25 Haziran 2007 Pazartesi

Geriye Sayım Durumları

Herşey hızlandırılmış film karesinde yaşanıyor gibi...Gitmemize artık bir hafta kaldı. Evimden uzakta iki ay, geldiğimde yine geçen seneki gibi " Bu ev bıraktığımda da bu kadar boş muydu?" diyecek miyim? Hem mutluyum, hem değilim, hem heyecanlıyım, hem de gerginim... Alt tarafı ikinci kez başka bir ülkeden kendi ailelerimize gidiş tecrübesini deneyimliyorum ama her sefer aynı karmaşıklıkları hissediyorum. Bir de bilinmezlikler, evlatla yapılan seyahatler...Düzen değiştirme öncesi yaşanan duygular... Bir an önce gitsem de oraya alışsam mantığı...Ne bileyim, artık eskisi gibi değilim.

İngiltere de değil sorun aslında, parası olan için bir cennet. O doğada yeni görülen ve keşfedilen yerin verdiği zevkin fazlası var ama para yeterli olmayınca? İşte, o zaman benim gözümde görünmeyen demirleri olan bir hapse dönüşüyor. Ne olursa olsun doğmadığım, büyümediğim, bambaşka bir mekanda içimden geldiği gibi " Yeter!" diyemediğim için bu gerginlik biliyorum. Neyse, yine de araba kiraladık en azından çok bunalırsak kaçarız biryerlere. Kalamayız ama gitme gelme olur. Bu sene minimum yapılabilirler listesinde olsa da o araba kapının önünde bizi bekleyecek ya, bana yeter.

Şimdi, kızımın öğretmenlerine hazırladığım kurabiyeleri bitirdim. Ufaklık da kartlarını yazma ve resimleme işini halletti. Yarın, üç tane favori öğretmenimize kalp şeklinde kestiğim ve kırmızı parlak kağıtla kapladığım kartonlardaki kurabiyeleri götüreceğiz. Umarım, başlarına bir şey gelmeden hallolur.

Bugün sabah, ilk aşamada öğleden sonra ve tatilden önce son kez göreceğimiz bale öğretmenimize hazırlamıştım. Ufaklık, sınıf ve bale öğretmeninin kartını dünden halletmişti. Arabalar evden uzakta olduğu için biraz yürümek gerekiyor ya, elinde tutarken dışarda da kırka varan sıcak, küt diye yere düşürdü, derken sardığım güzel bağcık elinde kaldı, arabaya ulaşıp da ben tekrar bağlamaya çalışırken kafama da güneş geçmiş cozurduyorken, ipi kopup elimde kaldı falan filan...Mr. Bean tarzı görüntüler yaratıyorum zaman zaman. Ama ben böyleyim işte. Yani, yarın bunların hiçbiri yaşanmadan sabah teslim edilsin ve listedeki işlerden biri daha bitsin durumlarındayım.

( Bugün, yarın :) Bu yazdıklarımı gecenin bilmemnesine kaldığım için yollamadan taslak olarak tuttum. Tabi, sabah işin teslim edilmesi aşamasındaki sinir ve stres yine uçuş vaziyetine geçti. Dün akşamdan aklıma gelmişti, hani elimde " Bakııın ben yaptım!" tarzı bir haller olmasın diye üç tane kalp kartonu bir de bulduğum cartlak sarı krapon kağıdıyla kapladım :) Değişik, biraz delice ve doğayla barışık bir kompozisyon oldular :) Üzerlerine karışıklık olmasın diye herbir öğretmenin kartını ayrı ayrı seloteypledim. Derkkeeeeen seloteypler çok fazla bastıramadığım ve sıcaklığın etkisiyle ne oldu?! Açıldılar! Hırrrr! Neyse, buz kalıplarını da aldım, arabanın arkasındaki buzluğa kaldırdım ve kalpleri de üstüste gelecek şekilde torbanın içine koyduktan sonra kutuya yerleştirdim. Neyse, bu işi de elemiş bulunuyoruz. Şimdi sıradaki?... Hakikaten bu hallere geldim, sıradaki de bitmiyor, kocamın kuzeninin erkek arkadaşıyla geleceği tutmuş. Onlara da bir şeyler hazırlamak icap edecek. Allah'ım sen beni koru.

Demin, benimki düşmüş bir yüzle bilgisayarının başında, "İngiltere'de ne yapabiliriz?" alternatiflere bakıyormuş. Yanına gidip de " O surat ne öyle?" dediğimde söyledi. Ben de; " Bu sene boşuna bakma, harika olurdu ama imkansız." eklemesi yaptım, daha moron bir ifadeyle. Özgürlükkkkkkk! Gözünü sevdiğimin özgürlüğü :(

Kendi başıma yaşarken ya da kızım ve kocamla diyelim, dert değil. Hayatımı bütçeme göre planlarım, yeri gelir çorba yapar içerim, yeri gelir en alasından istediğim bir şeyi yapar yerim ama yaşadığın evin ortamını değiştirme isteği geldiği an ve yapamıyorsam afaganlar da beraberinde teşrif ediyor. ( Gulligelinler :) )

Mesela, bizim mantımız, al 150 gr kıymayla öküz gibi ye kalk! Hem de tadına doyulmaz ama gideceğim mekanda canım ne isterse istesin yapamam. "Yap yeee!" diye bir durum da söz konusu değil. Olmaz...Öyle yapıldığı an kendime pişiriyorum, kendim yiyorum gibi kabaca bir mantık çıkar ortaya.

K.peder ciddi derecede yemek seçer. Yıllar geçmiştir bir kere patates kızarttıklarına tanık olmadım. Yani, o da önemli değil de kuralın kaidenin asla bozulmaması anlamında anlatmak istiyorum...Ve bu alışkanlıklar içinde benim aşerdiğim hiç bir yemek de listelerinde yok :(

Güzelim bir doğa, son yıllarda gittiğimizde harika bir hava...Ama istendiği an istendiği gibi değerlendirilemeyen, kasılmış, katılaştırılmış bir yaşam. Donuk...Dokunmaktan uzak. Hala kendi kocamın arkadan gelip dokunduğumda zıplamasının engelleyemedim ki, İngilizler'in yaşam tarzına bakılacak olursa bizler yapışık falan yaşıyoruz. Ben sırnaşığın Allahıyım. Ama benimkinin bir şikayeti yok! Önemli olan da bu değil mi? Yani, kesinlikle gerisi fasarya ama başka birilerinin evine gidene kadar bu felsefe işte, ondan sonra yıl içinde on gün bile olsa her günüme, kimseye bağlı yaşamadığıma binbir dualar ederek dönüyorum eve. Yanlış anlaşılmasın, bu durum kendi ailemde dahi geçerli olabiliyor. Evim evim güzel evim muhabbetleri yaşlar ilerledikçe daha şiddetli hissedilir hale geliyor.

Kızım için ise tam tersi duygular geçerli. O'na hiç bulaşmıyorum ve tabi ki rol icabı kendi uyuz duygularımı aktarmıyorum. Büyüdükçe, babaannesine gitmek özellikle önemli olmaya başladı. Neden? Bahçe var, halasının atıydı, köpeğiydi, kayınvalidelerin domatesi, patatesi ve çileğiydi... Sanki, birden Ayşegül çiftlikte kitabının hayata uygulamasını yaşamaya başlıyor. Ama benim ilgilendiğim konular farklı tabi, mesela öğlendin sıcak yemek yenmez. Sabah kahvaltısında beklemeydi, ailenin bir arada güzel, renkli ve çeşitli bir kahvaltı yapmasıydı gibi alışkanlıklar yoktur. Kahvaltıya inen birbirini gördüğünde takılmış plak misali o klasik ve sevimsiz soruyu sorar " Nasıl, iyi uyuyabildin mi?" Bu, kayınvalidemin evinde yaşanan görüntü, bir de ailenin diğer kızı ve O'nun çocuklarının hayatı var tabi ki. ( Chloe'nin halası ve kuzenleri )

Görümcemin üç tane çocuğu var. Sabah kalkılır kalkılmaz herkes kendi kahvaltısını hazırlar, pek konuşma olmaz, kahvaltıda yenilen cornflakes ve üzeri marmelatlı veya ballı bir dilim köy ekmeği ya da kahverengi ekmektir. ( Bu, iki ev için de geçerli tornadan çıkma kahvaltı şeklidir. Yani, üçüncü gün " Ulan, hep marmelatlı ekmek ve cornflakes olmasa da, ekmeğin üzerine peynir koyup kızartsak?" dendiğinde uzaydan gelmiş yaratık muammelesi görmemek için susarsın. ) Güne, sayfa sayfa gazetelere gömülerek başlanır. Kimseden çıt çıkmaz. Sabah kahvaltısında en tilt olduğum şeylerden biri gazete okuma alışkanlığıdır benim. Ne o öyle, daha günaydın denir denmez herkes kendi dünyasında! Offf ya offf!

