30 Aralık 2007 Pazar

Hoşçakal Kusum :(

Bizimle birlikte bahçedeki odada yaşayan yardımcımız geçen hafta kendi ülkesine döndü. Ani bir telefon aldı, kızkardeşinin kocasının öldüğünü öğrendi. Ve gitti... Ayın sonunda gelecek, bu sefer eşyalarını toplayıp full time çalışmak zorunda olduğu bir ailenin yanına geçecek :(

Bu, neden oldu? Çünkü Arap Emirlikleri'ndeki kanunlar yeni yıla girerken daha bir dikkatlice seçilip, kendine göre düzenlenmeye girişildiği için, kanunsuz çalışanlar anlamında çok ciddi suçlar getirildi. Kanunlar kimin kanunsuz, kimin çalışabilir ve ne şartlarda çalışabilir ine yeni bakış açıları getirdi. Eskiden, sponsorla buraya gelen bu insanlar, başka bir yerde kira karşılığı günlük iki saat çalışabiliyorlar, sonra da para biriktirmek adına farklı mekanlara da günü bölebiliyorlardı. Şimdi ise, çalışanın sponsoru dışında farklı bir mekanda temizlik yapması, ekstra para kazanması ve yaşaması yasaklandı.

Bu, ülkenin kendi adına koyduğu bir kontrol mekanizması ama her gün sabah evime gelip iki saatte gerekenleri yapan melek yardımcım böylelikle hayatına başka bir yol çizmek zorunda kaldı. Bu noktadan sonra yardımcı arayan kişiler ve iş arayan insanlar devletin ofisleri aracılığıyla bunu yürütebilecekler. Yardımcı gelişi, günlük bayağı bir tuzlu miktar, artı bütün gün karşılığında olacak.

Ben mi ne yapacağım? Bundan önce ne yapıyorsam aynısını devam ettireceğim. Gerçi, gittikçe büyüyen evlerle karşı karşıya kalıyorum ama madem kaldığım mekanı seviyorum o zaman bakımını da üstleneceğim. Ne bütün gün yardımcı ihtiyacım var, ne aynı çatı altında farklı bir insanla yaşayabilirim düşüncem. O kadar parayı, bir de ihtiyacımdan fazla dönemde yardımcıya aktaracağıma, çocuğuma ekstra bir ders aldırtırım ya da hiçbir yere harcamıyorsam biriktiririm. Böyleyim, yapacak bir şey yok! Bana, şu şartlar altında yardımcı parası vermek gereksiz lükstür.

Evet, kabul ediyorum sinirler zaman zaman yıpranıyor, bir evin işi yardımcın olduğu gibi günü gününe saati saatine şekilde yapıldı mı ne kendine zaman kalıyor ne bir şey ama her işin bir dezantajı ve avantajı var. Madem hayatlarımız tercihlerimizden ibaret, ev hanımıyken yardımcı konusunda cimriyim. Çünkü o zaman ben neciyim? Böyle de bir durum var. Evde yaşayan bir kadın olarak evin temizliğini, yemek yapımını, alışverişi, organizasyonu, bahçe bakımını vesaireyi yani iç işleri üzerime almışım demektir. Nasıl ki kocam şu an kalkıp gelse ve dese ki; " Yok ben bu işte çalışacağım ama gereklerin yarısını yapacağım diğer yarısı kalsın." Olabilir mi böyle bir şey?! Benim için alınan sorumluluk ne olursa olsun bir. Çalıştığımda da kendi işyerim için aynı performansı vermekle yükümlüyüm , evde de aileme ve evime karşı aynı.

