30 Haziran 2007 Cumartesi

Gidişe Dört kala...

Bu fotoğraflar benim bahçemden. Gördüğünüz gibi, tam anlamıyla bahçe denilemese bile kenarlarda ekip biçeceğimiz alanlarımız var. Geldiğimizden beridir bu bitkilerin nasıl büyüyüp geliştiğini izleyebilmenizi isterdim. Bu, ön tarafa bakan, eşim tarafından budanan, geçen ay böyle patlarcasına açan ve sol taraftan gelenlere göz kırpan beyaz begonvilim :) İki yıl önce, köküne kadar budanmış bir odun parçasıydı.

Kızımla babası bahçede bitkilere gelmiş böcekleri öldürecek antibiyotiği yapmakla meşguller. Benimki internetten, buralarda Avrupa Birliği kuralları çerçevesinde yasaklanan bitki kimyasalları için organik olarak ne çözüm bulunabileceğini araştırdı. Diyorum ya internet ve bilgisayar teknolojisi olağanüstü bir şey diye. Hemen birkaç alternatif yaşama geçirildi.

Bunlardan bir tanesi Türkçe ismini bilmediğim ve Hindistan'da yaygın olarak görülen ama buralarda da yetişen Neem adındaki ağacın meyveleri... Kayınvalide ve peder profesyonel bahçeci oldukları içindir ki zaten eşim bu kültürle büyümüş. Önemli bir şey...Çünkü bizim bahçe de bir anlamda O'nun eseri. Çocukların evde görerek öğrendikleri şeylerin miktarı inanılmaz boyutta olabiliyor. Yani, belki farketmiyoruz ama evlatlarımızı yaşarken davranışlarımızla eğitiyoruz. Solda görülen bitkinin neem olduğundan şüpheleniyoruz. Daha çok genç ve henüz meyvelerini vermiş durumda değil. Geçen sene bu bitkinin yerde bir ottan daha uzun olmadığını söylesem, inanır mısınız?

Buraya gelmeden önce çok bitkim vardı, hepsini minnacıktan kocaman hale getirdim ama seyahat olayı başlayınca, hatta şehir bile değiştirirken onları taşıyamayacağımı gördüm. Antalya'da çok sevdiğim Ömür Hanım'a emanet ettim. Gözüm arkada değil, İStanbul'da ise pek de sevmediğim ama bitki delisi yaşlı bir karı kocaya devroldular. Tavana değen benjamin'e hala içim gidiyor.

Burada ise eve bitki almaya bir türlü gitmiyor elim. Biliyorum, gün gelecek ve yine taşınacağız, o kadar bak büyüt, götüreme...Belki seneye tekrar başlarım. Şimdilik bahçedekilerle idare ediyorum.

Neyse...Bu Neem denilen ağaç ( Azadirachta indica ) meğerse bizim evden çıkıp da biraz ilerleyince yolun üzerinde varmış. Bir baktım benimki meyvelerini toplamış eve getirdi, ufaklıkla dallarından ayırdılar. Bahçede japon gülümüz ( sağdaki ) var ama öyle bir şekilde atağa uğramış ki beyaz beyaz, çiçek açamaz halde. İlk aşamada sabunlu su ve fırçayla temizlendi. Şimdi, meyvelerin içindeki çekirdekler çıkartılıp, güneşte kurutulacak.

Bu bitkinin bir çok özelliği varmış. Bir kere antibiyotik olarak kullanımı, oksijen üretimindeki üstünlüğü, diş macunu yapımında hammadde olabilirliği...Şimdi bu çekirdekler bir gece belli şekillerde tariflerle bekletilecek, ertesi gün bir litre suya 2-50 gr'ı karıştırılacak ve püskürtülecek. Bakalım, yarın sabah bu işlem işe yarayacak mı? Şimdi eşim meyvelerin çekirdeklerini çıkartmakla meşgul.

Bugün Blue Souk'a gidilecek. Anneyle babaya 50. evlilik yıldönümleri için kişiliği olan bir hediye götürmek gerekiyor. Avrupa'da bu tip Asya işi şeyler çok rağabet görebiliyor. Ancak, Blue Souk da siestacılardan, saat bir buçuk ile dört buçuk arası kapanıyor. Öğleden sonra dışarıyla alakalı işimiz bu.

( Yukarıdaki fotoğraf Brian McMarrow tarafından çekilmiş, O'nun foto albümünden alınmıştır )

Blue Souk'da en sevdiğim taraf küçücük tıklım takaş dükkanlarda çok hoş parçalar bulunması. Şimdi internette baktım da içerisinde 600 tane dükkan varmış. Bir de çarşının kendine has bir kokusu ve dokusu... Herşeyin mega mall kültüründe eriyip gitmemesi ve kendisi olarak kalması ne kadar önemli. Bizim kapalı çarşıyı andırır yanları olduğu içindir ki seviyorum orayı. Alt katta altıncılar, üst katta yatak örtüleri, yastık kılıfları v.s...Satıcılar ciddi derecede yapışık ama alışmışız biz Türkiye'nin turiste bakış açısından öyle şeylere ya, çatır çatır pazarlık yapabiliyoruz utanıp sıkılmadan.

Geçen sene eşimin kardeşi ve ailesine elde yapılmış, ipeğin üzerine boyanmış, herbirinden dünyada tek olarak çalışılmış minyatür çalışmaları aldık. Orta Asya folklörünü anlatan, atların, vahşi hayvanların ve insan figürlerinin olduğu çok nazik şeylerdi. Sonra, gidip renklerine uygun şekilde çerçevelettirdik. Gerçi seçtiğimiz renkleri iç, dış birbirine karıştırmış olsalar da sonuçtan çok memnun kalmıştık. Bu sene benim L koltuğun üzerine atarak kullandığım ve çok sevdiğim Meksika orjinli battaniyem gibi taşıması kolay, kırılıp dökülmeyecek bir parçaya bakalım diyoruz. Yaşlı insanlar, hem de soğuk bir iklim, televizyon seyrederken bacaklarına yayarlar, koltuklarının üzerinde kullanırlar...

Birazdan yemek yiyeceğiz. Eşim ve kızım ağacın bitki çekirdekleri çıkartıyorlar. Evde sulu köftem hazır. Akşama ne yapacağım soru işareti, kolay bir şeylerle atlatırız bugünü de.

Yemeğimin hazır olmasını çok ama çok seviyorum. Gidişimize şunun şurasında dört gün kaldı, yola ne yapacağımı düşünmem lazım. Buradan çıkış saatleri kötü değil. Sekiz ama İStanbul ile İngiltere arası havaalanında on saat beklemece...

Tam gitmeye dört kala İngiltere'de patlamaya hazır bulunan bomba olayları, heryeri götüren seller... İşin ilginç yanı şu, eğer geçen seneki tarife uygulanıyor olsaydı ne karavanda kalabilirdik, ne Wales'de o harika yunusları seyredebilir, yürüyüşlere çıkabilirdik. İngiltere konusunda ilginç bir talihlilik yaşıyoruz.

Akşama belki bavulları boş odaya açıp benim ve eşimin neler alacağına bakarım. Bakmalıyım da. Hatta, her sene bir liste yaparım ki akla unutma falan yaşanmasın.

Dün, Laila'nın tüylerini kestirmeye gittik Dubai'ye. Burada veterinerimiz var ama "o iş başka bir konu." dedi. Pek bulaşmıyor anladığım kadarıyla tüy kesme işine. Halbuki bu sıcak memlekette kedilerinin bile tüylerini kestirmeye getiren insanlar gördüm. Sharjah'ın içlerinde, çölün ortasında grooming yapanlar da " Tamam, yapıyoruz ama köpeğinizi bırakıp gitmeniz lazım" gibi salakça bir talepte bulundular. Bir kere böyle bir şey duyunca bizde gayet normal olarak " Neden?" sorusu oluşur , hayvan huzursuzluk hissediyor ve o an sahibinin yanında olması en güzeli, ne demek bırakmak? Dedim ki " Bırakalım da, aramızdaki bayağı bir mesafe var ve sizin çevrenizde öyle oturup bekleyecek bir yer de yok" Konunun bu kısmıyla pek ilgilenmiyormuş izlenimi yaratan veteriner kadın bana da haliyle yardımcı olamadı. Yer, Dubai'nin trafiğine tercih edilebilir olsa bile git gellerle aynı hesaba geleceği ve Layla'yı bırakmamız da söz konusu olamayacağından orası iptal oldu.

İşin komiği hayvanların hepsi sanki el ayak bakımı yaptıran kadınların tarzında öylece, ayakta bekliyorlar. Hiçbiri birbirine bulaşmıyor. Grooming yapılan bölümde işe yarar büyüklükte alanlarda satılmayı bekleyen köpekler oluyor. Sordum, en fazla bir ayda müşteri bulunuyor dedi adam. Ama ne acayip iş :( Hepsi sevilsin diye bir havlama bir kıyamet. Çoğu satılabilir açıdan altı aylık, en yaşlısı bir yaşında. Süt dişleriyle oyuncu ve çok sevimli, yani yıkanmış, taranmış, pufur pufur bir haldeler...Kaldıkları yere tuvaletlerini yaptıkça bir sonraki bölmeye geçirilip hemen temizlikleri yapılıyor. İki günde bir de yıkanıyorlarmış ki aslında köpeklerin satışına yarayan ama onun dışında derilerine zarar veren bir yöntem :(

Yine üst kısımda hem her türlü hayvan ürünü satılıyor hem de kemirgenleri koymuşlar yanyana. Kocaman pufur pufur tavşanlar, birbirlerine dolanmış uyuyan sansarlar, guinea pigler ve test fareleri...

Sevmiyorum... Elimde değil, doğalarından koparılıp da camların arkasında, ne kadar temizlenseler, ne kadar iyi beslenseler de dapdaracık alanlara sıkıştırılmalarından haz etmiyorum. Mal gibi pazarlanmalarına hele çok kızıyorum. Düşünsenize, onların yakalanması, binlercesinin beter koşullarda bir yerden diğerine nakli, ölümleri, fırlatılıp atılmaları...

Aşağıda ise zaman zaman yandaki evin televizyon antenine gelip konarak, cark cark sesleriyle şarkılar söyleyen, özgür mü özgür güle oynaya aile hayatı yaşayan papağanlar var. Hele onlara daha da içim gidiyor. Uçan hayvanlar bunlar ya! Ve papağanlar ne kadar da akıllılar, kimbilir birisi gelecek de evine onları süs eşyası yapacak diye, insanların zevkine hizmet etmeleri için ne kadar da bekliyorlar o acayip odalarda. Hayvanları doğal ortamlarında gören insanların neden onlara bu kadar saygı duyduğunu anlamak hiç de zor değil. Diyorum ya alt tarafı ben burada serbest dolaşan papağanları gördüm ve düşündükçe daha da öfkeleniyorum. Pet Shoplara bu yüzden pek sıcak yaklaşmıyorum :( ( Yukarıdaki fotoğrafı parrot photos diye google'dan araştırdığım zaman aldım, bizim evin buralarda da aynı kalabalıkta olmasa da işte aynen böyle uçuyorlar. )

Neyse...Tüyler kesilip, yıkandıktan ve tırnaklar falan da halledildikten sonra sanki bizimkinin yerine yeni bir köpek geldi. Eskiden insanların hayvanlarına bu tür bakımlar yaptırmasını yadırgardım. Şu anda da aynı duyguları yaşayan ve buna kızan çok kişi vardır biliyorum ama şunu söylemek istiyorum. Bu iş çocuk sahibi olmak gibi. Bir varlığın sorumluluğunu alıyorsunuz. Kararı alış aşamasında bütün detayları düşünerek vermelisiniz. Onlar da insanlar gibi, dişlerinin fırçalanması gerekiyor, kaliteli ve varlıklarına uygun beslenmeleri lazım, yaşlandıkça ortaya çıkan sağlık sorunlarında sokağa atamazsınız, en iyi şekilde bakmanız elzem. Bu şartlar altında elinizdeki varlığa evladınıza yaptığınız gibi ne kadar iyi bakarsanız aynı ortamı da o kadar sağlıklı derecede paylaşırsınız. Evde beslediğiniz hayvanınızın temizlik şartlarını yerine getirmezseniz, o zaman kendi sağlığınızla da oynarsınız.

Ayrıca, onları alıp da doğal şartlarında asla tercih etmedikleri sıcaklıklara ya da iklimlere taşıyanlar da bizleriz, o zaman tüylerinin kesimi ve rahatlatılmaları için de hem para hem de enerji harcamak zorundayız. Şimdi Chloe'nin sokaklardan kedi köpek kurtarıp sahiplendirmeye çalışan öğretmeni mesela, kadın soruyor, kedi ister misiniz köpek ister misiniz, ben tövbe yok almam dediğimde ya da insanlar istemediğinde suratında yarı anlamaz yarı kızgın bir ifade...Bu bilinci kazanmış bir insanın, bakamayacağı kadar çocuk doğurmaması ne kadar önemliyse, iyi şartlar sağlayamayacağı ya da yalnızca şirin bulduğu için bir hayvana sahip olması bir o kadar yanlış. Onlar canlı ve özel ihtiyaçları olan varlıklar.

Bizim Layla'yı buraya taşımamız 2500 dolar artı korkunç insanlarla muhattaplık, sinir katsayısındaki artışlarla geçti. Tatile gittiğinizi düşünün verdiğiniz kennle'ların çoğu, hiçbirine özel ilgi göstermeden, yattıkları yeri temizleyip, hayvanları küçük alanlara tıkan yerler. Köpeklerin herbiri, terkedilmişlik psikolojisiyle sizin yolunuzu bekler. Temizlikten ya da beslenmesinden bahsetmiyorum, bunu da yapmayıp eskiden babamın bir arkadaşının boxer'ını öldüren de var. Nereye gidilecek? Kime şikayet edilecek? Ayrıca, genelde Avrupa ülkelerinde değil de bu tip yerlerde yaşıyorsanız olay iyice lükse dönüştürüldüğü için alınan paralar da artıyor. Aynı nasıl çocuğunuza ne kadar para ödüyorsunuz o kadar alabileceğinin kalitesini arttırıyorsunuz, aynı mantık burada da geçerli oluyor. İyi bakım için maddiyatın da iyi olması gerekiyor. ( Özellikle yıl içinde seyahatleri olanlar için konuşuyorum )

Bir arkadaşım kızının çok kedi istediğini söyledi. Daha önceki adımda evine okyanus akvaryumu almışlardı. Onun ne olduğunu sordum. Ufaklık, artık eskisi gibi yemini vermiyormuş. Benimki de öyle. Bir ara Layla'nın yemeğini veriyordu, şimdi sıkıldı ama köpeğimiz ailenin bireyiydi ya hep, düşkünlüğü baki. Hatta, benim ufaklığı sürekli köpekçilik oynarken görüyorum. Fakat sorumluluk anlamında çocukların hayvan bakma konusundaki heyecanları aynı yeni bir kıyafet ya da oyuncak alıp köşeye atmalarına benziyor. Aslında bu, hepimizin doğasında olan bir şey. Onu durduran duygu ise vicdani sorumluluklar, o varlığı bir canlı, duyguları olan bir aile bireyi olarak görebilmek...

Eğer, o hayvanı tam benimsemeden ya da bakıp bakamayacağınız konusunda şüphelerle, yalnızca çocuk sevindirmek adına alıyorsanız almayın derim. İnanın bana " Hayır evde köpek bakılmaz!" dışında bir açıklama, böyle detaylarıyla yüreğime hitap edilecek şekilde yapılsaydı asla almazdım. Şimdi Layla üzerinde oluşturduğum duygularım da olmayacaktı o zaman.

Bir de bizim köpeğimizin geçmişi kızımdan fazla, yani ufaklık hayatımıza girdiğinde O zaten vardı. Yeni gelen hangi hayvan olursa olsun tuvalet eğitimi var. O bitiyor tüy dökme sorunu, evde yaşama, oraya buraya çıkmama eğitimi başlıyor. Kedi bu konuda köpek gibi eğitilen bir hayvan da değil, daha başına buyruk. Ama belki sahip değiştirmesi köpekten daha kolay. Kabul ediyorum, kimse bırakmak için almaz ama insanlar zaman içinde öyle bir gerçeklikle karşılaşıyor ki ne olduklarını da şaşırıyorlar. Çoğu köpek evde saatlerce yalnız bırakılıyor, dört duvar arasında yaşayan bu sosyal varlıklar ruhsal olarak sorunlar yaşamaya, evdeki eşyaları kemirmeye başlıyorlar. Ardından sanki eşyaymış gibi verdikleri tepki de ceza görüyor. Bunları konuştuk ve arkadaşım zaten düşünmediğini söyledi. Bence de... En sağlıklı karar.

Saat yediye geliyor. Bir gün daha bitme aşamasında. Gözlerimden yine uyku akmakla meşgul. Zaman o kadar hızlı geçiyor ki anlamak mümkün değil. Bugün annem internet cafeye geldi. Ülkü de zaman buldu, konuşabildik. Süper bir şey bu! Sonra da Blue Souk'a gittik ve çok güzel, değişik bir masa örtüsü ve salon için yastık kılıfları aldık. Hepsi el yapımı...Kocam çok beğendi, benim beğendiğim yine el yapımı halı bütçemizin üzerinde kaldı :( Üzerlerine ye da koltuklarına örtecekleri tür bir battaniye göremedik. O plan uygulanamadı.

Kızıma dün, yazı çalışması yapması için günlük aldık. Günlük dediysem öyle cicili bicili değil Carrefour'un kendi üretimi, basit defterlerden. Bu konuda çalışması lazım. İngilizce, yazıldığı gibi okunmadığı ve belli kurallara da tabi olmadığı için neredeyse kelime bazında yazı ezberi yapmak gerekiyor. Dolayısıyla her günün yapılanlarını kağıda geçirmeye çalışırsa çok daha destekleyici ve istekli olur dedik. Yaz tatili için belli bir program belirlemek gerekiyor. Ödevlerine bakarak yarın halletmeye çalışacağım işlerden bir diğeri...

Chloe'nin kışlıklarını denettirdim. Hepsini, makinaya konulması için ayırdım. Bizim, şöylesine ne gideceğine bakmamız lazım. Yarın da imkan dahilinde yıkanacaklar, bavulların hazırlığı...O bavulların mis gibi çamaşır deterjanı kokmasına bayılıyorum. Bavul başına azami 30 klg olmalı. Yeni terör şartlarında ciddi kurallar var. Bir ara eline aldığın çantanın içindekileri plastik içini gösterir torbaya konulması olayı gelmişti. Sanırım sıvı alımı konusunda da sorunlar var. Dışardan içecek bir şey getiremiyorsun. Lap top konusu? Bilmiyorum...Kişi başına bir el çantası düşecek olursa ben kendi adıma hakkımı lap topla kullanmış oluyorum.

Türkiye'ye girişte oy kullanma sandıkları açılmış olacakmış. 22'sindeki seçimler için bir hafta önceden kurulacak denmiş. Girerken o hakkımı da kullanmadan geçmek olmaz!

Ayrılış günü Perşembe, saat yediyi biraz geçe...Gitmeden bir şeyler olursa yine ekleme yaparım.Uganda'da plastik kullanımı her yönüyle yasaklanmış. İnanılacak gibi değil! Hepinize iyi geceler...

28 Haziran 2007 Perşembe

Kuzenle Tanışma...

Yarın saat dört gibi hayatım boyunca tanışmadığım eşimin kuzeni ve kocası gelecekler. Yıllar önce kitaplara geçen bir aşk yaşanmış ama bitmiş, adam son derece zengin, kızıl uzun saçlı, acayip gurme ve tam bir salon erkeğiymiş. Prens Charming yani :) Kadın, şimdi hippi tarzı bir yaşamdan, çok başarılı bir akademisyene dönüşmüş. Aşık olduğu adamdan kalbinin yerine aklı çalışmaya başladığında vazgeçmiş, bunalıma girmiş ve şimdiki eşini de yine aynı camiadan seçmiş. Bir sebepten dolayı Dubai'ye geleceklermiş. Bize de uğrayacaklar.(mış)

Bazen, çok fazla hazırlıklar ve heyecanlar arka arkaya geldiği zaman, kendimi tekrar hazır hissedene kadar bir şey yapmak içimden gelmez. Şimdi de o moddayım ve bu çıktı. Klasiktir, yap bir çay, yanına da çıkar onların klasik bisküvilerini, sal gitsin! Ama yok, olmuyor, hem ağlarım hem giderim misali alışkanlıklar, eve gelen misafire karşı yapılması icap edenler listesi peşimi bırakmıyor. Aslında, evde malzeme de kalmadı ve yalnızca gidene kadarki mimimumların karşılanması gerekiyor.

Okula kocamla beraber gittik. Dün, kendime oturduğum ve eğildiğimde lüp diye çıkan göbeğimi toplaması için bir korse almıştım. Dışarda hava kapalı olmakla beraber, yağlı yağlı esen bir rüzgar, yerden kalkan kumla birleşince felaket bir nem de olaya eşlik edince, arabaya bindik gidiyoruz, okula gelmeye yakın belki de nefes almamı engellediği için korseyi çıkartmak zorunda kaldım. Resmen midem bulandı ve fenalık gelir gibi oldu. Eski filmlerde kadınların giydiği bel kısmını saran tür bir şey. Bir de yazın ince giyilen kıyafetler orayı burayı toplamıyor ya bu çok hoşuma gitmişti. Birleşme kısmını çengellerle kapatıyorsun. Kapatılması bayağı bir zor ama bir tek o yol uygulanabilinir. Yemek yememem lazım :( Her Allah'ın günü aynı hikaye...Bir de burada sütyenlerden plastik kokusu geliyor yav! Eriyorlar yavaş yavaş. Çok ilginç bir durum. Saçlar da anında yağlanıyor sıcak ve çöl rüzgarından. Yani, süslen püslen çık, vadesi beş dakika!

Bugün itibarıyla kızımın ikinci yılı ve birinci sınıfı bitti. Gelecek sene, ikinci sınıfa geçecek. Sınıfından, Dernos O'na özel hediye almış. Pek anlayamadım ne olduğunu ama tam istediği dinazorlardan biri gelmiş, hem de içi minik minik bilye dolu olanlardan. Yumuşak ve daha gerçek oluyor o zaman. Neden yalnızca benimkine soruldu ve hediye alındı anlayamadım, üzerine de gitmek istemedim ama sen mi istedin diyebildim yalnızca, hayır Dernos sordu dedi. Haleh'e özel teşekkür yolladım, biraz da mahçup bir ifadeyle.

Neyse, şimdi ufaklık mutlu mesut onunla oynuyor, dinazorla beraber gelen içinde benim bile okumakta zorlanacağım kelimeleri okudu biraz önce. İnsan nasıl da gururlanıyor. Sanki kendi hayatında yeni bir sayfa açılıyor gibi bir durum. Kişisel iddialar, iş, yükselme, kariyer... duyguları hep ikinci planda kalıyor. Bence, o yüzden dünya üzerinde kadınların politika olsun, iş hayatı olsun delice bir bağlılıkları olmuyor. Tabi ki istisnalar kaideyi bozmaz.

Bir de yıllar geçtikçe gözlemlediğim, en önemli şeyin kendi çekirdek ailen olması. Hani denir ya " Hep bir boşluk var, birşeyleri arıyorum ama bulamıyorum." Eğer birliktelik oturur, çocuklara istenen hayatlar sağlanırsa, herşey ama herşeyin enerjisi solda sıfır kalıyor. Kadınların bir şeyleri sahiplenmeye, onları korumaya ve büyütmeye ihtiyaçları var. Dediğim gibi bu ihtiyaçlar şekil değiştirir ama hep varlardır. Öğretmenlik yaparken, kendi çocuklarımızı bibirimizden nasıl da koruduğumuzu, ihtiyaçlarda öncelik verdiğimizi hatırlıyorum da...Anne olduktan sonra bunun hangi duyguyla örtüştüğünü daha iyi anlıyorum.

İnsan hep enerjisini akıtacağı ve alın terini vererek oluşturacağı bir şey yaratmak istiyor. Kadınlar için bunu zaten doğa vermiş . Çocuğu olmayan tanıdık kadın arkadaşlarımın deli gibi bir kedi köpek bakma hastalıkları var. En yakın örneği Antalya'da ev sahibimizden verebilirim. Kocası kendinden çok büyük olduğu ve bundan önce de iki evlilik atlattığından bir türlü adamı razı edememiş ve evlerinde belki on tane kedileri vardı. Hepsine çocuğu gibi bakar, kolleksiyonuna sokaktan sürekli yenilerini eklerdi. Şimdi, Chloe'nin bale öğretmeni... Aynı! Yani, çocuğu olmayan ya da bunu bir şekilde belki de istemeyen insanlar ya iş konusunda deli bir hırsa kapılıyor ya da hayvanlara bakma yolunda ilerliyorlar. Dünyanın kesinlikle buna da ihtiyacı var ve herkes çocuk sahibi olacak ya da olmalı diye bir şey de yok. Ama benim söylemek istediğim çocuk yoksa yerini başka şeyler alıyor.

Şimdi Chloe babasının odasında oyun oynuyor. O odayı aşağı, mutfağın yanına aldığımızdan beridir, oynarken kopmasın diye ahşap bebek evini, sürekli oynadığı dinazorları falan hep odadaki köşeye aldım. Gözünün kapanması sorunu olmasa belki tv'ye hiç bakmayacak. Ama sol gözdeki ciddi miyop ve sağ gözün sağlıklı olması, sürekli bir gözün kullanılması ve diğerinin tembelleşmesi riskini getiriyor. Bu sefer geldiğimde bir Anakara'ya Ali Şefik'e gidebilsem...Harika bir göz doktoru, inanılmaz bir centilmen. Türkiye'nin en iyi beş göz doktorundan biri ama bir o kadar da mütevazi. Bakalım yapabilecek miyim?

Evde kendini gösteren ve banyoda toplu katliama uğrayan karıncalarımız belli aralıklarla eve girme ve yerleşme girişimlerine devam ediyorlar. Uçanlar bitti, derken arkalarından kocaman olup ciddi derecede ısıran başkaları çıktı. İri olanlar uyuşuk bir şekilde dolaşıyor ve küçüklerin de düşmanı olduklarını düşünüyorum. Aralarında inanılmaz bir diyalog var. Birilerine bir şey olduğunda hemen diğerlerinin haber alıp ya da görüp panikle kaçışmaları çok ilginç mesela. Ya da öldürülen yeri bir daha kullanmamaları. Onun dışında, burada çekirge veya hamamböceği yok. Antalya'da balkonda otururken bir anda saça yapışır gibi gelen çekirgeler olurdu. Uçan hamamböcekleri de...Çekirge için yenecek bir halt yok ki burada!

Dün yayımcımla tekrar konuştuk. Diyorum ya imzamı atıp da elime üç boyutlu kitabımı alana kadar inanmayacağım ama bir bölümde kesme biçme yapmaya karar verdik. Lise yıllarında yıl sonu yıllığımıza koyacağımız yazıları yazmıştım da sonradan sınıfta başka birinin kendine göre eklemeleri beni deli etmişti. İfadeler değişiyor, hemen başka birinin yazdığı belli oluyor. Kitabın o bölümüne bakıp düzeltmeleri yapmam lazım. Bu akşam ona bakacağım. Çok sevdiğim bir arkadaşım Türkiye'ye gitme öncesi mail yazmış, O'na yanıt yazacağım.

Sabahleyin ona kadar uyudum. Bir tek ufaklığın saçını yapmak için kalktım. Artık kendisi giyiniyor, o da ortadan kalktı. Dün akşam eşim, ben " Hamile kalırsam bu tip beni diğer taraftan çeken faaliyetlerden uzaklaşacağım." dediğimde " Yazmaktan vazgeçebilecek misin?" dedi. Ben de eğer öyle bir şey olursa en önemli şeyin ve önceliğimin çocuklarım olduğunu söyledim. Bu, bir dönem. Hayatımızın sonuna kadar bebek büyütmeyeceğiz ya! Daha çoook zamanımız var kendimizle başbaşa kalmaya falan. Çocuklar büyüyüp de yaşlandığımızda ailenin farklı yerlerden bir araya gelmesi falan işin en zevkli tarafı aslında.

Yarın gelecek kuzenin kızı çocuklara yardım için ülke ülke dolaşıyormuş. Sanırım, şimdi Çindeymiş. Biraz dinlenmece...

25 Haziran 2007 Pazartesi

Geriye Sayım Durumları

Herşey hızlandırılmış film karesinde yaşanıyor gibi...Gitmemize artık bir hafta kaldı. Evimden uzakta iki ay, geldiğimde yine geçen seneki gibi " Bu ev bıraktığımda da bu kadar boş muydu?" diyecek miyim? Hem mutluyum, hem değilim, hem heyecanlıyım, hem de gerginim... Alt tarafı ikinci kez başka bir ülkeden kendi ailelerimize gidiş tecrübesini deneyimliyorum ama her sefer aynı karmaşıklıkları hissediyorum. Bir de bilinmezlikler, evlatla yapılan seyahatler...Düzen değiştirme öncesi yaşanan duygular... Bir an önce gitsem de oraya alışsam mantığı...Ne bileyim, artık eskisi gibi değilim.

İngiltere de değil sorun aslında, parası olan için bir cennet. O doğada yeni görülen ve keşfedilen yerin verdiği zevkin fazlası var ama para yeterli olmayınca? İşte, o zaman benim gözümde görünmeyen demirleri olan bir hapse dönüşüyor. Ne olursa olsun doğmadığım, büyümediğim, bambaşka bir mekanda içimden geldiği gibi " Yeter!" diyemediğim için bu gerginlik biliyorum. Neyse, yine de araba kiraladık en azından çok bunalırsak kaçarız biryerlere. Kalamayız ama gitme gelme olur. Bu sene minimum yapılabilirler listesinde olsa da o araba kapının önünde bizi bekleyecek ya, bana yeter.

Şimdi, kızımın öğretmenlerine hazırladığım kurabiyeleri bitirdim. Ufaklık da kartlarını yazma ve resimleme işini halletti. Yarın, üç tane favori öğretmenimize kalp şeklinde kestiğim ve kırmızı parlak kağıtla kapladığım kartonlardaki kurabiyeleri götüreceğiz. Umarım, başlarına bir şey gelmeden hallolur.

Bugün sabah, ilk aşamada öğleden sonra ve tatilden önce son kez göreceğimiz bale öğretmenimize hazırlamıştım. Ufaklık, sınıf ve bale öğretmeninin kartını dünden halletmişti. Arabalar evden uzakta olduğu için biraz yürümek gerekiyor ya, elinde tutarken dışarda da kırka varan sıcak, küt diye yere düşürdü, derken sardığım güzel bağcık elinde kaldı, arabaya ulaşıp da ben tekrar bağlamaya çalışırken kafama da güneş geçmiş cozurduyorken, ipi kopup elimde kaldı falan filan...Mr. Bean tarzı görüntüler yaratıyorum zaman zaman. Ama ben böyleyim işte. Yani, yarın bunların hiçbiri yaşanmadan sabah teslim edilsin ve listedeki işlerden biri daha bitsin durumlarındayım.

( Bugün, yarın :) Bu yazdıklarımı gecenin bilmemnesine kaldığım için yollamadan taslak olarak tuttum. Tabi, sabah işin teslim edilmesi aşamasındaki sinir ve stres yine uçuş vaziyetine geçti. Dün akşamdan aklıma gelmişti, hani elimde " Bakııın ben yaptım!" tarzı bir haller olmasın diye üç tane kalp kartonu bir de bulduğum cartlak sarı krapon kağıdıyla kapladım :) Değişik, biraz delice ve doğayla barışık bir kompozisyon oldular :) Üzerlerine karışıklık olmasın diye herbir öğretmenin kartını ayrı ayrı seloteypledim. Derkkeeeeen seloteypler çok fazla bastıramadığım ve sıcaklığın etkisiyle ne oldu?! Açıldılar! Hırrrr! Neyse, buz kalıplarını da aldım, arabanın arkasındaki buzluğa kaldırdım ve kalpleri de üstüste gelecek şekilde torbanın içine koyduktan sonra kutuya yerleştirdim. Neyse, bu işi de elemiş bulunuyoruz. Şimdi sıradaki?... Hakikaten bu hallere geldim, sıradaki de bitmiyor, kocamın kuzeninin erkek arkadaşıyla geleceği tutmuş. Onlara da bir şeyler hazırlamak icap edecek. Allah'ım sen beni koru.

Demin, benimki düşmüş bir yüzle bilgisayarının başında, "İngiltere'de ne yapabiliriz?" alternatiflere bakıyormuş. Yanına gidip de " O surat ne öyle?" dediğimde söyledi. Ben de; " Bu sene boşuna bakma, harika olurdu ama imkansız." eklemesi yaptım, daha moron bir ifadeyle. Özgürlükkkkkkk! Gözünü sevdiğimin özgürlüğü :(

Kendi başıma yaşarken ya da kızım ve kocamla diyelim, dert değil. Hayatımı bütçeme göre planlarım, yeri gelir çorba yapar içerim, yeri gelir en alasından istediğim bir şeyi yapar yerim ama yaşadığın evin ortamını değiştirme isteği geldiği an ve yapamıyorsam afaganlar da beraberinde teşrif ediyor. ( Gulligelinler :) )

Mesela, bizim mantımız, al 150 gr kıymayla öküz gibi ye kalk! Hem de tadına doyulmaz ama gideceğim mekanda canım ne isterse istesin yapamam. "Yap yeee!" diye bir durum da söz konusu değil. Olmaz...Öyle yapıldığı an kendime pişiriyorum, kendim yiyorum gibi kabaca bir mantık çıkar ortaya.

K.peder ciddi derecede yemek seçer. Yıllar geçmiştir bir kere patates kızarttıklarına tanık olmadım. Yani, o da önemli değil de kuralın kaidenin asla bozulmaması anlamında anlatmak istiyorum...Ve bu alışkanlıklar içinde benim aşerdiğim hiç bir yemek de listelerinde yok :(

Güzelim bir doğa, son yıllarda gittiğimizde harika bir hava...Ama istendiği an istendiği gibi değerlendirilemeyen, kasılmış, katılaştırılmış bir yaşam. Donuk...Dokunmaktan uzak. Hala kendi kocamın arkadan gelip dokunduğumda zıplamasının engelleyemedim ki, İngilizler'in yaşam tarzına bakılacak olursa bizler yapışık falan yaşıyoruz. Ben sırnaşığın Allahıyım. Ama benimkinin bir şikayeti yok! Önemli olan da bu değil mi? Yani, kesinlikle gerisi fasarya ama başka birilerinin evine gidene kadar bu felsefe işte, ondan sonra yıl içinde on gün bile olsa her günüme, kimseye bağlı yaşamadığıma binbir dualar ederek dönüyorum eve. Yanlış anlaşılmasın, bu durum kendi ailemde dahi geçerli olabiliyor. Evim evim güzel evim muhabbetleri yaşlar ilerledikçe daha şiddetli hissedilir hale geliyor.

Kızım için ise tam tersi duygular geçerli. O'na hiç bulaşmıyorum ve tabi ki rol icabı kendi uyuz duygularımı aktarmıyorum. Büyüdükçe, babaannesine gitmek özellikle önemli olmaya başladı. Neden? Bahçe var, halasının atıydı, köpeğiydi, kayınvalidelerin domatesi, patatesi ve çileğiydi... Sanki, birden Ayşegül çiftlikte kitabının hayata uygulamasını yaşamaya başlıyor. Ama benim ilgilendiğim konular farklı tabi, mesela öğlendin sıcak yemek yenmez. Sabah kahvaltısında beklemeydi, ailenin bir arada güzel, renkli ve çeşitli bir kahvaltı yapmasıydı gibi alışkanlıklar yoktur. Kahvaltıya inen birbirini gördüğünde takılmış plak misali o klasik ve sevimsiz soruyu sorar " Nasıl, iyi uyuyabildin mi?" Bu, kayınvalidemin evinde yaşanan görüntü, bir de ailenin diğer kızı ve O'nun çocuklarının hayatı var tabi ki. ( Chloe'nin halası ve kuzenleri )

Görümcemin üç tane çocuğu var. Sabah kalkılır kalkılmaz herkes kendi kahvaltısını hazırlar, pek konuşma olmaz, kahvaltıda yenilen cornflakes ve üzeri marmelatlı veya ballı bir dilim köy ekmeği ya da kahverengi ekmektir. ( Bu, iki ev için de geçerli tornadan çıkma kahvaltı şeklidir. Yani, üçüncü gün " Ulan, hep marmelatlı ekmek ve cornflakes olmasa da, ekmeğin üzerine peynir koyup kızartsak?" dendiğinde uzaydan gelmiş yaratık muammelesi görmemek için susarsın. ) Güne, sayfa sayfa gazetelere gömülerek başlanır. Kimseden çıt çıkmaz. Sabah kahvaltısında en tilt olduğum şeylerden biri gazete okuma alışkanlığıdır benim. Ne o öyle, daha günaydın denir denmez herkes kendi dünyasında! Offf ya offf!

Çocukların genelde burunları oluk gibi sarımtrak olaraktan akardı artık büyüdükçe o kadar değil , üstleri başları, ne giyip çıkarttıkları hiç önemsenmez. Hatta öyle temiz, titiz ve düzenli olmak bir yandan şehir kızı hallerini hatırlattığı için kaçınılası bir davranış şekli olarak görülebilir.

En dikkat ettiğim şey biz hırka, kazak, çorap giyerken kuzenlerin sanki Honolulu adalarından fırlamışçasına çıplak dolaşmaları. Ailenin ortanca kızı Anna'yı gördükçe sarıp sarmalayıp, üzerini falan örtesim geliyor. O buz gibi taşlarda yalnıyak, üzerinde bir küçücük ince şort, incecik bir bluz. Ve annenin umurunda bile değil, öyle de demek yanlış çünkü onlar için gayet normal bu. Yani, herkes yemekte, yememekte, giymekte, çıkarmakta serbest.

Hiç unutmam, İngiltere'ye ilk gittiğimde trenin içinde orta tarafta yerde oturtulan çocuğu hatta bebeği görmüştüm de aklım çıkmıştı. Daha o çocuk her gördüğünü ağzına götürme aşamasındaydı ve yaptı da sanırım. Hiçççççç! Annesi mi vardı babası mı ya da her ikisi mi, yalnızca kendi işleriyle ilgilenip bebeğe gülücükler yolladıklarını hatırlıyorum. Çocuklar da terstir, alı al, kocaman kocaman, sapsarı şeyler. Deli olur insan ya! Türkiye'ye gel aman kızım, yapma oğlum, ye güzelim demekten insanların içi çıkar, İngiltere'ye git acayip bir lakayitlik hakimdir, iki ırkın çocuklarını karşılaştır, Türkiye'dekiler bin kez fazla hasta oluyor, kansızlık falan çekiyorlardır. Sakınılan göze çöp batarmış derler ya o misal!

Benim ufaklık doğduktan sonra belki bu üçüncü ya da dördüncü gidişim. Eskiden, her yıl gidecek maddi durumumuz olmazdı. Biz Antalya'da olduğumuz için onlar gelirdi. Geldiklerinin üçüncü gününde de " Üç günde balık da ziyaretçi de kokar" mantığıyla kendi kafalarına göre bir otele yerleşirlerdi. Dört sene falan bu şekilde geçti. Hatta, yok yok o kadar bile değil, ufaklık doğduktan sonra bir iki yaşına doğru gittik, bir de geçen sene, topu topu bu üçüncü gidişimiz. Hani babaanneler, anneanneler falan çocuklara bakmak için yaratılmış insanlar gibi düşünülür değil mi? Bizim için bu kural çoooktan rafa kalktı. Ben yıllar önce derslerimi birer birer aldım. Artık, bu konuyu da bıraktım. Zaten bırakmam da teklif edilsin, ben geri çevireyim mantığı olsa ne iyi olur diyorum. Evet, daha çok beklerim :(

Çocuğum yokken, kendi kafama göre takılma durumları yaşardım. Hele de hava güzelse resim yaptığım için yeni denemelere girişmek bile bir uğraştı benim için. Ama artık kendimden önce düşündüğüm ufaklık için O'nun bakıcısı konumuna girdim. Bu, hoşuma gidiyor mu? Kesinlikle hayır!

Annem biz gelmeden üç çeşit yemeği dolaba koyup, geldiğinizde sohbetleyelim diyen bir kadın. Kayınvalide ise, " Sen çocuğunun yemeğini düşün" ( Orasıyla ben ilgilenmiyorum ) diyen bir diğeri... İlk zamanlar sulu sebzeli ve etli yemek olmadığı için dalga dalga gelen öfke krizlerine giriyor, bunu belli etmemeye çalışıyor ama suratımı asıyor, sessizliğe gömülüyorum. Benim gibi hayata espriyle bakan bir tipin duruşuyla alakası olmayan suskun bir yapı hakim oluyor. Hala da öyle. Artık insanların gittikleri yerde neden otellerde kaldıklarını anlıyorum. İmkanım olsa ilk elden yapacağım iş odur. Geçen sene karavanda kaldık, topu topu üçer günden altı gün ailenin bireylerinde, benden mutlusu yoktu :)

Nerede kalmıştım? Ufaklık gitmeyi ve oradaki doğayı yaşamayı çok seviyor, haklı da...Ama iki yaşında gittiğimizde korkunç bir ishale yakalandı ( ilk gidiş bir de ). Nereden geldi ne oldu bilmiyoruz. Hayatı boyunca ishal nedir bilmeyen bir çocuk akşamları herkes horul horul uyurken evde sular seller gibi gidince ben haliyle ortalığı velveleye verdim. Velveleye vermek de nedir? " Suyu değiştirelim" dedim önce. Yok olmazmış, onların sularında bir sorun asla düşünülemezmiş bile. Benimki anne babasıyla benim aramda kaldı. Adamı boğacam, en sonunda oturduğunu görünce " Kalk!" dedim, "Git ve çocuğuma iyi su getir!" İngiltere bizim alıştığımız gibi ortamlar değil ki öyle köşe bakkal falan... Doktora gittik, doktora gidene ve bu kararlar verilene kadar sanki ben aileye danışıp, koalisyon hükümeti kuruyormuşum gibi babaanne kocasına soruyor, kayınpederim son sözü söylüyor halleri yaşandı. Velhasıl, onbeş günde atlatılan bir durumla karşı karşıya kaldık ama neyseki Türkiye'ye döndükten sonra hızlı bir düzelme yaşandı.

Derken geçen sene gideceğiz, ciddi bir ateşle karşılaştık. Bu sefer de kızıl! Haydaaaa! Antibiyotiğe bağlanıldı. Hatta, doktorumuza kalsa zorunlu değilsek gitmeye, evde ciddi istirahat yazıldı reçeteye. Zamanında, İngiltere'de kızıl hastalığından ölenlerden korunmak için evlere barikat tipi şeyler yaparlarmış. O kadar berbatmış durum. E babaanne ve dede de o olayları gören ve yaşayan insanlar olarak haliyle gerilmişlerdir ufaklığın gidişinden. Bizimki olayı ayakta atlattı ama yemek alışkanlıklarının da değişmesiyle beraber zaten zayıf bir çocuk, benim gibi, iyice inceldi, sıska kaldı. Deliricem! Üç gün sonra diyor ki " Anne, ben bu yemekten sıkıldım, başka bir şey yapalım. " Öğlen yemeğini yazayım; soğuk dilimlenmiş et ve yanında bahçeden toplanmış salata...İkisini de sevmez fazla benimki, iyi ki de sevmez. Bayılır ki sulu sebzeli, etli birşeyler olsun, suyuna ekmek bandırarak yesin...E o alışkanlığı yaratan da benim. Özellikle yapmışım, bir onbeş günlük İngiltere'nin bunu mahvetmesine izin verir miyim?

Bizler değiştirerek yemeğe alışmışız. Kahvaltımız dışardan görene aynı gelebilir ama alternatifi çoktur. İnsan, ne bileyim, reçel sevmez, beyaz peynir yer, ondan sıkılır domates keser, biber közler... Öğlen desen, azıcık kıymayla yaptığımız iki günlük tencere yemeklerimiz vardır. Onlar, mesela patates mi? Ya salatası yapılır ya da etin yanına haşlayıp getirilir. Üzerine tereyağ konulur en fazla hani biraz tad için...

Bir de kadınları tembelliklerine bulmuşlar bir kulp, " Basit yemek, basit malzeme en güzeli" falan diye. Balık mı yapılacak? Fırında düz bir şekilde pişir, yanına patates haşla. Al sana balık! Enginar...Ölürüm, bayılırım, bir gün enginar pişirileceği söylenildi de gözlerime uyku girmedi hem de bahçeden, kim bilir ne lezzetli olur diye. Ne oldu? Kabuklarıyla haşlamış bir şekilde geldi, ortada kocaman bir derin kap, öyle kabukları tek tek ayıklayıp, çıkan parçaları tereyağına batırıp yediler de görüntünün dağınıklığından, olayın tadsızlığından tuzsuzluğundan akla karayı seçtim. Kursağımda kaldı :(

Eskiden çok sinirleniyordum. Artık geçtim bu konuları, gittiğimde ne bulacağımı biliyorum. ( Bu sinirlenmiyor halim, hommmmm! ) Geçen sene, havaların da sıcaklaşmasıyla bahçede ve azami ölçüde Akdeniz lezzetleri yenildi. Barbekü konusunda tüylerim diken diken oluyor çünkü alışmışım eti biz kocamla seçeriz ve bir gün önceden o et özel sosunda dinlendirilir. İngiltere'de hazır o iğrenç köfte...Barbekü...O kadar enerji, hazırlık boşa gidiyor. Ben artık o köfteyi tabağıma bile almıyorum. O kadar da kalın ki :( Benzettiğim şeyi yazmayayım şimdi.

Bu sene artık programlanmış gibi ufaklık iki kere hapşırsa bekleme moduna giriyorum. Bakalım bu sefer ne olacak halleri... Türkiye'de bizim gideceğimiz yere yakın havaalanına ineceğiz ama transfer için on saatlik ara var. Benimki fiyat almış bir üç yıldızlı otelden. Verilen 170 dolar!!!! O ha dedik, bir daha diyoruz. Neden? İngilizce istenmiş bir fiyat. Allah'ın kazıdır mantığı, yol babam yol! Enayi yerine konulmak... Aynı fiyatı ben alayım, kesin farklı bir şey gelir. Ve neden fiyatlar internette değildir? Türkiye'de bu insana göre fiyat olayı beni deli ediyor.

Muhtemelen bütün bir gün uyunmadan oradan oraya yapılarak geçilen bir yolculuk. Neyse, ben yanıma herşeyimi alırım. Pizza falan yaparım, puaça, sandviç...abartırım, anasını satayım. Gideriz çünkü bir çay verilir saatine göre. Saati şaşmışsak ne çıkarsa bahtına!!!

Dün değil evvelsi gün Cheryl aradı. Kızı Michalle benimkinin yan sınıfında. Neyse, küçük kızı Sarah'ın Dubai creek'de arkadaşının doğumgünü varmış ve Michalle'in bize gelip gelemeyeceğini sordu. Ben de " Hiç bir sakıncası yok" dedim. Anna'nın gitmesi ilk aşamada Chloe'yi bayağı bir etkilemişti çünkü.

Dün sabah ilk defa sürünerek kalktı ufaklık. Okulun son hafta yüzme havuzu dolduruldu, splash day yapılacak. Dedim içimden yandık diye. Yüzme işi zaten yorucu, Chloe sabah kahvaltı yaparken elini başının altına alıp uyumaya başladı. Michalle geldiğinde bir bir saat ya dayandı ya dayanamadı. İlk vukuat, bacağını merdivene vurarak geldi, ardından da aka boka ağlamaya başladı. Michalle'in ilk gelişi olduğu için ben O'na ilgi gösterdim, kendini yalnız hissetmesin istedim. Kızım, bir de Michalle gittikten sonra O'nu Michelle kadar sevmediğimi söyleyip ağladı. Offfff! Açıkladım ama bir daha azami dikkat lazım demek ki, en ufak bir durum dahi fark edilip değerlendiriliyor. Normalde böyle davranmaz ama dedim ya yorgunluk :(

Michelle'i babası almaya geldi. Klyve ( sanırım böyle yazılıyor ) çok eğlenceli bir adammış, ben tam tanıyamamışım. Yalnız çok hızlı konuşuyor, kelimeleri çeviriyor, döndürüyor, anlamak zor. O zaman da konuşma ketleniyor, ben de anlamayıp salak salak " Efendim?" demek yerine çocukların yanında buluyorum kendimi. En sonunda baktım, benim kızda yorgunluktan sepelekçe bir enerji patlaması yaşandı, televizyonu açmayı teklif ettim. Böylelikle, iki baba mutfakta çaylarını bitirebildiler.

İşte böyleeee, yarın kızımın okulunun son günü. Bugün yıl içi çalışmaları da teslim edildi. Haftaya aile olarak evdeyiz. Bilgisayara ancak akşamları bakabileceğim. Ufaklık bilgisayara oturduğum an boşluktan yararlanıp televizyona kitleniyor. İçim rahat etmiyor. Dolayısıyla, artık yazılarım da iyice yavaşlayabilir.

Bu iş yerinde grev yok ama tatil durumları var :)

23 Haziran 2007 Cumartesi

Pasta'nın Yapım Aşamaları, Evlilik Yıldönümü ve Hatırlananlar


Yazacağımı söylemiştim... Ne kadar ara girerse konular o kadar soğuyor diye acele etmeye özen gösteriyorum. Aslında, aklımdakileri bu kadar yoğun biriktirme sebebimin yurt dışında yaşayıp, günlük hayat ile ilgili konuları ana dilimde konuşamamak olduğunu düşünüyorum.

Eskiden de yazardım, hatta ufacıkken hep günlüklerim oldu ama diyorum ya, yaş ilerleyip de hayatlar insanları ayrı yerlere sürükleyince paylaşım, bloglara kaldı. Bir yerde iyi de, aktarılanlar kaybolmamış, kendi çoluk çocuğumuz için de saklanmış oluyor. Ailelerimiz, arkadalarımız, bizleri ve yaşadığımız hayatları merak edenlerimiz... sanki mektup almış gibi bunları okuyup hasret gideriyor. Ben de yazarken aynı, çok sevdiklerimden birinin evinde çay içip pasta yerken sohbetlermiş gibi zevk alıyorum.

Pastadan başlayalım...Aslında bu pastanın artıdan verilecek bir tarifi yok. Neden? Çünkü içini muzlu kek yaptım ( Daha önceden yazdığım muzlu kek tarifine bakınız ) . Ufaklığın doğum günü için yaptığım ejderha pasta sırasında buttercreamicing denilen krema o kadar yoğunmuş ki benim el mikseri, ruhuna el fatiha oldu. Gitmeden önce bir de onun araştırmasına girip aceleye getirmek istemediğim için eski mutfak robotumla idare ederim diyordum.

Mutfak robotunu yapmışlar da, içine karıştırma anlamında koydukları mikser şaka gibi bir şey. İncecik...Ya Allah Bismillah diyip buttercreamicing'in malzemelerini koyunca o da maalesef " Tar tar tar!" diye ses çıkartmaya başladı. " Hadi" dedim " O zaman hamur yoğurma aparatı devreye girsin." Zar zor...( Bu bölümü uzay savaş gemisi yönetir gibi yazmışım. Hamur yoğurma aparatı...Devreye gir!!! ) Neyse...

Ne oldu? Bu sefer, daha önceden tarifini verdiğim buttercreamicing'in içine giren pudra şekeri kenarlara yapıştı, durmadan spatulayla ortaya toplayıp, zar zor bir şekilde bu aşamayı da atlattım. ( Buttercreamicing bknz: Ejderha temalı doğumgünü 2 )

Bizim yıldönümü Perşembe günüydü. Ben Salı günü buttercreamicing'i yaptım, dolaba kaldırdım. Yuvarlak kalıbımı da ölçtüm, kilitli olan, 25cm.miş. Çarşamba günü keki yaparım dedim, içinin kremasını da hazırlarım. Ertesi günü sabaha da dekorasyonunu yapar bitiririm.

Buttercreamicing'i bitirdikten sonra bir anda geldiler, modelleme yapma isteğiyle yine kızımın doğumgününden kalan şeker hamuru ile çalışmaya karar verdim. Eğlence değil mi? Aslında birkaç gün öncesinden şeker hamurlarıyla pembe kalpler yapıp, üzerlerine sayılar yazma niyetim vardı. Pastanın kenarlarına hani şu rulo şeklinde içleri çukulata ya da krema olan incecik bisküvitler koyacaktım...Bir anda havlunun üzerinde yatan ve ikimizi anlatan tipler yaratmaya karar verdim.

Havluyu nereye yatıracaktım? Çünkü sert bir malzemenin üzerine oturmazsa yatan pozisyonda olan bu iki tipi nasıl pastaya aktaracaktım? Ara tara...İncecik bir turta kabı buldum. Altları kenarlarından bağımsız. Pişirdikten sonra kenarı ayırıp öyle servis yapabiliyorsun. Dolayısıyla elimde tam da benim kilitli kalıba uyabilecek ince metal bir yuvarlak kaldı :) Yupppiiiii!

Rolled Fondant, yani şeker hamuru normal şartlarda buzdolabında altı ay, derin dondurucuda ise okuduğum kadarıyla sonsuz şekilde saklanabiliyor. Saklanma şartı hava almayacak şekilde sarılmış, üzerine bir örtü örtülmiş şekilde olmalı. Gördüm, minik bir şeker hamurum hava almış, taşa dönmüş, mümkün değil açılması...

Beyaz olarak, gayet güzel sakladığım şeker hamurunu bir gece önceden yine kapalı kutusuyla dışarı koydum ( Rolled Fondant için bknz: Ejderha Temalı Doğumgünü 3 ) . Soğuk mekanlar için mikro dalga fırın öneriliyor ama benim mikro dalgam hiç olmadı, almaya da pek niyetimiz olmadığı için o bilgiyi es geçmişim, kaç dakika bırakılması gerektiği bölümü boş :)

Neyse, Salı günü sabah buttercreamicing bittikten sonra şeker hamurumu kontrol ettim. Gayet yumuşak ama hemen shortening denilen bizdeki diliyle katı bitkisel yağ ile ellerimi ovuşturup mıncıklamaya başladım. Sonuç, ilk yaptığım ve hemen kullandığımdan daha elastiki ve başarılı oldu. Yani, benim verdiğim tarifteki şeker hamuru bir ay kadar bekleyince daha güzel açılabilir hale geliyor. İlk aşamada da açılıyor ama küçük modelleme yapmak için daha uygun. Sonrasında elimde daha üyük parça kalsaydı pastayı kaplamayı bile deneyebilirdim.

Bu pasta için mutfak tezgahını shortening ile yağladım, elimin ayasıyla kurabiye hamurunu açtığım gibi düzelte düzelte bastırdım ve en son harekette oklavayla düzelttim. Çünkü oklavayla açmaya kalkıldığında hava kabarcıkları oluşup patlıyor bir, ikincisi de oklavaya yapışıp parça kalkıyor. A bu arada tabi ki pastanın kenarlarına 10. yılı anlatmak adına 10 tane kalp yapacaktım, onu yazmamışım, kalp şeklinde kurabiye kalıbımı çıkarttım, pastanın kenarlarını deniz gibi yapacağım için kalpleri mermer gibi alacalı maviye çevirdim. Yani şeker hamurunun her yerine eşit aralıklarla dağıtmadım sıvı boyayı. Azıcık damlatıp birkaç yoğurma hareketi, tamam!
Neyse, burada sıvı gıda boyaları satılıyor, jel veya kristalize olanına maalesef Spinneys'de bile rastlayamadım. Eğer orada bulunmuyorsa pasta yapımı malzemeleri satan özel dükkan bulmak lazım ki onu da yapamadım. Yani henüz böyle, bana yakın, elimin altında bir yer keşfetmek nasip olmadı. İngiltere'ye bu seferki gidişimde böyle özel bir yer bulup ihtiyaçlarımı gidermeyi düşünüyorum.

Yani, ilk aşamada buttercreamicing ve modelleme yapılarak dolaba kaldırıldı. Bu sıvı gıda boyaları maalesef sulu boya gibi, ya parça parça bütün şeker hamurunu ayırıp yedirerek farklı renklerde şeker hamuru oluşturulacak ya da benim yaptığım gibi modelleme gözden çıkartılarak yoğun su bazlı boya kullanılacak. Ben öyle yaptım. Deniz kenarında yatan tipleri yaparken beyazdan şekilleri yaptım, aldım elime fırçayı boyayı, boyadım :)

Sonuç, görüldüğü üzere gayet de güzel oldu. Çünkü gıda boyalarımın renkleri mavi, sarı, yeşil ve kırmızıyla sınırlıydı. E, ten rengi ne olacak? Renklerin hepsi mazallah cartlak curtlak. Söylemek istediğim yenmemesi kaydıyla yoğun tüpte suluboyalar satılıyor burada, onlar da gayet güzel iş görüyor, haberiniz ola :)

Çarşamba akşamı ufaklığı yatağa yolladıktan sonra iç kremayı ve muzlu keki yapacağım ya...İlk anda aklıma el mikserimin olmayışı geldi yandım dedim. Sonra " Valla çatlasın patlasın şu basit mutfak robotunun mikserini kullanacağım, mecburum" demeye kalmadı, dolabın üzerinden alırken plastik yere düştü ve kap darmadağan bir şekilde patladı. Ya, nasıl sinirlenmez insan?! Modelleme yapılmış, üst krema hazırlanmış, bir de sonuçta bir proje kafa oraya ciddi derecede takılmış, ne olacak şimdi?!

Bizimki dedi ki " Annelerimizin zamanında el mikseri mi vardı? Elinle yap!" Kolaysa sen gel yap! Ama çare yok, tamam dedim olduğu kadar artık ve anneannelerimizin çırptığı gibi keki çırptım. Sonuç?! Kabarmamış öööle sünmüş bir kek!!!!

Belki daha bile iyi oldu bir yerde, hani hem kabarmış, hem de muzlu bir kek ağır kaçabilirdi. Ama muzlu kek zaten zengin tadı olan, adı üzerinde kek işte! durumları yaşatan bir oluşum ( nasıl açıklama? ) Dolayısıyla arkadaşlar, içindeki kremaya da muz koydum, çukulata parçacıkları ekledim ama bana göre pufur pufur sade bir pandispanya olsaydı çok daha hafif bir sonuç elde edilecekti. Bir dahaki sefere!
Onun dışında perşembe sabahı kalktığım gibi kahvaltı falan da yapmadan işe giriştim. Keki ıslatmak için bir çay bardağının çeyreği kadar rom ve süt ekledim. Çok tatlı sevmediğim için hem krema içine hem de bu ıslatma sıvısına şeker koymadım. Pardon iç kremaya az şeker...İç kreması için benim 25cm.lik kek kalıbı için Ejderha pastaya kullandığım aynı malzemenin dörtte birini kullandım. Kremşantiyi bir gün önceden yapıp dolapta koyulaşmasını bekledim.

Buttercreamicing ile çalışmaya başlamadan önce dolaptan çıkarttığınız gibi harekete geçmek imkansız. Çok katı oluyor. Dolayısıyla, onun da yumuşaması ve bıçakla şekil verilebilir hale gelmesi için oda sıcaklığında beklemesi gerekiyor. Bazen bıçağa yapışıp keki kaldırabiliyor. Kremayı çokça koyup, kaynamış suya batırılıp çıkartılan bıçakla çalışılması gerekiyor. Bıçaktan sular damlamayacak tabi ki. Sıcak ve nemli olacak.

Yine...Pastayla çalışırken, muhakkak kağıt peçeteler, benim o çöp niyetine kullandığım şekilde el altında kullanılabilecek bıçağın, kaşığın ve yağlı ne kadar zamazingo varsa konulabilecek bir büyük tabak olabilir, tavukların konulduğu yıkanıp kullanılabilir küçükkken kar yaptığımız malzeme olabilir, yanımızda olmalı. Yoksa, eller, kollar, yağlar...hepsi karışıyor. Pek temiz bir iş değil baştan belirteyim. Hazırlığı bilinerek yapılırsa mesela, daha önceden de yazdığım gibi kirlenenler ısıtılmış bir suyun içine atılırsa anında açılıp, yıkanıp, kaldırılabilir hale geliyor.

Bu seferki dekorasyon bir saati biraz geçe bitti. Ejderha pasta düşünülecek olursa büyük bir aşamaydı tabi ki. Yalnız en önemli adım onu anlıyorum, malzemeleri tanımaya başlıyor olmam. Bu, işi hızlandıran bir unsur. Denizi ayırdığım buttercreamicing ile mavi boyayı karıştırarak elde ettim. Yine tam karıştırmadım denizin dalgaları gibi alacalı olsun istedim. Kumu kahverengi toz şeker kullanarak yaptım ( benimkinin fikriydi sağolsun ) Kalplerin üzerine de hazır aldığım renkli Royal Icing ile rakkamları yazdım. Pastanın son hali bir önceki yazıda olduğu için buraya fotoğrafını tekrar koymuyorum :)

Pasta kaplama konusunda şeker hamuru için marshmallow denilen bir şeker satılıyor, onu kullanarak bir tarif buldum, buraya tekrar döndüğümde bu maceraya atılacağım. Dediğim gibi Türkiye'de bu malzemelere süpermarketlerde ulaşmak kolay değil. Halbuki buralarda mesela marsmallow denilen şekerleme ( sünger gibi bir şey ) heryerde.

Kocam geldiğinde ortaya çıkan şeyi göstermek için içim içime sığmıyordu. Pastayı dekore etmek bana yaptığım boyamaları ve işleri hatırlattığı içindir belki, ortalığa aynı sabırsızlanma ve heyecan hakim oluyor. Saat beşi biraz geçe tatile giren eşim elinde bir sürü hediyeyle geldi :) Çalıştığı yerden çekiliş yapmışlar, kendisine cep telefonu çıkmış ki çok ihtiyacı vardı, sıra bir türlü ona gelmiyordu, bana siyah arasam bulamayacağım şekilde üstüme göre bir tshirt ve parfüm getirmiş :)

Saat yediye doğru Kusum geldi, ufaklığın ve O'nun yemeğini hazırladım, hazırlanmak için yukarı çıktım. Ne kadar da özlemişim... Dışarı çıkmak için giyinip süslenmeyi, eskiden buluşmaya giderken yaşanan heyecanı yaşadım. Yeni aldığım eteklerimden birini, üzerine uyan güzel işlemeli gömleğimi giydim. Bir de aklımızın geride kalmayacağı bir zamanda ve kişiyle bırakıyor olmamız çok önemliydi. Zaten ufaklık yemeğini yiyip yatmak üzereydi. Kusum İngilizce kitap okuyamamış ama konuşmuşlar, geldiğimde üzerindeki kıyafetle yatmaya gitmiş ufaklık ama ben söylemeyi unutmuştum. olsun dedim içimden, o kadar bir şey değil.

Biz, Ajman'daki bir puba gittik. Çin Lokantasını çok çok aç olmadığımız, pastayı lüplettiğimiz için iptal ettik. Ilık bir rüzgar vardı, deniz kenarı ama içeri girdik. Küçük bir mekan... Loş ışık ve çok güzel bir müzik... Ben çok seviyorum Avrupalı insanların pub anlayışlarını. Neden diyeceksiniz çünkü yaşlı başlı olsalar da hayattan ellerini eteklerini çekmiyorlar. Bir sürü öyle çift vardı. Hala hayatının tadına varan, kendilerine bakan, evlerine kapanmayan insanlar. Tabi ki yaşam standartlarının önemi çok büyük.

Hep geçmişten konuştuk. Pastayı yaparkenki durum gibi nereden nereye geldiğimizi falan...İlk evlendiğimiz evimiz kapıcı dairesinin yanındaydı. Yerin altında...Bir oda bir salon. Kocaman bir salonu vardı ve arkadaşımın annesinin eviydi. Öylesine yatırım amaçlı alınan, para değerlensin denilen türden bir yer. Bizden sonra orayı bir ressam atölye niyetine tutmuş. Çok güzel ışık alan, aynı zamanda çevresi de yemyeşil olan bir apartmandı. Ne bileyim...Evcilik oynarmış gibi bir halimiz vardı. Hiç gocunmadık orada yaşamaktan, hatta gelenler evin huzurundan bahsederek ayrılırlardı bizden. Beş sene orada kaldık. Benim çocukluğum ve orta sona kadarki zamanım Göztepe, Caddebostan'da geçtiği için o mekanda çok mutluydum, işime gidip geliyordum.

Şimdi ise bambaşka bir yerdeyiz. Evlendiğimizden beridir bir sürü şeyi de beraber göğüsledik. Başa gelen çekilir balki ama biz badireleri her seferinde daha kenetlenerek atlattık. Bundan hep gurur duyduk. Daha bir sürü şey...

O mekan bir de bana ilk buluştuğumuz yeri hatırlattı. O zaman İngilizce düzeyim kuşkusuz bu kadar değildi. Yemek yemek için gittiğimiz pizzacı Kalamış'da, bir anda bir gürültü, bir kıyamet birilerine araba çarptı, ben hatırlamıyorum ama o gün başka birileri de boğulma tehlikesi geçirmiş eşim söyledi. Çığlıklar falan çok korkunçtu ve ilk defa bana yakınlaştığı, eli omuzumda ben sopa gibi, yürüdüğümüzü hatırladım. Sonra puba gittik. Aynı böyle loş, denize bakan bir yer...Oraya gitmeden önce hissetmiş gibi bana hediye aldığını ve ne demem gerektiğini düşünmüştüm İngilizce, hatta tam doğru kelimeleri bulmak için sözlüğe bile baktığımı hatırlıyorum. Sonra, konuşmanın ertesi küçücük bir kutu çıkarttı, altın bir bileklik almış ve ben yalnızca O'nun o sırada öğrencisiydim, yine de almış :) Kendi ülkesine döndüğünde kendisini hatırlatması için...

Ben, hayatıma giren en nazik, en cömert adamla evlendim. Gerçekten de kendimi bu konuda çok şanslı görüyorum. Bu arayıp bulmakla falan gelmiyor, ilişkiyi sürdürmek için yapılması gerekenler, fedakarlıklar, tartışmalar, kızmalar şunlar bunlar tabi ki oluyor ama ne yaparsan yap işlemeyen ilişkiler de geçiriyor insan. Ve, bir ilişkiyi yürütmek isteyen erkekle, hiç içi istemeyen, bazı konularda olması gerektiği için belki öyle davranan arasında dağlar kadar fark oluyor.

Diyorum ya, hep bunları yadettik, sanki hiç konuşmamışız gibi, biraz atıştırdık ve sahile yürüyüşe çıktık. Eve geldiğimizde saat dokuzu biraz geçiyordu, ufaklık yatmış, Kusum da salonda kitap okuma aşamasına geçmişti. Kusum'a bu yaptığı hareketten ötürü harçlık vermek istedik, almadı...Bu konuda da çok şanslıyız. Gerçekten de boğazına bastık, hayır!

İşte 10. evlilik yıldönümü, birbirimizi tanıdığımızın 13.yılı böyle geçti. Şimdilik içimden bu kadar yazmak geldi :)

21 Haziran 2007 Perşembe

Hey Gidi Yıllar Hey!


Hala 10 yılın bittiğine inanamamakla beraber sizlere dün ve bugün çalışarak ortaya çıkarttığım pastayı guırurla sunuyorum. Şimdilik yalnızca günün anlam ve önemini paylaşmak istedim, detaylara sonra gireceğim :) Bütün modelleme doğaçlama olarak bana ait, çizdiğim öbür pastayı gördüm de bugün sabah kel alaka, çok komik...Bu, bir anda öylesine ortaya çıkıverdi. Şu anda sabırsızlıkla kocamı bekliyorum, ufaklığın arkadaşı burada, herşey yolunda :) Bugün tatillllllll! Haftaya da kızım tatile giriyor, hala adapte olamıyorum, neyse...Hepinize sevgiler yolluyorum.

19 Haziran 2007 Salı

Seyahatim Geldi, Tutmayın beni :)

( Dubai Havalimanı... Baran & Deniz'in gezdikleri ve gördükleri yerleri tanıttıkları sitelerinden alınmıştır. )

Herkes hummalı bir hazırlık içinde. Arap Emirliklerinin farklı ülkelerden çalışanları yaz tatilinin birkaç ay öncesinde uçak biletlerini ayırtmaya, planlarını üstünkörü de olsa yapmaya başlıyorlar. Eskilerin bayram heyecanı vardır ya... Buralarda da aynı hava kırk milletin kırkında yaşanıyor. O zaman dünyanın neresinde kimlerle beraber olursan ol anlıyorsun ki, insan heryerde aynı...Bir yaştan sonra kendi kurduğu ailelerle, geriye dönük anneanneler dedelerin gelişi ya da gidiliş...Bir telaş, bir kıyamet!

Dün akşam bambaşka bir yazıya başlamıştım, küt! elektirikler kesildi, Allah'tan dizüstü bilgisayar olduğu için zifiri karanlıkta bir tek onun ışıkları kaldı ki yazdıklarımı anında word dosyasına aktarıp kapattım.

Geldiğimizden beridir ilk defa yaşanan bir elektrik kesilmesi, eşim geçen sene Ağustosunda tecrübe etmiş bir kere :( Demek ki, Türkiye'deki kadar sık olmasa da burada da kesiliyor. Yollar yalnızca bizim memlekette delik deşik olmuyor. Elektrik ve sular idaresi burada da berbat ötesi çalışabiliyor. Türkiye'de yaşananların bir kısmı bu Müslüman ülkesinde de yaşanıyor. Avrupalı olmak diye dayatılan ve anlatılmaya çalışılan da bu aslında. Ortak değerler dinden geliyor. Bunlar başka bir yazı konusu olabilir, şimdilik bu kadarla kalsın. Yalnızca söylemek istediğim, dünya bebeklerin algıladıkları gibi yalnız dokunabilenlerle sınırlı değil. İnsan ülkesinden çıkıp da farklı yerlerde yaşamaya ve tecrübe edinmeye başladığında " Aaaa!" olabiliyor. " Aynı bizdeki gibi yav!"

Bir aydır pencerelerimizi asla açmıyoruz. Bazıları ki, bunlar genelde büyük dedeleri 55 derecenin altında kaynayarak bu nesilleri günümüze getirmeyi başarmış yerel halkın torunları, aylar aylar öncesinden hiç de gerek yokken başlıyorlar pencere açmama hastalığına. Nasıl yaşanır ki öyle bir ömür boyu, anlamadım gitti! Yaz aylarını kastetmiyorum, o dönemlerde imkansız ama gayet rahat edilebilecek bir sıcaklık ve esintide klima çalıştırma şımarıklığı ve bilinçsizliği de nesi?!

İlk geldiğimde isyan ettiğim en önemli konulardan... Allah'ın soğuğu olsa hani istenir ya içeri temiz hava girsin. Bekle ki girecek! Açtığın an çorba gibi ölü bir durgunluk ya da bir alev topu ferahlama duygusunun yerine ikamet ediyor. Çöl dışındaki her türlü yerde nasıl özlüyorum dışardan serin serin bir rüzgar eser da balkonlarda biralar içilir mehtaba karşı...Buralarda da mehtap oluyor, olmaz mı? Ama işte... Yazın yerini, kış alıyor. Yazın da İngiltere'nin kışı gibi diyelim, dışarıya çıkıldı mı kaç kaçabilirsen halleri yaşanıyor.

Bu sabah kendi isteğimle dönüşte de Spinney's e uğramam lazım diye okula ufaklığı ben götürdüm. Harika yemek kitapları gelmiş yine. Kitapçık diyelim. Women Weekly'nin konu konu ayrılan kitapları bunlar. Sürekli, bittikçe gelirler ama hepsi daha yeni, belli. Her tür ülkenin yemeklerinin yanında mesela yalnızca doğum günleri pastaları için bir kitap, körili yemekleri için ayrı, çorbalar, kekler, bisküviler için falan diye gidiyor. Oradan bir fikir edindim, benmaride çukulatayı eritip yağlı kağıda şekiller yapıyor ve onu dolaba koyuyor sonra. Çıkarttığında pasta dekorasyonu oluyor o çukulatalar. Resim yeteneği olmayanlar için bir yerden kopya çekersin, onun üzerinden geçersin...Bakalım, bende yağlı kağıt yok da aliminyum folyo var. İşe yararsa...

Eve geldiğimde saat dokuzu geçiyordu biraz. Önce bizim evin önündeki bariyerleri kaldırdılar diye deştikleri alana girdim, park ettim ama arkamdan kocaman bir su tankı girdi. Hadiii, aklım kaldı, bunlar girdi çıktı yaparken cahil adamlar şimdi geçiriverirler arabaya, bir de giderayak onunla uğraşmayalım diye eşyaları koyup hemen girdiğim yerden geri geri yaptım. Biri yardım etti sağolsun, bariyeleri tekrar yerleştirdi. Kahvaltımı yapıp yukarki bizim odanın akıbetine bakayım dedim. Temizlenmiş ama duvarları da eklemiştim listeye :( Olmamış...Klasik, hayatta kendime ait olan bir işin benim yaptığım gibi yapanını ve bana teslim edenini görmedim. Ya ben bu konuda şanssızım, ya çok detaycıyım ya da biraz daha genişşş ve rahatttt bir kadına dönüşmem lazım.

Bir de diğer durum, İstanbul'da yaşadığım evler dışında beyaz badana benim kaderim midir nedir?! Hastane odası gibi mubarek. Ve artık köpek için falan yaşlıyım ya da kör olmak için çok genç ya da pipirikli deli... Köpek nereye kıçını dayamışsa, ayaklarını falan uzatmışsa duvarın o bölgesi gölge gibi kararmış :( :(((((

Hadiii, bir elimde bez, diğer elimde vazgeçemediğim çamaşır suyu, temizle Allah temizle. Saten beyaz olduğu için çıkıyor Allah'tan, derken yukarının koridoru ve merdivenlere geldi sıra. Hep aklımda işte şimdi hamile olsam yine boku yedim duygusu...Böyle bir manyak huy!!! Gördüğüm an bitirilmesi gerek. Ne ona söylerim, ne bunu dinlerim hemen olacak! Akşamleyin bunu benimkiyle konuşurken çok kötü bir bakış yedim. Hamile kalırsam asla bunları yapmama izin vermeyecekmiş. Yok, o kadar enayi değilim artık. Gerçekten değilim ama yapılmazsa mutsuz olurum bunu biliyorum. Allah'tan burada yardımcım var. Ve işlerimin büyük kısmını üzerimden aldı. Bunlar ayda yılda bir yapılan detay temizliğin daha ıncık cıncık kısmı. Hamileysek artık karartıp gözümü söylerim, şurası da burası da derim ve ne çıkarsa bahtıma yaparım...mı?!

Merdivenlerden tonlarca tüy çıktı. Ve iki gün! Dört ayaklı evin bireyi sevgili Layla hanım aşağı yukarı yaparken bir güzel de silkeniyor ya hepsi havadan aşağıya! Bezi ıslak tuttum ki göreyim ne kadarmış?! Görmez olaydım :(

Neyse yani kısaca, bugün benim oda, üst koridor, merdivenler ve alt katta gözüme ilişen duvar kirleri silindi. Sonra da 50 yıllık bir aile dostumuza, anne ve babama fotoğrafların çıktısı alındı. Bunu da alayım, şu da güzel oldu, a haksızlık olmasın derken 25 tane falan fotoğrafı bastım. Arkalarına tarihler atıldı, yerler yazıldı, birbirlerine ters gelecek şekilde zarfa bile konuldular.

Sonra ufaklığa gidiş...Dışarsı bu tarafta 34 gösteriyordu, arabayla ufaklığın okuluna doğru yaklaştıkça 40'ı göstermeye başladı. Yemek bile yapacak zamanım olmadı. Kavrulmuş kıyma, doyurucu ve basit bir kıymalı patates yemeğine dönüşmek maksadıyla bekleşiyor şu an. Bu akşam, şu cümleleri yazdığım dakikalarda, ideal şartlarda benim evlilik yıldönümü için pastanın buttercream icing ve iç kremasını yapıyor olmam gerekiyordu. Saat dokuzu geçiyor, başlayabilirim. Pastayı doğumgününde olduğu gibi aşamalı halledeceğim. Sonucun ne olacağını hala bilmiyorum. Yalnızca içine girecekleri aldım işte.

Ufaklıklar bir testten geçmişler bugün. Bizlere söylenmedi bile :) Hepsi iyi geçti dedi kızım ama öğretmeni bir açıklama yapmamış, yalnızca okumada bir kere yardım etmiş, diğerlerinin hepsini benimki okumuş, matematik ve yazı yazma sormuşlar.

Bu tip konularda hiç bir baskının olmaması, yarış halinin yaratılmaması, her bireyin kendi içinde gelişiminin değerlendirilmesi...Bugün bir arkadaşımla da onu konuştuk. Lütfen kendi başarısızlıklarımızı, korkularımızı ve hırslarımızı çocuklarımızın üzerinde baskı kurarak tatmin etmeyelim.

Geçen gün Aysel Gürel çıktı bir televizyon programına. Yanında da Mehtap Ar ( o günü de yazmıştım sanırım ) , demiştim ya eskiden benim velimdi ve harika iyi, sevecen ve doğal bir yapısı vardır. Ayrıca kesinlikle burnu havalarda halleri de yoktur. Orada kızlarını zamanı olmadığı için döverek eğittiğini, doğru insan olmaları gerektiğini söylediğini ama onların o zaman bunu anlayacak yaşta olmadıklarını falan anlattı. Ve dedi ki; " İkisi de kocaman oldular, hala soruyorum beni affettiniz mi diye hayır diyorlar." İçinde kalmış...Bu insanlar büyüyorlar ve ileride onlar da bizler gibi anne baba olduklarında kendi evlatalrına eksikliklerini fazlalıklarını aktaracaklar.

Çocuklarımızın üzerinde Tanrı gibi bir gücümüz var, onları öfkemizle unufak edebiliriz arkadaşlar, ezebilir, hırpalayabilir, insanların arasında küçük düşürebilir, alay edebiliriz ya da yapmak istemedikleri bir şeyi yaptırarak ne kadar da kudret sahibi olduğumuzu kanıtlayabiliriz. Ama biliyor musunuz, esas erdem bunu yapmamak, bu gücü sevgiye ve bir İNSAN yetiştirmeye adamaktır.

Her zaman yazarım, esas erdem gücü iyiliğe kullanmaktır, sevecen ve adil olmaktır. Hasta ruhlu ana babalar hep hasta ruhlu insanlar yetiştirirler ve bu nesiller boyunca sürer gider. Aslında çok acıklı :( Ve ana babalık gibi esas ehliyet isteyen bir işin böyle her insanın harcı haline getirmek...Beni çok düşündürüyor. Arkadaşım bir olay anlattı da oradaki babanın duruşu bana Doğan Cüceloğlu'nun " İçimizdeki Çocuk" kitabını hatırlattı. İçinizde yıllar önce bu kitabı okumuş olanınız varsa eğer lütfen anne baba olduktan sonra da okuyun derim.

Biz eve geldikten sonra dördü biraz geçe tekrar bu sefer de baleye çıktık. Öğretmenleri ödevlerine bakmaya bile vakit bulamamış ve dosyayla ödevler geri dönmüş. Yarın sabah da beraber gideceğiz.

Haleh telefon etti ve seramiklerin hazır olduğunu söyledi. "İnanılmaz olmuşlar!" diye de ekledi :) Sabahleyin kocasına verecekmiş, vallahi görürsem yüzsüz bir şekilde isterim :) Unutur falan dedi ama kimin umurunda?! Gerçekten de seramik boyanışı ve fırınlandıktan sonraki haliyle insanı heyecanlandıracak bir yapı.

Ufaklığın sevdiği part time öğretmenlerinden biri bugün söyledi, ülkelerine dönüyorlar. "Üç yıl oldu geleli" dedi sanki çok uzun yıllar kalmış gibi. Anlıyabiliyorum adamların bakış açısını artık üç yıl sonra değişim kaşıntısı basar. Bakalım, bizde nasıl bir duygu oluşacak? Belki gelip gidenlerin arkasında kalakalmak...Alışmak ve sürekli güle güle demek zor buralarda. Bizim birbirimizle görüştüğümüz insanların memleketleri hep farklı yerler çünkü. Bu, canımı sıkan üçüncü giden haberi...

Kocam koltukta uyuyakaldı. Evde sakin, huzurlu bir hava hakim. Bulaşık makinası çalışıyor fış fış arkamda, ben favori mekanım mutfaktayım :) Yarın başka yapılacaklar elenmeli...

Bir yazı daha yazıyordum ama bundan sonra iki üç yazı aynı anda girmeyeceğim, en son yazılan diğerlerini alt ediyor, arkadakiler sıra bekleyen kuzucuklar gibi kalıyorlar :( Birkaç gün bir şey yazamazsam anlayın, onuncu yıl yıldönümü, öğretmenlerimize yapılacak kurabiyelerin hazırlanması, ufaklığa kart yazışı ve yapılışında yardım, kazakların ve pantalonların denenmesi, yıkanması ve işte böyle bir hafta sonuyla cebelleşiyorum demektir ama ben böyle mutluyum, sorun yok :)

Hepinize keyifli ve sağlıklı bir hafta sonu diliyorum. Hafta sonu bi bitsin, gerisine bakarız, ne dileyeceğime ondan sonra karar veririm: Yazarken okudum da bir anda sanki öyle bir ifade gibi olmuş değil mi?!... Neyse kaçtım :)

17 Haziran 2007 Pazar

Yapılacaklar Listesi

Sabahın körü...Şimdi kızımla babasını uğurladım ve yine sevgili bloğumdayım :) Bu resmi bir arkadaşım maille yollamış, çok hoşuma gitti, güzel bir sabah duygusu yaratıyor diye koydum. Aslında, bu suyun akıyor olması lazım. ???? Demek ki bloğa konulunca akan sular duruyor :) Üzerinde yazan isim dışında bir bilgim yok, kim yapmış nasıl etmiş.

Dakika bir, gol bir! Bilgisayarı açtığımda " This program is not responding" yazısı eşliğinde makinanın dün, bütün gece çalıştığını anladım. Sıcak! Offff offff! Demek ki neymiş? Bilgisayar kendini kapatmadan, gereken yerlere basıp basıp bırakmıyormuşuz :( Diz üstüne ilk geçtiğimde ısınmasından çok rahatsız olmuştum, bu sabah şahken şahbaz olmuş :(

Kusum, sabah gelir gelmez gözünün içine bakarak klimasının durumunu sorduk. Dün değil, evvelsi akşam eşim, kullanım kılavuzlarının arasından klimanınkini bulmuş. Bu klima Carrefour'dan alınma ( klasik Arap Emirliği alışkanlığı, Carrefour elektronik aletler açısından en uygun kampanyaları yapan yerdir burada ) bir gezici klima. Aynı bizim tüplü sobalarımıza benziyor ( katalitik ), pencere kenarına konulan bir aparatı ile dışardan havayı alıp dönüştürüyor.

Daha geçen sene aldığımız alet nasıl bu hale geldi sıkıntısı... Filtresinin meğerse her hafta yıkanıp temizlenmesi gerekiyormuş. Halam hep; " Kızım bir şeyi almak değil, bakmak önemlidir." derdi. Kadıncağızın bir fırını vardı kırk yıllık gören; " Aaaa Şayan hanım, yeni mi aldın hayırlı olsun!" diye şaşırırdı. Öyle bir titizlenirdi malına. Bence de...Sonuna kadar katılıyorum. İnsan neye sahipse, gerektiği şekilde bakınca o mal da sanki elinden geldiğinin en iyisini vermeye çalışıyor. Bu, kişinin sahip olduklarıyla kendisi arasında bir enerji trafiği oluşturuyor ve eve gelen her insan o enerjiyi fark ediyor. Orası bakılan, emek verilen, sevilen bir ev mi? Yoksa geçiştirilen, hiç bir şeyin yaşanmadığı, yüzeysel bir mekan mı? Neyse...Konumuza dönelim.

Benimki, dün sabah elinde filtreyle gelince şok oldum. Şimdi sabah sabah yazmak istemiyorum, akla gelecek herşey var ama yıkadığımda bir ton pisliğin akıp gittiğini söyleyebilirim, bir güzel çamaşır suyu le fırçalandı ve yeni gibi bir filtre çıktı o köfekenin altından. Eşim, klimanın her tafarını ıslak bezle güzelce temizlemiş, arkadaki su gideri ile ilgili temizliği ve değişimi yapmış. Denedik...Makina resmen kendine geldi, meğerse motoru yakacakmışız. Ne gereği var?! Daha yepyeni ve çöpe gidecekti. İsrafın dik alası, bir de burada tamir fiyatına yenisi alınıyor ve bence bu büyük bir müsriflik ve dünyayı kirletme anlamında rezalet oluşturuyor. Amerika zihniyeti, " " Eskidiyse at efendim! Sürekli tüket, sürekli tüket!..."

Kısacası, dün sabah filtresi yıkanmış, su gideri onarılmış bizim tekerlekli klima bu sabah geldiğinde Kusum'un yüzü güldürüyordu :) Bizimkini de akabinde...Böylelikle, en önemli ve masraflı kalemlerden birini daha elemiş olduk. :) :) :) ( Bundan öncekiler de sayacın parası, Layla'nın kist korkusu, bulaşık makinasının su akıtması... idi )

Gitmeden önce kafamda düzene konulması gereken oldukça fazla şey var. Bunları bir listeleyeyim, bitirdikçe kırmızıyla belirtirim :)

* 10. evlilik yıldönümü için karar verdiğimiz pastanın yapımı için alışveriş ( Yarın sabah ) Daha önceden yaptığım ve aromasını çok beğendiğim muzlu keki, arasına kremasını ve muzları, üstüne de krem şantiyi ayarlayacağım. Benimki çukulatalı pasta istemedi. Aslında pasta olayına kilo yaptığı için pek sıcak bakmaz, kremasıydı şuydu buydu ama bu özel bir gün, e boru değil ya 10 yıl yahu :)

* Öğretmenlere kurabiye yapıp, paketleyeceği ( dışardan alınacak duygusuz bir çukulataya o kadar para vermek yerine çeyreğini harcayıp, içine sevgi ve emek katıp ufaklığın doğumgününde yaptığım, uzun süre dayanan çok da beğenilen kurabiyeleri yapmaya karar verdim-cümlenin başını hatırlayan var mı? :) ) Dolayısıyla, pasta için alışveriş yaparken kurabiye malzemelerine de bakılması ( Şimdi yazımı bitirip tariflere göre listemi yapayım )

* İngiltere'ye ve Türkiye'ye gidecek kıyafetlerin gözden geçirilmesi, eksikliklerin tamamlanması. Nedir? Ufaklığın büyüme durumları olduğu için geçen iki senedir giydiği ve annemin ördüğü kazakların kolları, boyları küçülmüş olabilir. Dolayısıyla kışlıkların gözden geçirilmesi ( Bugün sabah, hatta bu yazıyı bitirir bitirmez kahvaltıdan sonra, sabah dolduuuuu :) )

* Evi bırakmadan önce detay temizliğin yapılması, yatak altları, duvarlar ve duvar kenarları, hatta eğer göze giren perdeler varsa onların da yıkanması. ( Allah'tan perde olayının %90'ı daha önceden bitmişti ) ( Kızımın odası camların da silinmesi, koca sürgülü pencerenin yerinden çıkartılıp, akrobatik hareketlerle silinmesi ve fıtığın çıkma riskiyle beraber üç kulhuvallahi bir elham yerine takılmasıyla son buldu, duvarlar bilem silindi :) Şu an kollarım bir tuhaf, takma kol gibi. )

* Bilgisayarda sürekli biriken mail trafiğinin gruplanması, fotoğrafların arasında gereksiz olanların elenmesi, kısacası vakit buldukça yaptığım bilgisayarda bahar temizliğinin devamı. ( Zaman oldukça her akşam ) ( Yapılabildiği kadarıyla... hala sürüyor )

* Gitmeden önce yaz tatili için 3 yıldır yazı yazdığım dergiye gereken yazının yazılması, hatta aklımda konu varken ve sıcakken bu işin hemen yapılması. ( Bu sabah belgeseli tekrar not alarak seyredip, yazının iskeletini çıkartmam lazım ) ( Pencereyi takıp çıkaracağım diye yanından bile geçilmedi )

* Kitabımla ilgili gözden geçirilecek detaylar, gidildiğinde nelerle ilgili görüşülecek, hangi konular üzerine konuşulacak? Kitabın kapağı için yaptığım çalışmanın bitirilmesi... Arka sayfada ne olacak düşünülmesi... Yayımcımla yüz yüze görüşme öncesi son mailleşme, telefonların alınıp verilmesi ve aşağı yukarı ne zaman görüşüleceği ile ilgili randevu alınması.

* Aileme giderken ciciannemlere, annemle babama bizim ufaklığın fotolarının çıktısının hazırlanması

* Yukarda toza dumana bulanmış, bebek odası olabilecek potansiyele sahip mekandaki gereksizlerin ayıklanması ve boş odaya taşınarak, o odanın öylesine bir düzenlenmesi. Yıllardır birikmiş kıyafetlerin gözden geçirilmesi. ( Bu belki zamansızlıktan geldiğimiz döneme de kalabilir ama bitirilirse ne iyi olur :) )

* Hediye anlamında listenin yapılıp, çıkıldığında gereksiz gidiş gelişlerden kurtulunması. ( Hatta bu da bu sabah yapılıp hazır tutulmalı, aşağı yukarı belli zaten )

* Eşimin annesiyle babasına alınacak hediyenin seçimi. Bu sene 50. evlilik yıldönümleri, düşünsenize bizim yaşlarımızdan fazla bir evlilik...Büyük bir parti verilecek. Allah'tan giyeceklerimi ayarladım. Ayakkabı? Bilmiyorum... Eskilerden bir şeyler uydururum.

* Ufaklığın yaptığı resimlerin scanner'dan geçirilerek bilgisayar ortamına yüklenmesi. ( Bu çok olmazsa olmazlardan değil ama yapılırsa iyi olacaklardan )

* Laila'nın tüylerinin kesilmesi

* Laila'nın kuru mamasının temini

* Bloğa girilecek tarifler.

Hah! İşte gel de sıkıl bakalım evde! Şimdi, yazıyı bitirir bitirmez işe başlayacağım :)

Dün, Michael Moore'un 9 / 11 'ınını ziledim. İki yıl önce Türkiye'deyken kiraladığımız film başında takılıvermişti. Ağladım, sinirlendim, delirdim, kendi halimize şükretmedim çünkü başka insanların başına gelenleri bizim başımıza gelmediği için müteşşekir olma halini temelde çok bencilce buluyorum. Meltem de yazmış, yaşadığım hayattan, yemek yiyebilmekten, yatağıma gidip rahatça uyuyabilmekten üzüntü duyduğum oluyor. Bu çok sıkıcı bir durum... Aslında, bulunduğun anı ve mekanı yaşamak gerekiyor ama dünyada şu an, başka bir mekanda kim bilir ne acılar, ne korkunçluklar yaşanıyor ve biz bunları doğumda elde ettiğimiz şansımızı kullanarak deneyimlemiyoruz.

Ruanda ile ilgili filmi seyredemedim, Kanlı Elmas'a da dayanabileceğimi sanmıyorum. Gerçeklerin ne olduğunu, bir şey yapamamak yüzünden acı çekmek için izlemeyi reddediyorum. Kendimin olanı geride bırakıp başka olanı kurtarmaya gidemiyorum belki ama bu duyguya öncelik vermiş dünya insanlarına alkış tutuyorum. Düşünce gücü bu kadar değerliyse, bedenlerimizin değil ama ruhlarımızın onlarla olduğunu anlatmak belki cılız kalacak ama öyle.

Gün içerisinde bilgisayara takılıp kalmamak adına kendi kendime yaklaşmama sözü veriyorum. Amin :) ( Arada sırada... Soluklanmak için bakarım :) )

Babalar Günü Kutlu Olsun :)

Bu bizim babamızın Arap Emirliklerine geldikten sonra kızım tarafından evrimleştirilmiş şekli :) Görüldüğü üzere ayakta terlikler ( hatta takunya mı desek acaba? ) pembe ve mor dish dash ( bu ismin de erkek kıyafeti olarak kullanıldığından emin değilim, hata varsa yarın bakar düzeltirim ) Babamın babalar günü hali gibi bir açıklama...

Valla ben bizim adamı hiç böyle görmemiştim ama bu sıcaklarda bunaldıkça " Bu adamların niye böyle efil efil elbise giydiklerini çok iyi anlıyorum, ben de giyeceğim!" der durur. Yani, birkaç sene içinde renkler konusunda garanti vermemek kaydıyla, şekilde değişime gidilebilir :)

Görüldüğü gibi kartın içini açıyoruız ve orada bir çay poşeti ile karşılaşıyoruz. Altında benden bir çay! yazıyor. Bizimki de bozulmasın diye poşeti bardağa bu şekilde koyma yolunu seçerek kartı saklamak anlamında ebediyete hazırlıyor. Bizde herşey saklanır zaten. Benim körolası huyum :)

Aşağıda da açık şekilde kartımız, kiss kiss kiss, hug hug hug...















Biraz önce Çin Böreğini yazdım, aman of! Fotoğrafları doğru yerlere koyacağım diye fenalıklar atlattım. Ne zormuş!

İnanın, insan çocuğu olmadan gelen iki demet çiçeğin veya elle yapılmış bir kartın bu kadar değerli olduğunu anlamıyormuş. Şu kart ufaklıktan geldi ya eşimin keyfine diyecek yoktu, hepbirlikte tost sarılması uygulayarak çay eşliğinde günü kutladık :)

Artık daha fazla yazamayacağım, gözlerim yerlerinde fırıldak niyetine dönüşlerini tamamlamak üzere :) Bütün babaların evlatlarıyla, eşleriyle en güzel şekilde geçsin hayatları diyeyim ve bitireyim :)

Çin Böreği ( Spring Rolls )


Benim sürekli severek uyguladığım tariflerimden biri de Çin Böreği'dir. Yalnız sorun yazmaya başlayınca, daha doğrusu neyin nasıl yapıldığını otomatiğe bağlanmışlıktan sıyrılıp anlatmaya gelince yaşanıyormuş, onu da anladım. Yemek yapmayı aktarabilmek için kimya labaratuarı misali tartıp biçmek, bunu Türk ağırlık ve ölçü birimlerine uygulamak, sürekli mutfağı toplu tutup her aşamada fotoğraf çekmek...Olsun, deniyorum en azından! Ben anlatabildiğim kadarını paylaşayım, gerisini bu işte deneyimli olanlar tamamlasın diyelim, rahatlayalım :)

Çin yemekleriyle tanışmam daha önce de yazdığım gibi evlendiğimizin hemen ertesi, kocamın sayesinde gittiğimiz Çin Lokantası deneyimi ile başladı. İyi ki de başlamış, ben de böylelikle farklı lezzetlerle tanışmış oldum . Bir de Londra'da gittiğimiz Hint Lokantası...Aman Allah o ne acıydı öyle! Ama süperdi. Caddebostan'da İngiltere'den daha iyi bir Fish & Chips ve aynı mekanın biraz ilerisinde harika bir İtalyan lokantası...Düşünüyorum, farklı mutfaklardan bir tek bunlara gidilmiş, yani abartmayayım ama yine de lahmacuncu, iskenderci, mantıcı üçgenimizden bir gömlek atmışız demek ki :)

Çin böreği için Türkiye'de biliyorum taze yufka olur. Taze yufkanın içine o kadar malzeme girince patlama çatlama yaptığı deneyimlerimle de sabitlenmiştir. Çünkü derin yağda kızartma işlemi yapılıyor, içine de bayağı zengin sebzeler ve sos falan girdiği içindir ki bam bum! saç baş yağ içinde durumları kaçınılmaz hale geliyor. Yine de yeni tadlar evde denenmeden önce benim görüşüm, dışarda bir yerlerde, işinin ehlilerinden tadına bakılıp beğeni derecesinin test edilmesi, verilen tarifte eksik veya fazla kalan malzemenin anlaşılması açısından çok iyi oluyor.

Burada, fotoğrafını da çektiğim, sanırım tam emin değilim, un değil de nişasta ile açılan ve dondurucudan alınan yufkalar satılıyor. Daha elastiki ve kalınca. Dolayısıyla, yetiyor. Kızartılınca da kıtır kıtır oluyor. Türkiye için normal yufkayı şeritler halinde kesin, üstüste koyarak sarılırsa ancak olabiliyor belirteyim.

İçi için malzemeler;


150 gr karides
1/2 kg küp veya şeritler halinde kesilmiş tavuk göğsü
2 yemek kaşığı soya sosu
2 tane küçük veya bir orta boy soğan
2 diş sarmısak
2 çay kaşığı zencefil ( sarı renkte tazesini de toz gibi kesebilirsiniz veya zencefil tozu da alabilirsiniz. Alırken az miktarlarda almanızda kokusunu kaybetmemesi açısından fayda var )
Pudra şekeri veya bal ( tadına bakılarak eklenecek )
1 paket soya filizi ( eğer 100 gr falansa iki paket de olur eriyen bir yapısı var çünkü )

Evde bulunan sebzeler ( yeşil biber, taze soğan, lahana, yeşil fasulye, kırmızı etli biber, havuç...)
bu sebzelerden renk verecek kadar 100 er gr diyelim.

Wok denilen derin pişirme tencereleri var. Bu tencerenin özelliği harlı ateşte çok fazla malzemeyi bir arada pişirme olanağı sağlaması. Bir de wok'umuzu havaya girmek açısından ocağımızın üzerinde hazır bekletiyoruz tabi :)

Diğer bir özellik Çin tarzında pişirme yaparken sebzelerin çok pişirilmemesi, hatta hafif bir kıtırlıkta kalmaları.

Bu tarif şekerli ve tuzluyu bir araya getiren çok güzel bir bileşim ama dediğim gibi evde uygulanmadan önce o tada aşina olmak ya da bu tür maceralara atılmaya da hazırlıklı olmak gerekiyor.

Yapılışı;

Önce sebzelerin hepsini ince ince şeritler halinde kesiyoruz. Aslında en fazla zaman alan tarafı bu. Özellikle havucu ince uzun şerit halinde keserken ellerinize özellikle dikkat edin. Sebzelerimizi kesip, yıkadıktan sonra bir yerde onları bekletiyoruz. Çünkü amaç hepsini bir anda wok'un içine atmak.

Ben her zaman daha önce de yazmıştım, eti biraz zeytinyağı ya da tereyağ artı sıvı yağ koyduğum tencerede pişirmeye başlıyorum. Biraz pişmeye doğru soğanları ekliyorum. Bu yemekte taze soğan eski soğanın yerini aldığı ve çok daha güzel göründüğü içindir ki iki tane küçük boy soğanı ekleyelim. Sarmısağı ve tavukları bu şekilde güzelce hafif karamelize oluncaya dek pişirelim. Karidesler çok çabuk piştiği ve minnacık kaldığı içindir ki son saniyelere saklıyoruz. Taze soğanı da sebzelerin arasında az pişeceklerin içinde tutuyoruz.

Tavuklar soğanla ve sarmısakla piştikten sonra ince şeritler halinde kestiğimiz sebzeleri, soya sosunu atıp yine pişirmeye başlıyoruz. Hafiften pişmeye başladıklarında karidesleri, pudra şekeri veya balı, zencefili sürekli tadını kontrol ederek ekliyoruz. Hepsi bir arada karamelize olunca da bir yemek kaşığı kadar sirke ekliyoruz. Tuz eklemeyin çünkü soya sosu ciddi tuzlu bir şey.

En sonunda soya filizlerini katıp pişirmeye çok mıncıklamadan, narin şekilde birkaç döndürüş yaparak bırakıp hemen kapatıyoruz. Çok sulu olursa o zaman hafif mısır nişastasıyla suyundan bir yere alıp karıştırıp hafifçe koyulaştırabiliriz de.

Piştikten sonra malzemeyi soğuması için bir kenara alıyoruz. Buradaki dondurucu yufkalarını suyla yapıştırmak mümkün olmadığındandır ki ben yumurta beyazı kullanıyorum.

Derin olması koşuluyla kızgın yağa attığımız börekleri pişiriyoruz. Derin olmazsa tavaya yapışma ve patlama riski var, kızgın olmazsa da bu sefer böreklerin çok yağ çekme durumları oluyor. Dolayısıyla kızgınlık ve derinlik esprisine dikkat.

Börekleri yaparken buradaki yufkayı yumurta beyazıyla kapattığım için daha önce sardığım yufkaları tabağa dizdiğimde, kızartmadan önceki aşamada, tabağa yapıştılar. Sonra, börekleri
sarıp temiz bir el kurulama bezinin üzerine koydum. Evreka! Hiç bir şey bir yere yapışmadı :) Yurt dışında yaşayıp da benim kullandığım yufkayı kullananlara bir ipucu.

Bizim ülkedeki yufka dediğim gibi taze olduğu ve suyla da yapıştığı için bu kadar olmuyor. Daha rahat çalışılıyor.

Yufkaları sardık, bezimizin üzerinde beklerken yağın ısınması için altını açtık ve o sırada börekleri ortadan kesip içine koymak için soya-bal-hafif zencefil ve sirkeli karışımızı da hazırladık. Bunun olmazsa olmazlarından acı sosu tabi ki. Onu da masaya aldık ve kızartmalara geçtikkkk. Afiyetler olsun :)