Çocukların genelde burunları oluk gibi sarımtrak olaraktan akardı artık büyüdükçe o kadar değil , üstleri başları, ne giyip çıkarttıkları hiç önemsenmez. Hatta öyle temiz, titiz ve düzenli olmak bir yandan şehir kızı hallerini hatırlattığı için kaçınılası bir davranış şekli olarak görülebilir.

En dikkat ettiğim şey biz hırka, kazak, çorap giyerken kuzenlerin sanki Honolulu adalarından fırlamışçasına çıplak dolaşmaları. Ailenin ortanca kızı Anna'yı gördükçe sarıp sarmalayıp, üzerini falan örtesim geliyor. O buz gibi taşlarda yalnıyak, üzerinde bir küçücük ince şort, incecik bir bluz. Ve annenin umurunda bile değil, öyle de demek yanlış çünkü onlar için gayet normal bu. Yani, herkes yemekte, yememekte, giymekte, çıkarmakta serbest.

Hiç unutmam, İngiltere'ye ilk gittiğimde trenin içinde orta tarafta yerde oturtulan çocuğu hatta bebeği görmüştüm de aklım çıkmıştı. Daha o çocuk her gördüğünü ağzına götürme aşamasındaydı ve yaptı da sanırım. Hiçççççç! Annesi mi vardı babası mı ya da her ikisi mi, yalnızca kendi işleriyle ilgilenip bebeğe gülücükler yolladıklarını hatırlıyorum. Çocuklar da terstir, alı al, kocaman kocaman, sapsarı şeyler. Deli olur insan ya! Türkiye'ye gel aman kızım, yapma oğlum, ye güzelim demekten insanların içi çıkar, İngiltere'ye git acayip bir lakayitlik hakimdir, iki ırkın çocuklarını karşılaştır, Türkiye'dekiler bin kez fazla hasta oluyor, kansızlık falan çekiyorlardır. Sakınılan göze çöp batarmış derler ya o misal!

Benim ufaklık doğduktan sonra belki bu üçüncü ya da dördüncü gidişim. Eskiden, her yıl gidecek maddi durumumuz olmazdı. Biz Antalya'da olduğumuz için onlar gelirdi. Geldiklerinin üçüncü gününde de " Üç günde balık da ziyaretçi de kokar" mantığıyla kendi kafalarına göre bir otele yerleşirlerdi. Dört sene falan bu şekilde geçti. Hatta, yok yok o kadar bile değil, ufaklık doğduktan sonra bir iki yaşına doğru gittik, bir de geçen sene, topu topu bu üçüncü gidişimiz. Hani babaanneler, anneanneler falan çocuklara bakmak için yaratılmış insanlar gibi düşünülür değil mi? Bizim için bu kural çoooktan rafa kalktı. Ben yıllar önce derslerimi birer birer aldım. Artık, bu konuyu da bıraktım. Zaten bırakmam da teklif edilsin, ben geri çevireyim mantığı olsa ne iyi olur diyorum. Evet, daha çok beklerim :(

Çocuğum yokken, kendi kafama göre takılma durumları yaşardım. Hele de hava güzelse resim yaptığım için yeni denemelere girişmek bile bir uğraştı benim için. Ama artık kendimden önce düşündüğüm ufaklık için O'nun bakıcısı konumuna girdim. Bu, hoşuma gidiyor mu? Kesinlikle hayır!

Annem biz gelmeden üç çeşit yemeği dolaba koyup, geldiğinizde sohbetleyelim diyen bir kadın. Kayınvalide ise, " Sen çocuğunun yemeğini düşün" ( Orasıyla ben ilgilenmiyorum ) diyen bir diğeri... İlk zamanlar sulu sebzeli ve etli yemek olmadığı için dalga dalga gelen öfke krizlerine giriyor, bunu belli etmemeye çalışıyor ama suratımı asıyor, sessizliğe gömülüyorum. Benim gibi hayata espriyle bakan bir tipin duruşuyla alakası olmayan suskun bir yapı hakim oluyor. Hala da öyle. Artık insanların gittikleri yerde neden otellerde kaldıklarını anlıyorum. İmkanım olsa ilk elden yapacağım iş odur. Geçen sene karavanda kaldık, topu topu üçer günden altı gün ailenin bireylerinde, benden mutlusu yoktu :)

