28 Ocak 2017 Cumartesi

Algılar ve İş Yaşamında Gözlediklerim

İnsanlarda çok ciddi algı bozuklukları olduğu düşüncesindeyim. 

Şöyle ki; suskun bir insana çok derin biri yakıştırması yapılır örneğin. Gizemli veya bilge mi görünmek istiyorsun? O zaman konuşma ve derinlere doğru gözlerini dikerek, inek trene bakıyormuş gibi hissetsen de öylece kal. 

Kesin sonuç, "Bir bildiği vardır."  

Ya da yaşlılık...Hiçbir şey yapmasan, kazmanın ta kendisi olsan da daha çok biliyormuşsun gibi algılanır. Gençliğinde kıçını yırttığınla kaldığın çoğu iş yüzündeki çizgiler sayesinde ki, sanki birer kredi kartı özelliği taşır o yaşlanmıştık, eline öyle hop diye geliverir. 

Ha, yaşlı insan bir de her zaman daha iyi yürekli algılanır örneğin. Kötü kalpli asla olmamıştır, kimsenin canını yakmamıştır, bencillikten bir haberdir, aaaa yazıktır, yaşlıdır, herkes seferber olup yardımına koşmalıdır. 

Halbuki, aynı insanın gençlik yıllarına bakarsın, belki tecavüzcüdür, Nazi SS subaylarının arasında kaç yaşına geldiklerinde yargılananlar vardı, Kenan Evren'e yaşlılığı sebebiyle ne olduğuna ve neler yaptığına bakmadan ne de acıyanlar olmuştu! Bir de utanmadan Marmaris'e gitmiş de, eline resim fırçası almış diye üzerine o resimlere ressamdan çıkan sanat eseri damgası vurmaya bile vardıranlar, bağrına basmak için sıraya girenler olmuştu. 

Kısacası gerek sessizliğinde, gerekse yaşlılığında bir kuruş bile değeri olmayan, osuruktan bir sürü insan yaşar bu dünyada. 

Kafa aynı kafadır oysaki, ruh aynı ruh. 

Ben kendi küçüklüğümü hatırlıyorum, aklımdan geçenlerin yaşıma uymadığını düşünür, o bilge iç sesle sanki “Bu başka biri olmalı yahu bu ben olamam.” diye konuşurdum. Böyle zamanlarda hep bir kaşı kalkık, kafasının üzerinde koca bir soru işareti taşıyan çizgi karakterler canlanır gözümde.  

Ve insanlarla çalışmayı da zor buluyorum. 

Karşımdakinin dünyayı farklı şekilde algılaması, daha yavaş olması (benden daha hızlı olması kıskançlık duygusu yaratabilir, kendime kızmama sebep olabilir ama asla nasıl anlayamadı ya da yapamadı, ay şimdi gebertecem hali yaratmaz) beynimde şimşekler çakmasına sebep oluyor. "Nasıl yani yahu?!" "Bunu nasıl görmezsin?" veya "Nasıl oluyor da bu kadar yavaş ve beceriksiz olabiliyorsun?" "Yok canım bu kadar da olamazsın, olsa olsa kendini benden daha zeki buluyor ve beni beceremediği yolunda kandırdığını düşünüyorsun." Hah! İşte bu noktada daha da sinirlenirim çünkü görüyorum kardeşim!!!! 

Yıllar bende üzüntü duygusunun acizliğe, öfkenin ise güce devşirmesine sebep oldu. 

Aslında bunu anlamam öyle yıllarımı falan da almadı, herkes bir özle geliyorsa dünyaya ben de değiştirmek istediğim, adaletsiz bulduğum, kendimi açıkça ifade edemediğim şeylerde köpürdüm, kabardım, biriktirdim. 

Beni gerçek anlamda tanıyan biri öfkelendiğim çoğu olayın aslında canımı yaktığını ya da üzdüğünü bilir. O yüzden anahtar yaklaşım öfkeye öfkeyle karşılık vermek yerine beni anladığını ve yanımda olduğunu göstermekte. Bu! 

Eğer sürekli karşı taraftan atışan, ak dediğime bok diyerek karşılık veren bir yapıysa çözüm yok bu ilişkide. Her ne olursa olsun uzlaşmanın olmadığı bir yerden uzaklaşmak benim hayat felsefem. 

