14 Kasım 2007 Çarşamba

Dinazorlar Diye Ders Konusu Mu Olurmuş?!

( 5 yaş T Rex çalışması )

Bu hafta ufaklık iki gün okula gitmedi. Virüs hala bedende, kendini belli ediyor, farklı yerlerde ağrılar sızılar yapıyor. Dünkü ve bugünkü sızlanma bölgesi dudak üstü, sağ yanak içi... Hani, kırıklık hissettiğimizde bir oramız bir buramız ağrır ya, aynen öyle.

İki gün için genelde ilk aşama, boğaz ağrısıyla başlayıp, sonra ateş ve kulaklara da yansıdığı için, evde dinlenmesinin çok daha faydalı olacağını düşündüm. Ya hastalığın karakterinden ki, herkes aynı semptomlardan bahsediyor, ya da evde kalmasının etkisinden ateşi çıkmadı, boğaz ağrısı da Allah'tan ilerlemedi. Tabi ki, ilk iki güne denk gelen yüzme derslerini de iptal ettim.

Bugün spelling testleri var. Dün, okuldan eve gelirken arabada radyodan yayınlanan müziği geri alamadığımız (!) için bile ağladığından, akşama doğru Anna'nın gelmesi, oradan da Bilim Müzesi'nde yapılacak olan doğum günü partisini iptal ettim.

Bu hastalık hallerinde ciddi derecede yorgunluk ve duyguları dengeleyememe durumları hakim oluyor, sürekli ota boka ağlama ya da gülme... Bunun sebebinin kontrolsüzlük olduğunu eşimle konuştuğumdan beridir ( Çünkü çocukluğumuzu hatırladık ve karşılıklı olarak aynı durumlar bizlerde de vardı dedik. ) Chloe bu tip tepkiler verdiğinde kızmıyor, tersine sakinleştiriyorum. Dikkat ettiğim, bu yaklaşımı benimser benimsemez kendini toparladığı oldu. Aksi taktirde, ben de sinirleniyorum değil mi, o zaman daha fazla ağlama ile tepki veriyor ki bunun ikimiz için de faydasından çok zararı var.

Neyse, aksi gibi de spelling test için İngilizce'de her kelimenin yazılışı kendine özgü ve gruplama mantığı da yüzde yüz işlemediği için tek tek kelime yazılışlarını öğrenilmesi gerekmekte. Mesela, bu hafta verdikleri grup -er ve -ur seslerini kapsıyor. Nedir o zaman, herd, hurt...Bu iki sesi çalışırken bir anda ortaya -ea da çıkabiliyor ( heard ) ve anlat anlatabilirsen mantığı! Dolayısıyla, kelimeleri yazma çalışması, sesleri duyması ama onun yanında çok da iyi ezber...

Böyle yorgunluk dönemlerinde biraz daha zorlayıcı hissetsem ve ders çalıştırmaya kıyamıyor olsam bile bu sabah spelling test için son rötuşları attık. Aslında belki bu şartlar altında çalışmaya gayret göstermek çok sert bir disiplin gibi görülebilir ama çocukların bundan bir şikayetleri yok gibi gözüküyor.

Sebebi, verilen yoğun bilginin oyun oynarcasına renkli ve yaratıcı temellere dayanması, bireysel gelişime, koyun sürüsü gelişimden daha fazla öncelik verilmesi... Teşvikle yapacağının en iyisini yapması ya da genelde tüm çocukların yapmaya çalışması ise benim için bahsedilmeye değer bir diğer teknik.

Disiplin derken, en basit görünen bir günün bile kendine göre disiplini var aslında. Örneğin, eve gelinmesi, yarım saat dinlenme, resim yapma, ondan sonra yemek yenmesi ve derslerin gözden geçirilmesi bir disiplindir, bunun tam tersi de kendine göre bir kural zinciri. Ben, Chloe ile bereber yarattığım bu disiplinin de bozulmasını, atlanmasını istemiyorum çünkü günü gününe işlerse, herşeyi yerli yerinde ve düzgün tutmak mümkün oluyor.

Dün değil evvelsi gün, okuldan çıkarken öğretmeni iki gün gitmediği için; " Chloe'ye gelmediği günler sınıfta yaptıklarımızı ve ödevlerini verdim, matematiği bitirmesi lazım ( bir sayfa zaten ) ama onun dışındakileri haftaya yayabilirsiniz, dert değil." dedi. Amaç, eksik kalınan kısımları tamamlatmak. Ama yorumsuzluk, yanında gelen ittirmece kaktırmaca, " Biz sınıfça bu düzeye geldik, kız geri kaldı." falan yok. Yine, burada yapılan benim mantığıma uygun. Verilen, yapılacaklar listesini bir baskı aracı olarak algılamıyor, aksine eksikliklerin telafisi olarak görüyorum.