Kusum'a gelince...Evet O'na rahatlıkla melek diyorum çünkü gideceği hafta bile sabah gelip çalıştı. Geçen sene evi bıraktığımız, köpeğimizi, bitkilerimizi emanet ettiğimiz, boş zamanlarında kiliseye giden, son derece dürüst, bizim 10. yıl evlilik yıldönümümüzde evde akşam Lara'yı beklemesine rağmen cep harçlığını kabul etmeyecek kadar yüce gönüllü olan bir insandan bahsediyorum. Sorduğum ve yapar mısın dediğim bir tek şeye dahi suratını asmayan biriydi, christmas'dan önce ağacımızın altına hediye alıp bırakacak kadar nazikti. Daha ne diyeyim bilmem ki? Zaten hayatımda ilk defa böyle şartlarla yaşadım ve karşılaştım, şanslıymışım ki O'nu tanıdım. Gerçekten de sanki hergün eve gelen bir insanı, varlığı, canı kaybettim :(

Peki? Bu insanların hayat şartları? Bu da resmin başka bir boyutu. Benden gidiyor da derdi bitiyor mu? Savaş kavgası diniyor mu? Asla! Kusum gibiler bir tek odaya talep gösterip, aynı günde belki üç evde çalışarak para kazanmaya uğraşıyorlar. Bizler ne yapıyoruz? Kendi evlerimizi temizlediğimizde üç gün dır dır etme hakkını kendimizde buluyoruz. Evlilik yaşları geliyor, çocuk yaşları geçiyor ama bunu yapmaya, aile kurmaya bile hakları yok hayat kavgasından. Erkekler kendi ailelerini arkada bırakarak 50 derece sıcağın altında hayatlarında yapmadıkları işlerde alın teri akıtmaya geliyorlar. Kendi ülkelerinde evlerine bir dilim ekmek bile götüremedikleri için :( İsteyerek bu yolu tercih ediyorlar ama şansları ya da seçim hakları olmadığından. Dinimizde vardır derler, cenazeye ve hastaneye gideceksin hayatın akış zorluğunu anlamak ve haline şükretmek için, bunları yapmaya gerek yok çevresini gören gözlerle izleyene aslında.

İnsanlar bu şartlar altında yaşam kavgası verir ve ben evde otururken; " Yardımcısız yapamazsın!" türü bir düşünce tarzına bile bakış açım sert. Yalnız, bundan sonra gerçekten de sabahlarımı evin işi, geri kalan zamanımı kızım alacak ve ancak bs'ım akşam başına oturabildiğim belki birkaç saatimi, o da şanslıysam geçirebileceğim bir alet haline gelecek.

Sondan önceki paragrafımı da yazayım, sonuç bölümü olarak da içim rahat etsin. Benim hayat felsefemde "Herkes, herşeyi yapar." bu bir, "Konumuna göre neyi yapıyorsa onu en iyi şekilde yapmalıdır." bu da iki. Evde kalıp, ev işi, yemek yapmayan, " Ben çocuğum için oturuyorum, yoksa çalışırım." diyip saldım çayıra mevlam kayıra gibi çocuk bakan ( bakmayan ) kadınlara da çok tilt oluyorum ayrıca belirteyim. Bu tip insanların kocalarını resmen ve resmen kullandıklarını, aslında çevrelerindeki herkesi kandırdıklarını düşünüyorum. İyi bir ev kadını değilsen çalış kardeşim! O işleri iyi yapanlara da para öde hiç olmazsa yokluğundan şikayetçi olunmaz ama hem "ol" hem de orada "ol" ma, yani bir baltaya sap olma. Iyyyy! O, kesinlikle bana göre değil. Böyle insanlara bakmakla beli bükülen her türlü insana da acırım başka bir şey söylemem. İster annesi olsun, ister babası, kardeşi, kocası ya da karısı farketmez. Tembele, beceriksizim yalanının arkasına sığınana hiç tahammülüm yok!

Neyse, konu farklı oldu ama hepimizin ve dünyadaki tüm canlıların 2008 yılı güzellik, sağlık ve duyarlılık getirsin inşallah :) Amin :)

19 Aralık 2007 Çarşamba

Yani Affedersiniz!

Yanımıza bir Pakistanlı aile taşındı. Evlerimizin bahçeleri iki duvar kıvamında birleşiyor. Arap Emirlikleri'ne ilk taşındığımızda söylemişlerdi Araplar en çok gece çıkar, çocukları hele de yerel mekanlarda akşam sürekli dışarda oynar demişlerdi. Bizim başımıza şimdi Allah'ı var üç senedir böyle bir durum hiç gelmedi. Ama şimdi böyle bir tecrübe var :( Benim de saçımı başımı yolasım varrrrrrr!

