19 Aralık 2018 Çarşamba

Hiç Sanmıyorum

İnsan yoruluyor daha çok. Bayram, mayram bahanesi oluyor ve; "Hadi!" diyor "Yine, yeni, yeniden başlasın her şey!"

Doğru mu bu peki? Yani, hadi daha fazla küslük olmasın diyerekten reset attığımız ilişkilerimiz daha iyiye mi evriliyor?

Yoksa yılların birikimi her iki taraftan da halının altına süpürülüp, pişirilip pişirilip önümüze mi sürülüyor?

İnsanlar değişir mi? İçinde yıllara yayılmış bir kabul görmemişlik, bir yukarıdakiler aşağıdakiler durumu, bir "Ben sizin oralara geldim şok oldum yav!" halleri bakiyse hele?

George Orwell'ın 1984'ü yine çok popüler ve de bu değişmeyecek gibi, şimdi 21.yüzyılın 21 dersi kitabını okuyorum.

Bu kitapların hepsinde insanlar yalnızca bir karınca kıvamında data verisi haline gelmiş durumda. Yapılan her hareket, duyulan her algı kayıt altında. Her saniyeniz, her dakikanız gözlem dahilinde.

Zaman oluyor ki bunu kendi hayatıma keşke böyle bir cihazım olsaydı da record düğmesine basıverseymişim duygusu kapılıyor yüreğim.

Kendini anlatmak için debelenmek nedense ki bende hep bir arabesklik duygusu yaratır. Elinde mikrofon acılı nameler, titreyen bir gırtlak eşliğinde söylenen bir ezgi gelir yapışır kulağıma bir yerlerden, yaşlı gözler de bu resme katılır kalır.

Karşına gelmiş, her konuda kendini haklı gören, en akıllı ve bilir kişi addeden insana sen ne yapsan, ne desen de ağızda bıraktığı tad nahoştur.

Ha, bu arada öküze alimlik yapmak da boştur.

Aynı dili konuşsan bu sefer de kendini tanımak zorlaşır.

Ne yapmak lazım peki?

En güzeli diyorlar ya hani konuşmaktır, anlaşmaktır, anlatmaktır karşılıklı anlayıştır falan, hepsi fasarya!

Aynı dili konuşan insanlar için onlar.

Aynı dili konuşmayana yollar ayrıldığı yerden kopar.

Ve yıllar içinde herşey erir gider en azından tekrar etmez her yeni başlangıçta.

Yanılıyor muyum?

Hiç sanmıyorum...


10 Aralık 2018 Pazartesi

İngiliz Sisteminde Üniversite Yolculuğundan Öğrendiklerim

Çocuğunuzu İngiliz sisteminde okutmak isteyen bir anne ve babasaysanız öncelikle iki konuya odaklanmanız gerekiyor.

Birincisi, çocuğum üniversite hayatından ne bekliyor, benim beklentilerim ve karşılayabileceklerim neler?

İkincisi, önümde üniversite için izleyeceğim yol nedir?

İngiliz sistemi genelde proje bazlı ve gündelik hayata adapte edilmeye çalışılmış bilgilerden oluşan bir sistem. Elden geldiğince pratiğe ve uygulamaya dayalı bir ortamda öğrencilerin yaparak, görerek ve deneyimleyerek öğrenmelerine çalışılıyor. Bu anlamda öğretmenlerin herdaim kendilerini geliştirmeleri, her sene aynı konuyu bile farklı şekillerde işlemeleri sağlanıyor. Hiçbir şey durağan olmadığı gibi, tekrardan ve monotonluktan elden geldiğince kaçınılmaya özen gösteriliyor. Günün getirdiği bilgiler ezber yapılmadan öğretilmeye odaklanılıyor.

Öğrenci lise bitirme sınavına gelene kadar (GCSE) sınıfta kalmadan, aynı sınıfın içinde kendi hızındaki gelişmesi ile gözlenmekte. Bireysel farklılıklar ve eğer varsa öğrenme güçlüklerinde yardım etme ilkesine bağlı kalınıyor.

Genelde Birleşik Arap Emirlikleri'ndeki gibi çok kültürlü ortamların olduğu yerlerde bir anlayışın ve inanışın diğerinin önüne geçmemesi ve hiçkimsenin birbirine baskı uygulamamasına özellikle dikkat edilmekte. Bu anlamda benim hem temelinde katıldığım, hem de kendi çocuklarımda görmek istediğim bir durum.

Birçok ülkenin vatandaşı tarafından ortak dünya dili İngilizce'nin kendi anadili olan yetkin öğretmenler tarafından çocuğuna sunulması bir prestij meselesi. O dilin aksansız, düzgün ve akıcı bir şekilde öğrenilmesi ve konuşulması da öyle. İngilizceye hakim olmayan bir insan artık kendi rekabetinde fersah fersah geri kalmış demek. Dünyanın kaynaklarına ulaşamıyor, anlayamıyor, bilimin dilinde kendini yenileyemiyor demek...Kaynağına ulaşılmamış bilgi yanlı aktarılmış ve baştan kaybetmiş bilgi demek...

Çocuğunun yalnızca düzgün bir İngilizce ile hayata başlaması dışında ileride hangi ülkenin üniversitesinde okuyacağını da düşünüyorsanız akademik olarak çocuğunuzun İngiltere lise bitirme sınavından geçmesi gerekiyor. (GCSE)

Bu sınava hazırlık 9.sınıftan itibaren çocuğun ilgi alanlarına ve o okulun verdiği alternatif derslere göre seçim yapması ile başlıyor. Matematik, İngilizce ve Fen dersleri ana konular olarak seçime tabi değil, zorunlu olarak görülmesi gerekiyor. Matematik daha basit olan ve maksimum sınırlı bir rakkama çıkabilecek olan ile daha ileri düzeyde matematik olarak ayrılıyor. İngilizceden de okuma, anlama ve şiir (ezberletilen 15 adet şiir parçasından sorular geldi benim kızımın döneminde, değişebilir denildi bu zamanla)

Öğrencinin eğer GCSE'den geçemeyecek bir akademik durumu varsa o zaman, o noktada okulu bırakması gerekiyor. Yani, İngiliz sistemi çocuğu 11.sınıfa kadar zorunlu şekilde getirip, devam ya da tamam demeden kendi gelişiminde bir noktaya gelmesini sağlıyor. GCSE yi geçemeyen öğrencinin adı üstünde, bu İngiliz sistemi olduğu için, İngiltere'de birçok ara kadro eğitimi almasına yardımcı olunuyor ama İngiltere dışındaki ülkelerde ne yazık ki bu imkanlar sağlanamıyor. Velilerin ilk önce bunu bilerek, ne beklediğini, sistemde nereye kadar ilerleyebileceğini anlayarak hareket etmesi gerekiyor.

Akademik olarak çok zayıf kalan bir çocuğun üniversiteye gidebilmesi gibi bir imkan minimum matematik, İngilizce ve fen bilimleri sınavını geçemez ise kapatılmış oluyor. Yani, her üniversiteye gideceğim diyen insan Türküye'deki gibi özel bir üniversiteye girip ben de üniversite bitirdim diyemiyor.

GCSE'den gerekli koşullar sağlandıktan sonra 12 ve 13.sınıflar A levellar olarak üniversiteye hazırlanma ve giriş olarak devam ediyor.

13. sınıfta İngiltere'nin üniversiteleri araştırma, başvurma sitesi UCAS devreye giriyor. Okullar bu sistemlerle işbirliği içinde çalışıyorlar. Öğrenciler gitmek istedikleri 5 ana üniversite, 3 tane de yedek üniversite belirliyorlar kendilerine. Üniversitelerle ilgili bütün bilgilere internetten ulaşmak mümkün, gayet metodolojik olarak yazılmış, gizli saklı, karışık gelen hiçbir şey yok. Belli standartlar var ve aynı standartlara bağlı kalınarak üniversitelerin birbirlerine göre artı ve eksilerini de görmek mümkün.

Bu arada, İngiliz sistemi öğrencinin bireysel olarak kendi sorumluluklarını alması bakımından sonuna kadar teşvik ediyor ve anne babadan çok çocukla diyalog içinde kalınıyor. Bilinçli bir şekilde ebeveynin takibini geri planda bırakıyor ve bu arzu edilmeyen ve ödün verilmeyen bir duruma dönüşüyor. Öğrenciler bu anlamda özellikle kendi işlerinin peşinden kendileri koşturmak istiyorlar.