Nerede kalmıştım? Ufaklık gitmeyi ve oradaki doğayı yaşamayı çok seviyor, haklı da...Ama iki yaşında gittiğimizde korkunç bir ishale yakalandı ( ilk gidiş bir de ). Nereden geldi ne oldu bilmiyoruz. Hayatı boyunca ishal nedir bilmeyen bir çocuk akşamları herkes horul horul uyurken evde sular seller gibi gidince ben haliyle ortalığı velveleye verdim. Velveleye vermek de nedir? " Suyu değiştirelim" dedim önce. Yok olmazmış, onların sularında bir sorun asla düşünülemezmiş bile. Benimki anne babasıyla benim aramda kaldı. Adamı boğacam, en sonunda oturduğunu görünce " Kalk!" dedim, "Git ve çocuğuma iyi su getir!" İngiltere bizim alıştığımız gibi ortamlar değil ki öyle köşe bakkal falan... Doktora gittik, doktora gidene ve bu kararlar verilene kadar sanki ben aileye danışıp, koalisyon hükümeti kuruyormuşum gibi babaanne kocasına soruyor, kayınpederim son sözü söylüyor halleri yaşandı. Velhasıl, onbeş günde atlatılan bir durumla karşı karşıya kaldık ama neyseki Türkiye'ye döndükten sonra hızlı bir düzelme yaşandı.

Derken geçen sene gideceğiz, ciddi bir ateşle karşılaştık. Bu sefer de kızıl! Haydaaaa! Antibiyotiğe bağlanıldı. Hatta, doktorumuza kalsa zorunlu değilsek gitmeye, evde ciddi istirahat yazıldı reçeteye. Zamanında, İngiltere'de kızıl hastalığından ölenlerden korunmak için evlere barikat tipi şeyler yaparlarmış. O kadar berbatmış durum. E babaanne ve dede de o olayları gören ve yaşayan insanlar olarak haliyle gerilmişlerdir ufaklığın gidişinden. Bizimki olayı ayakta atlattı ama yemek alışkanlıklarının da değişmesiyle beraber zaten zayıf bir çocuk, benim gibi, iyice inceldi, sıska kaldı. Deliricem! Üç gün sonra diyor ki " Anne, ben bu yemekten sıkıldım, başka bir şey yapalım. " Öğlen yemeğini yazayım; soğuk dilimlenmiş et ve yanında bahçeden toplanmış salata...İkisini de sevmez fazla benimki, iyi ki de sevmez. Bayılır ki sulu sebzeli, etli birşeyler olsun, suyuna ekmek bandırarak yesin...E o alışkanlığı yaratan da benim. Özellikle yapmışım, bir onbeş günlük İngiltere'nin bunu mahvetmesine izin verir miyim?

Bizler değiştirerek yemeğe alışmışız. Kahvaltımız dışardan görene aynı gelebilir ama alternatifi çoktur. İnsan, ne bileyim, reçel sevmez, beyaz peynir yer, ondan sıkılır domates keser, biber közler... Öğlen desen, azıcık kıymayla yaptığımız iki günlük tencere yemeklerimiz vardır. Onlar, mesela patates mi? Ya salatası yapılır ya da etin yanına haşlayıp getirilir. Üzerine tereyağ konulur en fazla hani biraz tad için...

Bir de kadınları tembelliklerine bulmuşlar bir kulp, " Basit yemek, basit malzeme en güzeli" falan diye. Balık mı yapılacak? Fırında düz bir şekilde pişir, yanına patates haşla. Al sana balık! Enginar...Ölürüm, bayılırım, bir gün enginar pişirileceği söylenildi de gözlerime uyku girmedi hem de bahçeden, kim bilir ne lezzetli olur diye. Ne oldu? Kabuklarıyla haşlamış bir şekilde geldi, ortada kocaman bir derin kap, öyle kabukları tek tek ayıklayıp, çıkan parçaları tereyağına batırıp yediler de görüntünün dağınıklığından, olayın tadsızlığından tuzsuzluğundan akla karayı seçtim. Kursağımda kaldı :(

Eskiden çok sinirleniyordum. Artık geçtim bu konuları, gittiğimde ne bulacağımı biliyorum. ( Bu sinirlenmiyor halim, hommmmm! ) Geçen sene, havaların da sıcaklaşmasıyla bahçede ve azami ölçüde Akdeniz lezzetleri yenildi. Barbekü konusunda tüylerim diken diken oluyor çünkü alışmışım eti biz kocamla seçeriz ve bir gün önceden o et özel sosunda dinlendirilir. İngiltere'de hazır o iğrenç köfte...Barbekü...O kadar enerji, hazırlık boşa gidiyor. Ben artık o köfteyi tabağıma bile almıyorum. O kadar da kalın ki :( Benzettiğim şeyi yazmayayım şimdi.