Bu noktada, velinin okulla olan diyaloğu, çocuğun çalışmasına katkısı da çok önemli. Evde düzenli bir tempoyu oturtamamış velinin çocuğuna yansıttığı dağınıklık duygusu, O'nun bütün hayatına yansıyor bence. Böylece, disiplinsizlik de her alana hakim oluyor. Basit bir ev hanımı deriz değil mi? İşte, onu bile yapamayan, evinde yemeğinde, temizliğinde, çamaşırında, alışverişinde, hesabında organize olamayan bireyler yaratılıyor.

Yanlış anlaşılmasın, ev hanımlığı örneğini küçümsediğim için değil, otokontrolü en fazla olması gereken olduğu için verdim. Belki de bu sebeple yapılması en zor işlerden biri. Çünkü, klasik bir işyeri gibi başınızda amiriniz yok, kendi kendinize sorumluluk duygunuz hakim. Evde, akşam yemeğiniz hazır değilse ya da çok dağınık, kimse aradığını bulamıyorsa evinizden atılmanız, maaşınızın kesilmesi gibi bir durumunuz yok.

O yüzden, evde otokontrolü sağlamış kadınlara çok saygı duyuyorum. Çünkü bunu, zorunlu oldukları için değil aksine sevdikleri, değer verdikleri ve düzenle rahat ettikleri için yaparlar. Bu düzen de evdeki her bireyi etkiler. Bence, organizasyonsuz insan dışardaki bir işte çalışsa da çalışmasa da değişmez. Yalnızca, para kazandığı işini derleyip toparlayamadığı için işinden olma tehlikesi vardır. Çalışma hayatının beyin fonksiyonlarını arttırıcı etkisinin tartışılabilirliği ya da çalışan daha mı zekidir, evde oturan daha mı mongoldur sorusunun yanıtı gibi, benim için sıfatların kişilikler üzerinde fark yaratıcı bir etkisi yoktur. Organizasyonlu, yaratıcı, akıllı ya da olmayan tip insan vardır.

Neyse, okuldan eve gelir gelmez, bizimki yemeğinden bilmemnesinden önce matematiğinin başına oturdu. Para birimlerini öğretiyorlar, onar onar sayma ve ikişerden ekleme. Hemen onları oynar gibi topladı ve ardından okulda yaptığı ama yarım kalan diğer ödevine geçti. O sırada, ben yemekleri ısıtıyorum bir yandan. Ama yaptığı deniz canavarına inanamadım!

Ödev şöyle; Deniz canlıları okuma parçası şekline dönüştürülmüş bir şekilde anlatılmış. O bölümde okuma faaliyeti yapılıyor, tamam, yanına çok şirin iki deniz canlısı çizilmiş ve ne kadar farklılıkları olduğuna da dikkat çekilmiş. Şimdi, siz kendi deniz canlınızı çizin denmiş.

Benim kız üzerindeki pulları, kanadına kadar bir deniz canavarı resmetmiş. Ortaya öylesine mitolojik bir yaratık çıkmış ki, ilk bakışta zaten çizilmiş de içini boya dedikleri bile düşünülebilir. Resimde, detay üzerine detay yapılmış, tekrar okula geri gönderdiğimiz için scanner'dan geçiremedim, nasıl olsa dönem sonunda ödevlerle dönecektir. O zaman bloğa koymaya çalışırım.

Ardından, sorulara geçilmiş. Bu deniz canlısına bir isim verin demişler, bizimki yine acayip dinazorumsu bir isim uydurmuş, yazmış. İkinci soru; Deniz canlınız ne yapabiliyor? İşte yüzüyor ve uçabiliyor ayrıca kükrüyor falan filan. Bu şekilde dört harekette hem okuma hem anlama hem de yazma işi pekiştirilmiş.

Türkiye'ye geldiğim bu sene, okulda verilen dinazor konusunun çocuklar arasındaki popülerliğini konuşuyorduk. " Neden dinazorlarla bu kadar ilgileniliyor ki?" diye bir soru geldi.

Cevabı çok basit; Bir kere ilgi odağı olabilecek bir başlık altında dünyanın geçirdiği aşamalar, dinazorların biyolojik yapıları, yaşadıkları mekanlar verilmiş oldu. Bu kalemlere bakılacak olursa coğrafya, biyoloji, hayvan türleri, evrim teorisi, jeoloji, arkeoloji ve resim de işin içine sıkmadan, terletmeden katılmış bulundu.

Yani, bizim eğitim anlayışımızda üzerinde doğru düzgün durulmayan ve gereksiz addedilen bir dinazor konusu (!) buradaki çocuklar için bütün bu alt başlıklara (ama aslında ana dikkat çekilenmesi hedeflenenlere) balıklama daldıkları bir araca dönüştürüldü. Bundan daha doğru bir mantık olabilir mi? Destekleyici kitaplar o kadar renkli ve gözalıcılar ki yalnızca benim kız değil, ben de bu dünyanın içine daldım, hiç bilmediğim, öğrenmeye gerek bulunmayan (!) bir sürü canlıyı da tanımış oldum.