Benim kızım animasyon konusu üzerinde yoğunlaştı, küçüklüğünden beridir durmadan dinlenmeden çizdi. İngilizce konusunda çok kitap okuduğu için kuvvetli oldu ve bunu da tarih ile pekiştirdi (makale yazma, araştırma, düşünme ve analizi teşvik ettiği için) A levellarda genelde üç konu seçiliyor ve bu üç konu üzerinde yoğunlaşılıyor.

Üniversiteler seçilirken iki konuya dağılınmasını önermiyorlar bu bir. İkincisi çok yükseklerden uçulmaması gerektiğini, üniversitelerden gelecek cevapların öğrenci psikolojisini olumsuz etkilememesi gerektiğini...Farklı şehirler, farklı giderler de var örneğin. Londra'dan üniversite seçip oranın hayat standartını sağlayabilecek misiniz? Veya çocuğunuz burs alarak okuyabilecek kapasitede mi? O zaman düşünebilirsiniz.

Hayat adım adım planlar zinciri. Adımları akıllı atmak, objektif hedefler belirlemek gerekiyor.

Önümüzde İngiltere'nin Avrupa Birliğinden çıkıp kalması tartışıladursun, bir belirsizlik baki olsa da bu beş üniversitenin kriterleri, öğrenci tatmini nedir sorularına bakıldıktan ve ben bu kriterleri tutturabilirim akademik olarak dedikten sonra kişisel bilgilerin ve bu konuda neden üniversite eğitimi alınmak istediğinin yazıldığı kişisel kompozisyonlar diyelim, hazırlanıyor. (Personal Statement)

Personal Statement'ların gönderileceği tarihler hepsi, okul tarafından öğrencilerine veriliyor ve bütün bir yıl ne zaman başvurular olacak, nasıl herbir üniversiteden yanıtlar gelecek, A levellar ne zaman açıklanacak gibi bilgiler zaten UCAS da mevcut.

Üniversiteler öğrencilerini kabul ederken iki seçenek sunuluyor, bir tanesi kendi ülkesinin veya bir diğer Avrupa Birliği ülkesinin (ki şu an bu değişmek üzere) vatandaşından alacağı ücret (home status) diğeri de Uluslar arası ücret. (Üniversiteden üniversiteye değişiyor) Öğrenciyi üniversite ya kabul etmiyor veya kabul ediyorsa bünyesine o zaman bu iki seçenek arasında alıyor.

Her üniversitenin kendine has istediği belgeler veya görüşme yöntemleri var. Genelde hepsi resim bazlı konular ve resim öğrencileri için portfolio istiyorlar. Portfolio okulun iki yıllık A level çalışmalarını kapsamak zorunda oluyor.

Bazıları karşılıklı, bazıları Sype görüşmeyi tercih ediyor eğer portfolio'yu görüp, görüşme aşamasına geçmişse.

İlk aşama, bu anlamda kişisel kompozisyon, ardından gönderilen portfolio'ya okulun verdiği tepki. Hayır, teşekkürler veya evet ama şimdi aşamalar bu, bu, bu şeklinde.

Bu arada okulda sınavlar, öğrenim hayatı da devam ediyor. Sınavların toplam değerlendirilmesi herşeyiyle A levellar olarak Ağustos ortasında açıklanıyor. O zamana kadar okul öğrenciyi kabul etmiş oluyor fakat diyelim ki öğrenci daha yüksek sınav sonuçları aldı o zaman Adjustment veya daha düşük sonuçlara göre de daha düşük üniversitelere başvuru (clearing) başlıyor.

Bütün Temmuz, Ağustos sonuna kadarki bir dönemi kapsayan bir süreç.

Kısaca, 9.sınıfta GCSE konu seçimi ile başlayan macera, 13.sınıf A levelların açıklanması ve buna bağlı olarak daha yüksek veya daha düşük üniversitelere başvuru ile sonlanmış oluyor.

Eylül ayı ise herşey yolunda gider de istenilen üniversiteye not ortalaması sağlanmış, görüşmeler geçilmiş, portfolio beğenilmiş şekilde yeni hayatın başlangıcına bir merhaba ile başlıyor.

İngiltere'de üniversiteler özgür ve birbirinden bağımsız hareket eden kurumlar. Home status veya International student konumuna karar veren de devlet değil üniversite.

Benim için bu üniversitenin özerkliğini ve gücünü kanıtlayan, insanın içine tekrar yaşama sevinci veren en yeterli kriter.


Düşünceyi Evirip Çevirebilmek

Daha ne kadar zaman bu konuyla haşır neşir olacağımı bilmiyorum. 21 Kasım annem hayata gözlerini yumdu. Ben yanında yoktum ve hatta üç aydır da konuşmuyordum. Aramızda hastalıklı bir ilişkinin olduğunu anlayalı yıllar olmuştu, sevgi ve nefret karışımı... Benden anneme giden duygu bu şekildeydi en azından...

Kendi iki aylık bebeğimi, kızımın ikiz eşini kaybedeli 17 yıl geride kalmıştı. O zamandan bu yana yaşlı insanların, hayatlarını öyle ya da böyle cehennem gibi geçirmeyen, o hayatın içine sevdiği şeyleri serpiştirenlerin, kendisi için yaşayanların ölüm haberleri geldiğinde dedim ki; "Güzel, dolu dolu bir yaşamları oldu, zamanları dolmuş, Allah rahmet eylesin." Ama Allah biliyor ya sıfır duygu vardı içimde. 

Annemle anne kızın ötesinde, zaman zaman rolleri değiştirmiş bir hayat yaşadık. Ben ilişkinin hastane, doktor, öğrenim durumu, eğitim ayağı kısmında gaza getirilmiş tarafı oynuyordum. Geride kalan 46 yılın sonunda belki de o şekilde yetiştirilmiş olmak annemin işine mi geliyordu bilmiyorum, bunu bana fark ettiren eşimin sorusu oldu, ne garip. O kadar yıl bir kere bile bunu durup düşünmemiştim, iyi mi?

Annem herdaim kendi hayatını yaşamaya ve kimseye hastalığında falan hizmet etmemeye programlanmıştı. Kimseye liderlik yapmak, "Kızım bak bu şöyle şöyle yapılır ya da söylenir." gibi iddiaları da olmadı üstümde. Biraz kendi kendime kalarak, düşüp kalkıp, saçma sapan hatalar yaparak kendi derslerimi, kendi bakış açımla alarak oluşmuş bir organizmayım ben bu anlamda.

Bazı, kendisine tecavüz edilen insanların ebeveynlerinden veya eşlerinden sevgiyi ancak bu şekilde gördükleri veya diğer şekliyle sevginin şeklinin buna dönüştüğünü duymuşsunuzdur. Hakkına tecavüz de, hakaret görmek de, dayak yemek de bir zaman sonra hayatın bir parçası ve olağanı olur çıkar beynimizde. O yüzden diyorum beyin ve işleyiş tarzı, inanışlar ve herşey yalnızca bir illüzyon da olabilir bence. Neden olmasın ki? Gerçekliği dinle karışmış bir insanla, din karşıtı birinin duruşu ve hayatı algılayışı ne kadar farklıdır ve bu farkları düşündüğümüzde aramızdaki uçurumlar daha da görülür hale gelir.

Bütün bu şüphelerle cebelleşirken ben aksine ailede hep ölümden sonra hayat, ruhlar, ölünün arkasından yaşanan ilginç olaylar, hatta medyumsal durumlarla büyüdüm. Annem birebir kendisi zaman zaman fal bakardı, değişik olaylara gark olmuştu falan filan...

Ama hayat denilen yolculuğun bir algortima ve olasılık olduğunu düşünürsek aslında ölüme, ölümden sonra ne olacağa ya da gerçekten de bızzzt! sesiyle sistemin kapanıp kapanmadığına dair bir şey bilemiyoruz. New Age ruhsallık, maneviyat gibi düşüncelerin insanların yüreğine su serpmekten öteye ne işe yaradığını da düşünsek anlayamıyoruz. Bilimsel araçlarla ruha, ölümden sonra hayata, auraya dair tespitler ve kanıtlar diye üzerine atladığımız bilgilerin yine bilimsel yollarla çürütülmesine acı dolu bir yürekle "Ama bu kadar karmaşık bir yapının yokolmaması lazım." diyerek bakıyoruz.

Eğer orada devam eden bir şey varsa ve "Ben ölsem de senin yanına gelirim, bırakmam." diyen biri ölüp gitmişse, arkasında kalan koskoca bir boşlukda bir işaret beklemek ve karşılığında da kocaman bir sessizlik bulmaksa ölüm nedir diye düşünüyor insan.

Homodeus'da da yazan buydu, hepimiz birer algoritmayız birbirine sarmal olmuş milyarlarca ipler gibi.

Birimiz kopsak da aynı yumağa yeniler eklenerek devam edecek hayat yolculuğu...

Hayat kısaca "Edebiyat yapma bana!" mı diyor bizlere? 


7 Aralık 2018 Cuma

Çeviri yapmak

Diyorlar ki "Senelerdir aynı dili konuşuyorsun, bana şu makaleyi bir çeviriversene"

Herşeyden önce, çeviri bir dili konuşurken yapılabilecek kolay bir şey olsaydı, o zaman üniversitelerin çeviri bölümleri olmazdı, bu bir.

İkincisi, o dilde konuşmak ile makale çevirmek arasında büyük bir uçurum vardır. Konuşma dili denilen kısmın kullanıldığı ve tekrarlandığı (aynı zamanda bu şekilde öğrenildiği) kısmın dışında farklı konu bazında, farklı kelime dağarcıkları mevcuttur. Yani her konunun kendine göre bir sözlüğü vardır.

Akademik olarak İngilizce'ye hakimiyet ile konuşma ingilizcesine hakim olmak aynı şeyler değildir. Bu, ana dili İngilizce veya Türkçe olan bir insan için de geçerli. Akademik dil kullanımı, kendi okullarında uzunca bir zaman aralığında pekiştirilecek bir süreç. Öyle hop diye oluşan bir şey değil. O dilde bol bol, yıllara yayılan şekilde okumak, yazmak gerekiyor. Dili konuşan ama iyi bir eğitim almamış insanla, akademik olarak kendini geliştirmiş, kitaplar devirmiş bir insanın kelime dağarcığı bir olabilir mi?

Çeviri yapabilecek bir insan her iki dili ana dili kadar iyi bilmek, kullanmak durumunda olan kişidir.

Çeviri bir cümleyi alıp kelime kelime çevirmek anlamına gelmediğinden hala google çeviri programı yetersiz kalmakta. Çünkü çeviri yapan kişi önce okur, okuduğunu anlar ve diğer dilde o cümleyi tekrar yazar!

Bu anlamda aslında tekrar yazılmış cümleler aynı çıkarıma gelse de birbirinden farklı çeviriler söz konusu olabilir.

Ben bir şeyi İngilizce'den okuyup (akademik farklı konulara dahil değilse, örneğin tıp, mimari, mühendislik vesaire...) Türkçe'ye çevirebilirim çünkü Türkçe'ye kelime dağarcığı olarak daha hakim durumdayım ama tersi asla söz konusu bile olamaz (kendim için konuşuyorum)

Bunun okuluna gitmek, eğitimini almak eğlenceli olabilirdi diye düşünüyorum.

Çok iyi çeviri yapıp, o dili pratik hayatta kullanamayan bir sürü insan da vardır örneğin.

Buradan çıkan sonuç şu; Dil yaşayarak öğrenilen bir şey, konuşuldukça ve o ortamda karşılıklı diyalog için mecbur kalındıkça konuşma dili, akademik makaleler yazdıkça akamdemik dil gelişir.

Kullanılmayan ve pratiğe aktarılmayan hiçbir bilgi öğrenilemez. 

6 Aralık 2018 Perşembe

Bir Gün Biz de Öldüğümüzde Çocuğumuz Unutacak

Ölüm hiçbir zaman insanı hazırlıklı yakalamıyormuş. Bunu annemi kaybettiğimde öğrendim.

İnsanın kendini en savunmasız ve şaşkın hissettiği andır ölüm. Bunu da, kendimi annemin yerine koyduğum zaman düşündüm.

Annemle entellektüel anlamda bir paylaşımım olmadı, O'nun hayata bakışıyla benimki hep çakıştı ama ölümü can yakıyormuş, bunu da annem öldüğünde anladım.

"Yaşlıymış, iyi bir hayat yaşamış, yaşasaymış daha fazla acı hem çekermiş, hem de çektirirmiş, verilmiş sadakası varmış ki anında ölmüş..." gibi lafların insanın kendini teselli etmek için yarattığı bakış açıları olduğunu kavradım.

Ne söylense, ne denilse de boş olduğunu, acının hafiflemesine pek de yardımcı olmadığını deneyimledim.

Böyle zamanlarda hayatında olmaması gerekenlerin, zaten oraya hiç gelmemiş ve bulunmamış olmalarını diledim.

Yapı gereği sindirerek algılıyorum, çok çabuk düşünen, kararlar alabilen, karşı saldırıya geçebilen beceriklilikte değilim.

Öğretirken ve yaşarken anlık pratik düşünme yetim var evet ama Türkiye'deki o çingene kıvamında, "Hadi hadi gel ne duruyorsun!" türünden enerjiden nefret ediyorum.

Başa çıkamadığım için değil, başa çıksam kendimden başka bir yaratığa dönüşebileceğim için. Artık Türkiye ile sınırlandırmayacağım "Ben bilirim!" ci insanlardan da tiksinti geçiriyorum. HAYIR EFENDİM BEN BİLİRİM!!!! TAMAM MI?!!!! da bunun sonu yok ki!

Hayatımda bunu yapan insanlar var, kendilerini tarif ederken hiç istemedikleri bir şeye dönüştükleri için kendilerinden tiksindiklerini söylerlerdi. Yapana mı yaptırana mı bakacaksın gerçi.

"İçimde bir sokak piçi yaşıyor ve o piç gereken yerlerde, gerektiği şekilde ortaya çıkıyor!" Toplum olarak müthiş bir kaba sabalık ve yontulmamışlık var ne yazık ki, naiflik gaylik, enayilik olarak algılanıyorsa ne beklenir ki?

Dolayısıyla benim düşünmem gereken şey de şu olmalı; Kendimden tiksineceğim bir şeye dönüşmektense karşı taraf tarafından yenilgiyi kabul etmiş bir zavallı olmayı tercih ederim.

Ya da yenilgiyi kabul eden zavallı olmak yerine, susanı yenilmiş zanneden ahmakların olduğu yerden uzak kalırım.

Ben annemin ölümüyle bunları düşünüp, deneyimlerken aklıma gelen diğer cümle "Bir gün biz de öldüğümüzde çocuklarımız bunları düşünüp, hissedip, deneyimleyecek ve hayat böyle sürüp gidecek." 

6 Kasım 2018 Salı

Soru işareti

Benim düşünme zamanlarım hep araba kullanırken, zaman zaman hayattan kopup da o düşünceler ülkesinde gezerken kaza yapma riskimin arttığı da olasılık dahilinde ama elimde değil. 

Araba kullanırken müzik çalar, günün pop şarkılarından, bedene zıt ruhun yaşlanmadığının bir göstergesi olarak. O sırada aklıma hızlı bir yağmurdan önce çakan şimşekler gibi ardı ardına cümleler gelir.

Bugünkü cümle ise kendimi Sims karakteri gibi betimlediğim bir resimden...O resimde başımın üstünde koca bir soru işareti belirmiş haldeyim.

Sims oynayanlar bilir, orada yarattıkları karakterin de aynı bizler gibi seçilen kişilik özelliklerinden oluşmuş bir ihtiyaçlar listesi vardır, sosyalleşme de bunların içinde tatmin edilmesi gereken en önemli ihtiyaçlardan birisidir.

O kafasında soru işreti oluşmuş Sims karakteri olan ben asla bundan hoşlanmadığımı düşündüm ve hayatım boyunca kim olursa olsun, bende soru işareti yaratan insanlardan uzak durmamın benim için faydalı olduğu sonucuna vardım.

Kendisini tanıdığımı sandığım ama yaptığı hareketler, söylediği sözlerle "Ne demek istedi bu şimdi?" dedirtenler.

Karşıma önce kendi çıkarları doğrultusunda planlarla gelenler.

Sürekli yol, yordam, davranış şekli değiştirenler.

Beni şaşırtanlar, beklemediğim zamanda beklemediğim şekilde davranışlar, konuşmalar sergileyenler.

Yalan söyleyenler, olanı saptıranlar.

Dertleri aslında dostluk ve arkadaşlık, akrabalık değil de onun da ötesinde karın ağrısı olmakda yatanlar.

Hiçbir ortak noktanız kalmamış olmasına rağmen görüşleri, duruşu ile sosyal medyayı kullanarak sürekli taciz edenler.

Ekip işi yapmayan, sürekli kendinden hiçbir fedakarlık yapmadan emredenler ve bekleyenler.

Bundan sonra kafamda soru işareti yaratan her kimse sonsuza dek karşılaşmasak da olur.




29 Ekim 2018 Pazartesi

Kilo Vermek ya da Vermemek, İşte Bütün Mesele Bu

Çoğumuz çocukluk ve gençlik yıllarımızdaki;  "Ne yesek zayıf kalıyoruz." hallerinden "Su içsek kilo alıyoruz." formuna evrildik.

Sebeplerini biliyoruz, yaşlandıkça yavaşlayan bir metabolizma ile karşı karşıyayız ama şimdiki nesil? İlk okullardaki kilolu çocuklara bir bakın. Geçmişin zapzayıf çocukları olan bizler bile bakınız şekil bir A bu yazıyı yazar hale gelmişiz. Öyleyse zayıflık çocukluk ve gençlik zamanı hayat boyu bir inceliği garanti etmiyor.

Gerçi bizim neslimiz ile şu anki nesil arasında çok büyük farkları da gözlemleyerek bu yazıyı yazmak istiyorum çünkü örneğin ben '72 doğumluyum, Bağdat Caddesi'nde Kristal vardı hamburgerci, başka bir şey bilmezdik. Böyle bir sürü hamburgerci, pizzacı ortalığı sarmış durumda da değildi.

Bu zincir, kimyasallara bulanmış, alışkanlık yaratmak için dizayn edilmiş, yiyecek kimyagerleri ile el ele çalışarak üretilen yiyeceğimsi şeyler arttıkça maliyetler düştü, emperyalizmin en önemli sorusu ortaya çıktı ve bir koyup nasıl bin kazanabilirim? durumu her yerleri sardı.

Artık eskisinden çok daha fazla dışarıdan yemek alınabiliyor. Eskiden kırk yılda bir yapılabilen bir kutlama artık neredeyse her hafta sonu belki evde yemek yapılmadığından hafta arası bile yapılabilir kılınmış oldu.

Dolayısıyla bu yemek yeme döngüsü, gereğinden fazla, abartılmış uyarılma içgüdüsü bizleri daha geç yaşlarda yakaladı, oysaki şimdiki nesil bu "Seni nasıl yapar eder de müptela kılarım?" sorusunun içinde doğmuştur. Bu anlamda kendimize bakmak bir kenara, dönüp kendi beslediğimiz çocuklarımıza bakmamızın zamanı gelmiş de geçmekte bile!

Sorun kilo almak, çirkinleşmek kadar basit değil arkadaşlar!

Yıllar ve yıllar boyu, tıpkı bir binanın temelini, sonra duvarlarını örmek gibi bir yemek yeme alışkanlığı oluşturmak. Tad duyularını şekerle öldürmemek, üzerini kaplamamak. Deney fareleri yapılan araştırmalarda şekeri, eroin ve esrara tercih etmişler! Eroin ve esrar yasak ama şeker heryerde! Gizli bir şekilde hem de herşeyde!

Bu şartlar altında kendimizi deney fareleri olarak görecek olursak ki hiçbir farkımız yok, üretilen bu mallar çok ciddi şekilde alışkanlık yapıyor ve alışkanlık yaptıkça yiyor, içiyor ve yiyip içtikçe de kilo alıyoruz.

Bizler birer organizmayız. Organizma ne yapar? Yaşamsal faaliyetlerini gidermek zorundadır ama hazza da odaklıdır çünkü aslında hayatın normal rutini, organizmaya bir de beyin ekleyecek olursak, oldukça da sıkıcıdır.

Bilimsel olarak vücut zaten büyüme hormonu salgıladıkça, şimdiki gibi çok abartmadıkça, kimyasallarla kuşatılmış yemekler yiyip içecekler içmeyince ve de hareketsiz bir hayat yaşamadıkça (bizim zamanımızda diye başlayan cümlereri sevmezdim ama şimdi o noktadayım, mahalle çocukları olduğumuz için hiç durmazdık) zayıf kalınıyor zaten. Bu bilgilerin ışığı altında ben de zaman zaman "Takma kol" ismi takılacak kadar zayıf halde üniversiteyi de bitirdim.

Derken genç kızlıktan, kadınlığa, oradan doğurganlığa doğru değişim geçirdim ve Valaaaa!

Obez olmadım ama kendime göre kilolu oldum, kendimi durdurdum kilo verdim, aldım verdim derken yıllar böyle geçti.

Bu sene yine çalıştığımız ortama gelen pastalar, unlu mamuller (küçük pideler) içilen çaylar kahveler derken bana bir şey oldu. Yüzüm hep küçüktür benim ama ay parçası gibi bir yüz, yürüdüğümüz zaman pencerelerden ayna niyetine kendimize bakarız ya, boyum kısaldı, genişledim bayağı, gıdık çıktı özellikle gülerken ve selfie çekerken, cildime bir bakım mı yaptırsam diye gittiğim yerde bayan "Biraz gıdığımız da çıkmış bunun için de masajımız var ücreti bu kadar" diye kol kadar bir fiyatı bana sundu. Yanaklar bulldog köpeği adını verdim ben onlara o şekilde yanlardan aşağı kayar gibi oldu. Popo arkadan hareket eder hale geldi, ben yürüyorum popo hop yukarı, hop aşağı!

Yapı gereği çok kadınsı çıkıntılar sevmem, hepimizin bir beden yapısı var, değiştirmek istediğimiz ama değiştiremediğimiz yanlarımız ama ben fit kadınları çok beğeniyorum.

Güzellik bir kenara, o değil anlatmak istediğim, bir kendine güven, bir pırıltı ve o incecik bele kum saati gibi duran göğüsler ve popoya da elveda! Benim için fit olan bir kadından çekici bir şey yok! Öncelikle buna karar verdim. Transformasyon zamanı geldi de geçti bile dedim kendi kendime.

Çok uzun zamandır düşünüyordum, ben ne seviyorum? Öncelikle müziğe bayılıyorum, dans etmek, kulaklıklarla dinlenilen bir pop müzik ve yürüyüş (uzun soluklu koşmayı artık maalesef beceremiyorum belki bir gün) Bundan seksi bir şey olabilir mi? Terlemek harika bir duygu, o terle atılan yağları da düşündükçe iyice havaya giriyorum derken gel git bir spor mağzasından tuzlu ama bir o kadar da ihtiyaçlara yanıt verecek bir tredmill'i almaya karar verdim.

"Değer mi?"," Bak bir süre sonra çamaşır asıyorsun onun üzerine boşu boşuna para verme." diyenlere kulaklarımı tıkadım. Bu benim deneyimimdi, kendimde deneyimlemeliydim.

Bir konuyu araştırırken de huyumdur bir kitaba bağlı kalmam, bir sürü birbirine bağlı olan linke, kaynağa, kitaba ne bulursam artık. Okudum, öğrendim, notlar aldım. Burası Türkçe olduğu için baş kaynak olarak rahatlıkla Karatay'ın kitaplarını tavsiye ederim. Haklı, Türkiye'de bulunabilen, Türk yemeklerine uygulanabilen ve bilgi yüklü kitaplar. Burada olduğum için şekerle ilgili bir kitap aldım örneğin, ondan tonlarca şeyler öğrendim.

Derken ilk en büyük değişimimi yaptım. Günde kaç bardak tatlandırıcı eşliğinde (şeker kilo aldırıyor ya!) çay tükettiğimi bilmiyorum, buna bu senenin başında tatlandırıcıdan tırsıp şekerle sütlü kahve alışkanlığını eklemiştim. Eşim Thai Chi felsefesine takınca çeşitli farklı çaylarla gelmeye başladı eve, Türk çayı şekersiz maalesef tüketilmesi son derece zor, o yüzden Karatay limonlu çay öneriyor. Ben ilk bizim çaydaki şekeri kestim yok çay içesim! Demek ki ben çay değil şekerli suyu seviyormuşum durumunu anladım ki gerçekten bir tokat. Bir arkadaş meyve çaylarını önerdi falan ama en sonunda naneli yeşil çay içmeyi başarabildim. Dört aydır şekerli çay, sütlü kahve veya kahve içmiyorum.

Hafta sonları güzel yemekler eşliğinde içki içilirdi bizde. İçki içildikçe yenilir, yenildikçe sohbet edilir...İçkiyle vücuda giren şekerin inanın haddi hesabı yok.

Bunların hepsini kötü bir alışkanlık olarak algılamaya başladım. Kendi kendime kötülük yapıyor, vücudumun bana anlatmaya çalıştıklarını duymuyordum. Vücut sinyal veriyor aslında. Kilo öğütülemeyen çöp tenekesi gibi içeride.

Çok zayıflık zamanlarımda bile göbek sorunum vardı, selülit de aynı şekilde başka bir sorundu.

Taze, maya kullanılarak üretilmiş olan ekmek ve türevlerini kestim. Kestim derken, düşünmeden yiyordum, sabah kahvaltıda, evde makarna yapılmışsa, pilav varsa iki üç öğün şeklinde derken hayatımız bu işlenmiş karbonhidratlarla ve ona bağlı şeker yüklemesi ile doluyor.

Meyve suyu alırdık eve, portakal elma...Diğer kitaptan öğrendiğim üzere meyve suyundaki anormal şeker miktarı bu konuda da durmamı sağladı. Artık susandığı zaman bir dolap açılıp da soğuk soğuk (gazsız içecek göze ve kulağa daima bir coca cola dan daha masumane gelir değil mi? Bir daha okuyun o zaman!) içilen bir meyve suyu dönemini kapattım.

Kendime digital bir tartı aldım, detayları gösteren türden. Ne gerek var demeyin, kilo verirken fit olmak istiyorsanız su alımını azaltmadan, vücudun suyundan veya kaslarından feragat etmeden, kas oranını arttırıp yağ oranını azaltarak kilo vermek durumdasınız. Bunu nasıl anlarız sorusuna da ancak bu tip bir tartı ile yanıt bulabiliyoruz. Tartının uygulamasını telefonuma indirdim ve bu serüvene 67,8 den başladım.

Dört ay sonra, bugün sabah tartıldığımda sonuç 60,7 idi. Dört aylık bir süre içinde yalnızca okuduklarım, öğrendiklerim ve kendimde uyguladıklarımla bu noktaya gelebiliyorsam demek ki hepimiz aynı şeyi yapabiliriz.

Yiyeceklerimizi değiştirmemiz, alışkanlıklarımızı devşirmemizden geçiyor. Hayat boyunca bunu uygulayabilenler ve spor yapanlar inanın hiçbir bıçağın altına yatmadan güzel, mutlu bir hayat sürebiliyor.

Boyum uzadı gibi sanki ama yalnızca kilo yanılgısından ibaret. Yüzüm yaşlanmıştı, şimdi gergin ve yanaklardaki sarkma yokoldu. Selülitler mimimuma düştü ve böyle giderse belki de hiçbir şey kalmayacak. Löp löp oynayan popo yokoldu, normal boyutta bir çıkıntıya dönüştü, göbek minimuma indi ama idealin ne olduğunu bana bu tartı ve ayna söyleyecek.

En güzel taraf ise aynanın ya da pencerelerin önünden geçerken kendime baktığımda üzülmüyorum.


Başka Gezegenlerde Yaşamak Mümkün Olsaydı?

Bırak insanın başkasını bilmesi, kendisini bile anlayabilmesi, o dipsiz dehlizlerine girmesi, bazı bazı kendine kendinin ne istediğini, ne hissettiğini mertçe dile getirmesi bile bu kadar zorken, evlatlarını başlarından her attıklarında saatlerce ama saatlerce ne yaptıklarını bilmeden, aman bana bir şey demesin de modunda "Hadi git arkadaşına, oynayın!" şeklinde çocuklarını birbirlerine yollaması beni acayip iriti ediyor.

Ben geniş olamadım, olamıyorum ve olamayacağım!

O yüzden böyle karşıma gelip de sürekli relaxxx! diyenlerin de burnuna şöyle okkalı bir yumruk indirmek istiyorum. Sürekli bokuyla kavga edenlerden de kaçınırım ama sakin ve düzenli bir hayat seviyorum. İnsanların kendilerine yapılmasını istemediklerini başkalarına yapmadığı bir dünya görmek istiyorum. Ve evet çok beklerim, bunun da derin bir şekilde farkındayım.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı gittikçe daha somurtuk, yüz çizgileri daha belirgin, kimseye sevimli gözükmek için kendinden ödün vermeyen bir insana dönüşüyorum. Yaşlanmak demek daha az sosyalleşme, daha fazla kendi kendine kalma, okuma, yazma, çizme demek oluyor benim için.

Tatile gittim, değil mi? O'nun bunun çocuğunun bana gelmesine ve saatlerce hiç telefon edilmeden, benim telefon numaram aranmadan bende kalmalarına hayretle bakıyorum. Örneğin, benim kızım jimnastik yapmayı seviyor ve bahçede asılıp, ters perende atacağı bir mekanizma var ve gelen de aynı şeyi yapmaya kalktı ve beyin üstü yere çakıldı, soruyorum ben ne yapacağım? Veya kendi aileme yemek yapmayı seviyorum ve bizde yemekler iki öğün genelde. Sabah ve öğleden sonra, bende çocuk kalıp da O'nu da yedirme düşüncesi stres yapıyor, ne yapayım sevmiyorum!

Bir insanın günlük düzeni vardır bana göre ve öğlen yemek saatlerinde veya sabah uyunur neyse kahvaltı yapılır ve çocuklar birbirlerine yollanmaz. Yollanılsa bile yahu çocuğun başka bir evde ne oluyor bilemezsin, aranır, o insana sorulur değil mi? Belki senin çocuğun o evde sıkıntı yaratmakta, belki diğer çocukla kavga ediyorlar...

Herşeyden önce şu bilinmeli, yetişkinlerin birisi çocuğunu yollayıp kafasından atıyor diye, diğeri de kendi çocuğuna arkadaş geldi ve oyalanıyorlar, başına ekşimiyor diye seviniyor. Yani kimsenin kimsenin çocuğuna baktığı falan yok! Yani bunu herkes biliyor ve saçma sapan bir şekilde birbirlerine teslim ediyorlar çocuklarını.

Yahu kimi kime teslim ediyorsun? Ve bu çocuğun başına burada değinmediğim başka kötülükler gelse nereye gidecek, kimden hesap soracaksın????

Çocuklar çocuktur oynayacak, bahçede olmaları en güzeli ama yine de saatler boyu çocuğunu genişlikten patlayacak halde bırakırsan sonrasında da ağlama. Zaten umurumda olan bu tip çocuğunu kime kakalasa kardır diyen sende değil de senin o zavallı, başına herşey gelebilecek olan savunmasız evladında.

Tüm bunların hepsinin özü, insan denilen beyni en fazla gelişmiş olması gereken ama bazen de böyle şark kurnazlıkları ve genişliklerle olmayan hayvanın aslında aynı hayvanlar aleminde olduğu gibi hiçbir kurala tabi olmadığı. Aramızda, kendimiz bile dahil sapıklık potansiyeline sahip bir sürü insan var.

Bu şartlar altında saldım çayıra mevlam kayıra çocuk bakanların (sözüm ona) benim gibilere rahatla biraz şekerim demesi, benim gibilerin onların burnuna kroşe indirmek gibi bir duyguya kapılması her seferinde ayrı dünyaların insanları damgası vuruyor.

Ama ne yazık ki bir tane dünya var ve bu dünyada diyorum ya bu tiplerin her konuda ama her konuda ortalığı sıçıp batırmaları bitmek bilmiyor.




16 Haziran 2018 Cumartesi

Cahillik

Çok ciddi bir şey ve ayrıca bulaşıcı.

Neden denilecek olursa, insanlar da tüm sosyal diğer canlılar gibi birbirine bakarak, hareketleri taklit ederek öğrendikleri için. Babamın bir lafı vardı eskiden. "Her gelen yeni nesil, bir öncekinden ancak bir gömlek atabilir." derdi. Sebebi buymuş. 46 yaşımda anladım.

Kindle'ın kitap okuma aletini yıllar önce edinmiştik, evdekiler İngilizce okuyorlar diye ama benim E-kitap açlığım hiç bitmedi, yıllarca kıvrandım durdum, bu bizler gibi değişik ülkelerde yaşayan insanlar Türkçe kitaplara nasıl erişecekler diye söylenirdim.

Türkçe kaynakların İngilizce karşısındaki mağlubiyetini hiç saymıyorum, zira bir sözcüğü İngilizce arattığınız zaman internet bunun cevabını tak diye gözünüzün önüne koyuyor zaten. Ama geçen sene bir şey keşfettim, birileri sesimizi duymuş olmalıydı ki D&R Kobo'yu getirip standına koyduğu gibi içinde de Türkçe e kitapları sattığını duyurdu.