Bu insanlar, ( tabi her zaman söylüyorum genellemeler herkes için geçerli değildir, illa ki kaideyi bozan çürük yumurtalar (!) çıkacaktır ) büyük aileleri severler ( Pakistan'lı ve Arap olanlar, Yalova erkanı ). Şöyle çoluk çombalak oldular mı deyme keyiflerine! Parası pulu olan da aynı, hiç yiyecek ekmeği olmayan da. Değişik bir maneviyatları olduğu için varlığın da yokluğun da kalabalık bir aileyle daha zevkli hale geleceğine koşullandırılmışlar sanki. Beyinleri yıkanmış, kadınları çoğalmaya, erkekleri çoğaltmaya odaklanmış, gerisi Allah kerim olan bir mekanizma.

Burada Pakistan'lı kim tanıdıysam ( gerçi abarttım alt tarafı iki aile ) iç içeler. Fiza mesela, ne zaman görsem illa ya bir düğünleri oluyor, onun hazırlığını yapıyorlar veya bir akraba gerek kendi tarafından, gerek koca tarafından bir daim ağırlanmakta...Diğer Pakistan'lı arkadaşım Shadan ise doktoru; " İkinci çocuğundan sonra hamile kalırsan doğururken ölürsün." dediği için beş tane falan yapmadığını, BÜYÜK AİLE'yi herzaman çok sevdiğini söyler durur.

Ben, böyle şeyleri anlayamam. Bana kalabalık aile falan çok kaotik gelir. Aynı bir film vardı hani John Travolta ve şimdi çok şişman olan bir kadının filmi, "Bak Şu Konuşana" olabilir mi dedim birden, orada kadın bir rüya görüyordu, sarhoş koca eve gelir, kadın saç baş bir tarafta, heryerde mamalar uçuşur, çocuklar bağrışır, kadın bağırır, adam bağırır....Hah! İşte öyle benim için. Gerçi hoş, bir taneyle bile " Heheeee çok yaramaz bu heperaktiffff" diye övünenler de var ya, onlar bambaşka bir konu. Çok yaramazlık eşittir süper zeka, o da eşittir kasaba zihniyeti olanlar.

Ama farklılıktan konu açılmışken, iyi ki insanlar farklı farklı tabi. Düşünsenize, hepimizin büyük aile diye emelleri olacak mesela, en az beş çocuk ya da herkes aynı mekanda yaşama isteği duyacak. Mesela bazısı büyük apartman katlarını beğenir, bazısı bahçeli, sakin yerleri tercih eder gibi...Hani, Ferrarisini Satan Adamın karşısına bir de Ferrarisini Geri Alanların listesini çıkartmışlardı ya, sakinlikten daral gelmiş bu insanlara " Şehirrrr, şehirrr, egzos dumanım, vay canım!!!" diye geri dönmüşler :) Farklı oldukları için sinirlenmem ben onlara, benim mekanımı ayılıklarıyla mıçıp batırmadıkları için ellerinden öperim. Aman! Yeter ki benden uzak cehenneme direk olsunlar durumları yani :)

Birkaç akşamdır işte bu yeni taşınan ailenin topu topu üç çocuğu, ki bir tanesi 15 yaşında gözüken katır gibi bir kız, şimdi üst katın penceresinden karanlıklar içinden dikizledim, saat gece 22:00 civarları çıkıp bir ordu kadar gürültü yapıyor. Mecbur muyum kardeşim ben senin ipini koparmış çocuklarının sesiyle evimin içinde sarsılmaya?! Başlarındaki anne kılıklı karı da afedersiniz, ellerini çırpıyor, onlar birbirlerinin tepesine atlarken, bisikletle düz duvara falan tırmanırken angut yavrularına gaz veriyor. Bir de tiz mi tiz sesiyle konuşuyor. Iyyyyyy ıy!