Kavgadan kaçmak ayrıdır, kaçınmak, dışında kalmayı yeğlemek ayrı. 

Eğer bırakıp gitmişsem unutulmuşsun demektir, unutulmuşsan üzerinde konuşmaya veya zaman harcamaya da değmezsin, ortak nokta kalmadı, ortak nokta kalmadıysa alınan haz da bitti. Zevk alınmayan yerde işin ne? Yalın ve açık. 

Kimse tartışarak birbirinin yüreğini, hislerini, duygularını değiştiremez. 

Düşünceler de değişmez çünkü o düşünceler öyle hop diye bulundukları yere gelmedi ki, yıllar geçti, tecrübeler, bilgiler birikti. 

Düşüncelere duygular ve vicdan yol gösterdi. 

Kimse o yüzden aynı düşünmek zorunda değildir. 

Kimsenin ruhu kopyala yapıştır olmadığı gibi sonsuz sayıda düşünce kombinasyonu vardır. 

Gerçeklik algılandığı gibidir. Kim nasıl algılarsa o şekilde tarif eder ve de aktarma da O'nun kişisel görüşleridir. 

Bu anlamda objektif olan bir durum yoktur hayatta. Herşey subjektif şekilde aktarılır. 

Bu dönem bizim ekipteki en zeki öğretmenlerden birinin yanına, giden öğretmen yardımcısının yerine, yeni yetme, taze çocuk sahibi, erken doğursam benim kızım olabilecek yaşta ve pek tabi ki çekingenlikte bir başkası geldi. 

İşe başlayalı üç gün oldu ama bu sene bir dönem, geçen sene yine bir koca dönem gelmemiş. Öğretmen birkaç enstrüman çalabilen bir kadın. Aynı anda birkaç plan yapan, bu da ne demektir birkaç konuyu aynı anda kotarabilecek zekada bir insan. O da genç ama benim gibi işte. Nasıl olur ya?! Modunda. Sabah ağlıyordu. Haklı da! Ben de olsam ben de ağlarım. 

Herkesin sınıfı O'na ait bir eserdir çünkü. Her dönem kendi eserini inşa edersin. 

Öğretmen ile öğretmen yardımcısı aynı bir elmanın iki yarısı gibi çalışmaz, birbirinin gözünden halini anlamazsa bitti demektir. Esas konumuza karakter olan öğretmen kalbini bu işe koymuş, çocukların başarısı ile sevinen, yapamayan çocuğu ile "Neler yapmalıyım da bu çocuğu belli bir noktaya getirebilirim?" üzerinde kafa patlatan biri. İşini ciddiye alıyor kısaca. Hayat kısa yaşamana bak değil felsefesi yani. 

Ben öncelikle çalışan bir insan değil de bir veli olarak ne beklediğime bakarım bir okuldan. 

Başarılı, kendisi akademik, işine aşık, kafa patlatan öğretmen isterim. 

Heyecan isterim ki o heyecan benim de çocuğuma geçsin. 

Öfürdeyip pöfürdeyerek, saatinde dakikaları sayarak iş yapanı istemem.  

Bu şartlar altında ilk hafta ya sabah nöbetimiz vardır yumuşak geçiş diye yeni öğretmen yardımcısına verilmedi ki öğretmeni ile günün özetini yapabilsin, beraber o gün neler yapılacak konuşulabilsin. 

Oysaki O'nun gözü saatinde. Bebeği evde annesi bakıyor ama belki de her saat başı birbirlerine rapor veriyorlar. 

Bir insanın küçük yavrusunu evde bırakmasının ne derece imkansız olduğunu biliyorum o yüzden de dokuz yıl çalışmadım. Daha uygun yaşandı, daha kesilerek...ama bunun ortası yok. Evde bırakılan bir bebek çok küçük yaşta çok ciddi hürriyet mücadelesi ile baş başa, başkalarının vicdanına emanet. Yapamıyorsan kendine karşı dürüst olacaksın ve arkandan işten kaçıyor damgası vurulacağına, yapamıyorum diyeceksin. 

Baktım liderliği almış olan naylon lider (liderler aslında kimseye yardım için değil, egoma bastım yüz demek için orada olduklarından) in umurunda bile değil! Zaten nasıl olsun ki, biz yüz kere daha fazla işin içindeyiz ikinci sınıflarla. Kimse doğru düzgün bir plan program çıkaramıyor. 