"Evreka!" diyerek üstüne atladım aletin. Hala büyük bir mutlulukla kullanıyorum, tabletlere de Kobo'nun uygulaması indiriliyor olduğundan, kitapları dışarda heryerde tabletle okuyup, gece yatmadan önce kekin üzerindeki krema deyimine uyacak şekilde Kobo'mu tek elimle tutarak kitaplarımı deviriyorum. Evet, buraya kadarki kısım giriş ve aslında söyleyeceklerimle hiç bir alakası yok :)

Diyeceğim odur ki, yapılan yorumlarda hadi siz diyin reklam, ben diyeyim şaftı kaymış zeka(-sızlık örneği) dolup dolup, taşa taşa, üzerime üzerime doğru seyirtiyor.

Şu aralar okuduğum bir kitap "Mahrem-Gizli Belgelerle Türkiye'nin Sırları" Hadi destur! Başlığa bakıp sekiz takla atarak alıyorsun değil mi kitabı? Bir başlıyorsun okumaya ki komşu teyze Mefküre hanım'ın naifliğinde, içinde gerçek aktörlerin olduğu (tek gülmediğim ve kafamda kocaman soru işaretlerinin salto atmadığı) mahalle dedikodusu kıvamında Wikileaks CIA. Bir tanesinde diyor ki Amerika'nın Türkiye konsolosu X şahsı (isim hafızam sıfır) "Türkler bizi sevmiyor!" Böyle, Ah canıımmmm! vallahi sen beni yanlış anladın Mefküre teyzem! diye sarılasın geliyor rapordaki şahsa. Seviyoruz biz sizi, olur mu öyle şey yaaaa ayıp ettin sen..."

Yani oku oku kriptolar bitmiyor ama sen de ben de gitsek çıkışta aynı saflıkta şeyler yazarız. Kitap bu anlamda Amerika'nın kendini aklaması ve bizi sevmeyen ölsün! hıçkırıkları içinde bitirilemeyebilen bir hale geliyor. Öyle ki, yani kendi sınırları içinde kalan insan hakkında istihbarat Türkiye'den bakkal Hamdi'nin ne dediğine bakıyor şekilde...Hiç tatmin olmadım. Satılmış medya kokusu heryeri sarmış sanki. Belki de bu wiki ler leaks edilmek istendi? Yani, anladın sen onu, honki ponki toriro.

Yine elimde Hanefi Avcı'nın kitabı, ismi de konulmuş, pek bir şahsına münhasır, pek bir iç gıdıklayıcı Haliç'deki Simonlar. Etnisiyeden hoşlanmam, o yüzden kitap hep gözüme gözüme girdi ama almadım. Hadi sizi Suriyelilerrrr, aman da cicim canım Türklerrrr, hiç bana göre değil. Her milletin ortak bir noktası var homosapiens olmaları. Nedir o da?  İnsan ortak paydası. Neyse efendim Simon da Haliç'de kitabın epey bir başında birer yerde geçiyor ki alaka ilgi yok, Haliç'in mide alt üst eden kokusu ve bir şahsa Simon adının takılması dışında. Kitap hiçbir şekilde bir gruba veya olaya bağlı kalmadan yıllar içindeki yaşanan polisiye olayları anlatıyor. Bu da bu mudur? Kitabın adı nedir? Tanıtım yazısında anlatılan nedir? Okuduğum nedir? Bitireyim ben mi yanlış anladım diye baştan sona tekrar bakacağım, söz!

Buradan çıkaracağım çağırışımlar var tabi ki, ya bizimkiler reklam yapacağım derken reklam mı yalancılık mı bir karar veremiyor ve "Hah abi! Bak bu satar kesin!" diyor, ya aynı kapalı çarşıya gittiğin zaman dükkanından yakana yapışıp seni içeri çekmeye çalışan yapışkanlığı mal satmak sanan ahmaklık burada da kendini gösteriyor veya hayali ihracat yapan insanın mantığı... Çok zeki ya (!) yapsa yapsa bir kere yapar o ihracatı, sonra hayatının geri kalanını ağzı tavana bakar şekilde aç geçirir.

Çünkü cahilliğin getirdiği o çok uyanıklık hali bir şekilde insanları kendini bilmez, çok önemli şahıs zannettiriyor ya... Aldanmayınız sevgili kardeşlerim! Önemli olan cahillik değil, kendini kurnaz tilki sanırken düşülen o komik hal... Oluyor. Saygılarımla. 

7 Haziran 2018 Perşembe

Terry Pratchett ve Mort

Kızımın Terry Pratchett hayranlığı ile yıllara varan bahislerinden sonra Disk Dünya'nın iki tane Türkçe'ye çevrilmiş kitabını okudum. Birisi Eşit Haklar, diğeri de Mort. Seriler Cadı serileri, Ölüm serileri vb... şeklinde gruplandırılmış ama sanırım ben en çok Ölüm'ü seveceğim.

Kitabın içinde ölenlerden bazıları af ve adalet diler, Ölüm'ün buna verdiği cevap "Adalet diye bir şey yoktur. Ben işimi yapıyorum!"

Olağanüstü! İnsanoğlunun kendi kendini aldatmacasının iki cümleyle özetlenişidir bu bana göre.

Hayatımızın her döneminde anne, baba, kardeş, arkadaş, dost, sevgili ve eş olarak ilişkiler yaşıyoruz. Bir ilişkinin devamı ise, o insanın senin hayatına NE GETİRDİĞİ ve NE GÖTÜRDÜĞÜ üzerine kurulu. İlişki bir SÜREÇ, öyle hemen başladığı gibi bitebilir, tersine yıllar boyu da sürebilir.

Genelde spritüel ya da dini felsefeler gibi romantik anlayış tarzlarında insanın mutluluğu, bağışlaması üzerine kuruludur.

Bu, insanın kendi ruhunu hayatındaki olumsuzluklardan temizlemesi için geçerli olan bir anlayış gibi sunulur ve tecavüz ettiği kızından ölüm döşeğinde af dileyen ve babasına o haliyle acıyan ve affeden evlattan dem vurulur. Duygular kabarır sel olur falan filan...(Örneğin, ben burada bu anlayışa asabi bir biçimde "falan filan"eki koymuşken dindar olan bir insana bu "falan filan" son derece batabilir. Ne de olsa o kişi babasıdır veya yıllarca anlaşamadığı, başka duygusal yaralar almış olduğu insan da annesidir canım!

Gelin bakalım, şu anne baba olmanın açılımına bir! O kadar da ruhani bir boyut mu, yoksa insan sayısı kadar sonsuz olasılık hesapları mı içeriyor?

Çoğalma cinsel haz üzerine kurulu olduğuna göre, bazısı için çocuk cinsel bir hazzın ürünüyken ve Aaaa! oluvermişken, başka bir aile için planlı, düşünülen, istenilen ve hayat şartları da bu isteğe orantılı olarak oluşturulmuş olabilir.

Bazısı için evlenip, çocuk yapmak bir hayat projesi, yapılması gereken listesinde bir tık iken, diğer bir insan için gerçekten istenildiğinde orada olması gereken bir evlat da...Başka birisi için yaptığı sidik yarışında evli ve çocuklu olmanın getirdiği avantajları kullanmaya çalışan ama kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen bir anne babanın da...

Çocuk yapmak eşittir çiftleşmek olan bir anne babadan çıkan bir evladın hayatta tecrübe edeceği şeylerle, isteyen, sevgi dolu, ona orantılı olarak zamanını planlayan, kendisi içinde mutlu ve huzurlu olan bir anne babanın vereceğini karşılaştırın. 

Dolayısıyla, anne baba olmak kutsal bir şey değildir ve bu durum annelik ve babalık kavramının içine ne sığdırabileceğinize bağlı olarak değişir.

Anne baba olmak düzüşmenin sonucudur. Bir tanesi biyolojik olarak yapılan bir eylemken, diğeri insani olmanın değerlerini taşır.

Her ana baba olan insan, kendi ruhsal ve psikolojik problemlerini bilgisayar ekranından veri siler gibi silip, hayata melek kanatları takarak devam etmez. Tersine herkes neyse, o olmaya ama kendi evlatlarının da hayatlarını karartmaya devam eden bir çığa dönüşür.