Yalova'da böyledir. İnsanlar geceleri bilmemneye kadar oturur, öküz gibi birbirlerinin üst katında horon teper, annemin bir komşusu sabah üçte oğluyla koridorda futbol maçı yapardı, kadının biri saat iki gibi sabah evi vakumlardı veeee tabi ki tahmin edilsin sabah kaçta uyanılıyor? Evet, doğru onikiye doğru! Peki, sabah o saatlerde bir inceleyelim bu hıyarların ev ses düzenini. Kimsede çıt yok!!!! Ama mesela, benim kız öğlen yatardı... NE?! Öğlen bizim kalkış saatimiz kalkışşşşş! Dan din Donnnnnn! Birisinin çükü kesilecek, akşam şu saatte gelin, anons veya, patatesss soğannnnn, dan din don!!!! birinin çocuğu kayboldu, bulanın canı çıksın, hatta ve hatta kuzusu kayboldu bulan getirsin, zırnnnnn! kapı, çlink çlonk telefon. Allah'ım sen beni kurtar! Bir ülkede bu kadar mı ses kirliliği olur ve insanlar buna uyumlanmış şekilde yaşar yahu! Kimsenin sesi çıkmaz hatta anonsu kapattırdığında cinayet işlenmiş durumları yaratılır. Yok, buraları daha o kıvama gelmedi ama güzel olana alışmak zordur ya, öyle işte. Ne güzeldi, sessiz sedasız yaşayıp gitmek. Üst komşu yok, alttan bağıran eden yok.

İşte, aslında bu mağara insanı sürüsünün uyuduğu öğlen vaktine kadar alacaksın eline ne kadar gürültülü şey varsa kafalarında patlatacaksın. Şimdi dua ediyorum. Lütfennnnnnn bu BÜYÜK AİLE buradan gitsinnnnnnn! Ben istemiyorum büyük aile falan ya! Ben dinginliğimi sessizliğimi bozan bir bok istemiyorum hayatımda ya! Yani afedersiniz!

7 Aralık 2007 Cuma

Christmas'a Dair...


Küçücük bir çocukken yeni yıl kutlamalarında ve ondan önce kurulan ağaçla içim hep ısınıverirdi. Bayramlarda yeni kıyafet ve ayakkabı telaşımız yoktu bizim. Çekingen ve kendine göre acayip gurur taslayan bir tip olduğum için de ne kimseden harçlık almayı yedirdim kendime, ne de el öpmeyi...Hele o " Büyüklerin eli öpülür." kuralı yok muydu, eski erkek arkadaşımla ayrılma öncesinde yaşanan hiç unutmadığım kavgamızın ve birbirimize karşı "Bu ilişki yürümez." düşüncesinin altında kurban bayramında hayvan kesebilmek ve el öpme durumları tartışılmıştı. " Keserim tabiii" diyen erkek arkadaşımın suratına bakakalmıştım. Boğazım düğüm, " Ben ne yapıyorum ya?!" sorusu kafamda. Beynim gönlüm karmakarışık...

Zaten, o gece nokta konulmuş oldu. Aman, o sırada beni başka bir boyuttan izleyen birileri varsa, yemeğimi yiyemez hale gelip aşk acısı çekerken " İyi ki olmuş diyeceksin" dediler mi bilmiyorum ama ben yıllar sonra dedim :) Zaten, belki O'da bana inat olsun diye yapmıştı o konuşmayı. Bir sürü birikmişin üzerine gitmek anlamında, zamanın herşeyi nasıl da iyi yönde değiştirebileceğine kanıttır o yıllar. Saygılarımla demek istedim şimdi :)

Konumuza dönecek olursak, el öpmek yerine, bana verilen ve burnuma dayanan o organı, aynı şekilde indirip el sıkışma huyum vardı benim. Tabi, karşı taraf için bu çoğunlukla şaşırtıcı olabiliyordu ama bir deneyimleyen bir daha "ÖP!" diye Kraliçe Elizabeth tarzı bir şekilde ve garip bir büyüklük psikolojisiyle yaptığı hareketi bir daha yapmıyordu.

Şimdi olsa o kadar kasmam diyorum ama o zamanlar el öptürülmesini çok ciddi şekilde kendi varlığıma bir hakaret, bir ezme davranışı olarak algılıyordum. "Yapılacak!" denildiği içindir belki. Bu, kültürün bir dayatmasıydı ayrıca, yoksa anne ve babamdan böyle hareketler hiç görmedim. Görseydim hep doğal karşılayacak, üzerinde hiç bu kadar düşünmeyecek miydim? Belki...Yalnızca, tek bildiğim bu kuralların benim küçücük beynimde ve yüreğimde bile ters teptiği. Bir erkeğin kadının elini nazikçe öpmesi ayrı bir durum, birinin öpeceksin diye elini suratına dayaması apayrı. Nezaket kurallarına aykırı bir kere!