( Bu da "Dinazor Nasıl Çizilir?" diye aşamalarla anlatan bir kitaptan, ufaklık izlerken benim yaptığım bir çalışma, Stegosaurus )

Tabi ki, bu yeni konularla karşılaşıp öğrenirken sıklıkla da kendi çocukluk zamanıma dönüyorum. En büyük zevkim Türkiye'ye geldiğimde destekleyici yayınlara bakmak. Tatil kitaplarında hangi başlıklar nasıl sunulmuş onları gözden geçirmek. Bu sene yine soluğu çok geniş yelpazesi olan kitapçılarda aldım.

Sonuç? Okuma parçaları; milliyet, askeri değerler, atıyorum "Ayşegül dedesini ziyarette" şudur budur... Maalesef, bu şekilde, dinazor örneğimizdeki gibi verilen, yaratıcılığa dayanan bir şey bulunamıyor. Kuru kuru, dan dan bir eğitim sisteminde konuyu anlaşılır ve öğrenilir kılmak öğretmenlerin insiyatifine bırakılıyor. Veli, öğretmeninden memnunsa "Memnunum" diyor ama öğretmenin elinde bir program var o da Milli Eğitimin. Okula müfettiş geldiğinde sorgulanan da işte o program. Şu ağırlıktan, ciddilikten silkinilmesi gerekiyor. Acilen hem de! Kotrol edilmesin demiyorum, tepeden inen gri yakalı, inek kılıklı, bıyıklı, önünü iliklemeleli, yalakacı, ezberci eğitimin değişmesi gerektiğini, kotrollerin de o kaliteye yükseltilmesi gerektiğini söylüyorum.

İngilizce ders verirken müfettişler gelirdi. İngilizce'den çakmayan bu insanların elinde ta köylerindeki okullarda okurken meteryalsizlikten, birbirinin içine geçen plastik bardağı nasıl da koni olarak gördüklerini anlatırdı bu insanlar. Şimdiki zamanın ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalışırlardı yeni nesil öğretmenlere. Büyük babanın küçük torununa " Bizim zamanımızda bunlar yoktu evladım"ından başka ne olduğunu anlayamadığımız konuşmalardı bunlar. Herkes öfler püfler defterine sıkıntıdan şekiller çizerdi.

İşte, ha öğretmene bir şey kazandırmayacak bilgiler ve öğütlerle gelmiş müfettiş, ha dersini monoton şekilde anlatan bilgisiz, yaratıcılıktan uzak sıkılınca da " Susun bakim!" diyen öğretmen. Benim en sevdiğim ve belki daha önce verdiğim örnek; Karısını döven adam, çocuğunu döven kadın, kediye tekme atan çocuk...Nesillere hükmeden ölü toprağı gibi bir şey bu!

Ağırlık ve ciddiyet kavramı bizde, disiplinle de karıştırılıyor. Çocuklar burada ne kadar konunun içine dalarlarsa, o kadar konsantre olabiliyorlar demektir. Bu da sınıf içi disiplinin sıkıcı ders anlatan öğretmene göre çok daha başarılı şekilde yürütülmesini sağlıyor. Çünkü, öğrenci ve öğretmen beraber çalışıyor. Öğretmen, sıkıcılıkla dikte eden, öğrenci de aman ders bitsin de çıkalım diyen konumda olmuyor.

Sınıflarda İngilizce öğretmeye çalışan bilir. Meteryalleri bizim klasik derslere göre öyle renkli, müziklerle, resim ve oyunlarla pekiştirilmiştir ki sınıf ilk aşamada ne oluyor?! hallerine girer. Beraber çalışmaya alışkın olmadığı için de oyun oynamayı öğrenmenin bir aşaması değil, disiplinsizlik ve arkadaşıyla konuşma kaosu olarak algılar.

Başlangıçtan itibaren eğitimin renkli olması, dikkat ve ilgi çekmesi, öğrenirken merak uyandıran bir halde sunulması lazım. Bilgi keşfedilmeli. E haliyle, bu programları yapanların, dayatanların, müfettiş gönderenlerin, uygulayanların daha neşeli, daha yaratıcı olmalarını gerekli kılıyor. Çok uzun iş yani :( Kimsenin buna harcayacağı ne zamanı var, ne de parası. Kısacası, nedir? Programı yapan da tembel ve o eğitimi almış, nesillere uygulama mantığı da çizginin dışına taşıyamamış. Bu kadar basit!

Peki, özel okullara gidiyorsunuz da iş bitiyor mu? Onlar da Amerika Birleşik Devletleri'ne değil Milli Eğitime bağlı. Okutulacak kitapların konuları Milli Eğitimle paralel. Ha, orada yapılan, uzay konusu işleniyorsa efendim ( ki başlıklar da Milli Eğitim tarafından verilir ), öyle yapmışlar şimdi, bir ton para döktüğün çalışma kitapları zavallı devlet okulu öğrencisinin okuduğu beşinci kaliteden sarı kağıda değil de, birinci kaliteden beyaz kağıda basılı ama gel gör, yine resim çizemeyen bir sürü garibetin resmetmesiyle pekiştirilmiş (!) kalıp öğrtenci kıyafetleriyle Ali otobüste (atıyorum) okuma parçası. Oku, soruları cevapla.