Zamanımı verdim yine (kendimi tutamam, huyum kurusun, biz Aslan burçları doğamızda öğretmenlikle doğuyoruz sanki) kişisel pin kodu alması lazım, O O'na diğeri berikine yolluyor, götürdüm Nada'ya anlattım, işin aslı daima insanlarla iyi geçinmek ve iyi ilişkiler. Hemen ıct ye telefon açıldı ve kişisel pin verildi. E-maillerin gelmesi için cebinin ayarlanması, söyledim gün içinde mail takibi çok önemli. Listeler, günlük ders planı, defter tutup bunları not alması, usb alıp sistemi öğrenip gerekenleri kendine kaydetmesi...Ama dedim "Bunlar benim işi götürme kurallarım sana uyabilir uymayabilir, kendine uygun buluyorsan al" Takmış kafaya teneffüslerde illa ki teneffüs gereklerini yapacak. Benim ettiğim yardım saklı tutulacak yardım alan kişi tarafından çünkü kendisini salak gibi hissettirir diğer durum. Samimi olunmayacak, elden geldiğince başkasının başarısı kendi doğal başarısı gibi...Kafanı ne kadar gömersen kıç o kadar açıkta tavuk kuşu mantığı. Yemezler! 

İnsanların şunu kafasına çok ciddi koyması lazım. Öğretmenliğin kağıt işi hiç bitmez, hele de iyi bir öğretmen her dakika kendini update etmek, yenilemek, dersi anlatmak ve sınıfına sunmak için doneleri araştırmak zorundadır. Öğretmenlik saatlerini hop 7.30 girdim, saat 14.00 çıktım gibi algılamak insanlara robot muamelesi çekmektir. 

Yöneticilik işi bu anlamda kesinlikle bana göre değil çünkü anlayış ve bekleme modum kapalı. Kişiliğe bakarım. Bir okulda çalışırken ve o okul İngiliz müfredatını takip ediyorsa o zaman İngilizce seviyenin o sınıfın akademik diline uyması olmazsa olmazlardandır. 

Bu insanın herşeyi bırakalım bir kenara, konuşma ve iletişim bilgisi yetersizken o elemandan öğretmenin sağ kolu olmasını beklemek abesle iştigal demektir. 

Öğretmen ve öğretmen yardımcılığı müthiş bir ekip işi. Sınıfa ne zaman gireceğini, ne zaman çıkıp da öğretmenin ihtiyaçlarını karşılayacağını kendin tayin etme yetisine sahip olmalısın. 

Öğretmenin dersi verişini can kulağı ile dinleyip dersi kendi grubuna takdim ederken aynı dili ve formasyonu kullanmakla yükümlüsün. 

Öğretmenin dikte ettiği şekilde değil bambaşka bir yoldan gidersen çocuğun kafasını tümden karıştırırsın. 

Bilginin verilişinde yalın, açık ve sistematik olmak zorundasın. 

Tüm bu şartlar altında formasyonu ve dili yeterli olmayan elemanı işe aldın mı elindeki kaliteli elemanı bezdirir, bütün bunların sonucunda esas sıkıntıyı çocuklara çektirirsin. 

Olmaması lazım bunların. 

Çocuklar bizim çocuklarımız. Daha buradan yazamadığım çünkü bedelini ödettirecek çok insan var dünyada. Maalesef...Düşünce özgürlüğü diye bir şey yok, o bir ütopya. 

Internetin veya özel tv lerin ilk çıktığı zamanları hatırlıyorum da...

Herşey yine hadım edildi, ne internet kaldı kontrol edilmedik ne tv. 

Sonuçta kaybeden hep düşünen ve değişimden yana olanda. 

Algılar çarpık, dünya ucuz düşüncelilerin elinde. 

Eminim yeni gelen öğretmen yardımcısının algıladığı iş ortamında kendisi tam bir mazlum, bizler izbandut gibi beklentileri olan, O'na şans vermeyen vicdansız cadılarızdır. 

Bu algıyı (subjektif gerçekliği) bir de O'ndan dinleyen eşi ve annesi ne düşünüyorlar acaba? 

Bilmek istiyor muyum?


Kesinlikle hayır. 

Hiç yorum yok: