha iyi kabarmasını sağlıyor. İçine diğer malzemeleri katıyoruz. Neydi o malzemeler? Yoğurt, tuz, sıvı yağ. Sonra, diğer tarafta mayalanan ve kabaran ( hiç acele etmeyin yalnız ) parçayı una ekledikten sonra başlıyoruz yoğurmaya.

Önce bütün unu ortaya doğru toplayarak, malzemeleri iyice mıncıklayarak birbirine yediriyoruz. Dediğim gibi çok bıcık bıcık olursa o zaman ne ekliyorduk azıcık? Evvett Un! Visa versa ( tersi ters önergesi, çok severim, koydum kendisini )

En sonunda, yumuşak bir kıvam elde ettikten sonra hamuru bir de tezgahta iyice yoğurup o tombik, ılık, şirin haliyle mayalanmaya bırakıyoruz. Bu, şeker yavru serpilip de iki katına gelene kadar yine ılık bir ortamda, büyüyebileceği bir kabın içinde, üzeri streç filmle örtülü bekletiyoruz. ( Yeni dönüşebilen streç filmler çıkmış olsa bile, ben temiz olanları çekmecelerde tekrar kullanmak üzere saklıyorum )

Mayalı hamur yaşayan bir şey, o yüzden belki fobi yapma kapasitesi de var çaktırmadan :) Annemdeki de buydu. Elinizin altında mıncıkladıkça hissedilen o değişim hakikaten evde ekmek yapan kayınpederimin anlattığı kadar insana haz veriyor. Hatta, öyle bir şey ki açmaya bir alıştınız mı, canınız böyle şeyler mi istedi, elinizin altında da gereken malzemeler var, oh hemen sıcacık bir şeyler çıkartma şansınız oluyor.

İçleri sizin zevkinize kalmış. Ben dediğim gibi çedar peynirim vardı, İngilizlerle evli olanlar o peynirin nasıl da hayatın bir parçasına dönüştüğünü bilirler, onun rendesi, domates, yeşil dolmalık biber çok ince doğranmış ve bir yumurta bütün halde karıştırıp kullandım. Bu bir alternatif ve çok lezzetli oluyor.

Kıymalı iç için, 250 gr kıymaya, bir iri diş sarmısak, bir soğan rendesi, yine çok ince dilimlenmiş bir yeşil biber, maydanoz, domates rendesi, salça ve zeytinyağı şeklinde bir karışım uyguluyorum. Sumak varsa ondan da koyarım mesela, pişmeden yani, tabi ki karabiber ve tuz...

Bu kıymalı karışım biraz cıvık olmalı, çok değil ama sulu sulu dediğimiz tarz. Yani, et kapkatı olursa lezzetli olmuyor. Bir de burada organik olan sebzeli çeşniler satılıyor, toz, ondan da koyuyorum. Aynı içi dışardan alınan ve burada bulunmayan taze yufkayla yaptığım etli ekmeklerde de yapıyorum. Süper oluyor.

Eskiden maya mideme çok dokunurdu, burada kullandığım Bruggerman adlı bir marka...Bir kere hamuru çok ciddi kabartıyor. Ya benim midemle ilgili sorunum kalmadı ya da bu dokunmuyor. Bruggerman instand yeast, aklınızda bulunsun. Ha! Bir de mayanın ekşimtrak sevmediğim bir kokusu vardır ve o da hamura geçer, bunda yok. İlginç...Çok daha minik toplar şeklinde, kuru maya. Türkiye'deyken o kokusu az olduğu için küp mayaları kullanırdım.

Aslında yazacak daha başka ve çok da önemli bir kaza atlatıldı ama kızım da babası da iyi ve konuları her seferinde karıştırmayayım. Bu, kendine ait bir başlık olsun.

Eksikleri yazınız, benim bilmediğim ya atladığım yerleri lütfen ekleyiniz :) Kolay gelsin.




16 Kasım 2007 Cuma

Bizim Hayattan Tavuk suyuna Çorba Örnekleri

Buralarda birkaç sabahtır yoğun bir sise uyanıyoruz. Hatta, öyle bir durum ki, göz gözü görmez halde. Fakat, karlı ve soğuk kış günleri, ılık yatakta uyanma hissini verdiği için, eğer evden çıkmak zorunda da değilsem bu kasvetli ve kapalı hava beni hiç rahatsız etmiyor, hatta hoşuma bile gidiyor. Şikayet anlamında yazmadım yani :)

Arap Emirlikleri'nde sis, mevsim değişiminin ve kışın gelişinin habercisi gibi. Sabahları pasparlak bir güneşe uyanmama lüksü. Her zaman dört mevsimin köküne kadar yaşanmasını sevdiğim için soğuk gecelerden sabaha kalan kara uyanmayı, kapanan yollar yüzünden işe gidemeyip, kalın çoraplarla evde kar haberlerini izlemeyi ve sütlü kahve içmeyi falan çok keyif verici bulurum. Ve neredeyse, tüm bu farklı lezzetler burada hayal gibi kaldı :(

Dün, bir arkadaştan gelen ve aşağıda bir örneğini koyduğum eski İstanbul resimleri, resimlerden birinde aynı bizim eski oturduğumuz evden görünen manzaranın yıllar önceki halini yakalayabilme imkanı, bana mevsim değişimlerini ne kadar özlediğimi hatırlattı.

3 sene önce, Antalya'dan İstanbul'a dönüş yapmaya karar verdiğimizde eşim, Avrupa yakasında ev bulmamı tembihledi. Bunu, özellikle Anadolu yakası saplantılı olan bana trafiğin nasıl da O'nun için çekilmez olduğunu tekrarlayarak da tastik ettirdi. O evde kalıp Laila ve Chloe'yle ilgilenirken, ben atladım İstanbul'a geldim. Normal şartlarda yabancı uyruklu birinin yolunmaya hazır tavuğu çağrıştırmadan ev bulması benim gibi memleket insanına göre daha zor, hatta imkansız olacağı için bu işleri Türkiye'deyken hep ben üstlenirdim. Şimdi, o günlerin geride kalmasına çok memnunum.

Neyse, eşimin tembihleri kulağımda küpe şekilde, bütün bir günün yokuş tepmeleri ve en az on tane hangisi neredeydi, özellikleri neydi hatırlayamadığım evi gördükten sonra Tarabya'da, Karadeniz'e kuşbakışı konumlanmış bir daire buldum!

Evin, dışarıya açılan ön cephesinden öyle bir manzarası vardı ki, ne mutfağın ufacıklığını, ne de banyoda ısıtıcı olmamasını gördü gözüm. Yukarıdaki, eski Tarabya manzarasını biraz daha sol taraftan ve yukardan gören bir manzara, düşünün işte...

Yan tarafımızda, kota farkı yüzünden pencereye uzanan bir de kiraz ağacı vardı. Mevsim değiştikçe ağacın renkleri, yaprakları değişir, bahçesinde ağaç yetiştiren komşumuz, zamanı geldiğinde bizim camdan neredeyse içeri girecek kirazları toplayabileceğimizi söylerdi. Hele de ilkbaharın geldiğini haber veren o pembe çiçekleri...

Mahallemiz, aynı Susam Sokağı'nı andırıyor, sokak orta yerden son derece dik bir yokuşla Boğaz tarafından arka, fakir ve bir kısmı gecekondu dolu tarafa bağlanıyordu. Orada yaşadığımız tek kışda yol ciddi derecede buzlandığı için ne inişler ne çıkışlar yapılabildi, en keyifli kışlarımızdan biriydi. Ancak sahili yukarıya bağlayan bu yolda gözlenen yaşam kalitesinde öylesine büyük bir değişim vardı ki, iki adımda inilen Boğazın kıyı kısmında herkesin giyimi kuşamı değişir ama üst kısım en ucuz ve Anadolu'nun bağrından kopup gelen mağazaları, vitrinde sergilenen desenli etekleri, haftalık kurulan mahalle pazarını barındırırdı.

O evde dört mevsimin en güzel manzaralarını, hatta onu bırakın aynı gün içinde değişen ışıkla aynı mekanın nasıl da farklı görünebileceğini deneyimledik. Kuşların göç yolları üzerinde olup, onların hemen tepemizden uçmalarını ve ülke değiştirmelerini izledik. Rüzgardan balkonda pek oturamasak da salon penceresinin yanına koyduğum yemek masasında yediğimiz yemeğe, içtiğimiz çaya daha bir farklı lezzet kattık :) Ve eminin, yalnızca bir yıl keyfini sürdüğümüz bu güzel manzarayı hiç unutmayacağız. Neyse...Resim gelince bir anda bunları hatırladım.

Bu hafta sonu, yapacak hiçbir şeyimiz yok. Bazen, insanın buna da ihtiyacı oluyor. Bir yere yetişmeye çalışmamak, trafikte zaman harcamamak, sabah erken kalkmak zorunda olmamak ve layıkıyla bir kahvaltı hazırlayabilmek...Bunlar, yaşamın zevk alınası, tembellik edilecek yanları.

Hani, daha önceden yazmıştım, Halloween ( Cadılar Bayramı ) için kalıp bulamadım. Bir de, o kalıbın üzerine royal icing ile çizilen iskeletleri yapacağımı kafaya koydum, kendim kartona çizdim, defter kabını zar zor makasladım ve hamuru açıp, kartonu koydum, çevresinden kestim, herşey yağ içinde kaldı ama şekilleri kurabiyelere kendi Zihni Sinir projemle oturtmayı başardım diye. Bütün bu aşamalardan Catherine'in haberi vardı, anlatmıştım.

Neyse, geçen hafta Anna okuldan sonra rutin Perşembe günü ziyaretine gelmişti, iş çıkışı da Catherine O'nu almaya bize uğramıştı. Yalnızca, birer bardak çay koyup o güzel sohbetlerimizden yapmıştık. Giderken de üç yaşındaki benim aşık olduğum küçük kızı ve Anna'ya plastik bir saklama kabı içinde, ev için yaptığım çukulata parçalı muffin'den vermiştim.

Geçen hafta sonu geçti, eşim işe gitti ve eve geldiğinde elinde benim plastik kap... Hani, öyle geri yollanmaya değecek bir şey de değil, burada zeytin falan aldığında süper market öyle kaplara koyuyor. Peki, plastik kabın içinde ne var? Ginger Bread Man kalıbı :)))) Ve bir not, " Haftasonu dışarı çıktığımızda bunu görür görmez seni düşündüm, o lezzetli muffinler için çok teşekkürler." Bazen ufacık bir jestle yüreğinize dokunuverir ya insanlar...

