30 Aralık 2007 Pazar

Hoşçakal Kusum :(

Bizimle birlikte bahçedeki odada yaşayan yardımcımız geçen hafta kendi ülkesine döndü. Ani bir telefon aldı, kızkardeşinin kocasının öldüğünü öğrendi. Ve gitti... Ayın sonunda gelecek, bu sefer eşyalarını toplayıp full time çalışmak zorunda olduğu bir ailenin yanına geçecek :(

Bu, neden oldu? Çünkü Arap Emirlikleri'ndeki kanunlar yeni yıla girerken daha bir dikkatlice seçilip, kendine göre düzenlenmeye girişildiği için, kanunsuz çalışanlar anlamında çok ciddi suçlar getirildi. Kanunlar kimin kanunsuz, kimin çalışabilir ve ne şartlarda çalışabilir ine yeni bakış açıları getirdi. Eskiden, sponsorla buraya gelen bu insanlar, başka bir yerde kira karşılığı günlük iki saat çalışabiliyorlar, sonra da para biriktirmek adına farklı mekanlara da günü bölebiliyorlardı. Şimdi ise, çalışanın sponsoru dışında farklı bir mekanda temizlik yapması, ekstra para kazanması ve yaşaması yasaklandı.

Bu, ülkenin kendi adına koyduğu bir kontrol mekanizması ama her gün sabah evime gelip iki saatte gerekenleri yapan melek yardımcım böylelikle hayatına başka bir yol çizmek zorunda kaldı. Bu noktadan sonra yardımcı arayan kişiler ve iş arayan insanlar devletin ofisleri aracılığıyla bunu yürütebilecekler. Yardımcı gelişi, günlük bayağı bir tuzlu miktar, artı bütün gün karşılığında olacak.

Ben mi ne yapacağım? Bundan önce ne yapıyorsam aynısını devam ettireceğim. Gerçi, gittikçe büyüyen evlerle karşı karşıya kalıyorum ama madem kaldığım mekanı seviyorum o zaman bakımını da üstleneceğim. Ne bütün gün yardımcı ihtiyacım var, ne aynı çatı altında farklı bir insanla yaşayabilirim düşüncem. O kadar parayı, bir de ihtiyacımdan fazla dönemde yardımcıya aktaracağıma, çocuğuma ekstra bir ders aldırtırım ya da hiçbir yere harcamıyorsam biriktiririm. Böyleyim, yapacak bir şey yok! Bana, şu şartlar altında yardımcı parası vermek gereksiz lükstür.

Evet, kabul ediyorum sinirler zaman zaman yıpranıyor, bir evin işi yardımcın olduğu gibi günü gününe saati saatine şekilde yapıldı mı ne kendine zaman kalıyor ne bir şey ama her işin bir dezantajı ve avantajı var. Madem hayatlarımız tercihlerimizden ibaret, ev hanımıyken yardımcı konusunda cimriyim. Çünkü o zaman ben neciyim? Böyle de bir durum var. Evde yaşayan bir kadın olarak evin temizliğini, yemek yapımını, alışverişi, organizasyonu, bahçe bakımını vesaireyi yani iç işleri üzerime almışım demektir. Nasıl ki kocam şu an kalkıp gelse ve dese ki; " Yok ben bu işte çalışacağım ama gereklerin yarısını yapacağım diğer yarısı kalsın." Olabilir mi böyle bir şey?! Benim için alınan sorumluluk ne olursa olsun bir. Çalıştığımda da kendi işyerim için aynı performansı vermekle yükümlüyüm , evde de aileme ve evime karşı aynı.

Kusum'a gelince...Evet O'na rahatlıkla melek diyorum çünkü gideceği hafta bile sabah gelip çalıştı. Geçen sene evi bıraktığımız, köpeğimizi, bitkilerimizi emanet ettiğimiz, boş zamanlarında kiliseye giden, son derece dürüst, bizim 10. yıl evlilik yıldönümümüzde evde akşam Lara'yı beklemesine rağmen cep harçlığını kabul etmeyecek kadar yüce gönüllü olan bir insandan bahsediyorum. Sorduğum ve yapar mısın dediğim bir tek şeye dahi suratını asmayan biriydi, christmas'dan önce ağacımızın altına hediye alıp bırakacak kadar nazikti. Daha ne diyeyim bilmem ki? Zaten hayatımda ilk defa böyle şartlarla yaşadım ve karşılaştım, şanslıymışım ki O'nu tanıdım. Gerçekten de sanki hergün eve gelen bir insanı, varlığı, canı kaybettim :(

Peki? Bu insanların hayat şartları? Bu da resmin başka bir boyutu. Benden gidiyor da derdi bitiyor mu? Savaş kavgası diniyor mu? Asla! Kusum gibiler bir tek odaya talep gösterip, aynı günde belki üç evde çalışarak para kazanmaya uğraşıyorlar. Bizler ne yapıyoruz? Kendi evlerimizi temizlediğimizde üç gün dır dır etme hakkını kendimizde buluyoruz. Evlilik yaşları geliyor, çocuk yaşları geçiyor ama bunu yapmaya, aile kurmaya bile hakları yok hayat kavgasından. Erkekler kendi ailelerini arkada bırakarak 50 derece sıcağın altında hayatlarında yapmadıkları işlerde alın teri akıtmaya geliyorlar. Kendi ülkelerinde evlerine bir dilim ekmek bile götüremedikleri için :( İsteyerek bu yolu tercih ediyorlar ama şansları ya da seçim hakları olmadığından. Dinimizde vardır derler, cenazeye ve hastaneye gideceksin hayatın akış zorluğunu anlamak ve haline şükretmek için, bunları yapmaya gerek yok çevresini gören gözlerle izleyene aslında.

İnsanlar bu şartlar altında yaşam kavgası verir ve ben evde otururken; " Yardımcısız yapamazsın!" türü bir düşünce tarzına bile bakış açım sert. Yalnız, bundan sonra gerçekten de sabahlarımı evin işi, geri kalan zamanımı kızım alacak ve ancak bs'ım akşam başına oturabildiğim belki birkaç saatimi, o da şanslıysam geçirebileceğim bir alet haline gelecek.

Sondan önceki paragrafımı da yazayım, sonuç bölümü olarak da içim rahat etsin. Benim hayat felsefemde "Herkes, herşeyi yapar." bu bir, "Konumuna göre neyi yapıyorsa onu en iyi şekilde yapmalıdır." bu da iki. Evde kalıp, ev işi, yemek yapmayan, " Ben çocuğum için oturuyorum, yoksa çalışırım." diyip saldım çayıra mevlam kayıra gibi çocuk bakan ( bakmayan ) kadınlara da çok tilt oluyorum ayrıca belirteyim. Bu tip insanların kocalarını resmen ve resmen kullandıklarını, aslında çevrelerindeki herkesi kandırdıklarını düşünüyorum. İyi bir ev kadını değilsen çalış kardeşim! O işleri iyi yapanlara da para öde hiç olmazsa yokluğundan şikayetçi olunmaz ama hem "ol" hem de orada "ol" ma, yani bir baltaya sap olma. Iyyyy! O, kesinlikle bana göre değil. Böyle insanlara bakmakla beli bükülen her türlü insana da acırım başka bir şey söylemem. İster annesi olsun, ister babası, kardeşi, kocası ya da karısı farketmez. Tembele, beceriksizim yalanının arkasına sığınana hiç tahammülüm yok!

Neyse, konu farklı oldu ama hepimizin ve dünyadaki tüm canlıların 2008 yılı güzellik, sağlık ve duyarlılık getirsin inşallah :) Amin :)

19 Aralık 2007 Çarşamba

Yani Affedersiniz!

Yanımıza bir Pakistanlı aile taşındı. Evlerimizin bahçeleri iki duvar kıvamında birleşiyor. Arap Emirlikleri'ne ilk taşındığımızda söylemişlerdi Araplar en çok gece çıkar, çocukları hele de yerel mekanlarda akşam sürekli dışarda oynar demişlerdi. Bizim başımıza şimdi Allah'ı var üç senedir böyle bir durum hiç gelmedi. Ama şimdi böyle bir tecrübe var :( Benim de saçımı başımı yolasım varrrrrrr!

Bu insanlar, ( tabi her zaman söylüyorum genellemeler herkes için geçerli değildir, illa ki kaideyi bozan çürük yumurtalar (!) çıkacaktır ) büyük aileleri severler ( Pakistan'lı ve Arap olanlar, Yalova erkanı ). Şöyle çoluk çombalak oldular mı deyme keyiflerine! Parası pulu olan da aynı, hiç yiyecek ekmeği olmayan da. Değişik bir maneviyatları olduğu için varlığın da yokluğun da kalabalık bir aileyle daha zevkli hale geleceğine koşullandırılmışlar sanki. Beyinleri yıkanmış, kadınları çoğalmaya, erkekleri çoğaltmaya odaklanmış, gerisi Allah kerim olan bir mekanizma.

Burada Pakistan'lı kim tanıdıysam ( gerçi abarttım alt tarafı iki aile ) iç içeler. Fiza mesela, ne zaman görsem illa ya bir düğünleri oluyor, onun hazırlığını yapıyorlar veya bir akraba gerek kendi tarafından, gerek koca tarafından bir daim ağırlanmakta...Diğer Pakistan'lı arkadaşım Shadan ise doktoru; " İkinci çocuğundan sonra hamile kalırsan doğururken ölürsün." dediği için beş tane falan yapmadığını, BÜYÜK AİLE'yi herzaman çok sevdiğini söyler durur.

Ben, böyle şeyleri anlayamam. Bana kalabalık aile falan çok kaotik gelir. Aynı bir film vardı hani John Travolta ve şimdi çok şişman olan bir kadının filmi, "Bak Şu Konuşana" olabilir mi dedim birden, orada kadın bir rüya görüyordu, sarhoş koca eve gelir, kadın saç baş bir tarafta, heryerde mamalar uçuşur, çocuklar bağrışır, kadın bağırır, adam bağırır....Hah! İşte öyle benim için. Gerçi hoş, bir taneyle bile " Heheeee çok yaramaz bu heperaktiffff" diye övünenler de var ya, onlar bambaşka bir konu. Çok yaramazlık eşittir süper zeka, o da eşittir kasaba zihniyeti olanlar.

Ama farklılıktan konu açılmışken, iyi ki insanlar farklı farklı tabi. Düşünsenize, hepimizin büyük aile diye emelleri olacak mesela, en az beş çocuk ya da herkes aynı mekanda yaşama isteği duyacak. Mesela bazısı büyük apartman katlarını beğenir, bazısı bahçeli, sakin yerleri tercih eder gibi...Hani, Ferrarisini Satan Adamın karşısına bir de Ferrarisini Geri Alanların listesini çıkartmışlardı ya, sakinlikten daral gelmiş bu insanlara " Şehirrrr, şehirrr, egzos dumanım, vay canım!!!" diye geri dönmüşler :) Farklı oldukları için sinirlenmem ben onlara, benim mekanımı ayılıklarıyla mıçıp batırmadıkları için ellerinden öperim. Aman! Yeter ki benden uzak cehenneme direk olsunlar durumları yani :)

Birkaç akşamdır işte bu yeni taşınan ailenin topu topu üç çocuğu, ki bir tanesi 15 yaşında gözüken katır gibi bir kız, şimdi üst katın penceresinden karanlıklar içinden dikizledim, saat gece 22:00 civarları çıkıp bir ordu kadar gürültü yapıyor. Mecbur muyum kardeşim ben senin ipini koparmış çocuklarının sesiyle evimin içinde sarsılmaya?! Başlarındaki anne kılıklı karı da afedersiniz, ellerini çırpıyor, onlar birbirlerinin tepesine atlarken, bisikletle düz duvara falan tırmanırken angut yavrularına gaz veriyor. Bir de tiz mi tiz sesiyle konuşuyor. Iyyyyyy ıy!

Yalova'da böyledir. İnsanlar geceleri bilmemneye kadar oturur, öküz gibi birbirlerinin üst katında horon teper, annemin bir komşusu sabah üçte oğluyla koridorda futbol maçı yapardı, kadının biri saat iki gibi sabah evi vakumlardı veeee tabi ki tahmin edilsin sabah kaçta uyanılıyor? Evet, doğru onikiye doğru! Peki, sabah o saatlerde bir inceleyelim bu hıyarların ev ses düzenini. Kimsede çıt yok!!!! Ama mesela, benim kız öğlen yatardı... NE?! Öğlen bizim kalkış saatimiz kalkışşşşş! Dan din Donnnnnn! Birisinin çükü kesilecek, akşam şu saatte gelin, anons veya, patatesss soğannnnn, dan din don!!!! birinin çocuğu kayboldu, bulanın canı çıksın, hatta ve hatta kuzusu kayboldu bulan getirsin, zırnnnnn! kapı, çlink çlonk telefon. Allah'ım sen beni kurtar! Bir ülkede bu kadar mı ses kirliliği olur ve insanlar buna uyumlanmış şekilde yaşar yahu! Kimsenin sesi çıkmaz hatta anonsu kapattırdığında cinayet işlenmiş durumları yaratılır. Yok, buraları daha o kıvama gelmedi ama güzel olana alışmak zordur ya, öyle işte. Ne güzeldi, sessiz sedasız yaşayıp gitmek. Üst komşu yok, alttan bağıran eden yok.

İşte, aslında bu mağara insanı sürüsünün uyuduğu öğlen vaktine kadar alacaksın eline ne kadar gürültülü şey varsa kafalarında patlatacaksın. Şimdi dua ediyorum. Lütfennnnnnn bu BÜYÜK AİLE buradan gitsinnnnnnn! Ben istemiyorum büyük aile falan ya! Ben dinginliğimi sessizliğimi bozan bir bok istemiyorum hayatımda ya! Yani afedersiniz!

7 Aralık 2007 Cuma

Christmas'a Dair...


Küçücük bir çocukken yeni yıl kutlamalarında ve ondan önce kurulan ağaçla içim hep ısınıverirdi. Bayramlarda yeni kıyafet ve ayakkabı telaşımız yoktu bizim. Çekingen ve kendine göre acayip gurur taslayan bir tip olduğum için de ne kimseden harçlık almayı yedirdim kendime, ne de el öpmeyi...Hele o " Büyüklerin eli öpülür." kuralı yok muydu, eski erkek arkadaşımla ayrılma öncesinde yaşanan hiç unutmadığım kavgamızın ve birbirimize karşı "Bu ilişki yürümez." düşüncesinin altında kurban bayramında hayvan kesebilmek ve el öpme durumları tartışılmıştı. " Keserim tabiii" diyen erkek arkadaşımın suratına bakakalmıştım. Boğazım düğüm, " Ben ne yapıyorum ya?!" sorusu kafamda. Beynim gönlüm karmakarışık...

Zaten, o gece nokta konulmuş oldu. Aman, o sırada beni başka bir boyuttan izleyen birileri varsa, yemeğimi yiyemez hale gelip aşk acısı çekerken " İyi ki olmuş diyeceksin" dediler mi bilmiyorum ama ben yıllar sonra dedim :) Zaten, belki O'da bana inat olsun diye yapmıştı o konuşmayı. Bir sürü birikmişin üzerine gitmek anlamında, zamanın herşeyi nasıl da iyi yönde değiştirebileceğine kanıttır o yıllar. Saygılarımla demek istedim şimdi :)

Konumuza dönecek olursak, el öpmek yerine, bana verilen ve burnuma dayanan o organı, aynı şekilde indirip el sıkışma huyum vardı benim. Tabi, karşı taraf için bu çoğunlukla şaşırtıcı olabiliyordu ama bir deneyimleyen bir daha "ÖP!" diye Kraliçe Elizabeth tarzı bir şekilde ve garip bir büyüklük psikolojisiyle yaptığı hareketi bir daha yapmıyordu.

Şimdi olsa o kadar kasmam diyorum ama o zamanlar el öptürülmesini çok ciddi şekilde kendi varlığıma bir hakaret, bir ezme davranışı olarak algılıyordum. "Yapılacak!" denildiği içindir belki. Bu, kültürün bir dayatmasıydı ayrıca, yoksa anne ve babamdan böyle hareketler hiç görmedim. Görseydim hep doğal karşılayacak, üzerinde hiç bu kadar düşünmeyecek miydim? Belki...Yalnızca, tek bildiğim bu kuralların benim küçücük beynimde ve yüreğimde bile ters teptiği. Bir erkeğin kadının elini nazikçe öpmesi ayrı bir durum, birinin öpeceksin diye elini suratına dayaması apayrı. Nezaket kurallarına aykırı bir kere!

Bizdeki alışkanlıklara ve şu an içine girdiğim, on yıldan fazladır deneyimlediğim kültüre baktığımda neden bayramlarda içimin ısınmadığını, hep bir kaçma ve saklanma duygusu hissettiğimi anlıyorum. Çünkü bu kültürdeki etkinlikler küçüklerin üzerine kurulmuş. Bizdekiler büyüklere saygı, höt, zöt, el öpeceksin, sus! cevap verme, eti senin kemiği benim gibi değerlere...Sevilmeyen, bir kere bile başınızı okşamayan, sizinle siz olduğu için ilgilenmeyen, konuşmayan, soru sormayan, somurtuk aile bireylerine ziyaret işkencesi. Şimdi düşündüğümde olayın altında yatanın sevgi eksikliği olduğunu görüyorum. Sevgi olmayınca ya da büyük tarafından küçükte yaratılmayınca da bu ziyaretler ve olması gerekenler zinciri insana kaçası duygular veriyor. Tersi de olmalıydı ama olmadı. Yazık...

Geçenlerde Doğan Cüceloğlu'nun bu anlattığım şeylerle birebir örtüşen bir yazısı geldi internetten, bulursam buraya koyacağım. Aynen odur işte anlatmak istediğim.

Ne tuhaftır ki, işte her sene ağacımızı hazırlarken aklıma bunlar gelir. Kızımı istediğim gibi yetiştirebildiğime şükrederim. Ne olursa olsun kendi büyüdüğüm veya büyütülmek istendiğim değerlere ters düştüğümden olsa gerek, hep böyle daha mutlu olduğumu düşünürüm. Hürriyetime taparım :)

Neyse, neler yaptığıma geleyim...Yazmıştım, geçen Pazartesi ağacımızı süsledik. Catherine'nin evine gittiğimizde o kadar hoşumuza gitmişti ki, yemek takımlarından evin her köşesine kadar ışıl ışıldı herşey. Anna'nın anneannesi bu konuda çok takıntılı bir kadınmış. Takıntı derken kötü anlaşılmasın hemen, evin herşeyini Christmas için hazırlarmış böyle. Bu huyu haliyle kızı Catherine'e de geçmiş ama diyorum ya atmosfer öylesine insanı içine alıyor ki, derin kırmızılarla falan etkilenip de kendinde uygulamaya çalışmamak pek mümkün değil.

Mumluk mesela...Dört tane melek, bir halka şeklinde konulmuş o halkanın altına mumlar yandıkça tepedeki kısmı sıcaktan döndüğü için beraberinde melekler de dönüyor. Bu, herkesin evinde olan bir gelenekmiş. Ben hatırlamadım ama zaten gittiğim bir keredir İngiltere'ye Christmas'da ve daha evli değildik, öyle kuş gibi bakakalmıştım herşeye, o kadar detayı hatırlayamıyorum.

Hatırladığım en fazla detay, dişlerimin ciddi derecede birbirine vurmasıydı :) Tabi ki, onunla sınırlı değil. Zaten oldum olası derin kırmızıyı ve nefti yeşili çok sever, birbirine de acayip uyumlu bulurum ve İngiliz tekstili...Bayılırım. Onların o desenleri ve klasik kalın perdeleri falan...Şömine esprisi, sopsoğuk bir havada içilen ılık kırmızı şarap...

Catherine'de bir de uzun bir masa ve üzerinde insanın içine işleyen kırmızı bir örtü gördük. Daha doğrusu eşim fark etti. Spinneys'den almış.

Ayın 5'inde Çarşamba günü, hem kurabiyeler için malzemeleri, hem de bu örtüyü ve birkaç dekorasyon zamazingosunu bulmaya gittim. İki tane kalmıştı. Bir tanesine bayıldım, biraz tuzlu olsa da aldım ve masama serdim. Geçen senelere göre bir de masa örtüm eşlik ediyor bu sıcak ortama:)

Şimdi de ışıkları yanıp sönen ağacımız karşımda, bunları yazayım dedim. "Home home sweet home." derler ya, o durumlardayım. Evin büyüklüğü küçüklüğü değil benim için, yarattığımız atmosfer ve nereye gidersek gidelim bizimle birlikte gelen bu huzur...Onu çok seviyorum. Evimde özgür olmayı, televizyon seyretmek istemeyince bu sessizliği koruyabilmeyi...