Bizdeki alışkanlıklara ve şu an içine girdiğim, on yıldan fazladır deneyimlediğim kültüre baktığımda neden bayramlarda içimin ısınmadığını, hep bir kaçma ve saklanma duygusu hissettiğimi anlıyorum. Çünkü bu kültürdeki etkinlikler küçüklerin üzerine kurulmuş. Bizdekiler büyüklere saygı, höt, zöt, el öpeceksin, sus! cevap verme, eti senin kemiği benim gibi değerlere...Sevilmeyen, bir kere bile başınızı okşamayan, sizinle siz olduğu için ilgilenmeyen, konuşmayan, soru sormayan, somurtuk aile bireylerine ziyaret işkencesi. Şimdi düşündüğümde olayın altında yatanın sevgi eksikliği olduğunu görüyorum. Sevgi olmayınca ya da büyük tarafından küçükte yaratılmayınca da bu ziyaretler ve olması gerekenler zinciri insana kaçası duygular veriyor. Tersi de olmalıydı ama olmadı. Yazık...

Geçenlerde Doğan Cüceloğlu'nun bu anlattığım şeylerle birebir örtüşen bir yazısı geldi internetten, bulursam buraya koyacağım. Aynen odur işte anlatmak istediğim.

Ne tuhaftır ki, işte her sene ağacımızı hazırlarken aklıma bunlar gelir. Kızımı istediğim gibi yetiştirebildiğime şükrederim. Ne olursa olsun kendi büyüdüğüm veya büyütülmek istendiğim değerlere ters düştüğümden olsa gerek, hep böyle daha mutlu olduğumu düşünürüm. Hürriyetime taparım :)

Neyse, neler yaptığıma geleyim...Yazmıştım, geçen Pazartesi ağacımızı süsledik. Catherine'nin evine gittiğimizde o kadar hoşumuza gitmişti ki, yemek takımlarından evin her köşesine kadar ışıl ışıldı herşey. Anna'nın anneannesi bu konuda çok takıntılı bir kadınmış. Takıntı derken kötü anlaşılmasın hemen, evin herşeyini Christmas için hazırlarmış böyle. Bu huyu haliyle kızı Catherine'e de geçmiş ama diyorum ya atmosfer öylesine insanı içine alıyor ki, derin kırmızılarla falan etkilenip de kendinde uygulamaya çalışmamak pek mümkün değil.

Mumluk mesela...Dört tane melek, bir halka şeklinde konulmuş o halkanın altına mumlar yandıkça tepedeki kısmı sıcaktan döndüğü için beraberinde melekler de dönüyor. Bu, herkesin evinde olan bir gelenekmiş. Ben hatırlamadım ama zaten gittiğim bir keredir İngiltere'ye Christmas'da ve daha evli değildik, öyle kuş gibi bakakalmıştım herşeye, o kadar detayı hatırlayamıyorum.

Hatırladığım en fazla detay, dişlerimin ciddi derecede birbirine vurmasıydı :) Tabi ki, onunla sınırlı değil. Zaten oldum olası derin kırmızıyı ve nefti yeşili çok sever, birbirine de acayip uyumlu bulurum ve İngiliz tekstili...Bayılırım. Onların o desenleri ve klasik kalın perdeleri falan...Şömine esprisi, sopsoğuk bir havada içilen ılık kırmızı şarap...

Catherine'de bir de uzun bir masa ve üzerinde insanın içine işleyen kırmızı bir örtü gördük. Daha doğrusu eşim fark etti. Spinneys'den almış.

Ayın 5'inde Çarşamba günü, hem kurabiyeler için malzemeleri, hem de bu örtüyü ve birkaç dekorasyon zamazingosunu bulmaya gittim. İki tane kalmıştı. Bir tanesine bayıldım, biraz tuzlu olsa da aldım ve masama serdim. Geçen senelere göre bir de masa örtüm eşlik ediyor bu sıcak ortama:)

Şimdi de ışıkları yanıp sönen ağacımız karşımda, bunları yazayım dedim. "Home home sweet home." derler ya, o durumlardayım. Evin büyüklüğü küçüklüğü değil benim için, yarattığımız atmosfer ve nereye gidersek gidelim bizimle birlikte gelen bu huzur...Onu çok seviyorum. Evimde özgür olmayı, televizyon seyretmek istemeyince bu sessizliği koruyabilmeyi...

Aslında, her zaman akvaryuma da çok sıcak baktım, hatta annemle yaşarken vardı ama artık hakikaten bitki bile alırken elim gitmiyor. Önümüzde gelen bir tatil var ve karı, koca, çocuk nasıl gideceğiz sorusu beynimizi kemiriyor. ( LAyla'nın bırakılması konusunda düşüncelerimi ve iç sıkılmasını daha önce de yazmıştım )

Dün sabah, ( Ayın 6'sı Perşembe günü ) okul için kurabiye yapımına giriştim. Önce, benim kullanacağım Royal icing tarifine baktım, defterime notlarımı aldım. Kitaptan da bakarken daha önce başarılı ya da başarısız olduklarımı yazarım. Bunun için de tariflerin altına notlar kısmı ayırdım. Aldığım yeni kurabiye kitabından kurabiyenin hamur kısmını seçtim, şekillerim vardı, Catherine'den hani ginger bread gelmişti, tabi ki Christmas'ın olmazsa olmazlarındandır, onu da çıkarttım. Sabaha başlarken köpeğimle yürüyüş, ardından güzel bir duş ve kurabiye yapımı...Güya, kurabiyenin zeminini halledip üzerine royal icingle kaplı, geri kalan renklerle de detayları girecektim. Şeytan dürttü, bir de öbür dergide christmas için ne var diye baktım ve başka bir şey daha gözüme ilişti, iki kalıp kullanıyor birinci kalıp dışı, ikinci kalıp içi. Atıyorum mesela yuvarlak dışı, içine sığabilmeli tabi bir noel ağacı, sonra o boşta kalan kısma şeker kırıp koyuyor, o eriyor ve ortaya çok hoş bir şey çıkıyor.

Köşedeki bakkala gittim. Şekere bakacağım, yalnız kitabın yazdığı sugar free meyve özlü şekerleme. Tabi ki yok, ben de içimden şöyle diyorum; "Yahu bunun şimdi sağlıkla ne alakası var, orada kullandığına en benzer şekeri alıp kullanırım olur biter." Olmuyor işte! Aldığımla eve geldim, şekeri anlattığı gibi sarmısak kırıcısıyla kırdım ( tabi ki kokusu geçmesin diye torbanın içine ) ve boşluklara serptim. O da ne?! Yandılar çatır çatır!!! Neden? Neden olacak, tabi ki şekerden!

Demek ki, "sugar free" diye yazarlarken adamların bir bildiği varmış, daha sağlıklı olduğundan değil eriyip kremalize olmayacak diye. Alta da pişirme kağıdı koymuştum, o da o kurabiyelerin eriyik halini alan şekerine yapışmaz mı?! Aman Allah'ım ya, neyseki daha farklı şekiller de yapmıştım da onlar kaldı geriye. Yine de yeni yaptığım herşeye temkinli yaklaşmayı öğrendiğim için o deneme belki dört kurabiye ile kaldı, içine yaptığım şekiller de yanına kar.

Sonuçta bir sürü tiyom oldu, mutfağı topladım, yıkanacaklar yıkandı ki hakikaten renkli ve yaratıcılık isteyen bu işlerde çok dağılma ve kirlenme yaşanıyor, notlarımı defterime kaydettim. Sonra kızları okuldan almaya gittim, onları Anna'nın evine bıraktım çünkü Anna'nın babasının arabası bozulmuştu. Renklendirmelere devam...Sonuç çok güzel oldu :)))

Sabahleyin, ( Ayın 7'si Cuma ) halı gözüme ilişti, benimkine "Yıkasak şunu." dedim ve mutfak balkonundan aşağı sallandırdık :) Hemen alırsın eline gereken malzemeleri bir güzel halıyı hallettim. Asılı şekilde yıkadığım için de ne ağırlaştıktan sonra kaldırmak gerekli oldu, ne bir şey. Şimdi kurumayı bekliyor ama halı gerçekten evin eşyasını bir anda çoğaltan bir şey, salon sanki cascavlak kaldı, taşındık taşınacağız gibi, aman Allah korusun!

Aynı gün, okula gitmeden önce, Noel Panayırı için kurabiyeleri konuyla uyumlu Simpsons Happy Christmas versiyonu ile paketledim. Şöyle ki, altına Chloe'nin doğumgününden kalma kartonum vardı, üzerine kaplama kağıdım, bir güzel şekline göre kestim, kurabiyeleri koydum veee üzerine de streç film kapladım. Tabi ki kurabiyeler o dakikaya kadar buzdolabında soğumuş vaziyettelerdi. Bir zaiyat gelmedi, erime falan da olmadı. E gittikçe profesyonelleşiyorum malzemeleri tanıma konusunda, her türlü duruma göre ayrı krema yaratma durumları :)))

Diyorum ya asık suratlı, kurallara bağlı, çocuğa odaklı olmayan, ruha hitap etmeyen hiçbir kural ve kadie beni bağlamıyor. Yabancıların olduğu ortamlarda bu, sizin çocuğunuza özel diye yapılan bir şey değil. Her çocuğa aynı ilgi gösterilmeye çalışılıyor. Daha çok insanlara bireysel özelliklerine uygun olarak davranılıyor.

Noel şenliklerine gittik mesela değil mi? Büyük olan okulun çocukları ufaklıkları oynarken gözlemlemek, kuralları göstermek ya da anlatmak, biletlere bakmakla görevliler. Herkes değil, herşey gönüllülük üzerine kurulu. İnsanlar kendileri için değil çocukları için oradalar. Tüm babalar ve annelerin gözleri ufaklarında, ne kadar yapabiliyorlar, yardım mı istediler, hemen oradalar. Babalar özellikle annelerle yarışacak düzeyde, bazen annelerin olmadığı yerlerde bile görev başındalar.

İçerde, standlar kurulmuş, bir bölümünde rengarenk royal icing denilen kremalar ve süsleme şekerleri, çocuklar istedikleri rengi seçerek kurabiye dekore ediyorlar, onları ağaç parçası gibi bir şeye asıyorlar ve sergileniyor, kuruyor, ondan sonra yaptıklarını eve götürüyorlar. Hayvaları koruma derneği muhakkak bu tip oluşumlara katılıyor, hem ufaklıklara hayvan sevgisi aşılamak hem de oyunlardan kazanılan parayı onların bakımına aktarmak. Oyun oynanıyor, hediyesi de seçiliyor ama nereye gittiğinin iç rahatlığı hissediliyor.

Ayrıca içerde biz yetişemedik ama eşimin işyerinden arkadaşı İda'yla karşılaştık. Tam, müzik gösterileri bitmiş İda'nın oğlu Emillio'nun. "Seyrettiniz mi?" dedi bize ilgiyle, yetişemediğimizi söyledik, hemen ilk olarak kızımla sohbet etti tabi ki, neler yapacağını, gününü nasıl geçireceğini falan sordu, sonra da Emmillio'nun daha gitar çalmaya yeni başladığını, gruba daha henüz katılmışların bile kendine göre yeri olduğuna ve çaldıklarına dikkat etmiş, onu anlattı.

Bütün ebeveynelerin mutluluk duydukları bir şeydir bu. Ne olursa olsun çocuklarını grubun içinde görebilme duygusu. Üstelik Emillio'nun davranış sorunları var ve öğretmenler bunu velinin suçu gibi algılayıp, hepberaber çocuğa karşı diş bilemeyi seçmiyorlar. Çocuk her şekilde kendine bir yer bulabiliyor, dışlanmadığı ve agresiflikle karşılaşmadığı için de kendi kapasitesine göre maksimum gelişme göstriyor. Bir anda Chloe'nin Türkiye'deki ana okulu geldi aklıma. Elimde değil sürekli karşılaştırma yapmak ama orayı özel olarak bir yazıda anlatmak istiyorum. O hıyarlardan, cahil takımından aklıma geldikçe daha da tiksiniyorum.