Catherine Kanadalı. Kocası da Polonyalı. Yani Anna ve kardeşi yarı Polonya, yarı Kanadalı ( Bunu daha önce yazmış olabilirim ) Rahatlıkla, şimdiye kadar tanıdığım ikinci süper Kanadalı diyebilirim.

Birinci Kanadalı çift ki onların da yeri apayrıdır, yıllar önce Antalya'da yaşarken kocamla aynı işyerinde çalışan ve aynı zamanda komşumuz olan insanlardı. Biz o zamanlar, İş yerinin verdiği, havaalanına yakın, uçakların tekerleklerini tepemizde açtığı bir mekanda yaşıyorduk. Aramızda bir ev var, bitişik nizam üç katlı villalar. Herkes balkonuna çıktığında neredeyse birbiriyle el sıkışacak, o kadar yakın :(

Bir gün, Chloe iki yaşlarında, Bu Kanadalı genç çift bizim evlilik yıldönümümüzün geldiğini biliyor. Chloe'de onların evlerinde kalan ufaklık kedi Çivi'ye hayran :) Ufaklığı bırakacak kimse olmadığı için gece bir yere çıkamayacağız ama olsun, alışkınız zaten. Yıldönümü hafta sonuna denk geldi ve sabahleyin bu çift bisiklete binerlerdi, oradan sahile...Bize daha önceden laf arasında " Var mı bir planınız?" falan demişlerdi, biz de " Ne planı olacak canım, zaten ufaklık da var, evdeyiz, bir şeyler hazırlarız." demiştik. Bunlar da " Hı hı!" dediler ve gittilerdi.

Tabi ki bizlere daha öncedenbirçok kere yemeğe gelmişler, biz onlara gitmişiz, her hafta sonu bir gün ben ahşap boyama kursuna gidiyorum, diğer gün erkekler beraber kaya tırmanışı yapmaya gidiyorlar şeklinde de bir samimiyetimiz var.

Yıldönümüzün sabahı, kapımız çaldı, eşim gidip açtı, elinde bir zarfla geri döndü. İçinde bir not; " Bu akşam ufaklığı biz devralıyoruz, kendinize vakit ayırın, bu da bizlerden size bir armağan, keyfinize bakın! " ve güzel bir yemeğe çıkabilecek kadar da para. Ay, ağlayacağız ya! Bu kadar mı incelik olur?! Kapılarını çalmak için gittik, içerde kimse yok. Tartışmayı bile kabul etmiyorlar, atlayıp yine denize gitmişler.

Meğerse, onlar sayesinde gittiğimiz o yemek ( Meksika Lokantası'na, oradan da içmek için yerlere minderler atılmış bir yere gitmiştik ) Antalya'da iki taraf için de yapılacak son faaliyetmiş.

O sene, onlar işyerinden söylenen yalanlara dayanamayıp memleketlerine döndüler, biz de Antalya'dan ayrıldık. Chloe'ye o gece bizden farklı bakmadılar, Nicole en sevdiği kocaman kitaplardan birini ( Pumpkin Soup ) kızıma armağan etmiş. O akşam okumuş ve geri almayı reddetti :) Sonraları Pumpkin Soup ufaklığın en severek dinlediği ve resimlerine bakıp oyalandığı kitaplarından biri oldu. Benimse, kızımı düşünmeden etmeden arkada bıraktığım tek insanlar oldular. Öylece kaldı. Şimdi Brett'in verdiği habere göre Nicole hamile ve nerdeyse doğurmak üzere olmalı :) Dünyanın en sakin ve yumuşak annesi olacağından adım gibi eminim.

Yeryüzünü güzelleştiren böyle ince insanların olduğunu da en yakınımdan deneyimliyorum ama elimde değil, her seferinde benzer jestler olduğunda çok duygulanıyorum. Mesela, eşimin hala yemek yapması, kendisi çok yorgun da olsa bana çay hazırlayıp elime getirmesi, her yemeği yapışımdan sonra girip bulaşıkları yıkaması, bu bölüşümü son derece doğal buluşu...Benim için herşey bir kenara, anlaşmazlıklar, yanlış anlaşılmalar her zaman yaşanır ama karşıdaki insan o ilişki için hangi tür ilişki olursa olsun bu, emek verdiğini gösteriyorsa, jest yapmayı biliyorsa dünyadaki en sevilesi ve aşık olunası şey budur.

Dün akşam, kocamın tez danışmanından tezini birincilikle tamamladığına, son aldığı derecenin de A olduğuna dair bilgi geldi. Havalara uçtuk sevinçten. Büyük bir aşamayı daha geride bırakmanın hafifliğini hissetmek...Şu anda bile tatil zamanlarına, gecelere kayan bir çalışma tempoları varken masterı nasıl bitirebildiğine, üstelik bu kadar iyi sonuçla geçtiğine şükrettik :)

Cuma günü, gündüz ise her zamanki gibi haftalık alışverişe çıktık. Alışveriş yaparken balık reyonuna da bakalım dedik. Karidesler boy boy, çeşit çeşit gelmiş. Bir grup, neredeyse jumbo karides büyüklüğünde olmasına rağmen yanındaki devasa gruba göre küçük kalmış ve TL ile kilosu 5 milyona düşmüş! Bir kilo oldık, onu da ayıkladı eşim, sağolsun, ikiye ayırıp yine buzluğa kaldırdık.

Akşama da, daha önceki haftadan biftek alıp dondurucuya koymuştum, benimki et pişirme ve seçimi konularında çok başarılıdır. O, eti pişirdi. Yanına da bir sarmısaklı ekmek almıştım. Burada, özel fırına girebilecek şekilde paketliyorlar. Sarmısaklı, tereyağlı ve dilimli baget ekmeğini fırına veriyorsun. Çıkarttığında sıcak sıcak yemeğine katık ediyorsun :) Yanına, roka salatası yaptım ve afiyetle yedik.

Bugün, öğlene kıymalı ve yumurtalı, peynirli pideler yaptım. Bu, ev için son derece başarılı bir tarif. Sana'nın hamur işleri kitabından yoğurt, sıvı yağ, kuru maya, ılık su ile bir hamur tutuyorum. İçini de ben kendi kafama göre hazırlıyorum. Hamur yarım saat mayalanıyor ve açıp üzerine kıymalı içi yayıyor, fırına veriyorum :)

Geçen hafta sonu da onu yazmayı unuttum, eşimin işyerinden bir arkadaşı haber vermiş, çok güzel kolyeler falan takan bir hanımmış, bizimki öyle şeylere çok dikkat eder, bir gün sormuş ve O'da kendi yaptığını söylemiş. Evinde bize takı yapımıyla ilgili birkaç espriyi gösterecekmiş. Yuppiiii!

O yüzden, geçen hafta Cumartesi günü buraya geldiğimizden beridir ilk defa gittiğim Dragon Mart'da buluştuk. Kızım da bizimle beraberdi ve üç hanım geldiler. İkisi gerçekten de çok bakımlıydılar, ben yine liseli öğrenci şeklinde gitmişim :( Eşimin işyerinden eşleri için verilen ve siyah olduğu için beğendiğim spor tshirtü (!) ve altına kotumu giymiştim. Be kadın, kendine takı yapmaya gidiyorsun, giysene adam gibi bir şey üzerine kendini göstersin! Neyse, yapılacak bir şey yok tabi o anda, yalnızca eşime kızdım " Yahu be adam, beni buraya getiriyorsun da bu insanların giyim tarzlarının ne olduğunu da mı bilmiyorsun?!" " Eveeeet" dedi benimki " Onlar öyle bakımlılardır." Ne demek bu şimdi?! Kafasına tencere attım :))))

Biraz da buluşmak için gittiğimiz Dragon Mart'tan bahsedeyim. Bu alışveriş merkezi Ejderha şeklinde düzenlenmiş, başı iki kattan oluşuyor, uzun ve 3000 tane birbirinden farklı ama ağırlıklı olarak Çin mallarının satıldığı odacıklardan meydana gelmiş bir yapı. Öyle bir saat içinde falan bitirilecek gibi değil. Bu seferki esas amaç bayanlarla buluşup, takı için gerekli malzemelerin ve taşların satıldığı dükkanlara girip, alışveriş yaptıktan sonra hemen eve gitmek ve işe koyulmak...

Martha, hemen Burj El Arab'ın arka kısmında oturuyor. Kocası'nın çalıştığı mekan sebebiyle konsolos durumunda oldukları için her üç yılda bir değiştirdikleri mekanlarında o bölgenin en iyi bölgesindeki ev bunlara veriliyormuş. Ancak, iki güzel 11 ve 14 yaşlarındaki kız İngiltere'de okumaya devam ettikleri için anne ve babalarını ancak tatillerde görebiliyorlar.

Dışarıdan son derece lüks görülen bu hayatın içindeki zorluk da hiçbir yerde kök salamamak, ergenliğini yaşayan ve belli arkadaşlıklara son derece kuvvetle bağlanan kızları için sürekli bir değişiklik duygusu, depresyon, eğitimde bir kalitenin olmaması... Onlar da bu yan etkileri önlemek için evlatlarından ayrı olmayı seçmişler :( Kendi içinde bir dram aslında. Yani, ben ailemle olabileceğim zamanı bile altın kafes içinde yalnız geçiriyorsam bunun ne anlamı var ki?! Fakat bir yerde de tepilemeyecek şartlar, parasal anlamda verilecek en iyi eğitim olanakları...Aslında içindeyken sanırım o kadar da kolay karar verilebilecek gibi de değil.

Eve girer girmez halılar dikkatimi çekti. Zaten, yanlarında götürdükleri bir tek halıları ve tabi ki kıyafetleri varmış . Eşimle tanıştığımdan beridir hep seyahatle yaşayan, hiçbir eşya satın almayan, eşyalı evlere giren o kadar insan tanıdım ki. Bunun da bir yaşam felsefesi olabildiğine inandım artık. Hatta, oldukça da serüvenci ve monoton olmayan da bir yapısı var bu işin. Ben Tarabya'dan bahsedince bu senenin sonunda İstanbul'a başvuru yaptıklarını, bir sürü insanın aynı işe saldırdığını ama şanslarının orada da olabileceğini söyledi Martha. Takı yapımını anlatacak olan da O.

Dragon Mart'tan ben, iki çeşit taş aldım. Bir de kesmek ve sıkıştırmak anlamında kullanılacak olan iki tane araç. Hepsi, inciye ilgi gösterseler de yusyuvarlak şekildeki inci taklitlerini hiç sevmediğim için hemen gümüş rengi bir şeyler sordum. Nitekim, hemen çok beğendiğim parçaları torbama doldurdum. Toplam ilk aşamada dört kişiydik, sonradan Martha'nın evine gelen başka bir bayanla beş kişi olduk. Yok, hakikaten Avrupalı kadının uzunluğu ve inceliği ( yani öyle bir beden yapısını koruyabileni ) pek bir güzel oluyor. Sonradan gelen hanımın 25 yaşında bir kızı ve iki tane daha çocuğu olduğuna inanasım gelmedi.