Aslında, her zaman akvaryuma da çok sıcak baktım, hatta annemle yaşarken vardı ama artık hakikaten bitki bile alırken elim gitmiyor. Önümüzde gelen bir tatil var ve karı, koca, çocuk nasıl gideceğiz sorusu beynimizi kemiriyor. ( LAyla'nın bırakılması konusunda düşüncelerimi ve iç sıkılmasını daha önce de yazmıştım )

Dün sabah, ( Ayın 6'sı Perşembe günü ) okul için kurabiye yapımına giriştim. Önce, benim kullanacağım Royal icing tarifine baktım, defterime notlarımı aldım. Kitaptan da bakarken daha önce başarılı ya da başarısız olduklarımı yazarım. Bunun için de tariflerin altına notlar kısmı ayırdım. Aldığım yeni kurabiye kitabından kurabiyenin hamur kısmını seçtim, şekillerim vardı, Catherine'den hani ginger bread gelmişti, tabi ki Christmas'ın olmazsa olmazlarındandır, onu da çıkarttım. Sabaha başlarken köpeğimle yürüyüş, ardından güzel bir duş ve kurabiye yapımı...Güya, kurabiyenin zeminini halledip üzerine royal icingle kaplı, geri kalan renklerle de detayları girecektim. Şeytan dürttü, bir de öbür dergide christmas için ne var diye baktım ve başka bir şey daha gözüme ilişti, iki kalıp kullanıyor birinci kalıp dışı, ikinci kalıp içi. Atıyorum mesela yuvarlak dışı, içine sığabilmeli tabi bir noel ağacı, sonra o boşta kalan kısma şeker kırıp koyuyor, o eriyor ve ortaya çok hoş bir şey çıkıyor.

Köşedeki bakkala gittim. Şekere bakacağım, yalnız kitabın yazdığı sugar free meyve özlü şekerleme. Tabi ki yok, ben de içimden şöyle diyorum; "Yahu bunun şimdi sağlıkla ne alakası var, orada kullandığına en benzer şekeri alıp kullanırım olur biter." Olmuyor işte! Aldığımla eve geldim, şekeri anlattığı gibi sarmısak kırıcısıyla kırdım ( tabi ki kokusu geçmesin diye torbanın içine ) ve boşluklara serptim. O da ne?! Yandılar çatır çatır!!! Neden? Neden olacak, tabi ki şekerden!

Demek ki, "sugar free" diye yazarlarken adamların bir bildiği varmış, daha sağlıklı olduğundan değil eriyip kremalize olmayacak diye. Alta da pişirme kağıdı koymuştum, o da o kurabiyelerin eriyik halini alan şekerine yapışmaz mı?! Aman Allah'ım ya, neyseki daha farklı şekiller de yapmıştım da onlar kaldı geriye. Yine de yeni yaptığım herşeye temkinli yaklaşmayı öğrendiğim için o deneme belki dört kurabiye ile kaldı, içine yaptığım şekiller de yanına kar.

Sonuçta bir sürü tiyom oldu, mutfağı topladım, yıkanacaklar yıkandı ki hakikaten renkli ve yaratıcılık isteyen bu işlerde çok dağılma ve kirlenme yaşanıyor, notlarımı defterime kaydettim. Sonra kızları okuldan almaya gittim, onları Anna'nın evine bıraktım çünkü Anna'nın babasının arabası bozulmuştu. Renklendirmelere devam...Sonuç çok güzel oldu :)))

Sabahleyin, ( Ayın 7'si Cuma ) halı gözüme ilişti, benimkine "Yıkasak şunu." dedim ve mutfak balkonundan aşağı sallandırdık :) Hemen alırsın eline gereken malzemeleri bir güzel halıyı hallettim. Asılı şekilde yıkadığım için de ne ağırlaştıktan sonra kaldırmak gerekli oldu, ne bir şey. Şimdi kurumayı bekliyor ama halı gerçekten evin eşyasını bir anda çoğaltan bir şey, salon sanki cascavlak kaldı, taşındık taşınacağız gibi, aman Allah korusun!

Aynı gün, okula gitmeden önce, Noel Panayırı için kurabiyeleri konuyla uyumlu Simpsons Happy Christmas versiyonu ile paketledim. Şöyle ki, altına Chloe'nin doğumgününden kalma kartonum vardı, üzerine kaplama kağıdım, bir güzel şekline göre kestim, kurabiyeleri koydum veee üzerine de streç film kapladım. Tabi ki kurabiyeler o dakikaya kadar buzdolabında soğumuş vaziyettelerdi. Bir zaiyat gelmedi, erime falan da olmadı. E gittikçe profesyonelleşiyorum malzemeleri tanıma konusunda, her türlü duruma göre ayrı krema yaratma durumları :)))

Diyorum ya asık suratlı, kurallara bağlı, çocuğa odaklı olmayan, ruha hitap etmeyen hiçbir kural ve kadie beni bağlamıyor. Yabancıların olduğu ortamlarda bu, sizin çocuğunuza özel diye yapılan bir şey değil. Her çocuğa aynı ilgi gösterilmeye çalışılıyor. Daha çok insanlara bireysel özelliklerine uygun olarak davranılıyor.

Noel şenliklerine gittik mesela değil mi? Büyük olan okulun çocukları ufaklıkları oynarken gözlemlemek, kuralları göstermek ya da anlatmak, biletlere bakmakla görevliler. Herkes değil, herşey gönüllülük üzerine kurulu. İnsanlar kendileri için değil çocukları için oradalar. Tüm babalar ve annelerin gözleri ufaklarında, ne kadar yapabiliyorlar, yardım mı istediler, hemen oradalar. Babalar özellikle annelerle yarışacak düzeyde, bazen annelerin olmadığı yerlerde bile görev başındalar.

İçerde, standlar kurulmuş, bir bölümünde rengarenk royal icing denilen kremalar ve süsleme şekerleri, çocuklar istedikleri rengi seçerek kurabiye dekore ediyorlar, onları ağaç parçası gibi bir şeye asıyorlar ve sergileniyor, kuruyor, ondan sonra yaptıklarını eve götürüyorlar. Hayvaları koruma derneği muhakkak bu tip oluşumlara katılıyor, hem ufaklıklara hayvan sevgisi aşılamak hem de oyunlardan kazanılan parayı onların bakımına aktarmak. Oyun oynanıyor, hediyesi de seçiliyor ama nereye gittiğinin iç rahatlığı hissediliyor.

Ayrıca içerde biz yetişemedik ama eşimin işyerinden arkadaşı İda'yla karşılaştık. Tam, müzik gösterileri bitmiş İda'nın oğlu Emillio'nun. "Seyrettiniz mi?" dedi bize ilgiyle, yetişemediğimizi söyledik, hemen ilk olarak kızımla sohbet etti tabi ki, neler yapacağını, gününü nasıl geçireceğini falan sordu, sonra da Emmillio'nun daha gitar çalmaya yeni başladığını, gruba daha henüz katılmışların bile kendine göre yeri olduğuna ve çaldıklarına dikkat etmiş, onu anlattı.

Bütün ebeveynelerin mutluluk duydukları bir şeydir bu. Ne olursa olsun çocuklarını grubun içinde görebilme duygusu. Üstelik Emillio'nun davranış sorunları var ve öğretmenler bunu velinin suçu gibi algılayıp, hepberaber çocuğa karşı diş bilemeyi seçmiyorlar. Çocuk her şekilde kendine bir yer bulabiliyor, dışlanmadığı ve agresiflikle karşılaşmadığı için de kendi kapasitesine göre maksimum gelişme göstriyor. Bir anda Chloe'nin Türkiye'deki ana okulu geldi aklıma. Elimde değil sürekli karşılaştırma yapmak ama orayı özel olarak bir yazıda anlatmak istiyorum. O hıyarlardan, cahil takımından aklıma geldikçe daha da tiksiniyorum.

Panayırda tabi ki başka firmalardan kendi yaptıklarını sergilemeye gelenler, takı yapanlar onları satanlar vesaire de vardı. At ve deve de... :))) Yine dikkatimi çeken şey, öğretmenler standlarda ürün satışını yapıyorlar, bu onların görevi. Ama dışarda görevli olanlar, sıra bekleyen öğrencilere bir bakıyorsun şarkı söyletiyorlar. Yani, hiçbir şey sıkılarak, dürterek yapılmıyor.

Bu sene yine güneş bulutların arasında kayboldu, serin bir rüzgarımız da vardı. Herkes çoluk çocuk oradaydı, kimse durup da birbiriyle konuşacak imkan bulamadı, çocuklar bir şeyden diğerine koşarken velilere zaman kalmadı. Geçen seneye göre sıcak tür yemek ( shmawma deniyor sanıyorum, döner yani ) bir standa indirgenmişti. Zira hatırlıyorum, geçen Chirstmas Fair'de bayağı bir yiyecek ellerinde kalmıştı ve kocaman paketleri 10 dirheme verdiler.

Daha alınacak ufak defek hediyelerin paketlenmesi işi var. Herkesin gönlünü alacak, bütçelerde delik açmayacak şeylerin araştırılması... Bu başlı başına zaman alan bir konu. Ayın onbirinde, Nativity Play denilen, Noel için çekim yapılmaya elverişli gösteri hazırlığı, ardından saat altıda yapılacak, herkesin katılacağı gösteri ve ayın 18'inde girilen ve Ocak'ın da 6'sına kadar sürecek olan sömestr tatili...

Hala inanamıyorum, tatilden döndük de yarı yıl bitti sayılır.

3 Aralık 2007 Pazartesi

Sobeeee!


Öhöm öhöm! Böyle mi denmesi lazım acaba? Elektra, beni mimlemiş, ben de diğer seçtiklerimi mimlemeden önce anlamış olduğum başlıkların bana düşündürdüklerini yazayım :)

Ben küçükken; Aklıma ilk gelen kar yağmış, okullar tatil...Arkadaşımın evinden (üst komşumuz ) kavak ağacının olduğu bölüme bakıyorum...Başka? Dışarı çıkmalarımız, erkekli kızlı grubumuz, gece ve kukalı saklambaç, bizim apartmanın bahçesi, arka balkonu bir sürü örtülerle falan kapatıp, içine kendi mekanımızı hazırlamamız ve evcilik oynamamız, yan mahalle...

Bakıyorum da o zamanda bile benim çok kendime ait bir dünyam vardı. Belki üç kardeş olmamıza rağmen abla ve abimle aramızda olan ciddi yaş farkı ve bu yüzden benim tek çocuk gibi büyümem buna en büyük etkendi.

Mahalle arkadaşlarıma gelince...Facebook çıkınca hepimiz olmasa da birkaçımız tekrar birbirimizi bulduk. Kızlarla aralıklı olarak hala görüşüyordum zaten ama eskisi gibi oldu mu? Sanırım bazı şeyleri olgunlukla ve tebessümle geride bırakmak lazım. Sürekli ittirmemek...Hayatlarımız kendi hızında akarken araya girmiş bir yirmi yıl! Ve hepimizin aklında ilk okuldan itibaren orta okul sona kadar uzanan dönemdeki kişilikler...Şimdiki ben'le, o ben arasında ne kadar büyük farklar olsa da Ben küçükken... diye başlayan cümleler bana hep o yılları hatırlatıyor. Bence, hatıralar hayattaki en değerli birikimlerimiz. Onlar bizi biz yapan tecrübelerin toplamı...

Ben aslında; üzüldüğüm zamanlar dışardan çok agresif gözüken bir insanım. İlla kendimi ifade etmeliyim, " Bak sen de burada şunu şunu söyledin, ben de böyle dedim." demeliyim. Sessizce biten ilişkileri kafamdan zor atarım. Aslında olayların öyle değil, böyle olduğu ile ilgili bir dönem sürekli kurarım. Bu, bazen yoğun yaşanan bir süreçtir ve belli bir zamanı kapsar. Ama şu aralar, konuşacak bir şey kalmadığını anladığımda ve konuşsan da bir şeylerin değişmeyeceğini bildiğimde, o "sessizce bitiren" kervanına katıldığımı fark ediyorum. Herşeyi geri almak için kavga etmenin gereksizliğini 35 yaşında kavramış bulunuyorum. Yine de, hala bana sorulsa karşımdakinin sorunların çözümü için konuşmasını isterim. Bunu genelde bulabildim mi? Hayır, bulamadım :( Belki, zamanında hayatımdan böyle çıkıp gidenler de benim 35 yaşında anladığım şeyi anlamışlar ve uğraşmayı, dert anlatmayı falan gereksiz bulmuşlardır. Aferim onlara :)

Çok çetrefilli yanıtlar oldu, farkındayım ama içimden bunları yazmak, cümleleri bu şekilde tamamlamak geldi.

İlk kopyam; değil de en başarılı kopyamı anlatayım. Lise ikideyim, sınıf birinciliğim var, felsefe öğretmeni korkunç sağlıksız, hep yağlı kıl tüy saçlarla gezinen, üstü başı bana öldü ölecek şimdi bu korkusu yaşatan bir insan. Sınıfımız felaket olanların arasında birincililik ile ikincilik arasında gidip geliyor. Ders işlemek neredeyse imkansız olduğu içindir ki bütün öğretmenler ya sınıftan öc alma ya da aman hemen kolay sorular soralım geçsinler kafamızdan atalım derdinde. Bu adam birinci amacın öğretmeni yani ya dökecek ya dökecek. Sınav olacağımızı biliyoruz, kağıtlarımızı çıkarttık bekliyoruz ama sorular korkunç! Çalışılması gerekmeyen ne kadar alt alta madde ezberi, tanım varsa onlar soruluyor. Ben ise, en ön sırada oturuyorum ve pozisyonum kitap açmaya çok da müsait. Açtım kitabı, çalışmışım da o yüzden cevapların yerlerini de biliyordum veee yazdım. Kan ter içinde tabi.

Felsefe öğretmeni, cümleleri aynen kitap şeklinde ezber isteyen bir insandı. Sonradan düşünüyorum da kendine göre sorunları vardı muhakkak, parasızlık, kötü bir yaşam standartı insanı o hale rahatlıkla getirir ama ne olursa olsun bu, öğrencinin kabahati değildir, bizlerin papağan olmasıyla çözülebilecek bir sorun da değildir, kaldı ki bu felsefe dersi! Sınavdan dokuz aldım, sınıf çöktü ama hiçbir zaman suçluluk falan hissetmedim, o adam bunları hak etti diye düşündüm. Bu en ciddi kopyam oldu, onun dışında duaları arkadaşımın sırtından okuyup da kelkenez gibi yakalandığımı saymıyorum.

Demek ki, inanmadığım şeyleri beyin almayı reddediyordu! Sınıfta dua okuyup, namaz kılmayı, bundan ders notu almayı, camiye gidince ortalamayı 10'a tamamalamayı hiç bir zaman onaylamadım hala da onaylamıyorum. Oh oldu! Onun dışında kimsenin kağıdına bakmayı gururuma yediremezdim, sevmediklerime de asla kopya vermezdim. Ne demek canım ben o kadar çalışmışım ders dinlemiş, ter dökmüşüm, sen gel benden bak en yüksek notu al geç, enayiyim ya! Velhasıl genelde böyle konularda vermeyi de almayı da sevmeyen bir yapım vardı. Hala da armut piş ağzıma düş tarzı tiplerden hazetmem, nokta!

Cep Telefonum; üç sene önce annemle Kadıköy'deki Evkur'dan aldık, eve gelirken çocuklar gibi şendik:) Hanyayı konyayı alt tarafı üç sene içinde anladık. Adilerin çalışmaması değil ondan önce biten pilleri problem! Daha önce de yazdığım gibi kullanılmaz hale gelene kadar iş gören bir makinayı niye atayım sorusu baki. Renkli ekranı yok, fotoğraf falan da çekmiyor da bunları yapan çok daha farklı makinalarım varken cep telefonum konuşmama yarasın yeter diye düşünüyorum.

En saçma huyum; Buzdolabına benim düzenim dışında yapılan yerleştirme, daha doğrusu kapağını açıp içine fırlatma şeklindeki düzenmele ( düzenlememe ) durumu. Deli olurum! İngilizler'in kahvaltı sofrası kurarken yalnızca bıçak koymaları. Her seferinde çatalı hatırlatmak. Bana göre çok normal ama benimkine göre tuhaf. Yani kızılması saçma, çatal değil :) Dolayısıyla, aslında buraya yazabileceğim huylar bana göre gerekli ama hayatı paylaştığım insanlar tarafından gereksiz abartı ya da saçma olabilir. Göreceli bir durum. Saçma ve komik bir yanım yok, tersine karşıdakine saçma ve antipatik gelen yönlerim olabilir. Bu da doğaldır.

Aşk; Heyecandan bağırsakların düğümlenmesi, yemek yenememesi durumudur. Yanaklarının kızarması, ellerinin terlemesi, O'nu her gördüğünde boğazından yukarı çıkan bir şeylerin geri döndürülme çalışmalarıdır. Her konuştuğunun ne kadar saçma salak olduğunu düşünmektir, kendini beğendirmeye çalışmak ama bu konuda ümitsiz hissetmekten korkmaktır. Aklında O'nunla ilgili fantazi üretebilmektir. Sonra da bunu düşünüp heyecanlanmaktır...Ne bileyim işte kökünde heyecan olan herşeydir aşk.

Dönüşür mü? Dönüşür, yıllar sonra kendini dingin, güvenli, sıcak bir yuvaya bırakır :) Bu dinginlikten önce yaşanan bu tempo da insanın yanına kar kalır :)

En sevdiğim bloglar; Bir kere ben bu ortama İngiltere'den mektupları okuyarak girdim. O, benim giriş bloğumdur :) Hala da çok ciddi takip ettiklerimdendir. Keçilerin Çobanı en fazla güldüğüm, içime sokmak istediğim bir kişiliktir. Uganda'dan Meltem taktir ettiğim gıptayla gözlediğimdir, Ayşe'nin Dünyası ve Mor Koyun en renkli, göze ve beyne hitap edenlerdendir, gençlik iksirinden yararlandıklarımdır. Ve hayatını bloğundan takip ettiğim, sanki yıllardır tanıdığım gibi hissettiğim, zaman zaman kendime son derece yakın bulduğum diğer bloglar...Onlar zaten listemdedirler :) Bakınız, sağ yan, alt taraf :)

Vazgeçtim, kimseyi mimlemiyecem :) Ben bu yazıyı yazıp da buraya koyana kadar olan olmuştur zaten :)

Elektra'ya tekrar teşekkürler ederim, hakikaten güzel oldu bu mimlenme durumu, başlıkları yazarken çok hoşuma gitti ve keyiflendim :)

1 Aralık 2007 Cumartesi

Açııımmm Aç!

Saat gece 22:00'ye gelirken bu kazılma duygusu yakama yapışıyor. Hafta sonları ya da tatillerde sabahleyin geç kalkılıyor. O da nedir, hani sallana sallana bir kahvaltı deriz, 10:00 civarları... Sonra, öğlen yemeği saat 14:00 desek, akşam yemeğini de ufaklık yatmadan önce hazırlamak lazım. Hepsi arka arkaya geliyor, ben de aksi gibi ya öğlen yiyeceğim, ya akşam. İki öğün çok kuvvetli oldu mu yok, gitmiyor. Gitse de vicdan muhasebeleri başlıyor.

Bugün ( Cumartesi ), sabah kahvaltıdan sonra toparlanıp çıktığımızda saat onbiri rahat bulmuştu. Maaş aldık ya, hemen ihiyaç sırasını halletmemiz lazım diye ilk elden ayakkabıcı turuna başlandı. Allah'tan yakında Shoe Mart denilen, nedenini anlayamadığım şekilde iyi kalite ayakkabılarında ucuzluk yapan bir mekan hedefler arasındaydı.

Shoe Mart'tan önce aynı mekanda yanyana sıralanmış olan Baby Shop'a girdim kızımla. Acayip bir anlayış... Kışın 25 hatta bazen 30 dereceyi bulduğu bu mekanda ciddi ciddi kazak, atkı, eldiven v.b... satışı var. Ama kışı içerlerde yaşatıyorlar maşallah. Alışveriş mekanlarında donma tehlikesi baki. Doğaya gereksiz salınan CO2 de cabası. Yahu, dışarısı püfür püfür eserken, içerlerinin hala 15 derecede tutulma telaşı neden? Dolayısıyla, öyle bir diş takırdatıyoruz ki yanımda bir koca eşantiyon çanta, içinde benim ceket, kızın pantalonu, sweatshirt'ü, çorapları ve bir de hırkası...Durmadan değişen bir hava trafiğinin ortasında kalmak ve bu durumda hasta olmamayı becermek de buranın bir diğer öğretisi.

Geçen sene indirime girmiş olan mağazadan ( yine ShoeMart'dan ) 10 liraya düşmüş beden eğitimi ayakkabısıyla İngiltere'nin çamurlarını bile geride bıraktığımız için artık ufaklığı o ayakkabılarla okula yollamak biraz abartı olmaya başlamıştı. En son ayakabının çapraz bağcık kısmının ek bölümü koptu, e sabahın körü okula gidilecek hemen o gün bizimki bir Mc Gayver projesi uygulayarak ayakkabıyı eskisinden daha kuvvetli hale getirdi ama görünüş falso, ertesi hafta arka tarafı çökme yapınca tamam dedik, maaş alınır alınmaz ilk hedefimiz ayakkabıcı...

Okul ayakkabılarına gelince...Siyah olacak, ha spor ayakkabıda azıcık farklı renkler olabilir ama ana renk onda da beyaz olmalı. Geçen sene aldığımız okul ayakkabısı da iyi bir marka olup bayağı da güzel bir indirime gitmesine rağmen ön kısımları soyuldu, iyi mi?!

Dolayısıyla, listemizde küçülmeyi başarabilmiş derecede çok giyilen açık ayakkabılarımız, spor ve okul ayakkabılarımız vardı. Hepsini tek yerden hallettik. Baby Shop denilen kazık ve trendy kıyafetleri satan değil de yine her bir üründe sebepsiz yere %25 indirime giren Shoe Mart'tan :) Listeye ben Lee Cooper'ın son derece spor, asker kumaşı gibi olan, krem rengi bir omuz çantasını, eşim onların klasik sevdikleri parmak arası yine Lee Cooper, deri ve son derece sağlam terliklerini ekledi. Toplam Türk lirası ile 100 liralık bir alışveriş yapıldı. Düşünün işte, bu parayla biz kendi memleketimizde ancak belki o terliklerle benim çantayı alabilirdik.

Eve vardığımızda saat ikiye geliyordu. Oradan Christmas için aileden gelecek parayı da katıp bakacağımız bisiklet sevdamızdan vazgeçmek zorunda kaldık çünkü pek bir şenlikliydi trafik(!) yol üzerinden hazır pizza aldık ama akşama yemek yoktu tabi ki de her bir öğünden sonra yemeğe girişmek de bayıyor insanı! Dünden balık almıştık, burada satılan creamdori diye bir balık...Fleto satılıyor süt gibi bir eti var ama gel gör ki bende ne yapacak enerji, ne istek ne bir açlık emaresi...

Kiraladığımız Shrek 3'ü seyrettik saat oldu 17:00, köpekle çıkıldı gelindi derken saat 18:00, patates salatası yapalım bari dedim isteksiz bir şekilde ve onu hallettim. Ufaklık bize kitap okudu, spellinglerini yorgun olduğunu söyleyerek üçerden yazmadı, yarın onu halletmesi lazım.
Balık torbanın içinden pek de içaçıcı çıkmadı sanki. Hasta da olacağım ya hem sinirlerim hem de beş duyu organım ayakta şekilde dolaşıyorum. Benimkini çağırdım, arabasının dikiz aynasını cama yapıştırma çalışmalarını yeni bitirip totosunu bilgisayarının karşısına konumlandırmıştı ki benim dırdırlanmamla kendini balığın başucunda buldu. Yaptık kısaca ama yedim mi? I ıh! Ne yapayım, canım istemedi ve şimdi ne oldu? Klasik bir şekilde karnım zil çalıyor. Sonra ne olacak? Onikiye kadar sabredip o saatte anasını satayım diye bir şeyleri tıkıştırıvereceğim.

Öfff! Bazen diyorum hamile kalsam da bu ince kalma derdinden kurtulsam yahu! Hani homini gırtlak giderken " Bebeğe bebeğe... Kendim için istiyorsam namerdim!" halleri vardır ya, hah öyle olsun istiyorum. O zaman da mide bulantısından ve paslı dil durumlarından ne, ne yediğini anlarsın ne bir zevk alırsın. Iyyy ıy!

Cuma günü sabah ise ilk iş, aylık toptana gidildi. Artık, bundan sonra tuvalet kağıdıymış, şampuanmış, şuymuş buymuş Carrefour'dan hallediliyor, gerisi sebze ve meyve konusunda yakınımızdaki Spinneys...Hem daha taze hem daha yakın ama biraz kazık...Olsun çok büyük farklar yok, zaten enayi yerine konulacak fiyaları biliyorum. Mesela, bu hafta ıspanağın kilosu 22 milyondu :)))) Yaaa, işte böyle. O hafta da ıspanak yeme canım değil mi? Allah Allah! Yeşil top salata 8 mil! Carrefour'da yerlisini 4'e aldık mesela.

Toptandan sonra eşimi de yanıma katıp ufaklığın bir arkadaşının doğumgününe gittik. Parti verilen yer bir binanın 24. katıydı. Herşey kuşbakışı şekilde, deniz manzarası eşliğindeydi ama pencereler mi açılmıyordu yoksa? Binanın dışarıya bakan penceresinden herşeyi kuşbakışı seyrederken depremi düşündük. Amaaan, yok bizim ayağımız öyle topraktan çok tepelere kaymayacak. Bu arada, yine donduk. Dişlerimiz birbirine vurdu. Oyun oynanacak, tırmanacak edecek bir bölüm, bir buz pateni, bir de bowling mekanı...Çocuklar bu üç yerin arasında mekik dokudular. Doğumgünü odasında birkaç oyun oynattılar, kızlar ve erkekler olarak gruplanılacak şekilde. Bol müzik ve gürültü, anlaşabilmek ve anlatabilmek için çok bağırmalı sohbetler... Akşama doğru altıda bitti, eve gelirken doğumgünü çocuğunun annesi de hediye hazırlıyor ya burada, bizimkinin Carrefour'dan istediği boyama zımbırtısı geldi. O yüzden dönüş yolunda çocuklar gibi şendik.

Bu arada, eşimin doğumgününde olması ciddi bir sükse yarattı. "Nasıl yani?!" olundu. O'da herbirine geçmiş yıllardaki durumunu, stresten ve zamansızlıktan nasıl saç baş yolduğunu anlattı. Aslında, bana göre master bir yerde, sıkıcı ve zorunlu sosyalleşme anlamındaki partilere gelmemek adına da bir bahaneydi ama olsun, ikimiz de bunu bilmiyormuş gibi davranıyoruz, iyi oluyor, kavgadan kaçınma psikolojisi :)

Buranın milli bayramı...Perşembe günü eşim okuldaki kızların isteği üzerine onların milli kıyafetlerini giydi. Bir gece önceden öğrencilerinden birisi abisinin kıyafetini getirmiş bizimkine. Akşama doğru işden eve geldiğinde alı al moru mordu, hayatta hiçbir ortamda öne çıkmayı sevmeyen adam 500 tane kızın " Ne olur bir fotooo!" talebinin tam ortasında kalmış. " Aman, birkaç saat o ünlülerin nasıl hayatlar yaşadığını deneyimledim, olmaz olsun!" falan diye anlattı.

Dolayısıyla, iki gün daha tatiliz. Ben de diyorum tatiliz çünkü sabah altıda kargalar bokunu yemeden kalkma, tuvaleti paylaşamama, mutfakta zikzaklar çizerek kahvaltı hazırlama telaşı yok!!!! Yeme de yanında yat yahu!

Haftaya Cuma saat 14:00-17:00 arası Christmas Fair denilen okul şenlikleri var. Perşembe gününe kurabiye hazırlayıp götüreceğim. Satılması için...Böyle zamanlarda biz velilerden yapılabilecekleri rica ediyorlar, kimse bir şey yapmak zorunda değil ama gönüllülük usülü kim neresinden tutarsa oluyor ve okula gelir elde ediliyor.

Bugün, çok güzel bir kurabiye kitabı aldım. Uygun malzemeleri bulsam...İnternetten de getirtilebilir ama o olaya bir türlü güvenesim gelmiyor işte. Yani, bütün kredi kartı bilgilerini ver Allah'ın tanımadığın etmediğin bir küçücük firmasına, onların güvenlik derecelerinin iyi olmasına dua et. Alışverişin miktarı değil burada önemli olan, bilgilerinin el değiştirmesi. İnternet alışverişini kastediyorum.

Cuma ve cumartesi böylece geçti. Pazar günü bisikletlere bakmaya indirim var denilen Toys'r Us'a gittik. Buradaki veletlerin hepsi sanki ana karnında gelişmiş gibi çıkıyorlar, ne tuhaf, Chloe'nin neredeyse bütün arkadaşları iki tekerlekli bisiklete biniyor, derin suda kabarcıklar çıkartarak yüzüyor, atlıyorlar falan...Anna buz pateni yapıyor, bu sene piyano çalmaya başladı. Cheryl'ın kızı da annesi piyano çaldığı için derslere devam ediyor ve çok da başarılı gidiyor. Kızların ikisi de baleye gidiyorlar. Daha doğrusu anne babaların, görüldüğü üzere imkanları arttıkça çocuklar da bundan büyük bir mutluluk duyuyorlar. Dünyadaki herkesin kendine göre farklı kabiliyetleri var, ne mutlu bunları görüp geliştirebilme lüksü olanlara...

Ben de ufaklığın dışarıya çıkılabilecek zamanlarda yürüyüşte falan bisikletine binebilmesini istiyorum. Amacım, zorlamak, hazır değilken bir şeyleri ittirmek değil ama nasıl ki insanın arabası yokken kullanmayı öğrenemez bu da aynı durum. Babamız Chloe'nin spor insanı olmadığını daha çok yaratıcılık, resim gibi konularda çok başarılı olduğunu düşünüyor, benimse gözlemim ufaklığın kendinden beklenmeyen bir sürü şeyi son derece severek, isteyerek geliştirdiği...Yüzme gibi mesela.

İnsanların aklına yapabileceği şu yönden gelmiyor olabilir çünkü çok narin bir yapı, ince de...E benim çocukluğum farklı mıydı? Bu soruyu sormak lazım. Teyzem bize geldiğinde ne kadar üzülürdüm. Güya, O kendi kendine espri yaptığını zannederdi ama iki çatalı yanyana koyar anneme; " Selma, bu senin kızın bacakları..." der ve onları yürütürdü. Ne tuhaf değil mi, yıllar önce ölmüş gitmiş teyzem hakkında aklımda kalan bu ve annemin ne kadar sessiz, cevapsız kaldığı...Sonra ver elini doktorlar " Bu çocuk niye bu kadar zayıf?" balık hapları, kilo verdirme iğneleri, iştah açıcı şuruplar...

Her anne çocuğunun iyi yemek yemesini ister, bu doğal bir içgüdü ama her bireyin de bir yapısı var. Benim kız mesela çok ciddi yemek yiyen bir çocuk, evde dört dörtlük yemek hazırlayan bir insanım, o konuda da vicdanım çok rahat ama bazı gün olur daha az yer, bazı zamanlar aklımız çıkar bu kadar yemek nereye gidiyor diye.

Benim ise, şu başkalarının dalga konusu zayıflığım şimdiki yaşlarımda bana artı olarak döndü. (mü?) O zamanlar annemin imrenerek baktığı, güzelliğinden bahsettiği nice insanın çok ciddi kilo sorunları oldu. Ha, hala zayıf falan da değilim, 50 kiloya düşmem lazım ama olsun. Yani, demek istediğim insanlar değişiyor, metabolizma ciddi derecede yavaşlıyor. Kimse eskisi gibi fit, ince falan kalmıyor ( profesyonel bir şekilde, düzenli spor yapmıyorsa kastım )

Bu anektodları eklememin sebebi aslında ayakkabı ararken bir Arap kadının benim kızın zayıflığını söylemesi oldu. İçimden "Tittir!" dedim kendisine. Dışımdan da " Ben daha zayıftım çocukken."diye kesip attım. Sanki yemek vermiyoruz! Veya şeker, çukulata, yağ küpü besinlerle semirtilen çocuk daha makbul!

Ha, evet burada durmak lazım. Ben evde de şekerli malzeme barındırmamaya özen gösteriyorum. Yani, yemek yapmaya meraklıyım ama yağlı, kremalı, dondurmalı, şekerli sütlü, çukulatalı kekli menülerimiz yok bizim. Bu da başka bir sebebi olabilir. Ama zamanında annemin böyle dikkatleri falan da yoktu hala zayıftım, o da ayrı konu. Hatta, yiyeyim diye portakal kesilir şeker serpilirdi, süte illa şeker konulurdu, yoğurda şeker serpilirdi...Ben bunların hiçbirini yapmadım kızım da ne şekerli yoğurt arar ne süt...Yararı yok ki tersine çok zararlı şeker.

Sonra, oradaki spor açık ayakkabılara erkek ayakkabısı diye ki bence her iki cinsiyet de giyebilir onları, renkleri de kırmızılı lacivertliydi, " Onlar olmaz ama erkek ayakkabısı, sen prensessin!" diye müdahale ettiler. Ben de hala takmamaya yanıt vermemeye çalışıyorum. Ufaklık da ilgilenmedi zaten, yalnızca " Ben beğendim ama..." gibi bir şeyler geveledi ağzında.

Kendini ifade etmesini, istediği bir şeyi başkalarının saçma salak düşünce sistemine uymadığı için almak zorunda kalmamasını seviyorum. Bu, Türkiye'de sorun yaşatan başka bir konu. Benimki neden istemediği bir şeye yarım Türkçesiyle " Hayırrrrr!" diyormuş, sinirliymiş. Hiç de değil! Zaten ilk zamanlar kendisini ifade ederken çocuk düşünmek zorunda kalıyor bir de üzerine söylenen ters bir şeyde tek yanıtı hayır! Ne yapabilir ki?! A tabi, hayır demememeli, ne dersek evet demeli. Ay, işte o yüzden herkes kendi büyütsün valla. Zor insanlarla eğitim doğrularını falan paylaşmak...

Pazartesi evdeydik. Ağıcımızı kızımla beraber kurduk ve süsledik. Şimdi salonda, ışıkları pırıldayarak duruyor ve ben " Nasıl, ne zaman, kim?!, 2008?????" hallerindeyim. Babamız arabasının kapısı ne olacak diye gitti, döndü. Ben o sırada ortalığı makinaya vurdum ve koltuklarımızı sildim. O gün de öylece bitti.

Tatilin bize kazandırdığı kiralanan filmler kervanına Mr Brooks ( Kevin Costner ), Shrek 3 ve de Enigma'yı ekledik. Güzellerdi vesselam :) Artık o filmleri de yazmayayım, gözler kayıyor farkındayım :)

Yarın sabah ( günlerden çarşamba ) Layla'yı kesin yürüyüşe çıkartacağım. Kurabiyeler ve bazı diğer ihtiyaçlar için sabah yürüyüş ve basit bir kahvaltıdan sonra çıkacağım. Ufaklığın okul zamanına kadar...Dönüşde okul yolumun üzerinde, Chloe'yi alıp eve gelirim. Yemek ve göz kapama seansı...

İşin, esas acıklı yanı bir senedir bizimle yaşayan, her sabah iki saat bana iş yapmaya gelen sevgili yardımcımız buranın kanunlarının korkutucu unsurlarla bezenmesinden ötürü ev değiştirmek zorunda. Artık bizimle birlikte yaşayamaz. İçim o konuda kan ağlıyor desem yalan olmaz çünkü O'nun sayesinde günlük temizliğim, bahçem, araba, balkonlar yapılıyordu. Bunu bu şekilde düzenli çıkartmak kedinin kuyruğunu kovalamasına benziyor. Yaparım, her zaman da yaptım ama buraya ne kadar zaman ayırabileceğimden artık kuşkuluyum. Sabahlarım kendime ait olmaktan çıkacaklar eve endeksli olacaklar ne yazık ki. Disipline olmak zorunluluğu, olmazsa sinirlenme döngüsü... Hoşgeldin gerçek hayat!

İşte, böyle...