Bu sene artık programlanmış gibi ufaklık iki kere hapşırsa bekleme moduna giriyorum. Bakalım bu sefer ne olacak halleri... Türkiye'de bizim gideceğimiz yere yakın havaalanına ineceğiz ama transfer için on saatlik ara var. Benimki fiyat almış bir üç yıldızlı otelden. Verilen 170 dolar!!!! O ha dedik, bir daha diyoruz. Neden? İngilizce istenmiş bir fiyat. Allah'ın kazıdır mantığı, yol babam yol! Enayi yerine konulmak... Aynı fiyatı ben alayım, kesin farklı bir şey gelir. Ve neden fiyatlar internette değildir? Türkiye'de bu insana göre fiyat olayı beni deli ediyor.

Muhtemelen bütün bir gün uyunmadan oradan oraya yapılarak geçilen bir yolculuk. Neyse, ben yanıma herşeyimi alırım. Pizza falan yaparım, puaça, sandviç...abartırım, anasını satayım. Gideriz çünkü bir çay verilir saatine göre. Saati şaşmışsak ne çıkarsa bahtına!!!

Dün değil evvelsi gün Cheryl aradı. Kızı Michalle benimkinin yan sınıfında. Neyse, küçük kızı Sarah'ın Dubai creek'de arkadaşının doğumgünü varmış ve Michalle'in bize gelip gelemeyeceğini sordu. Ben de " Hiç bir sakıncası yok" dedim. Anna'nın gitmesi ilk aşamada Chloe'yi bayağı bir etkilemişti çünkü.

Dün sabah ilk defa sürünerek kalktı ufaklık. Okulun son hafta yüzme havuzu dolduruldu, splash day yapılacak. Dedim içimden yandık diye. Yüzme işi zaten yorucu, Chloe sabah kahvaltı yaparken elini başının altına alıp uyumaya başladı. Michalle geldiğinde bir bir saat ya dayandı ya dayanamadı. İlk vukuat, bacağını merdivene vurarak geldi, ardından da aka boka ağlamaya başladı. Michalle'in ilk gelişi olduğu için ben O'na ilgi gösterdim, kendini yalnız hissetmesin istedim. Kızım, bir de Michalle gittikten sonra O'nu Michelle kadar sevmediğimi söyleyip ağladı. Offfff! Açıkladım ama bir daha azami dikkat lazım demek ki, en ufak bir durum dahi fark edilip değerlendiriliyor. Normalde böyle davranmaz ama dedim ya yorgunluk :(

Michelle'i babası almaya geldi. Klyve ( sanırım böyle yazılıyor ) çok eğlenceli bir adammış, ben tam tanıyamamışım. Yalnız çok hızlı konuşuyor, kelimeleri çeviriyor, döndürüyor, anlamak zor. O zaman da konuşma ketleniyor, ben de anlamayıp salak salak " Efendim?" demek yerine çocukların yanında buluyorum kendimi. En sonunda baktım, benim kızda yorgunluktan sepelekçe bir enerji patlaması yaşandı, televizyonu açmayı teklif ettim. Böylelikle, iki baba mutfakta çaylarını bitirebildiler.

İşte böyleeee, yarın kızımın okulunun son günü. Bugün yıl içi çalışmaları da teslim edildi. Haftaya aile olarak evdeyiz. Bilgisayara ancak akşamları bakabileceğim. Ufaklık bilgisayara oturduğum an boşluktan yararlanıp televizyona kitleniyor. İçim rahat etmiyor. Dolayısıyla, artık yazılarım da iyice yavaşlayabilir.

Bu iş yerinde grev yok ama tatil durumları var :)

6 yorum:

Adsız dedi ki...