Martha, bizlere bu işi öğretmek için kapısını açmakla kalmamış, aynı zamanda üç dört çeşit yemek hazırlamış. Birincisi, körili karides yemeği, yanına vejeteryan olanlara mercimekli versiyonu, pirinç ve çeşitli soslar ve salatalar...Bu kadarını gerçekten de beklemiyordum. Kızımla babası Dragon Mart'ta kalıp beraber vakit geçirirken, bizler saat dörde kadar kolyelerimizi bir araya getirip, kendi dizaynlarımızı yapmaya çalıştık.

Şimdi, övünerek taktığım, kendi eserim iki kolyem oldu. Martha ve eşim sayesinde bunu da öğrenmiş bulundum. Eğer benimki Martha'nın taktığı kolyelerle ilgilenmese ve sormasa belki bundan hiç haberimiz bile olmayacaktı. Aslan Burcu erkeği işte. Taşlara çok meraklı bir yapı :)

Bana gelince...Yaratıcılıkla ilgili ne olursa aklım gittiği içindir ki, bu işi birazcık da olsa öğrenmek büyük bir terapi oldu. Bundan önce çok yakın bir arkadaşım kendi kolyelerini yapmaya takmıştı da oradan, bu iş aklımın bir köşesinde ben de yapabilir miyim diye kalmıştı. Kısmet bugüneymiş.

14 Kasım 2007 Çarşamba

Dinazorlar Diye Ders Konusu Mu Olurmuş?!

( 5 yaş T Rex çalışması )

Bu hafta ufaklık iki gün okula gitmedi. Virüs hala bedende, kendini belli ediyor, farklı yerlerde ağrılar sızılar yapıyor. Dünkü ve bugünkü sızlanma bölgesi dudak üstü, sağ yanak içi... Hani, kırıklık hissettiğimizde bir oramız bir buramız ağrır ya, aynen öyle.

İki gün için genelde ilk aşama, boğaz ağrısıyla başlayıp, sonra ateş ve kulaklara da yansıdığı için, evde dinlenmesinin çok daha faydalı olacağını düşündüm. Ya hastalığın karakterinden ki, herkes aynı semptomlardan bahsediyor, ya da evde kalmasının etkisinden ateşi çıkmadı, boğaz ağrısı da Allah'tan ilerlemedi. Tabi ki, ilk iki güne denk gelen yüzme derslerini de iptal ettim.

Bugün spelling testleri var. Dün, okuldan eve gelirken arabada radyodan yayınlanan müziği geri alamadığımız (!) için bile ağladığından, akşama doğru Anna'nın gelmesi, oradan da Bilim Müzesi'nde yapılacak olan doğum günü partisini iptal ettim.

Bu hastalık hallerinde ciddi derecede yorgunluk ve duyguları dengeleyememe durumları hakim oluyor, sürekli ota boka ağlama ya da gülme... Bunun sebebinin kontrolsüzlük olduğunu eşimle konuştuğumdan beridir ( Çünkü çocukluğumuzu hatırladık ve karşılıklı olarak aynı durumlar bizlerde de vardı dedik. ) Chloe bu tip tepkiler verdiğinde kızmıyor, tersine sakinleştiriyorum. Dikkat ettiğim, bu yaklaşımı benimser benimsemez kendini toparladığı oldu. Aksi taktirde, ben de sinirleniyorum değil mi, o zaman daha fazla ağlama ile tepki veriyor ki bunun ikimiz için de faydasından çok zararı var.

Neyse, aksi gibi de spelling test için İngilizce'de her kelimenin yazılışı kendine özgü ve gruplama mantığı da yüzde yüz işlemediği için tek tek kelime yazılışlarını öğrenilmesi gerekmekte. Mesela, bu hafta verdikleri grup -er ve -ur seslerini kapsıyor. Nedir o zaman, herd, hurt...Bu iki sesi çalışırken bir anda ortaya -ea da çıkabiliyor ( heard ) ve anlat anlatabilirsen mantığı! Dolayısıyla, kelimeleri yazma çalışması, sesleri duyması ama onun yanında çok da iyi ezber...

Böyle yorgunluk dönemlerinde biraz daha zorlayıcı hissetsem ve ders çalıştırmaya kıyamıyor olsam bile bu sabah spelling test için son rötuşları attık. Aslında belki bu şartlar altında çalışmaya gayret göstermek çok sert bir disiplin gibi görülebilir ama çocukların bundan bir şikayetleri yok gibi gözüküyor.

Sebebi, verilen yoğun bilginin oyun oynarcasına renkli ve yaratıcı temellere dayanması, bireysel gelişime, koyun sürüsü gelişimden daha fazla öncelik verilmesi... Teşvikle yapacağının en iyisini yapması ya da genelde tüm çocukların yapmaya çalışması ise benim için bahsedilmeye değer bir diğer teknik.

Disiplin derken, en basit görünen bir günün bile kendine göre disiplini var aslında. Örneğin, eve gelinmesi, yarım saat dinlenme, resim yapma, ondan sonra yemek yenmesi ve derslerin gözden geçirilmesi bir disiplindir, bunun tam tersi de kendine göre bir kural zinciri. Ben, Chloe ile bereber yarattığım bu disiplinin de bozulmasını, atlanmasını istemiyorum çünkü günü gününe işlerse, herşeyi yerli yerinde ve düzgün tutmak mümkün oluyor.

Dün değil evvelsi gün, okuldan çıkarken öğretmeni iki gün gitmediği için; " Chloe'ye gelmediği günler sınıfta yaptıklarımızı ve ödevlerini verdim, matematiği bitirmesi lazım ( bir sayfa zaten ) ama onun dışındakileri haftaya yayabilirsiniz, dert değil." dedi. Amaç, eksik kalınan kısımları tamamlatmak. Ama yorumsuzluk, yanında gelen ittirmece kaktırmaca, " Biz sınıfça bu düzeye geldik, kız geri kaldı." falan yok. Yine, burada yapılan benim mantığıma uygun. Verilen, yapılacaklar listesini bir baskı aracı olarak algılamıyor, aksine eksikliklerin telafisi olarak görüyorum.

Bu noktada, velinin okulla olan diyaloğu, çocuğun çalışmasına katkısı da çok önemli. Evde düzenli bir tempoyu oturtamamış velinin çocuğuna yansıttığı dağınıklık duygusu, O'nun bütün hayatına yansıyor bence. Böylece, disiplinsizlik de her alana hakim oluyor. Basit bir ev hanımı deriz değil mi? İşte, onu bile yapamayan, evinde yemeğinde, temizliğinde, çamaşırında, alışverişinde, hesabında organize olamayan bireyler yaratılıyor.

Yanlış anlaşılmasın, ev hanımlığı örneğini küçümsediğim için değil, otokontrolü en fazla olması gereken olduğu için verdim. Belki de bu sebeple yapılması en zor işlerden biri. Çünkü, klasik bir işyeri gibi başınızda amiriniz yok, kendi kendinize sorumluluk duygunuz hakim. Evde, akşam yemeğiniz hazır değilse ya da çok dağınık, kimse aradığını bulamıyorsa evinizden atılmanız, maaşınızın kesilmesi gibi bir durumunuz yok.

O yüzden, evde otokontrolü sağlamış kadınlara çok saygı duyuyorum. Çünkü bunu, zorunlu oldukları için değil aksine sevdikleri, değer verdikleri ve düzenle rahat ettikleri için yaparlar. Bu düzen de evdeki her bireyi etkiler. Bence, organizasyonsuz insan dışardaki bir işte çalışsa da çalışmasa da değişmez. Yalnızca, para kazandığı işini derleyip toparlayamadığı için işinden olma tehlikesi vardır. Çalışma hayatının beyin fonksiyonlarını arttırıcı etkisinin tartışılabilirliği ya da çalışan daha mı zekidir, evde oturan daha mı mongoldur sorusunun yanıtı gibi, benim için sıfatların kişilikler üzerinde fark yaratıcı bir etkisi yoktur. Organizasyonlu, yaratıcı, akıllı ya da olmayan tip insan vardır.

Neyse, okuldan eve gelir gelmez, bizimki yemeğinden bilmemnesinden önce matematiğinin başına oturdu. Para birimlerini öğretiyorlar, onar onar sayma ve ikişerden ekleme. Hemen onları oynar gibi topladı ve ardından okulda yaptığı ama yarım kalan diğer ödevine geçti. O sırada, ben yemekleri ısıtıyorum bir yandan. Ama yaptığı deniz canavarına inanamadım!

Ödev şöyle; Deniz canlıları okuma parçası şekline dönüştürülmüş bir şekilde anlatılmış. O bölümde okuma faaliyeti yapılıyor, tamam, yanına çok şirin iki deniz canlısı çizilmiş ve ne kadar farklılıkları olduğuna da dikkat çekilmiş. Şimdi, siz kendi deniz canlınızı çizin denmiş.

Benim kız üzerindeki pulları, kanadına kadar bir deniz canavarı resmetmiş. Ortaya öylesine mitolojik bir yaratık çıkmış ki, ilk bakışta zaten çizilmiş de içini boya dedikleri bile düşünülebilir. Resimde, detay üzerine detay yapılmış, tekrar okula geri gönderdiğimiz için scanner'dan geçiremedim, nasıl olsa dönem sonunda ödevlerle dönecektir. O zaman bloğa koymaya çalışırım.

Ardından, sorulara geçilmiş. Bu deniz canlısına bir isim verin demişler, bizimki yine acayip dinazorumsu bir isim uydurmuş, yazmış. İkinci soru; Deniz canlınız ne yapabiliyor? İşte yüzüyor ve uçabiliyor ayrıca kükrüyor falan filan. Bu şekilde dört harekette hem okuma hem anlama hem de yazma işi pekiştirilmiş.

Türkiye'ye geldiğim bu sene, okulda verilen dinazor konusunun çocuklar arasındaki popülerliğini konuşuyorduk. " Neden dinazorlarla bu kadar ilgileniliyor ki?" diye bir soru geldi.

Cevabı çok basit; Bir kere ilgi odağı olabilecek bir başlık altında dünyanın geçirdiği aşamalar, dinazorların biyolojik yapıları, yaşadıkları mekanlar verilmiş oldu. Bu kalemlere bakılacak olursa coğrafya, biyoloji, hayvan türleri, evrim teorisi, jeoloji, arkeoloji ve resim de işin içine sıkmadan, terletmeden katılmış bulundu.