Bizlerde özel okullara bel bağlamak daha beyaz kağıttan kitap okunması, İngilizce derslerine verilen önemle sınırlı kalıyor. İngilizce ders anlatmaya çalışan, elinde meteryaller, farklı bir eğitim anlayışının ürünleri olan yabancı öğretmenler de Türk okullarında bu sorunlarla yüzleşiyorlar. Geriye, sınıf öğretmenlerinin elinde askeri bir disiplin, şarkı söyleten, oyun oynatan branj öğretmeninin elinde bir koca sıfır kalıyor. Branj dersi öğretmenleri, dersleri daha yaratıcı olduğu ve bunu uygulamaya çalıştıkları için daha disiplinsiz daha önemsiz insanlar olarak addediliyor.

Ve ayrıca, çok büyük paralar ödeniyor çocukların eğitimi için. Bu, Avrupa ülkeleri'nde bir hak! Özel okulun verdiği eğitimin yanında daha kalitesiz, daha somurtuk, sevimsiz, kalabalık eğitim almak kader değil. Sebebin, devletin fakirliği olması hiç değil!

Esas, dağılımı yaparken o kaleme gereken özenin gösterilmemesi en büyük sorun. Bunun hakkını soracak kişi ise ülkenin vergi veren, karşılığında hizmet talep eden vatandaş. Verginin %40'ının kaçırılıyor olması, bunu devletin ne menemse (!) bir türlü takip edememesi... İnsanın Allah Allah! diyesi geliyor. Bu vergileri kaçıran ama herkeslerden iyi harcama yapabilenlerin harcamaları da takip edilemiyor (!) ama yine ne tuhaftır ki bilgisayar dünyasında bir bakıyorsunuz kıçı kırık bir şebeke milyar dolarları kredi kartı bilgilerine girerek iç edebiliyor. Koskoca devlet erkanı vergi kaçıran bu zibidilerin kredi kartlarını falan da bilemez tabi!

Eğitim konusundan ve hatta dinazorlardan :) nerelere geldiğimin farkındayım. Ama sistemlerin içinde hiçbir şey birbirinden bağımsız işlemiyor. Devlet yönetmeyi yalnızca kadınların kafasındaki türban olarak görenler için kuşkusuz böyle kafa karıştırma teknikleri mübah. Beyni sepelekleşmiş, jöleye dönmüş nice insanın soru sorabilme, düşünme yetileri de köreliveriyor. Zengin olan hemen özel okula yolluyor, gerisine ben karışmamcı zihniyet beliriyor, devlet okuluna göndermek zorunda olan gariban da bir tutturulmuş " Herşeyi devletten beklemeyin!" zırvasını " Ne yapalım, bu kadarına gücümüz yetiyor." diyip konu rölantide bırakılıyor. Yıllardır Türkiye'de yapılan bu!

Kendi adıma çocuğum bu şartları yaşıyor, gerisi beni ırgalamaz derim değil mi? Hayır işte, öyle hissedilmiyor. Maalesef, desem daha doğru olacak. Ama o zaman da hayatla kavgam bitmiyor :( Sürekli bir "neden neden?!" sorusu beynimin içini kemirip duruyor.

Kısa ve öz, bu kalitede ve mantıkta bir eğitime dünyadaki tüm çocuklar sahip olmalı. Ve işini iyi bilen, devrim yaratabilecek insanlar eğitime ve sağlığa el atmalı. Yoksa, Türkiye daha çok nesillerini bu şekilde harcayacak. Nokta!
Resmi buradan yükledim.

12 yorum:

Adsız dedi ki...