Turist ishali diyorum ben bu olaya(bu arada çocukta o zaman turist ishaline yakalanmış)sana çoooook kolay gelsin çooooooook.

Öykü dedi ki...

Kurbaiyeler ne güzel görünmekte.Hepte bu saatlerde bakıyorum senin bloğuna şimdi çayla ne güzel giderdi:))
otel konusunda haklısın 170 usd yani oha!!demek daha doğru olur.
5 yıldızlı tatil köründe 2 kişi herşey dahil kral gibi 1 gece yaşarsın o parayla.
İngilterden de yazabilirmisin bloğuna acaba??merak ederim ben şimdi gelişen olayları.
Aslında değişik kültürler ve değişik insanları görüp tanımakta çok güzel o yönden sana özeniyorum.

seni çok çok öptüm.

merakli dedi ki...

Allah kolaylık versin! Ben size geldikleri zamanlarda ne yaptığınızı merak ettim.Yani yine onların yemek alışkanlıklarına göre mi davranıyordunuz?

evinkedisi dedi ki...

Sevgili Melike, ishal bir kere yaşandı, sonra bir daha olmadı ama o zaman çok küçüktü korkmadım değil. Zaten prematüre, 27 haftalık bir doğum, üzerine titriyoruz, o sırada normal ve gürbüz bir çocukmuşçasına doğal karşılanması, telaş yapmayın modları beni deli etmişti. Telaşlı bir anne değilim ama bazı konularda bekleyelim, görelim tarzı da olmadım. İmkanlar varken kullanılmalıdır benim gözümde. Hele de çocuklarda bir yaşa kadar çok basit görünen bir konunun nasıl çehre değiştirdiğini hastane deneyimlerimden çok ama çok iyi öğrendim. Neyse, atlatıldı bittiiii. İnşallah bu sene yeni ve sevimsiz bir şey olmaz.

Ülkü'cüm, gittiğim yerlere lap topumu da götüreceğim. Benim bilgisayar kablosuz ya, onların evindeki makina nedir ne değildir bilmiyorum. Kablosuz internet olduğunu sanmıyorum, şimdi aklıma getirmişken eşime sorayım bakalım, bunun kablosu var mı ( ki yok biliyorum ) o evin içinde sinyal gönderen alet olmadan bunu da bir yere bağlamadan çalışır mı? İşin boktan tarafı öyle diyorum ya düzenlerine kesinlikle dokunulmaz onların, yani bir telefon girişine bağlamak için o telefonun oradan çekilmesi lazım, bunları nasıl halledeceğim inan hiç ama hiç bilmiyorum. Yazmadan duramam, en kötüsü worde kaydederim imkan olunca internet cafe falan bir yer bulmaya çalışır oradan yollarım ama işte hiç bir şey kesin değil :( Değişik kültürler tanımak kesinlikle çok zevkli ve insana çok da farklı bakış açıları kazandıran bir şey, başkasının evinde farklı düzenle yaşamak zorunluluğu olmadıkça çok da keyifli :( Evi yapan dişi kuştur misali kocaları yabancı olanlar veya kendi memleketinden fark etmez bizim düzenimize uyabiliyorlar. Ama kadınların birbirlerinin düzenine uyması çok zor. Hatta imkansız.

Meraklı kediciğim...Bize geldiklerinde mantı yapmıyorum mesela, babasına hitap etmez, pizza, soslu makarna da öyle...Onlara hitap eden yemekleri pişiriyoruz. Özellikle kocam bu sefer ben hastalandığım, ateş ve daha bir sürü sorundan yattığım için hep devredeydi. O yaptı, O yedirdi ama benim çatıştığım nokta onların belki de yaşlarından ötürü bilmiyorum " Romaya giden Romalı gibi yaşar" sözüdür ve o doğruysa benim evime gelen de aynı durumu uygulamak, mantı yapıyorsam yemek zorundadır ama maalesef...Yani, ben oraya gittiğimde Romalı olmak zorunda kalıyorum ama bana gelindiğinde onlar kendileri gibi kalıyorlar. Bunda eşimin de kendini parçalaması ve bizden daha fazla derecede misafirperver olmasının payı olabilir. Benim aileme karşı da kul köle olur çünkü. O yüzden eşime kızamıyorum. Benim aileme karşı o şekilde olumlu ve sevecen davranınca ses çıkartmamak ama onlarınkine gelince çıngar çıkartmak yanlış olur diye düşünüyorum. Geleni en iyi şekilde ağırlamak eşimin yapısı.

Aslında bu yazılanlar karşılıklı iyi niyetlerle konuşulsa edilse hiçbir sorun kalmaz ama kültürlerinde konuşamama gibi bir sorun da var. Dediğim gibi aramızda yurt dışında yaşayan çok blogger var, genelleme yapmak istemiyorum. Yanıltabilirim, kötülemek de yanlış. Buna farklılıklar olarak bakıp üzerinde çok yoğunlaşmamak gerekiyor aslında. İnşallah hastalanma dönemime denk gelmez yine, tek duam o. O zaman enerjim de katlanabilme durumlarımda çok düşük seviyelerde oluyor. Ama dediğim gibi geçen sene çok keyifli geçti, arabamız da olacak...Bakalım neler yaşanacak? Umarım güzel ve dinlendirici, ruhsal anlamda huzurlu ve kendimi yabancı hissetmediğim bir tatil olur.

Bir de şunu düşünmek lazım diyelim ki herkes Türk olsaydı da yine de böyle uzun soluklu bir kalma gerçekleşseydi ne yaşanırdı? Bence pek de farklı olmazdı. Bu dünyanın klasik kuralı galiba. Daha önce de yazmıştım hatırladığım kadarıyla evlerimiz aslında hayvanların dünyasında olduğu gibi özel alanlarımız, paylaşmak ancak çekirdek aileyle. Fazlası zor...Yani benim için de öyle olan bir doğruyu başkaları bana yapıyor diye suçlamamam da lazım diyorum bazen.

Justin Biebery dedi ki...

Sevgili Evin Kedisi merhaba, çok dertlisin anlaşılan. Hangi bölgeye gideceksiniz İngiltere'de, merak ettim. Bu anlattığın kayınvalideler tipi biraz genel bir tip, abartmıyorsun. Ama istisnalar da var demek ki. Mesela Benim kayınvalideler mümkün olduğunca benim ağız tadıma uygun şeyler yapmaya çalışırlardı onlarla kaldığımız birkaç ayda. Kayınvalidenin eşi de, yemek kitapları falan olan, ortadoğu ve Akdeniz mutfağına düşkün, kendisi yemek pişirmeyi seven bir adamdır. Benim pişirdiğim şeyleri de severek yerler. Ama katılıyorum sana, senin kayınvalide tipleri de çok burada. Snob, değişiklikten hoşlanmayan, kapalı tipler... O nedenle merak ettim nereye gideceğinizi... Kolay gelsin diyeyim sana, umarım iyi geçer tatilin. Arabınızın olması iyi olacak, en azından çıkar bir yerlere gider biraz hava alır, çay kahve içer rahatlarsın...

Kaçırdığım yazıların var, onları okumaya çalışıyorum şimdi:) Hamile misin, öyle bir anlam çıktı sanki bu yazıdan ve bir sonrakinden.

Sevgiyle,
Fatma.

evinkedisi dedi ki...

Yok, hamile değilim. Öyle bir düşünce var ama daha öncesinde yapılacak da bir sürü iş...Devlet hastanesinden de sigortalanmam lazım, jinekologları tanımam ve konuşmam falan lazım...

Oakham'a gidiyoruz Fatma. Ya, ben böyle değildim de çocuk olduktan sonra ilişki boyut değiştirdi. İlk zamanlar yemek yapardım, dolma bile pişirmiştim İngiltere'de ama zaman geçti onlar geldiler bir yardım etmediler falan derken ben de onlar gibi davranmaya başladım. Aslında iyi değil biliyorum ama bana gelip de bir tabak kaldırmayana, bir soğan soymayana ben de yapmam diyorum.

Senin kayınpeder bizim kocalarımıza benziyor demek. Herşeye karşı açık tarz. Ne güzel! Gerçi "Çin böreği yapsam?" dediğimde babam da " Yapma bana öyle şeyler!" der ama...

Ay bilmiyorum, kısa ve öz kimselerle yaşamayı sevmiyorum galiba. Kendi sınırlarımı paylaşmamayı, istediğim zaman istediğimi yapmayı seviyorum. Yaşım ilerledikçe de bu konuda daha bir " Ben!" dedimci oluyorum. Yani beni sinirlendiren şey neden hep ben kendimden ödün vermek ve onlara uymak zorundayım? sorusu. Yaştan ötürü olabilir.