Yani, bizim eğitim anlayışımızda üzerinde doğru düzgün durulmayan ve gereksiz addedilen bir dinazor konusu (!) buradaki çocuklar için bütün bu alt başlıklara (ama aslında ana dikkat çekilenmesi hedeflenenlere) balıklama daldıkları bir araca dönüştürüldü. Bundan daha doğru bir mantık olabilir mi? Destekleyici kitaplar o kadar renkli ve gözalıcılar ki yalnızca benim kız değil, ben de bu dünyanın içine daldım, hiç bilmediğim, öğrenmeye gerek bulunmayan (!) bir sürü canlıyı da tanımış oldum.

( Bu da "Dinazor Nasıl Çizilir?" diye aşamalarla anlatan bir kitaptan, ufaklık izlerken benim yaptığım bir çalışma, Stegosaurus )

Tabi ki, bu yeni konularla karşılaşıp öğrenirken sıklıkla da kendi çocukluk zamanıma dönüyorum. En büyük zevkim Türkiye'ye geldiğimde destekleyici yayınlara bakmak. Tatil kitaplarında hangi başlıklar nasıl sunulmuş onları gözden geçirmek. Bu sene yine soluğu çok geniş yelpazesi olan kitapçılarda aldım.

Sonuç? Okuma parçaları; milliyet, askeri değerler, atıyorum "Ayşegül dedesini ziyarette" şudur budur... Maalesef, bu şekilde, dinazor örneğimizdeki gibi verilen, yaratıcılığa dayanan bir şey bulunamıyor. Kuru kuru, dan dan bir eğitim sisteminde konuyu anlaşılır ve öğrenilir kılmak öğretmenlerin insiyatifine bırakılıyor. Veli, öğretmeninden memnunsa "Memnunum" diyor ama öğretmenin elinde bir program var o da Milli Eğitimin. Okula müfettiş geldiğinde sorgulanan da işte o program. Şu ağırlıktan, ciddilikten silkinilmesi gerekiyor. Acilen hem de! Kotrol edilmesin demiyorum, tepeden inen gri yakalı, inek kılıklı, bıyıklı, önünü iliklemeleli, yalakacı, ezberci eğitimin değişmesi gerektiğini, kotrollerin de o kaliteye yükseltilmesi gerektiğini söylüyorum.

İngilizce ders verirken müfettişler gelirdi. İngilizce'den çakmayan bu insanların elinde ta köylerindeki okullarda okurken meteryalsizlikten, birbirinin içine geçen plastik bardağı nasıl da koni olarak gördüklerini anlatırdı bu insanlar. Şimdiki zamanın ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalışırlardı yeni nesil öğretmenlere. Büyük babanın küçük torununa " Bizim zamanımızda bunlar yoktu evladım"ından başka ne olduğunu anlayamadığımız konuşmalardı bunlar. Herkes öfler püfler defterine sıkıntıdan şekiller çizerdi.

İşte, ha öğretmene bir şey kazandırmayacak bilgiler ve öğütlerle gelmiş müfettiş, ha dersini monoton şekilde anlatan bilgisiz, yaratıcılıktan uzak sıkılınca da " Susun bakim!" diyen öğretmen. Benim en sevdiğim ve belki daha önce verdiğim örnek; Karısını döven adam, çocuğunu döven kadın, kediye tekme atan çocuk...Nesillere hükmeden ölü toprağı gibi bir şey bu!

Ağırlık ve ciddiyet kavramı bizde, disiplinle de karıştırılıyor. Çocuklar burada ne kadar konunun içine dalarlarsa, o kadar konsantre olabiliyorlar demektir. Bu da sınıf içi disiplinin sıkıcı ders anlatan öğretmene göre çok daha başarılı şekilde yürütülmesini sağlıyor. Çünkü, öğrenci ve öğretmen beraber çalışıyor. Öğretmen, sıkıcılıkla dikte eden, öğrenci de aman ders bitsin de çıkalım diyen konumda olmuyor.

Sınıflarda İngilizce öğretmeye çalışan bilir. Meteryalleri bizim klasik derslere göre öyle renkli, müziklerle, resim ve oyunlarla pekiştirilmiştir ki sınıf ilk aşamada ne oluyor?! hallerine girer. Beraber çalışmaya alışkın olmadığı için de oyun oynamayı öğrenmenin bir aşaması değil, disiplinsizlik ve arkadaşıyla konuşma kaosu olarak algılar.

Başlangıçtan itibaren eğitimin renkli olması, dikkat ve ilgi çekmesi, öğrenirken merak uyandıran bir halde sunulması lazım. Bilgi keşfedilmeli. E haliyle, bu programları yapanların, dayatanların, müfettiş gönderenlerin, uygulayanların daha neşeli, daha yaratıcı olmalarını gerekli kılıyor. Çok uzun iş yani :( Kimsenin buna harcayacağı ne zamanı var, ne de parası. Kısacası, nedir? Programı yapan da tembel ve o eğitimi almış, nesillere uygulama mantığı da çizginin dışına taşıyamamış. Bu kadar basit!

Peki, özel okullara gidiyorsunuz da iş bitiyor mu? Onlar da Amerika Birleşik Devletleri'ne değil Milli Eğitime bağlı. Okutulacak kitapların konuları Milli Eğitimle paralel. Ha, orada yapılan, uzay konusu işleniyorsa efendim ( ki başlıklar da Milli Eğitim tarafından verilir ), öyle yapmışlar şimdi, bir ton para döktüğün çalışma kitapları zavallı devlet okulu öğrencisinin okuduğu beşinci kaliteden sarı kağıda değil de, birinci kaliteden beyaz kağıda basılı ama gel gör, yine resim çizemeyen bir sürü garibetin resmetmesiyle pekiştirilmiş (!) kalıp öğrtenci kıyafetleriyle Ali otobüste (atıyorum) okuma parçası. Oku, soruları cevapla.

Bizlerde özel okullara bel bağlamak daha beyaz kağıttan kitap okunması, İngilizce derslerine verilen önemle sınırlı kalıyor. İngilizce ders anlatmaya çalışan, elinde meteryaller, farklı bir eğitim anlayışının ürünleri olan yabancı öğretmenler de Türk okullarında bu sorunlarla yüzleşiyorlar. Geriye, sınıf öğretmenlerinin elinde askeri bir disiplin, şarkı söyleten, oyun oynatan branj öğretmeninin elinde bir koca sıfır kalıyor. Branj dersi öğretmenleri, dersleri daha yaratıcı olduğu ve bunu uygulamaya çalıştıkları için daha disiplinsiz daha önemsiz insanlar olarak addediliyor.

Ve ayrıca, çok büyük paralar ödeniyor çocukların eğitimi için. Bu, Avrupa ülkeleri'nde bir hak! Özel okulun verdiği eğitimin yanında daha kalitesiz, daha somurtuk, sevimsiz, kalabalık eğitim almak kader değil. Sebebin, devletin fakirliği olması hiç değil!

Esas, dağılımı yaparken o kaleme gereken özenin gösterilmemesi en büyük sorun. Bunun hakkını soracak kişi ise ülkenin vergi veren, karşılığında hizmet talep eden vatandaş. Verginin %40'ının kaçırılıyor olması, bunu devletin ne menemse (!) bir türlü takip edememesi... İnsanın Allah Allah! diyesi geliyor. Bu vergileri kaçıran ama herkeslerden iyi harcama yapabilenlerin harcamaları da takip edilemiyor (!) ama yine ne tuhaftır ki bilgisayar dünyasında bir bakıyorsunuz kıçı kırık bir şebeke milyar dolarları kredi kartı bilgilerine girerek iç edebiliyor. Koskoca devlet erkanı vergi kaçıran bu zibidilerin kredi kartlarını falan da bilemez tabi!

Eğitim konusundan ve hatta dinazorlardan :) nerelere geldiğimin farkındayım. Ama sistemlerin içinde hiçbir şey birbirinden bağımsız işlemiyor. Devlet yönetmeyi yalnızca kadınların kafasındaki türban olarak görenler için kuşkusuz böyle kafa karıştırma teknikleri mübah. Beyni sepelekleşmiş, jöleye dönmüş nice insanın soru sorabilme, düşünme yetileri de köreliveriyor. Zengin olan hemen özel okula yolluyor, gerisine ben karışmamcı zihniyet beliriyor, devlet okuluna göndermek zorunda olan gariban da bir tutturulmuş " Herşeyi devletten beklemeyin!" zırvasını " Ne yapalım, bu kadarına gücümüz yetiyor." diyip konu rölantide bırakılıyor. Yıllardır Türkiye'de yapılan bu!

Kendi adıma çocuğum bu şartları yaşıyor, gerisi beni ırgalamaz derim değil mi? Hayır işte, öyle hissedilmiyor. Maalesef, desem daha doğru olacak. Ama o zaman da hayatla kavgam bitmiyor :( Sürekli bir "neden neden?!" sorusu beynimin içini kemirip duruyor.

Kısa ve öz, bu kalitede ve mantıkta bir eğitime dünyadaki tüm çocuklar sahip olmalı. Ve işini iyi bilen, devrim yaratabilecek insanlar eğitime ve sağlığa el atmalı. Yoksa, Türkiye daha çok nesillerini bu şekilde harcayacak. Nokta!
Resmi buradan yükledim.

9 Kasım 2007 Cuma

Yoğun Bakım ile ilgili Yeni Genelge

Sizlere, üyesi olduğum bir gruptan Metin Bey'in yolladığı yeni haberi iletmek istedim. Bu, daha çok prematüre bebeklerle ilgili olduğu için kendine göre anektodlar yerleştirilmiş. Bu kadar kısa zaman aralıklarıyla yazı koymayı sevmesem de bu konuyu atlamak istemedim. Zira, herkesin gün gelir kendine göre yararlanacağı bir bilgi olabilir.

Hepimizin yasadigi bir gercek var, premature bebekler ile ilgili Turkiyede imkanlar cok sinirli, imkanlari elinde tutan kurumlar da astronomik fiyatlar istiyorlar.

Devlet bu duruma bir nebze faydasi olacak bir uygulamayi Eylul ayi basindan itibaren hayata gecirdi. Genelgenin bir kısmını kismini ozetliyorum:

1. Yogun bakim hizmetlerinin karsiliginda hastaneler ucretlerini hastadan degil devletten alirlar.

a. Eger hastanenin, devletin sigorta sistemi ile anlasmasi varsa, durum ne olursa olsun yogun bakim ucretinin tamamini devlet karsilar.

b.
Eger hastanenin, devlet ile bir anlasmasi yoksa, acil durumlari yine de devlet karsilar. Acil olmayan durumlarda devlet karsilamaz.

c.
Turkiyedeki hastanelerin yogun bakim hizmetleri ile ilgili olarak hemen hemen tamaminin anlasmasi vardir. Buyuk hastanelerden ornek verecek olursak, Memorial ve Acibadem’in anlasmasi var, Amerikan Hastanesinin yok.

i. Eger bir hasatanenin anlasmasi olup olmadigini ogrenmek isterseniz, hastaneyi arayip soyle sorun: Yogun bakima hasta getirecegim, hastanin SSK’si var, ne kadarini SSK karsilar.

Eger cevap olarak, SSK hic karsilamiyor, anlasmamiz yok diyorsa dogru soyluyor olabilir.
Eger, anlasmamiz var, tamamini SSK karsiliyor diyorsa dogru soyluyordur.
Eger anlasmamiz var, bir kismini SSK karsiliyor, gerisini hasta oduyor diyorsa yalan soyluyordur.

Ben son gunlerde Amerikan, Acibadem ve Memorial ile konuyu gorustum. Amerikan 1. cevabi, Acibadem 2. cevabi, Memorial 3. cevabi verdi.

ii. Acil durumlar bunun disinda. Acilden girip yogun bakima yatirilan hastalar icin butun hastanelerin muhatabi SSK.

iii.
Hastanelerin bir kismi hem SSK ile olan anlasmasini iptal etmeye yanasmiyor hem de yogun bakim hastasindan ekstra ucret istiyor.

iv.
Bazi hastanelerin, yogun bakima yatmasi gereken hasta yakinlarina, yatistan once bos senet imalatma girisimleri olabilir. Eger boyle yapan varsa, bu kanunsuzluktur ama hasta yakini da sevdiklerinin cani ugruna bunu yapmak zorunda kalabilir.

2. Hastaneler, yogun bakima yatacak hastalari secme hakkina sahip degillerdir.

3.
Yogun bakim hastasinin tedavisi neticelenmeden hastane hastayi cikartamaz.

4.
Bu kurallar 1 Eylul 2007 tarihinden itibaren gecerlidir.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Yahu Nörüyon Doktor Hanım?!


Hakikaten, ilginç bir şey! Hep kendime mıknatıs mıyım neyim de böyle olması gerekenden farklı durumları çekiyorum diye sorup duruyorum . " Kızım" diyorum " sessiz sedasız yap şu işi, hamile kal, doktora görün, sonrasında şiş, zamanında fırtlat bitsin! "

Hayır, maalesef bana gelince kurallar o şekilde işlemiyor. Error veren bir nokta illa çıkacak, yanıp sönecek, siren öttürecek. Bunun üzerine, sessizliği konusunda çokça hayran kaldığım ama bazen sinirlendiğim nice insana rağmen illa ya yazacağım, ya konuşacağım!

Paragrafın başında maalesef demişim çünkü bunu isteyen aslında ben değilim. Anlık gelişiyor, sonra çok pişman olduğum, "Amma konuşmuşum, yazmışım." dediğim, " Keşke filmi geri sarsak da buz gibi donuk otursam şurada" diye düşündüğüm çoook olay geçiyor başımdan. Yani, kısaca bu özelliğim, kendimde beğendiğim bir yan değil. Hatta, elimde olsa hemen revize edeceğim taraflarımdan biri.

Benim tercihim, jinekoloğa gittiğinde çay kahve söyleyen, eli ayağı yapılı, en gelişmiş yöntemlerle epilasyon yaptırmış, parfümüyle etrafta " Kim bu?!" sorusunu sordurtan, arkasından dönüp baktırtan, soğuk ve kendinden emin kadın. Öyle fazla konuşmamalı, konuştu mu karşıdakinin kanını dondurmalı falan. Hafif vampirimsi de olabilir :)

Bir zamanlar, Antalya'dayken emlakçılık yapalım diye bir düşünce oluşmuştu. Önce, Avukata gidip ne gerekir, ne yapılmalı falan diye danışmak istemiştik. Avukat hanım; " Hayatımda ilk defa sizin gibi işe girişmeden önce olayın kanuni tarafını araştıran, nelerle karşılaşabileceğini düşünen birileriyle karşılaşıyorum." demişti.

Smear, kan, idrar testi, geçmiş yaşanan hamilelik ve doğum hikayesinin anlaşılması ve risklerin ne olduğunun konuşulması, bu işe girişmeden önce yapılacak fizibilite çalışmaları olsa da demek ki, günümüzde herşey ama herşey bir para tuzağına dönüştürülme potansiyelini de barındırabiliyormuş, bu birrrr!

Yani, ne kadar titiz ve dikkatli olalım derseniz, karşınıza bir o kadar radarlarını avlanma anlamında açmış, meslek erbabının Varyemez Amca şekline dönüşmüş versiyonu çıkabiliyormuş. Bu tip bakış açıları ise hepimizin yapması gerekenden soğutup, daha soğuk, daha korunma kalkanlı yaklaşımlar geliştirmesine sebep olabiliyormuş, bu da ikiiii!

Ama işte, doğruyu yapmaya çalışan zihniyet bu şekilde küsmemeli çünkü adı üzerinde, bu sefer de işin ahlağını bozan yüzünden olumlu davranış tarzı zedeleniyor . Aslında, yalnızca sağlık değil ki, bu olumsuz yan hayatın her alanında geçerli. Paranın getirdiği yozlaşmanın karşısında dikilen ahlaki değerler...

Belki de o, her türlü değişime karşı olan, dini değerlere ölürcesine sahip çıkan, esas manevi felsefelerin öne çıkarttığı, minimumla yaşama anlayışı da bu paranın getirdiği dişleri uzamışlığa tepkidir. Ve görülüyor ki, dünyamızın gidişatında bir dolu da haklı tarafı var. Aslında, bu kadar tantana insanların kendilerini başkalarının incitmesinden koruma içgüdüsü, başka bir şey değil!
( Bu arada, bütün bunları yazarken aynı menopozlu kadınlar misali ter basmaları gelip gidiyor. Off ya off! Hemen anlatayım. )

Şimdi, benim ilk gidişimde yazmıştım bakıldı, edildi, " Serviks'de her şey normal mi?" sorusu en önemli soruydu. Doktor; "Temiz." demişti de ben de "yaşasın!" diye düşünmüştüm hani. Tabi ki, hamile kalınırsa, belli haftalarda serviks'e dikiş gerekiyor mu diye kontrol gerekecek çünkü böyle bir medikal geçmiş var. Allah'tan bu konuda hemfikiriz ama yine de benim için korkutucu bir risk tabi ki.

"Secret"vari konuşmalar, ne düşünürsen başına gelir falan gibi belki trilyon seçeneğin bir araya gelerek oluştuğu, bizim anlayamadığımız bir düzeneğin elenmiş, kuşa döndürülmüş, etki tepkiye indirgenmiş formülasyonu.

Bu tip ifadeler ya da felsefeler beni etkilemek bir kenara, ters bile tepiyor! Spritüalizmden öğrenilen birkaç anlayış her yerde Amerikanvari bir sığlıkla karşımıza çıkartılıp duruyor. Belki o an yine "he he!" modundayım ama kendi kendime kaldığımda olanları ve konuşmaları düşünmeye başlıyorum. Tatmin olmamışsam zaman içinde hissettiğim eksiklikler daha bir belirginleşiyor. Rahatsızlık duygusu artıyor. Ama bana da yaranılmıyor ki! Yani yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal ( yoksa tersi miydi, bunları hep karıştırırım ) halleri.

Baktım ki doktorum Arap Emirlikleri'nin secret ofisi şeklinde konuşuyor, onu söyledim. İlkinde hiç kötü bir düşünce yoktu kafamızda, hele de ilk tecrübe olduğu için hayattan, olabileceklerden, olasılıklardan bir haber böyle salak salak bir halimiz vardı. Şimdi başımızdan bunlar geçmiş, ben öyle saf saf " Heee ben hamile kalmak istiyom dohtor hanummm, sen beni bir hormonla bakayem!" diyemem ki haliyle!

Hamilelik konusunda olumlu olmak, öyle hissetmek, teşvik görmek ve diğerleri güzel duygu demetleri olabilir ama benim gibi dibe vurmuşların da gelip lir çalması, dansetmesi çok zor. Herşeyi soracağım, öğrenmek isteyeceğim, bunun karşılığında " Herşey çok güzel olacak!" yuvarlak cevabı da beni tatmin etmeyecek. Uyuzluk var, kabul ama değiştirilebilecek bir durum değil.

"Benim, başından beridir anlatmak istediğim anlaşılmadı herhal doktor hanım ( Bugün telefon açıp böyle konuşacam, alıştırmasını yapıyorum. Hayır, önümde ayna yok ) Eğer, o da hani hamilelik olursa artık rahatız, olabilir, sağlıklı mıyım diye, bu beden kendini ne kadar tamir etmiş? diye soracaktım."...

Yalnızca, bir yola çıkmaya hazırlanıyorsun, ilk önce bunu beyninde ve ruhunda hissedersin, sonra kendi ailene bakarsın, para durumunu düşünürsün, evet ikinciye de yetebilirsin diye fikir birliğine varırsan o zaman git motoruna baktırt değil mi? Yani, aynı zamanda çocuk bir planlama eseridir de.

Peki, kendimize gereken özeni gösterdiğimizde neden insanlar tarafından baskıya alınıyoruz? Ben oraya hamile kalmak için gitmedim, "bebek bebek bebekkkkk!" diye de kendimizi harap etmiyoruz, yalnızca diyoruz ki; " Eğer biz bu işi yapacaksak, BEN SAĞLIKLI BİR ADAY ADAYI MIYIM?" Bu kadar yahu!

Bence, kendimi doktora yanlış anlattım. ( Sebep bulma, çünkü değişimden hoşlanmıyorum ya ) Bir kaçak oluştu orası kesin. O'nun güler yüzünden, samimiyetinden, pozitifliğinden, elinin hafifliğinden ve mahremiyete gösterdiği saygıdan çok memnun kaldım ama ilk görüşmemizde laf arasında bana daha kolay hamile kalmam için bir ilaç vermeyi teklif etti. Pop Smear test ve idrar testi kaldı ya geri, onları yaptıracağım gözüyle bakıyordum. Ben, doktorun bu yardımcı ilacını reddettim. Hatta kendi kendime güldüm " Yok doktor hanım, biz kendimiz yaparız." diyince.

İkinci periyod bayrama denk geldi, gitmedim ama hala aklım adetin ikinci günüyle idrar ve smear testi arasında bir türlü bağlantı kuramamamdaydı. Neyse, gidince " Zaten kontrol yapılamayacak" dedi, haydaaaaa! ama tabi canıma minnet de dedim. Ama sonra ilaçlar yazıp anlatmaya başladı. Birinci görüşmede espriyle reddetmişim ya, başka bir şey anlatıyor zar modundayım, dinliyorum.