Valla kedicim eğitim konusunda yaptığın yorumlarda çok haklısın.
benim ufaklık anasınıfında ilkokuluda aynı okulda devam ettirmeyi planlıyorum.Ama devlet okullarınıda araştıracağım.Çünkü gerçekten müfredat olarak hiç bir fark yok.Seninde yazdığın gibi İngilkizceye verilen önem belki biraz daha fazla sonra sınıflar çok kalabalık değil sosyal faaliyet anlamında belki daha iyi.
Bazen düşünüyorum amaç yabancı dil ise ben o parayı biriktirip ileride çocğumu amerikaya yada ingiltereye gönderir çok daha iyi ingilizce öğretebilirim.Az değil en ortalama bir özel okul senelik 10,000 ytl !!!!Çocukların hazırlandığı sistem aynı.ezberci sınav sistemi.Artık reklam yapılırken işte hangi okuldan kaçtane üniversite sınavını kazanan çıktı şeklinde reklamlar.
Tamamen ticarete dönmüş durumda.Hatta inanamadığım bir olay daha var.Başarılı zeki çocukları okula ücretsiz olarak alıp başarı ortalamalarını yükseltiyorlar.Buda üç kağıtçılığın farklı bir boyutu.
Bizde sırtından para kazanılan ebeveynler oluyoruz maalesef.
Devlet okullarına gelince karşı komşum kızını gönderiyor.Kendisi bizzat şahit olmuş.
sınıfta öyle bir ders anlatması varmışki dediki kesin çocuklardan birisini boğazlıyor ..hatta kızının ilk günkü hevesi kaçmış gerilemeye bile başlayınca öğretmeniyle konuşmuş.
ben çalışan bir anneyim yeteri kadar dersleriyle ilgilenemeyebiliyorum ne yapmalıyım demiş.Öğretmenin verdiği cevap çok acı.
ben öğlene kadar boşum birkaç çocuğu ayarladım özel ders vereceğim demiş!!yaa bu çocuklar daha 1. sınıfta yuhh!!artık.
bu sadece örneklerden bir tanesi.
Tabii durum böyle oluncada diyorsunki hadi kazanıyorken parayı vereyim çocuğum hiç olmazssa kişilik olarak aşağılanmadan daha nezih bir okulda okusun.Aile olarak çocuğumuzu düşünmek zorundayız.
Evet bende katılıyorum eğitim kesinlikle devletin sorunu olmalı.
ve bu eğitim sistemi sayesinde rant sağlayan inasnlar olmamalı.dersaneler özel okullar..gibi.
Ama şu çarkı değiştirmek gerçekten imkansızlaşmaya başladı.
artık öyle bir duruma gldiki bazı okullarda dua ezberleyen çocuğun zayıf notu yükseltiliyor..
Yaa işte böyle kedicim artık okulda nasıl olmalı bunun bile zor yapmaya başlayacağız.hedeflenen tek şey üniversite sınavları yada işte ortaokulda ki kolejlerin nasıl kazanılacağı kaç dakikada kaç soru çözülebilir falan filan..
böylece de düşünebilen çocuklarımız iyice körelecek.sistemi sorgulamadan boyun eğecekler.
nasıl organizasyon ama.
işte böyle.Kedicim..
senin ufaklık orda aldığı eğitim + yabancı dil bilgisiyle ki ikinci 3. yabancı dilide olacaktır hayata 1-0 önde başlamış oluyor.
seni öptüm görüşürüz yine.

evinkedisi dedi ki...

Ülkü'cüm;
Ne güzel, uzun uzun ilk yorumu senden almışım :)

Türkiye'de özel sektör okulları vakıf değil özel kişilere ait oldukça bence bu sorun devam edecektir.

Bu adamlar, eğitime yatırım yapıyorlar havasında çok kaymaklı bir yoğurdu kemirip, bir sürü giderlerinden kısıyorlar. Okula giren milyar dolarların yalnızca ufak bir miktarı çeperin yıkama yağlamasında, büyük bir kısmı okul sabinin kişisel ödemelerine harcamalarında.

Son yıllarda okula alınan yabancı öğretmenlerin çok maliyetli oldukları söylenerek bu konuda da ciddi bir kalitesizliğe gidildi. Aynı şekilde ana okullarında esas bire bir çalışan, yardımcı öğretmen gibi gözüken genç kız kalabalığı da SSK'sı bile yatırılmayan, çocuk gelişiminden mezun, başka iş bulduğu an işi bırakıp kaçacak olan yığınlardan ibaret. İşveren olan eğitim misyoneri (!) nereden kıssam da karımı arttırsam mantığıyla çalışıyor.

Veliler de korkunç hale gelmiş ve getirilmiş, aslında devletin birinci görevi olması gereken devlet okullarının halini görüp yemesinden içmesinden kesip özele yolluyor.

Ne olacak bunun sonu hiç bilemiyorum. Yıllık 10 milyarı kaç kişi çıkartabilir? Bir de insanlar morgade diye ev satın alma sıkıntısındalar, aylık en az bir milyar evlerine ödeme yapıyorlar.

Çok olumsuz yazdığımı biliyorum ama böyle düşünüyor, böyle hissediyorum. Sessiz kalana, bir tek lafı olmayacak kadar bilgisiz olana, hakkını soramayana acayip sinir oluyorum. Tamam, tartışmak belki bir yere getirmiyor ama olsun yine de insanların düşünebildiklerini ve varolan ortamı sorgulayabildiklerini gösteriyor. Biraz olsun rahatlatabiliyor.