Hayat tamamıyla bizlerin algılama şekline göre şekillenir. O yüzden yine dindar anlayışlarda ya da spritüelizmde "Hiçbir şey sebepsiz değildir." açıklaması vardır. "Bağışla ve bırak gitsin." anlayışı hakimdir. Bunu inanarak, inandırarak götürmek önemlidir. Çünkü karşıdaki insan ne derece inanırsa, o derece başarı sağlanır ve o insan kendi illüzyonu içinde mutlu olur. Amaç da öyle ya da böyle ruhsal olarak eroini basıp, mutlu etmek değil midir?

Daha çok spritüel açıklamalarla ruhumun coşup, havalara yükseldiği ve damarlarımda mutluluk hormonuyla "Evet!" dediğim çok zaman oldu ama artık bunu da sorguluyorum çünkü "Acaba..." diyorum kendi kendime "Bu, biz insanların adaletsizlik içinde oluşturulmuş, milletin ruhsal ve maddesel olarak birbirini düzerek beslendiği dünya gezegeninde kendimize yarattığımız, becerilsek de bakın ne kadar mutluyuz çünkü ilahi bir adalet var ve herkes öldüğünde oraya gidip cezasını çekecek! yanılsaması mı?"

Aksi taktirde kızına tecavüz eden bir adamın ancak canı aynı şekilde başka bir şeyle acıtılarak alınabilir, yanılıyor muyum?

Nerede o zaman ilahi adalet?

Sokaklarda doğum yapan, sefillik içinde hayatının hiçbir anında iyi bir eğitim alamayacak, güzel giysiler giyemeyecek, lüks arabalara binip de havasını atamayacak olan için nerede peki?

İşte o zaman yine ruhani liderler sibopsal görevlerini dinimize bağlanalım, şükredelim, bak beterin beteri var diyerek yaparlar. Yoksa toplum olarak ayağa kalkılır ve linç edilir yönetimdekiler değil mi? Toplumun kafası böyle yıkanmazsa ne olur bu politik ahalinin sonu? Bütün dünyada ama?...Hangi politikacı geldiği yere kendi çıkarlarını gözetmek için değil de, gerçekten ama gerçekten halkına hizmet için geliyor? Ya da soruyu şöyle soralım, geldiği yere geldikten sonra neden servetler akıl alamaz boyutlarda katlanıyor? Devlet baba(!) dır denilip, isterse döver (istediği gibi at oynatır, yatırımları bizim kazandığımız ve vergilendirdiği kalemlerle yapar ama halka hesap vermez) ama yine de bizi sever diyoruz?

Yani aslında bir bakıyoruz ki, mikrodan makroya herşey ama herşey bir ilişkiler yumağı hayatımızda. Dinden tut da, politikacılara, anan baban tut da, sevgiline ve eşine.

Benim için ilişkinin her türünün artık basit bir anket soru listesi var.

Bana bu ilişkide karşıdaki kişinin verdiği duygusal ve beyinsel getiri nedir?

Ne öğreniyorum?

Hangi konuları paylaşıyorum?

İlişkinin sonunda hissettiğim duygu nedir?

Huzur mu algılıyorum yoksa kendimi bitik, yorgun, kullanılmış ve asabi mi hissediyorum?

Haz alıyor muyum?

Karşımdaki insan gerçek BEN'imle ve benimle ilgili, değer verdiğim neyle ilgileniyor?

Benim için gerçek anlamda endişeleniyor, mutluluklarımda mutlu, hüznüme, derdime ortak oluyor mu?

Eğer bu bir eş veya anne, baba ise benim için ne fedakarlığı gözünü kırpmadan yapabiliyor ya da yaptı? 

Kendi duygularımı isimlendirme yolculuğumda kafamın karışıklığına birebir iyi gelen sorular bunlar.

Ve "Ölüm" hayatımıza girdiği vakit eğer bir ruhumuz varsa başka bir boyuta gidecek, işte o anda en önemli olan şey arkamızda bıraktığımız duygular ve insanlar. O insanların bizler için hissettikleri, o insanlara ve hayatımıza giren tüm varlıklara ayırdığımız zaman, verdiğimiz sevgi, hissettiğimiz duygular...Bunlar konuşmakla düzelmez, anlatmakla değişmeyecek şeyler...

İnsanoğlunun üzerine bir sürü gereksiz felsefeler yükleyerek beynin dokularını farklı çalışmaya yönlendirmesine karşın ben de Ölüm'ün söylediği sözleri tekrarlıyorum. Çünkü basitçe;

"Adalalet diye bir şey yok! Ben işimi yapıyor ve yazıyorum."

Herşey aslında bir hayalden ibaret, artık sen neye nasıl inanmak istiyorsan...

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Ruhum Genç Kalıyor Safsatası

Beyin 20 li yaşlarına sabitleniyor, kendine hayran olduğu için, yoksa başka bir şey olduğundan değil.

Sürekli her yerde çekilen selfie'ler "Ne olur beni bir çeksene!" isteminin artık insanın kendi ellerinde olması ne büyük bir imkan!

Ortalama çoğunluk görüntü olarak pırıl pırıl parladığı gençlik hallerinden daha kötüye doğru evrildikçe sana, bana göre çok güzel ya da yakışıklı olmasa da kendi gençliği ile gurur duyar hale geliyor. "Ben var ya gençliğimde..." sözlerinin çıktığı kaynak da orası.

Bir iksir içip de genç ve güzel kalmak, daima taze ve pırıl pırıl olmak kadınlara dayatılıyorken ve onlar da bunu bir güzel yerken, bakıyorsun erkekler yaşlansalar, sarksalar da ne botokslanıyor, ne dolgu kullanıyor, ne de orasını burasını gerdiriyor ama her daim yanlarında fıstık gibi kadın olmasını bekleme hakkına sahip oldukları gibi, kadınlar da bunu içselleştirmişler; "Kadın her daim bakımlı olmalıdır!"

Erkek milletinin saçlar kendiliğinden beyazlıyor, göbekler beş metre öteden gidiyor ama kadın güce bağımlı olduğu için, alan razı satan razıya dönüşen bir durum yaşanıyor. Çünkü yaşlanıp, saçlarına aklar düştükçe erkekler daha bol para ve kariyer sahibi oluyor, kırışıklıklardan kime ne? Ak saçlı, hafif göbekli, bazısına göre bol göbek de olur bir şey değişmez, ellili yaşlarında erkek modeli 20 li yaşlardaki işsiz güçsüz delikanlıdan çok daha çekici!

Bu bağlamda genç kadınlar da geleceklerini güvence altına alacakları, bol parayla kendilerine bakacakları ve her daim genç kalabilecekleri hayatları tercih ediyor.

Al sana yaşlanmış, bol kırışıklı ve beyaz saçlı erkeğin yanında güzelliği ile dikkat çeken genç kadın formülü!

Erkek, erkekliğini ve "Bende hala iş var!" sloganını garantiledi, kadın bol parayı yan gelip yatarak güzelliği ile satın aldı. Doğru mu? Neden sürekli erkek ve kadın arasındaki yaş aralığı kadının alehine? 20-25 yaş büyük erkeklerle beraber olmak veya evlenmek neden global olarak yaşanan bir fenomen?

Bu şartlar altında orta yaşa gelen ortalama kadınlar (kendimi kastediyorum) tedavülden silindiklerini her şartta hissediyorlar. "Ah ben gençken..."cümlesi daha bir söylenilir hale geliyor çünkü beden artık yavaş yavaş oradan buradan pes etmeye başlıyor. Daha öyle yetmişlerinde falan da değiliz, kırklı yaşları geçen kadınlardan bahsediyoruz. (Kendine anasının nikahı derecede yatırım yapan, işi gücü genç kalmak için para harcayan kesimi bu yazının dışında tutuyorum)

Geçen Pazar günü derste belime giren bıçak saplanması tazında sancının, iki gün bütün hareket imkanımın kısıtlanmasının, "Böbreklerime ne olacak?!" sorusunun ve kendime acıma duygusunun getirdiği yegane hisler bunlar. Böbreklerde değilmiş sorun, omurilikde kalçaya yakın kısımda disk kaymasıymış. Ultrasonlar, rontgenler (ortaya çıkan skolyoz) ve CT scan'in bize anlattıkları bunlar şimdilik.

Sonra...Hep düşünüyorum ve artık hayata karşı çok daha ciddiyim, o eski dolu dolu kahkahalarımla yaklaşmıyorum. Dünya daha ciddi bir yere dönüştüğü için mi yoksa ben mi daha uyuz ve sevimsiz bir insana evrildim? İkinci şık, evet. İçimin de dışımla beraber yaşlandığını hissediyorum. Bu şartlar altında ben ruhsal olarak yirmiliğim diyebilir miyim?

Bu, aslında seks motorunun hala çalışmasından mütevellit yakışıklı veya güzel, çekici kadın gördüğünde (aksi durumda değil ama) oluşan çekim gücünden kaynaklanıyor.

Burada sorulacak yegane soru ise şu, biraz da kafana vurulan çekiç misali "Sen ilgileniyorsun da seninle kim artık cinsel bir obje olarak ilgileniyor?"

Dünya çelişkilerle dolu eskiden sana cinsel obje olarak yaklaşana ateş püsküren "sen"in yerine "Ne olur beni de çekici bulun!" diye kıvranan orta yaşlı kadın geliyor. Aklının saklı köşelerinde yaşanan fanteziler gerçeğe dönüşse iki çocuklu, eşini seven sen bunu yaşayabilecek misin? sorusu ise ikinci mahkeme çekicini masaya sertçe indiriyor.

Yaz kızım mübaşir, karar verilmiştir;

"Hayatını yaşıyla sürekli bir çekişmeye dönüştürenler huzuru yakalayamaz, elinin altındaki güzellikleri ve değerleri yaşayamaz. Çünkü yaşlanıyorsun ve her günün arkasında daha genç, daha güzel, daha hareketli ve hayat dolu bir sen bırakacaksın. Hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek tersine, fiziksel olarak daima yokuş aşağı bir yol bu. Sen yalnızca düşünce ve hissediş tarzını değiştireceksin, onların hepsi senin yarattığın değerler nasıl olsa. Değişim kaçınılmaz ve olumsuz ise ondan kendine göre zevk almayı ve haz duymayı öğren. Ve şimdi kararını ver, hayatının geri kalanını hep kendine acıyarak ve genç görünmek için deliler gibi para harcayarak mı yoksa hissettiklerin, vücudunun seni götürdüğü yer ve ailenle huzur içinde mi yaşayacaksın?"

Hep yazdığım gibi, buraya yazılanlar da sana veya başkasına hayat dersi vermek, bir şeyleri dikte etmek değil. Tersine, kendi kendime yaptığım telkinlerin ve beynimin içindeki iki ayrı kişiliğe laf anlatma derdinin yazıya dökülmüş hali.



10 Mayıs 2018 Perşembe

Başarının arkasındaki sır nerede?

Okulda, küçük çocuklarla çalışmak insanı başarının arkasındaki sırrı düşünmeye itiyor, en azından bunu oldukça kuvvetli şekilde düşündürüyor.

İnsan zekası yalnızca matematik problemleri çözerken değil sosyal hayatta, kendi yaşamını idame ettirirken de çok önemli, arkadaşlıklarını yaşarken de...Eskiden algılanan akıldan beş haneli sayıları çarpan bir insana tapınma durumu artık geride kaldı ve cümleler "İnanılmaz beyin ama..."diyerek evrildi.

Hepimizin doğuştan getirdiği, üzerinde düşünmeden yapabildiği, yani çalışmadan iyi hedeflere ulaşabildiği konular var.

Sınıfıma baktığım zaman bunun gibi durumları görmek son derece mümkün. Bu çocuk neden bu konuda bu kadar başarılı? sorusunun arkasındaki yanıt küçükken "Bilmiyorum." "Kendiliğinden oluyor." Ya da "Kafamda cevap öylece beliriyor." veya "Yaparken çok eğleniyorum."

Fakat bir ana konu yeterli mi? Örneğin, matematikte olağanüstü yanıtlar veren bir çocuk en basit bir işlevi yerine getiremiyor. Veya arkadaşlık kurma konusunda son derece başarısız, kiminle nasıl konuşulacağını bilmiyor, oyun oynarken topluluk kurallarına uymuyor. Kıyafetlerini değiştirme, motor becerilerini kullanıp bir kağıdı kesme, yapıştırma, cetvelle düz çizgi çizme veya basitçe komutları anlama ve yerine getirme konusunda son derece geride. Aynı çocuğu yalnızca matematik dehası olarak değerlendirebilir miyiz?

Sınıfımın ve yıllardır gelip giden öğrencilerimin bana öğrettiği şeylerden en önde geleni kimi, hangi kriterlere göre değerlendireceğiz sorusu. Ve cidden cevabı olmayan bir soru bu. İşte yine bu sebepten insanların normal zekası ile duygusal ve hatta motor beceri zekasını bile birbirinden ayırmak lazım.

Bir insanın doğal olarak sahip olduğu yetenek veya fiziksel özellikler diyelim, eğer o insan tarafından yıllar içinde geliştirilmiyor ise, her neye sahipsek, üzerinde bilimsel olarak çalışan ve tekrar eden insandan geride kalıyoruz.

Bu bağlamda yıllardır kendimde sorguladığım sorulardan biri de konuyla ilişkisi yokmuş gibi görünüp direkt bağlantılı olan kilo alma sorunu.

Ben bütün çocukluğumu, üzerinde hiç düşünmeden ve çaba sarfetmeden zayıf geçirdim. Yapılan spor faaliyetleri de seneye bağlı kaldı yani devamlılığı olmadı. Deliler gibi acıktım ve aynı şekilde deliler gibi de yedim. Ve bu konu güdük kaldı. Yıllar içinde vücut yaş aldıkça, doğumlar, hamilelikler yaşandıkça benim yirmi beş yıl aşina olduğum beden bana yabancılaşmaya başladı. Benimle birlikte büyüyüp kilo sorunu yaşayan arkadaşlarım şimdi gayet fit ve zayıf kalabilirken ben hala bunun üzerinde eroinmanın eroinden vazgeçmesi misali uğraşır oldum. Çünkü artık zayıf kalmam için çaba sarfetmem gerekiyor ve bundan da haz almıyorum! Acıkıp da baklava börekleri yutarak doruklara ulaşıyorum.

Bu bağlamda uzun vadede devreye giren en büyük itici güç iradedir. Bir konunun öğrenilmesi ve devamının gelmesi için ise motivasyon gerekir. Motivasyon öğrenilen bir konuda başarı veya ödül olabilir. Aslında basit organizmalara uyarlayacak olursak her organizma gibi haz peşinde koşmamız gayet normaldir ama bu hazzı her haz alınan konu sağlıklıdır ya da yapılmalıdır a uyarlayabilir miyiz?

Eroin almak beynin haz bölgesini uyarıyorsa, eroin mi almalıyız? Çocuklarımız şekerli besin seviyor diye onlara şekeri ödül olarak mı sunmalıyız? Kendimiz kilo aldığımızı, doğru beslenmenin ne olduğunu bile bile yalnızca haz alıyoruz diye mantı, soslu iskender kebaplar, fırından yeni çıkmış dumanı tüten poaçaları mı yutmalıyız?

İşte tüm bu başlıkların toplamı bir yola çıkıyor, iç disiplin!

Bu yüzden şu elimden geçen çocukların hepsinde gördüğüm iç disiplini olup ortalama başarı yakalamış bir çocuğun, disiplinsiz, nerede ne yapacağını bilemeden uyur gezer gibi dolaşan, ayakkabısını bile bağlamayı beceremeyen bir dahiden daha başarılı olacağı aşikardır. Konu bazında konuşmuyoruz, hayatla başetme anlamında, sosyal ilişkileriyle, yalnız kalmadan, mutlu olabilme yetisiyle yaşamdan bahsediyoruz.

Tatminkar bir hayattan...

Okulların öğrencilerine iç disiplinlerini geliştirecekleri, kendi kendilerine yetebilecekleri, aşağıdakilere (!) bahşedilmiş gibi göründüğü için burun kıvırılan çorabını giymek, kıyafetlerini düzgün koymak, kıyafetlerini değiştirebilmek, diğer insanlarla doğru şekilde iletişim kurmayı öğrendikleri ortamlar olmalı bu.

Dolayısıyla ben diyorum ki, insanoğlu hazlarına yenildiği an bir şey yapamaz ama tersi durumda kendini kontrol edebilen bir iç disiplin girer o sahneye ve herşeyi değiştirir.

Bu yüzden dahi veya çok başarılı olmak zor ya! Çünkü onlar bütün bu başarı kalemlerini haz aldıkları işlere dönüştürmüşlerdir. Onlar o yüzden aynı işi tekrar ederler bıkmadan ve usanmadan.

İşte bu profesyonelliği getirir.