Bu ilaç, benim anladığım kadarıyla, o sırada kafam ne kadar basıyorsa, hamileliği yani yumurta yapımını kolaylaştırıcı bir ilaç işte. Öyle gözümde falan büyüttüğüm yok. Zaten karar vermişiz eee?! Olacaksa da bu ay olur diyorum. ( Aslında kafam karıştı ama çaktırmıyorum )

Bana, teknik olarak " Kocamla ne zaman uyuyacağımı :)" da anlattıktan ve bunu bir tabloya günleriyle ekledikten sonra anlatmaya başladı işte yumurta şöyle çatlayacak, buraya gelecek, oradan beş gün üstüste yapılacak ve sen döllenecen evladım dedi. Allah Allaahhhhhh!

Ayın onbirinde gideceğim, yumurtaya bakılacak, sonra da bana bir iğne yapılacakmış. Ne yalan söyleyeyim, o iğne bahsi geçince içim bir gıyk oldu. Ters bir şeyler hissediyorum ama o arkadan gelen mantık tarafı var ya mantık, sürekli işe karışıp vır vır vır kafamı şişirmekte. "Beklemeye ne gerek var?!" diyor bir de utanmadan! İçimdeki sese " Yahu, biz bir halt etmedik ki doğru düzgün bu ne ilacı böyle?!" diyip kafasına bir şey patlatıyorum ama dış görüntüm "hı hı, hı hı, hımmm, tamam" şeklinde. Yani, renk vermiyorum.

Ulan, salak evinkedisi, " Nörüyönüz doktor hanım, nedir yav bu acele?!" desene. Yok! Taa, on yıl önce Göztepe'de yaşarken kapıya tencere satan, yalancı, mahpus kaçkını suratlı iki herif gelmişti de geri döndürürsem ayıp olur diye zarf çekme gafletinde bulunmuştum. Son hatırladığım kocamın tepeme uçması, elimde kalan çelik tenceremsi iğrenç setle ve imzaladığım taksit kağıdıyla kalakalışım...Hamilelik sürecinde de doğum başlamış ben hala " Yok, bu saatte doktor aranmaz, adam uyuyordur ayıp olur!" diyorum. Yani, böyle o kadar tuhaflıklarım oldu ki, hiç şaşırmadım kendime.

Bu sahnede de aynı donukluk ve bir şeyler düşünsem de itiraz edememezlik, birincisinde zaten biz yaparız demenin verdiği rahatlıkla, o israrında devamlılık göstermez güveni falan filan derken, ben mır mır aldım elime reçeteleri, he he dedim ve çıktımmmm!

Hemen, yan taraftaki demiştim ya Irak'lı cicianneme benzeyen eczacıya gittim. Elinde hap varmış, verdi. Ve hatta su da getirdi, haptan iki adet, beş günde " Al bakalım bunları, inşallah ikizlerin olur" falan dedi ya! Hem, acaba ben haptan niye iki tane alıyordum? "Offfff! Aman" dedim, " Yok! İkiz mikiz kalsın, o konuda ben dersimi aldım, tecrübelerimi geride bıraktım." İğne olarak uygulanacak ilaç elinde yokmuş. Tabi, eczacı hanımla yine Irak'dan, bir anneye hem bir kız hem de bir erkek çocuk gerekliliğinden, üç tane oğlu olduğundan ve hep erkek çocuk hayali kurduğundan, kız çocuk yetiştirmeyi dışardaki şartlar bakımından zor bulduğundan dan dan dan...sohbetledik, derken müşteri geldi de bu kaderli kısmetli (!) konuşmamız sona erdi. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete şeklindeyim.

Zira, zaten ilaç içmeyi de sevmem, kafam hala meşgul ve düşünceli. İğneyi, Irak'lı eczacı dışında baktığım başka yerlerde de bulamadım, " Peynir ekmek niyetine yumurtlamak için iğne satılıyor mubarek!" diyip en son bizim eve yakın eczacıya getirttim ( orada da kalmamış iyi mi? ) Yani, piyasa böyle bir tavan yapmış, o anlaşılıyor. Sevgili dünya kadınları yumurtluyor da yumurtluyor. Evlere şenlik!

Birinci gün öyle geçti ama akşam bir terleme hasıl oldu, bir de sanki sindirim zorluğu ve çok gaz, yukarı iter ya, hani tam karnımızla göğüs kafesi arasında. Aldırmadım, rahatsız oldum ama üzerinde de pek fazla durmadım.

Sonra, dün sabah iki tane daha ve bu akşam domuz gibi terleme, hatta bir kaşıntı, ay deli olucam sanki içimde pireler dolaşıyor gibi, çok abartı değil belki ama varlığıyla rahatsız ediyor. Yumurtalık ağrısı ama gelip gidiyor şeklinde, özellikle sağ tarafta. Ciddi bir sinir. ( Bu, kızım için hiç iyi değil )

Eşimle konuştum ve durumu anlattım. " Neymiş bu, getirsene bir sen!" dedi ve araştırmaya başladık.

Bana verilen estrojen hormonuymuş ve bu yüzden aynı menepozda kadınların yaşadığı sıcak çarpması yaşanabilirmiş. PMT belirtileri, gözlerde bulanıklık yapabildiği için araba kullanma konusunda uyarı. Veee bizi çarpan esas şey, çoğul hamileliği arttırıcı!!!! Hatta istatistikten istatistiğe fark şöyle; normalde 100 kişide bir, bu %3, sonra başka bir yerde %5 ve daha daha başka bir yerde % 8!!!!!!

İmdatttttttttt! Dalga mı geçiyor bu kadın? O yüzden mi Irak'lı eczacı " İnşallah ikizlerin olur." gibi bir sepelekliği araya sıkıştırdı? Bu hormonları vermek için mi beni doktor adetin ikinci gününde çağırdı? Yani, amaç smear test ya da idrar tahlili gibi basit birkaç kontrol daha değil de vücuda yapay bir şeyler sokuşturmak mıydı?

" Allah aşkına kedicim, daha biz bir kere denemişizdir, bunlar nesi bunlar?!" dedi eşim gözlerini açarak. Bana iğne yapılacak, e o da benim aklımda, hani tamam yumurtaya yardımcı olacak ya, gak gak guk gulp...

Eğer çocuk olmuyorsa, o zaman gereken 50 mlg herneyse doz yerine 100 lük doza bizim doktor ulaşmış bile! Oh, kolay gelsin! :( (

Akşam, canım çok sıkıldı. " Hamile kalma çalışmalarından önce bedenim buna uygun mu? Kanserim, mantarım, serviks'im, kanımın miktarı, şekerimin durumu nedir?" gibi basit ve gerekli soruları sorgulamak isterken, kendimi bu noktada ilacın yan etkileriyle başa çıkmaya çalışırken bulmak...Bir labaratuar faresi yerine konulmak, enayi salak hissettirilmek...

Ben mi anlatamıyorum kendimi acaba? Çok mu çocuk çocuk kalıyorum? Doktorun karşısında istediğini açık açık belli eden bir tavrım yok mu benim? Kadının anlatmalarından anladığım kadar basit değil işte hiçbir şey! Peki neden yan etkilerini söylemedi? Özellikle, benim gibi çoğul hamilelikten kaçınan birine bunu neden yapmadı? Nedir bu, bebek fabrikası üretim merkezi mi? Yani, ben orada hamile kalması hedeflenen bir istatistik rakkamı mıyım?... Sanırım öyleyim. Zibidi, para basma makinalarından biriyim. Hah! Vücut saati çalışmaya başlayan bir salağın daha tekiyim doktor için :(

" Taraflı davranmak istemiyorum ama kedi" dedi eşim " Bir Avrupalı ile çalışsan daha iyi olur." Haklı...

Bir kere, hasta İNSANDIR. Her insanın da yapısı, düşünceleri, davranış tarzı, hayata bakış açısı FARKLIDIR. Makinalaşmış bir sistemin birbiriyle bire bir eş çarkları değiliz ki! Ne istiyorsak o dinlenilmeli başta. Soru soruyorsak, hangi soruyu sorduğu anlaşılıp, o doğrultuda yanıt verilmeli. Çözüm bir tane değildir, kişiye özeldir. Göz doktorunun Chloe'ye yaptığı gibi " Ya sekiz saat ya hiç!" denirse o zaman cahil insanı hiçbir şey yapmamaya itersin. Buradaki durumda da bebek diye kendini parçalayan bir ailenin değil, tersine doktorun kapısını çaldım galiba ben. Ay, şu an bilmiyorum!

Dün sabah, Zeina geldi. O, burada doğmuş ve büyümüş. Çukulatalı muffins ve benim ıspanaklı pizzamdan yaptım. Durumu konuştuğumda Zeina'nın aklıma koyduğu en önemli anektod şuydu; " Dosyan, kendi tıbbi geçmişin olarak saklanması adına hasta hakkındır, eğer istersen sana aittir. İster dosyanı alırsın, ister her yapılan edilenin bir kopyasını."

Hiç düşünmemiştim. Doktorların Türkiye'deki fırçalama politikalarından ya da onların alanlarına müdahale ediyormuş izlenimi vermesin diye hiç sormadım, aklıma bile gelmedi. Ama çok doğru bir detay bu.

Hapları bu sabah kesiyorum. Mide bulantısıyla kalktım, neredeyse kusacağım gibi hissettim ama durdu. Dün akşam şişkinlik hissinden ve baş dönmesi gibi duyumsamamdan bir süre uyuyamadım. A! Bu ne ya! Daha ortada fol yok yumurta yok, idrar testi ve smear hak getire ve ben döllenmeye hazır tavuğa dönüştürülüyorum!!!

Kafam meşgul, bugün sabah telefon açıp yan etkileri, neler hissettiğimi ve aramızda bir yanlış anlaşılma olduğunu, gereken diğer basit testlerin de yapılıp işi doğaya bırakmamız gerektiğini konuşacağım.

Anna'nın annesi'nin Dubai'deki jinekoloğunun da adını alacağım. Catherine'nin doğrularına çok güveniyorum. Bakış açılarımızı da çok paralel buluyorum. Sonra dosyamı elime alıp, bütün testlerin sonuçlarına da güvenerek O'nunla görüşmek...O da hamile kalırsam, yoksa yok!