Yorumun için çook teşekkürler. Görüşürüz.

kecilerin cobani dedi ki...

evinkedisicim. cok doygun bir yazi ve cok guzel.
oncelikle ustteki resim chloe'nin mi tam anlayamadim ama ustunyetenekli bir cocugun elinden cikmis oldugunu dusundugum kesin. renkler, kompozisyon, yaraticilik ve cizim kabiliyeti olaganustu bence. muhtesem..
iki, cok gecmis olsun. kisa zamanda toparlamasini dilerim. ben de deniz'in hastalik kaprislerinde ayni yolu izliyorum ve ikimiz icin de iyi oluyor hakikaten.
chloe'nin aldigi egitim dusunulecek olursa, cok sanslisiniz derim. hem o, hem siz. ben egitimin ne oldugunu ortaokulda gordum ilk defa. gercekten ne oldugunu. ama orda da soyle bir ikilem vardi. fransiz ogretmenlerimizle gecirdigimiz derslere bayilirken, aniden bir turk hocanin dersiyle tılsım bozulurdu. o kadar iyi anliyorum ki ne demek istedigini.
deniz dogdugundan beri zaman zaman geliyor bana, gitmek istiyorum buralardan ama gitmekle uc maymunu oynayacagimizi da biliyorum. ote yandan gitmek lazim iste yaa.
dusunsene daha bugun bir gazetede, cumhuriyette, milli mufredat kapsaminda cocuklara okutulan heidi kitabinda babaannenin tesseture sokuldugu yaziyordu. bir okuyucu onermis: peter bu yaz sunnet olsun, heidinin buyukbabasi hacca gitsin ve heidi de yasi gecmeden tesetture girip kuran kursuna baslatilsin.
trajikomik.

evinkedisi dedi ki...

Bence, Türkiye'deki eğitim sisteminde şu an dini unsurların öne çıkartılması konusunda çok büyük sorunlar var, tamam ama bundan önce herşey dört dörtlüktü de şimdi bunlar oldu diye bir şey yok. Belki Spider Man namaz kılmazdı ama (!) onun farklı görünüşteki ve daha gizli kapaklı halleri uygulanırdı.

Mesela, Din ve Ahlak bilgisi derslerinde yalnızca ve yalnızca Müslümanlık öğretilir, dua ezberletilirdi, adı üzerinde bütün dinleri öğrenmemiz, bunun dışında benim anladığım ahlaki değerleri benimsememiz gerekirdi ama hak getire tabi ki. Din ve Ahlak derslerinin taraflılığı Avrupa İnsan Mahkemesi tarafından da yargılandı o zaman da haydaaa iç işlerimize karıştı olur. Ama bazı konular var ki insanlara mantıksız dayatmalar uygulanıyorsa ve bunu nesiller boyunca yaparken bir veli çıkıp da dile getiriyorsa o zaman?

Yazdıklarına ben de katılıyorum. Ama hep bu böyledir, yazarsın, okursun, saç baş yolarsın...Ne değişir? Hiçbir şey! Belki o yüzden bu kadar insan suskun, hiç bilemiyorum.

Aslında, bazen bilgisayar normal hayatıma bu kadar girdiyi yüklediği için hiç olmasa mıydı dediğim de oluyor. İnsan kendi başına kalamıyor çünkü. Ben bunları yaşıyorum dünya bundan ibaret diyemiyor.

Resim, evet bizim kızın yaptığı T-Rex :) Güzel yorumların için teşekkürler.

Adsız dedi ki...

bugün Bir müşterim geldi İranla bir anlaşma yapmışlar.Müşterimde çok dindar bir adam.Dürüstlük falan diyince konuşurken mangalda kül bırakmaz.çeki sorulur adamı bulamzssın.1 saate kadar arayacağım der birdaha bul bulabilirsen.Bizim müslüman başka bir müslümanla bir bağlantı yapıyor(iran)
bu arada avrupa ülkeleriylede ticareti var.Onların ödemeleri sorunsuz gününde parası geliyor.
onlara güven sonsuz.Dedimki iranla nasıl anlaşma yaptınız .valla onlarla trink para dedi.parayı getirecekler malı alacaklar!!
Biri müslüman diğeri hıristiyan.
müslümanda ticaret yapıyor hıristiyanda ama hristiyanın tabiri caizsse onlara taktığımız lakap gavurun!!!! sözüne güveniliyor çünkü dürüstler

ama din müslüman kardeşe!!!!! asla güvenmiyorlar.ben olsam bende güvenmem çünkü tüm 3 kağıtçıllk var onlarda maalesef.

bu nuda niye yazdım senin konunla biraz kel alaka oldu ama.Bir arkadaş la aramızda bir sohbet gerçekleşti hala müslüman olmayanların cennete gidemeyeceğini falan filan söyleyip sonra dürüstlükten falan bahsettide..
oradan aklıma geldi.
okulda da din derslerinde bu tip bilgiler verilmezmiydi?
neyse öptüm

evinkedisi dedi ki...

Hayır, konuyla kelalaka değil, tersine çok güzel bir ekleme olmuş.

Bana göre de günümüzün hayat şartlarında evrensel değerleri oturtmuş, otokontrolü sağlamış, ahlaki değerleri benimsemiş bir toplum...Bunları, Müslümanlık ya da Hıristiyanlık, efendim Budizm diye gruplamamak...Herşeyin dibinde kökünde refah seviyesinin olduğunu bilmek...

Dini güzel ahlak olarak vermezlerse hep bu sorunları maalesef. Din, ya kadını kullanmada ya da hayatı yaşama kurallarını dayatmada mantıksızca kullanılmamalı. Varsa da bu tip zamanının gerisinde kalmış kadını erkekten ayıran ya da ne bileyim toplumda bir grubu diğerinin üzerine taşıyan akılla mantıkla, yürekle bunları elemeli.