Bu arada, yazıyı bitirmeden jinekoloğumla telefonda konuştum. Bu ihtimalin uzun süreli tedavilerde ortaya çıkacağını, hiçbir şekilde çoğul hamilelikten endişelenmemem gerektiğini söyledi. Yan etkileri anlattım, rahatsız olduğumu ve neden bunu doğal zaman akışına bırakamadığımızı...( O sırada aynı bir hamile gibi soğuk soğuk terlemeli, tuhaf bir psikolojik hal ve hafif mide bulantılı bir haldeydim, iki kere yetti de arttı valla )

İğne yapılması ve smear testi için alınan gün yalnızca smear ve idrar testine indirgendi. Herşeyin bizim kararımıza bağlı olduğu belirtildi (!) Bak sen?! İğne miğne tarihin tozlu yapraklarına dönüştü birden. Çöpü boylayıverdi. Oh be! Beden benim, seçim benim, yaşasın özgürlük!!!!

Aslında, o kadar test yapılmamış olsa ve onların sonuçlarını alacak olmasam, oraya da dönmeyeceğim ya, neyse. Ben Zeina'nın dediğini yapıp, bütün sonuçlarımı alayım da sonrası Allah kerim :)

4 Kasım 2007 Pazar

Hızlandırılmış Film Şeridi

Hakikaten, insanın çocuğu olunca hayat böyle, başlıkta yazdığım hızda akıp gidiyormuş. Meğerse, evlatlarımız olmadan önce bizler bu kadar yoğun değilmişiz. Hatta, birer otmuşuz.

Çocuklarımızın hayatlarımıza getirdikleri yeni veli görüşmeleri, sosyal faaliyetin birinden diğerine giderken harcanan zaman, beslenme çantaları için gereken, sıkıcı olmayan ama sağlıklı olması gereken günlük yiyecek menüsü, eve gelindiğinde beslenme alışkanlığının aynı kalitede devam ettirilmesi ve yapılacak ödevler, okunacak kitaplar, bir de üstüne üstlük ufak da olsa şöyle böyle sağlık sorunları serpiştirilince yaşamın ne kadar renklendiği anlaşılır.

Bu, bazen kendi ailelerimize geldiğimizde omuzlarda bir yük gibi algılatılmak da istenebilir bizlere ama çocuklarımızla başbaşa geçirdiğimiz hayatlarımızda hiç de öyle değildir aslında. Tek başınıza kaldığınızda nasıl da oradan buradan çekiştirilmediğinizi düşünün.

Hani, "Ferrarisini Satan Adam" gibi sürekli başka dünyevi sorumluluklar, daha fazla para, daha fazla kariyer, daha fazla şu, daha fazla bu için önümüzdeki sakinliği nasıl da elimizin tersiyle ittiğimizi... Bizlerden başka hiç bir şeye sahip olmayı düşünmeyen ufaklığımızı nasıl görmezden gelmeye zorlandığımızı hatırlayın bir.

Türkiye'ye gelip de uzun soluklu dönemlerde kaldığım son iki yılı düşününce, kendimin nasıl ortalarda bir yerlerde kaldığımı düşünüyorum. Ailenin en küçük kızı ile küçük kızının annesi olma arasında bir yer. Beni bekleyen, evdeki sakinliğimi ve olgunluğumu, O'na zaman ayırmamı özleyen bir çocuk ama sürekli bir titreşimle sarsılan, birilerine bir şeyler anlatmaya çalışan, " Aslında o öyle değil, böyle!" lerle zamanını stres içinde harcayan bir anne, ben.

Geçen haftalarda ayın sonuna geldiğimizi yazmıştım. Genelde, ay sonu ile maaşın alındığı geçiş dönemi çok yoğun yaşanır bizde. Bir sürü ihtiyaç listede yanıp sönmektedir ve onlardan öncelikli olanının alınma zamanları gelmiştir. Bunun için de hummalı bir araştırma başlar. Benim için alışverişe çıkma amacı bu dönemlere rastgelir, yoksa alınacak bir şey ya da hedeflenecek bir şey yoksa boşu boşuna pek dışarıya çıkmam. Ne yani, bakıp bakıp dönmenin anlamı nedir?

Buralarda, piyasa da bu alışkanlıkla ve insanların tüketim ihtiyacı ile ayakta durduğu içindir ki sürekli bir indirim takibi yapmak olasıdır. Dolayısıyla, benim hedefimde yeralan birbirlerinden farklı yerlerde mekan tutmuş dükkanlar belli aralıklarla, zaman buldukça sıraya konulacak ve bakılacak demektir.

Geçen hafta, Layla dört ayaklı hanımın üzerinden çıkan ve duvarlara tırmanan keneleri görünce gına geçirmeye başladık ve veterinere gidilmesi kararı alındı. Acil! Maaş falan beklenilecek gibi değil.

Köpek bakanlar bilirler, yaz ayında bu meretler tüylülerin üzerine atlar, mutlu mutlu milyon kere bölünür eğer dikkat edilmezse köpeğin ya da kedinin iliğini kemiğini bile kurutabilirler. E hastalık da taşıyabilirler üstelik, pek beslenesi bakılası canlılar da değillerdir :( Bizler, bu konuda tecrübeli olduğumuz için kendimiz öldürme aşamalarını da aştık ama baktık başa çıkılacak gibi değil, veterinere gittik.

Sabah, saat dokuz buçuk için, Pazar burada hafta başı, yürüyerek götüreyim köpeği dedim, hem bana spor olur hem de O'na. Yolun yarısına geldiğimizde pantalondan eve gitsem de bir an evvel kurtulsam mantığı geçerli oldu.

Veterinerimiz çok yakın demiştim ya, hemen durumu anlattım. Bir odası vardır O'nun, yanında da Sri LAnka'lı bir yardımcı, Layla zaten yerlerde sevinçten ne alakaysa, üzerine bakıldı. Bizim temizleme çalışmalarımızdan sonra Dr J. bir tane daha buldu ve ne yapacağımızı önerdi. Ama ben bunu zaten biliyordum!Tırnaklarını söyledim, bir de onları da kesti ve damla, artı hemen takılmak üzere kene tasması önerildi.

Yahu, bu köpeğe bakalı sekiz senem geçmiş, bir de Layla'dan önce ben roman niyetine köpek bakımı kitapları okuduğum için bu işlemlerden ve konuşmalardan para kesilmez düşüncesindeydim ki fiyat iki şeyin toplamından fazla çıkınca paranın yarısını verdim diğer yarısını maaş alma dönemine bağladım ve çıktım ama fatura yanımda olmasına rağmen hala " Allah Allahhhhh!" pozisyonundayım.

Neyse...günlerden Pazar, geçen hafta. Sonra, maaş aldık da diğer yarıyı götüreceğim faturaya baktım da anladım. Tırnak kesmeye bir kalem, kene var mı yok mu bakmaya bir diğer kalem! Aman ne ala! ( Kene var mı diye bakmanın adı küçük konsiltasyon :) )

Çarşamba, ayın 31'i Cadılar Bayramıydı. Son üç senedir kızımın en yakın arkadaşının annesi tarafından bu bir gelenek haline dönüştü . Çocuklara sorulacak olursa "Yupppiiii!" vaziyetleri daha bir hafta öncesinden hakim ortalığa. Herkes korkunç kostümleri giyiyor, o gün okulda bile öğretmenler cadı halinde gelebiliyorlar, birinin elinde koca bir süpürge, birinin kafasında devasa bir şapka falan.

Salı gününden elimde kalanlara bakmaya başladım. Ufaklığın kostümü geçen seneden bu seneye transfer olabilirdi, öyle de oldu. Aslında O'na sorulacak olursa tercih cadının siyah kedisi olma yolundaydı ama gelecek seneye kaldı. Onu da yaparım, artık yüz boyama konusunda iyice iddialı hale geldim çünkü. Okulun ilk yılındaki kostüm gününde de benimki bu sefer köpek ( Karbeyaz ) olmaya karar vermişti de...

Elimde ne kadar yüz boyası kalmış bu, bir. O da yeterli. Sonra, cadılar bayramına Catherine'e yardım için ne yapabilirim? Geçen sene ev için yaptığım örümcek şeklindeki börekleri yaparım dedim, hem de denenmiş bilinen bir şey, diğerinde de Chloe'nin doğumgününde yaptığım kurabiyeleri farklı şekillerde uygulayabilirim. Bu da ikinci proje :)

Şekillere gelince...Bir tane Halloween dergiciğinden insan figürü üzerine iskeletler gördüm, hoşuma gitti, basit de göründü gözüme, yapabilirim dedim. Bir diğer şekil de yuvarlak olsun üzeri örümcek ağı olsun dedim. Onu da internetten buldum.

Sabah dokuzda köpekle yürüyüşe çıkıp duşumu aldıktan sonra hazırlığa başladım. Saat dokuzdu. Kurabiyeleri bu sefer aynı tariften kakao ekleyerek değiştirdim. Şekil konusuna gelince saç baş yolunur! Şu basit insan şekli hiçbir yerde yok, o zaman ne yapılır o şekli kartona çizdim, kendime defter almıştım, kalın bir kabı vardı, oraya monte ettim ve zar zor kestim. O şekli hamurun üzerine koydum ve kenarlarından bıçakla kestim. Böylelikle benim Zihni Sinir projem de bu oldu :) Şekil hani, şu Shrek kaçtı hatırlamıyorum ama sütün içinde boğulurken " Be goooood!" diyen ginger bread man'in binbeşyüzkere ufaltılmış hali tabi ki :)

Kurabiyelerin üzerine yapılacak şekiller için Royal Icing denilen bir malzeme var ve beyaz olması gerekiyor. Bana yakın hiçbir yerde bulamadığım içindir ki onu da kendim yapmaya karar verdim. Yuvarlak olanların üzerini çok güzel bir şekilde kapladı, hafif akışkan tamam ama yazı yazmaya şekil yapmaya geldi iş, deliricem! Saat bire gelirken bir yandan da mutfağı topluyorum tabi ki zorla ufaklığın okuluna gidiş saatim geldiğinde, kurabiyeleri bitirip buzdolabının üst kısmına yerleştirmiş, böreğin de içini hazırlamıştım.

Eve geldiğimizde ufaklığı yıkadım, derslerini yaptık beraber ve ben böreğin şekillendirme aşamasına geçtim, bir örümcek sekiz bacak! Anacım, yap yap üç taneyle de gidilmez ki toplam on tane örümcek yaptım bunun için de kırk bacak, bitirip fırına koyduğumda bizimki işten geldi ve herkes bir yerlere dağıldı.

Ufaklık, kostümünü giydi, yüzünü vampire boyadım ve ardından ben toparlanmak için banyoya girdim. Gittiğimizde tam başlamıştı herşey. Ama değdi, yine yapılanlar bayağı bir övgü aldı. Hatta, çoğu kişi onları benim yaptığıma inanamadı, yine catering firması lafları gitti geldi ama yok, hakikaten korkunç bir stres yemek işi. Bir çok konuya dağılmamak lazım, herşeyin taze sunulması kuralı olduğu için hata yapma şansın yok. Bir de gittiğin yere taşıması...Yani, aslında güzel yemek yapmak yetmiyor böyle işler için.

Perşembe maaşımızı aldık, ben kartı cebime yerleştirdim ve Cuma gününe ufaklığın sınıf arkadaşlarından birinin doğumgünü için alışverişe çıktım. Tabi ki dediğim gibi, çıkılmışken bir sürü liste de benimleydi. Chloe'ye bir mayo daha lazımdı, spor mağazalarına baktım, çok iyi bir yüzücü mayosunu indirimden 10 liraya aldım :) ( Türk lirası olaraktan konuşuyorum ) Kendime 7 milyona yüzücü buldum :) Eve tütsü kokularımı çok severim, onlardan indirime girmiş harika olanlardan aldım. Kendime terlik baktım, Natasha'ya kafama en yatan şeyi aldım ve akşama ev için yemeklik birkaç parçayı tamamlayıp döndüm. A bir de veterinere paranın yarısını da ödedim tabi ki yolun üzerinde.

Cuma günü sabah güzel kahvaltımızı edip toptana çıktık. Eşimin de kendine göre alacakları varmış, onları eledik. Benim el mikserine ihtiyacım vardı, hani hamur yoğurabilecek kadar kuvvetli olanlar var, onlardan. Gelecek aya bıraktık. Acil değil çünkü. Havalar serinliyor, ince yağmurluk tarzı bir şeyler gelmiş ufaklık için ama pek beğenmedik, ben kendi kendime takılmalıyım önümüzdeki haftalarda. Okul için de hırka gerekiyor.

Eve geldik, yemeğin yenmesi...Sabahleyin kızım arkadaşı için kartını da hazırlamıştı benim sayemde, onu da kutusuna iliştirdik ve tuttuk doğumgününün yolunu.

Öncelikle gideceğimiz yeri geride bırakıp bir güzel arabayı bambaşka yerlere sürmüşüz. Orada çok kızdım kendime, bildiğim yerdi halbuki.

Babamız, bu sene bütün bu şenliklere (!) katılıyor ve bu bizler için büyük bir şey. Son iki senedir master sebebiyle heryere ben yalnız gidiyordum ve bu beni çok sinir ediyordu. Zaten, hafta sonları evden çıkmakta zorlanan bir yapım var. Dışardan dayatılan " Hadi yapalım!" durumlarına da direnç gösterme huyum olduğu için her zorunlu doğumgünü sosyalleşmesi beni çileden çıkarıyordu. Neyse, hepberaber Discovery Center'a vardığımızda saat dörttü.

Natasha'nın annesini tanıyorum ama O hiçbir veliyi tanımıyor ve tanımaya da pek istekli ve niyetli davranmıyor. Bu kadın, hakikaten beni biraz eğreti edecek derecede rahat takılan, eve okuldan yollanan periyodik mektupları bile kocasına okutan, hayattan bir haber, işini kendine kalkan tutan ve kızına pek fazla yaklaşmayan bir tip. Şimdi ise kocası kanser...Gün geçtikçe eriyor ve son zamanda soğukalgınlığı gibi bizlere hiçbir şey yapamayacak olan bir hastalıktan hastanede yatıyor. Eric'in bu durumu beni çok etkiliyor çünkü kızıyla birebir ilgilenen yegane varlık olarak O'nu gördüm, O'nu tanıdım ben. Sanki Natasha'nın annesi anne değil gözümde. Öylesine parası pulu var, maddi anlamda herşeyi yapan ama gerisinde çok boş duran bir görüntüsü var.

Discovery Center bütün fizik kurallarının oyunlarla pekiştirilerek anlatıldığı bir deneme görme yeri. Çocuklar olayları tam ayırd edecek kapasitede olmasa dahi herşeyi katıksız oyun olarak algılamak da hiç zor değil işin açıkçası.

Chloe'nin ikinci kez gidişiydi sanırım bu ve her seferinde birden çok insan olduğu için tek tek anlatmak yine kısmet olmadı ama çocuklar çok eğlendiler. Natasha arkadaşları ile içerdeki kocaman alanda koştururken bana gelip annesinin oraya gelmediğini söyledi ki orada ilgili aileler ile ilgisiz olanlar arasındaki çizgi de çok belirgindi. Çocuklar bunu çok acı bir şekilde deneyimliyorlar maalesef. Bazı veliler sanki altı yaş ergenlikmiş gibi çocuklarını bırakıp çekip gittiler bile! Sanki partiyi yapanın sorumluluğu ekstra çocuklara da bakmakmış gibi, bu bir emrivakiymişçesine!

Gerçekçi olmakta fayda var. Tabi ki şansa ve kimse kimsenin çocuğuna falan bakmıyor arkadaşlar! Hatta, pastalar kesildikten sonra lolipop aldılar ağızlarına ve öyle koşmaya başladılar. Acaba ergen ve anne baba diye geçinenlerin aklı başına çocuk düşüp de lolipop boğazına kadar girip nefessiz kaldığında mı gelecek? Ben, Anna'yı ve Chloe'yi çektiğim gibi kenara anlattım ve onlar koşmaya lolipop ellerinde devam ettiler.

Eve geldiğimizde herkes yorgunluktan bitaptı yine ama ben taze balık almıştım yalnızca soğan, zeytinyağ ve eşimin sosu ile fırına verdik, yanında roka ve taze ekmek. Bu kadar! Partide verilen chicken nuggets'ı falan bizim kız yemeyince nasıl mutlu oldum anlatamam. Bir tek sebzeli börekten yedi :)

Ertesi gün de göz doktoru randevumuz vardı. Dubai'de. Buralarda çocuk göz doktoru bulabilecek miyiz acaba çok merak ediyorum. Arkadaşın tavsiyesiyle gittiğimiz Rus kadın bizi dumura uğrattı.

Chloe'nin tıbbi olarak geçmişi zaten çok fazla. Herşeyi kolaylıkla ve sağlıklı bir şekilde atlatmak ise 27 hafta dört günlük doğan bir bebek için mucize olmalı ama biraz da saygı istiyorum. Bu, bu kadar zor olmamalı.

Kadının İngilizcesi görüntüsüyle paralel, yani beter! Sanki farklı bir şey yapacakmış gibi ve tıbbi geçmişiyle ilgili hiçbir şey sormadan, sıfırdan başlarmışçasına ve dünyayı başımıza yıkmaya programlı bir tavır sergileyerek bize durumu anlattı.

Allah'ım Alllah'ım, biz bu yola çıktığımızda ufaklığın sol gözü eksi 7.5 du. Şimdi dörde düşmüş. Sağ gözde belki herkesde olabilecek kadar astigmat, o da bir. Gözün bu dengesizliğinin beyin tarafından algılanmakta zorluk çekildiğini biliyoruz tabi ki. Bu, hiç kimse için kolay değil ama isterse iki yaşında bu doktora gidilseydi bir şey değişmezdi. Zira ben her gün yıllardır iki saat kapatmaya çalışıyorum. İkincisi bize kontakt lensle beraber sekiz saat kapama önerildi ki ben günde beş saat görüyorum ufaklığı.

Kontakt lens bizi eğreti etti, aynı şeyi Chloe'nin gözlerine bakan ve ölçen insan da söyledi. Kontak lens satışı bu yaşa zaten yasak ve burası gibi kumlu tozlu bir memlekette sen nasıl kontak lens önerirsin? Uzaydan mı geldin be kadın?! Artı, ben hayatın akışını anlatıyorum diyorum ki beş saat o da şanslıysak yüzmesi var balesi var. "Ne yapalım yani?" gibi bir çözümsüzlük karşıdan.

Çıktığımızda başka bir doktora gözükmeyi ve bir daha da oraya dönmemeye karar verdik. Söyledikleri ya da bizi panikletmeye teşvik ettiği hal ve tavırlardan değil, tersine son derece ortak çözüm yanlısı olmayan, üretemeyen, o İngilizceyle nasıl mesleğini yaptığıyla ilgili soru işaretleri oluştuğundan. Ha bir de biz oradayken Rusça birilerine telefon açıp fikir sordu, konsültasyom yapıyormuş bu da! Aman kalsın o konsültasyonlar!

Eve gelip yemek yedik, ardından bu sefer de yüzme dersi için dışarı çıktık. Bizimki öğretmeniyle yüzerken de sıkkın sıkkın konuştuk.

Bir kere Chloe'nin iki gözü birbirinden bağımsız bir şekilde görüntü oluşturuyor beyninin arkasında bu bir. İkincisi, bu yüzden mesafeleri ölçmesi çok zor. Sonra, dün tek gözü kapalı olarak yaptığım çalışmada kitap okuması mümkün değil. Kağıdı gri görüyor. Yani, klasik gözlük takılarak da yapılacak bir durum değil. Çünkü klasik miyopta gözlüğü takarsın görürsün benim bildiğim. Dolayısıyla, okumada, yazmada ufaklık hep sağ gözünü kullanıyor. Bu da kapatma yapılmazsa belki sol gözün işlevini tamamıyla yitirmesi demek...

Buraya kadar tamam, yıllardır dediğim gibi durum buydu ama çözüm nerede? Sol göz kapalı olarak görebildiği büyüklükte yazı çalışması, belki puzzle? Ama kaç saat? Sekiz saat gibi mümkün olmayan bir süreye tutunmak, bunu yapamadığın için bu sefer iki saatten bile vazgeçirmek mi? Okula da tek göz kapalı gidemez çünkü okuyup yazma konusunda gerilerde kalır ki göremediği için bu da O'na haksızlık bu sefer akademik başarısı düşecek. Üstüne üstlük oyun oynarken mesafeleri tam algılayamayacak ve düşmeler artacak, bu da bir diğer tehlike.

Haftaya böyle başladık işte. Bu hafta sonu gözlüklerin derecesini değiştireceğiz. ( Kontak lens için verilen telefon numarasıyla görüştüm. Kesinlikle bize katılıyor diğer taraftaki doktor da. Bu yaş için imkansız. )

Yarın, bayram yüzünden gidemediğim sevgili (!) jinekoloğuma gideceğim. Zeyna ile olan sabah
çayımı Çarşamba'ya erteledim. Perşembe birkaç veli sabah kahvesi için dışarda buluşacağız. Bu, senede iki kere falan yapılan bir şey. Son yapılan Dubai gezilerine (!) ikinci çağrılışımda da gitmeyince kadın vazgeçti. Ama bu buluşacağımız insanları sohbet anlamında seviyorum.