Ben, Allah kuralları diye değişmeyen ve şekilciliğe dayalı, insanın ruhuna hitap etmeyen tüm bilgiyi kendi adıma kabul etmiyorum. Ha, bu da benim kişisel bakış açım, kimse kimsenin elçisi de değil, sorumlusu da...O yüzden de dayatma yapılmasın, özgür iradeye saygı duyulsun. Eğitim de bu kişisel özgürlüğe, özgüvene destek verecek şekilde oturtulsun.

Tabi ki, halkları koyun gibi gütmek isteyenlere uymaz bunlar. Uymadığı için de yıllarca Atatürk dışında toplumun ilerlemesi ile kimse ilgilenmemiş. Onlara ne ki, vur kafasına al lokmasını demek, Aman cehennemde yanarsın diye pırstırıp tırstırmak en güzeli.

Bunu yapanları sokaklara çıkıp kınamak değil yüreğimizde kınamadıkça, ben senin kalıbına girmek, senin gözünle hayata bakmak zorunda değilim demedikçe yani duruşunda kuvvetli olamadıkça balyoz hep kafaya inmeye hazır olacak.

Bunlar ütopik mi? Evet olabilir ama kimsenin kafasını açıp da içine bilgi sokamadıklarına göre bizlerin gözlerini dört açması gerekir.

Örneğin için teşekkürler o samimiyetsizliği ve şekilciliği çok iyi anlatan bir detay olmuş. Ellerine sağlık Ülkü'cüm :)

kecilerin cobani dedi ki...

hayir yani, sunu demek istiyorum. zaten hersey gulluk gulistanlik da bir de ustune simdi milli mufredatta din unsurlariyla mucadele edeceksin. en azindan benim zamanimda boyle bir baski hissetmedim, boyle sey gormedim...
din dersinin amaci nedir, dinleri ogret, istedigini secsin, resit olunca.
cok mu radikal bu dusunce? eger oyleyse, oyle olsun..
kimligimde muslim yaziyor, nasil yani kim bana sordu ki. turkiyede nufusun bilmemkaci musluman derken kime soruyorlar bu bir vicdan isi di mi.
egitimden dondum yine dine sardim. aaa.
chloe'inin ve senin resim yetenegine sapkami cikariyorum tekrar. ne guzel yaa, cok imrendim.))

evinkedisi dedi ki...

Canım çoban'ım;

Evet, bizim zamanımıza göre olaylar daha da beterleşti ama bizlerin zamanı da inan ki mini etekle 19 Mayıs'a çıkan annelerimizden daha beterdi. Böyle bir zincirleme :(

Teşekkürler :)

Elif Derviş dedi ki...

Evin kedisiciğim, yarama tuz biber ne varsa basmışsın valla...

Benim ilk işyerim bir dershaneydi, iyice sayılanlardan. Acemiliğimi atıp da iş dünyasının nasıl bir lanet şey olduğunu görmeye başladığımda öylesine mutsuz çalışmaya başlamıştım ki robottan farkım yoktu. En sonunda, 3.5 yılın sonunda yani, 6-7 sene öncenin parasıyla epey bir miktar tazminat vermeyi göze alıp bir gün içinde istifa ettim (şimdi gençlik işte diyorum!! Ama eşimin her koşulda bana böylesine destek vermesini de unutamam, çok mutsuzdum orada çünkü cidden)

Neyse...oradan öyle bir kaçtım ki, yeni girdiğim iş "hayatta yapmam" dediğim ilköğretim öğretmenliği oldu. Ben çocukları çok severim, çok da iyi anlaşırım, ama 30 çocuk aynı sınıfa doluşunca canavara dönüşyormuş, bilmiyordum...

Neyse, ben çok hevesliyim, çocuklarla, taze, kirlenmemiş beyinlerle, yaratıcı kafalarla uğraşacağım diye çok mutluyum...sınıfa girdim ilk gün...sorular soruyorum (özel okul bu arada), elime kalem falan almamışım, henüz tahtayı kullanmıyorum...istiyorum ki onlar benden çok şey katsın derse, ben kendimi onların hayalgücüne ya fikirlerine göre şekillendireyim...bir parmak kalktı, belki iki...çıt yok...zavallılar öyle alışmışlar ki hoca tahtaya yazacak onlar da deftere geçecekler, hocanın suratını değil poposunu görecekler....şatım kaldım...bir gün, iki gün, bir hafta, bir ay...sınavlar başlayacak, baktım "program" denen o lanet şeyden geri kalıyorum ve dikkatleri üstüme çekeceğim...moralim çok bozuk... üstüne üstlük bir altıncı sınıfım var ki dillere destan, okulun en haylazlarını bana vermişler özenle seçip sanki ve ben BAŞEDEMİYORUM....ve sonra inanamadığım bir şey oldu...ben, idealist öğretmen, çocuksever insan, yüksek sesten nefret eden kişilik hayatında kendisinden hiç duyulmayan tonlarda bağırarak susturmaya başladı çocukları...buna alışmışlardı çünkü, inanılmazdı... ve ben her akşam eve sesim kısık, mutsuz, tatminsiz gitmeye başladım...ve bir gün bir veli toplantısında velinin biri çok sessiz bir öğrencim için (ki bu çocukcağız o lanet sınıfta bile değildi) "sizden korktuğunu söylüyor" dedi...kalakaldım...korkar tabii!! ben bile korkuyordum artık kendimden... ve bu şekilde çok fazla dayanamayacağımı fark etmem çok uzun sürmedi...gitmek zorundaydım...sınıflarımı sene ortasında yüzüstü bırakamazdım çünkü o çocukların hepsini, en haylazını bile çok seviyor, kendimce onlara moral olacak, şevke gelmelerini sağlayacak şeyler yapıyor, eğitici ödüllerle ilişki kurmaya çalışıyordum... çok sevenler oldu beni, farklı bulanlar, "abla-arkadaş" gibi görenler, biliyorum, ama eminim nefret edenler de olmuştur, o küçük gibi :(( ödevler verdim, tamamen onlara, yaratıcılıklarına, hayalgüçlerine ait olması gereken ödevler...harika şeyler de çıktı, basmakalıp, ne yapacağını bilemeyen çocuklar da...öyle bir bastırılmış ki yaratıcılıkları...

İşe Eylül'de dönem başında başlamıştım ve ikinci dönemin başında iş aramaya başladım...Nisan'da hayatımda ilk defa büyük bir yalan söyleyerefk ve elime gözüme bulaştırmamak için telefonlara çıkmayarak bugün çalıştığım işyerinin sınavına girdim... kazanmasaydım da ayrılacaktım ama...çok kararlıydım..ne kendimi olmadığım bir canavara dönüştürmeye, ne de o çocuklara kendi iletişim kurma becerikasizliğim yüzünden avaz avaz bağırmaya hakkım vardı... ha biliyorum, işler öyle yürüyordu, hocaların %90'ı kızıp bağırıp korkutarak idare diyordu, ama ben bu değildim ve olmak istemedim...hayatımda ilk defa bir işte kuyruğumu kıstırıp kaçtım, hiç arkama bakmadan...daha sonra oradaki öğrencilerimden emailler aldığımda anladım ki onlar sevmiş beni her şeye rağmen (biliyor musun şu satıra geçtiğim andan itibaren tutamadım artık gözyaşlarımı bıraktım...)bana özel günlerde, ya da hiç özel olmayanlarda, verdikleri hediyeler, yapma çiçekler, elleriyle süsledikleri mektuplar hala duruyor. Ben de yıl sonunda hepsine teker teker onlar hakkındaki hislerimi anlatan ufak mektuplar yazıp vermiştim, saatlerimi harcamıştım beğensinler diye...beğenmişlerdi de...onlar beni affettmişlerdi belli ki, ama ben hala affetmedim, bağırdığım için, diğerleri gibi olmama engel olamadığım, sistemin içinde bir yıllığına da olsa eriyip onların bir parçası hale gelmenin ucundan döndüğüm için... BECEREMEDİĞİM için...

sistem hepimizi yutuyor...çocuklarımızı da...yaratıcı olmaya çalışıp müfradat saçmalaığının saçmalığını grenleri de, gülümseyenleri de...çocuklarla arası çok iyi olan, hayatında yüksek sesten oldum olası nefret etmiş bir insanı bile bir çığırtkana dönüştürebiliyor yani...


İşte böyle, içimi döktüm gidiyorum...:(

kecilerin cobani dedi ki...

bence deli bu yaziyi kopipeyst yapip kendi bloguna da aktarsin...
ne dersin evinkedisicim.

Elif Derviş dedi ki...

evet ya biraz fazla uzun olmuş pardon...

evinkedisi dedi ki...

Köşenin Delisi'cim;

Hihiiii, gelemedin ama pir geldin valla :) Yaşasın!!!

Yazdıklarında anlattığın noktalar benim iki senelik özel okul öğretmenliğimde başıma birebir gelen şeyler. Dikkat çektiğin sürekli bağırarak yapılan eğitim de evdeki ortamlardan kaynaklanıyor diyorum ben. Burada görüyorum ki ebeveynlerin eğitim seviyeleri yükseldikçe çocukların da aldıkları ve verdikleri maksimuma çıkıyor. Ama haklısın, sınıf öğretmenleri ve branş öğretmenleri atışmasının ana konusudur bu. " Ben 30 yıldır senin yaşın kadar öğretmenlik tecrübesine sahibim, sen mi bana öğreteceksin" in uygulamasıdır bunlar. Yaz tahtaya çocuklar geçirsin...

Ellerine sağlık ve hakikaten de al kendi bloğuna koy bu yazıyı, aklına getiren belki benim ama senin de kendine göre ekleyeceklerin çok fazla.