Panayırda tabi ki başka firmalardan kendi yaptıklarını sergilemeye gelenler, takı yapanlar onları satanlar vesaire de vardı. At ve deve de... :))) Yine dikkatimi çeken şey, öğretmenler standlarda ürün satışını yapıyorlar, bu onların görevi. Ama dışarda görevli olanlar, sıra bekleyen öğrencilere bir bakıyorsun şarkı söyletiyorlar. Yani, hiçbir şey sıkılarak, dürterek yapılmıyor.

Bu sene yine güneş bulutların arasında kayboldu, serin bir rüzgarımız da vardı. Herkes çoluk çocuk oradaydı, kimse durup da birbiriyle konuşacak imkan bulamadı, çocuklar bir şeyden diğerine koşarken velilere zaman kalmadı. Geçen seneye göre sıcak tür yemek ( shmawma deniyor sanıyorum, döner yani ) bir standa indirgenmişti. Zira hatırlıyorum, geçen Chirstmas Fair'de bayağı bir yiyecek ellerinde kalmıştı ve kocaman paketleri 10 dirheme verdiler.

Daha alınacak ufak defek hediyelerin paketlenmesi işi var. Herkesin gönlünü alacak, bütçelerde delik açmayacak şeylerin araştırılması... Bu başlı başına zaman alan bir konu. Ayın onbirinde, Nativity Play denilen, Noel için çekim yapılmaya elverişli gösteri hazırlığı, ardından saat altıda yapılacak, herkesin katılacağı gösteri ve ayın 18'inde girilen ve Ocak'ın da 6'sına kadar sürecek olan sömestr tatili...

Hala inanamıyorum, tatilden döndük de yarı yıl bitti sayılır.

3 Aralık 2007 Pazartesi

Sobeeee!


Öhöm öhöm! Böyle mi denmesi lazım acaba? Elektra, beni mimlemiş, ben de diğer seçtiklerimi mimlemeden önce anlamış olduğum başlıkların bana düşündürdüklerini yazayım :)

Ben küçükken; Aklıma ilk gelen kar yağmış, okullar tatil...Arkadaşımın evinden (üst komşumuz ) kavak ağacının olduğu bölüme bakıyorum...Başka? Dışarı çıkmalarımız, erkekli kızlı grubumuz, gece ve kukalı saklambaç, bizim apartmanın bahçesi, arka balkonu bir sürü örtülerle falan kapatıp, içine kendi mekanımızı hazırlamamız ve evcilik oynamamız, yan mahalle...

Bakıyorum da o zamanda bile benim çok kendime ait bir dünyam vardı. Belki üç kardeş olmamıza rağmen abla ve abimle aramızda olan ciddi yaş farkı ve bu yüzden benim tek çocuk gibi büyümem buna en büyük etkendi.

Mahalle arkadaşlarıma gelince...Facebook çıkınca hepimiz olmasa da birkaçımız tekrar birbirimizi bulduk. Kızlarla aralıklı olarak hala görüşüyordum zaten ama eskisi gibi oldu mu? Sanırım bazı şeyleri olgunlukla ve tebessümle geride bırakmak lazım. Sürekli ittirmemek...Hayatlarımız kendi hızında akarken araya girmiş bir yirmi yıl! Ve hepimizin aklında ilk okuldan itibaren orta okul sona kadar uzanan dönemdeki kişilikler...Şimdiki ben'le, o ben arasında ne kadar büyük farklar olsa da Ben küçükken... diye başlayan cümleler bana hep o yılları hatırlatıyor. Bence, hatıralar hayattaki en değerli birikimlerimiz. Onlar bizi biz yapan tecrübelerin toplamı...

Ben aslında; üzüldüğüm zamanlar dışardan çok agresif gözüken bir insanım. İlla kendimi ifade etmeliyim, " Bak sen de burada şunu şunu söyledin, ben de böyle dedim." demeliyim. Sessizce biten ilişkileri kafamdan zor atarım. Aslında olayların öyle değil, böyle olduğu ile ilgili bir dönem sürekli kurarım. Bu, bazen yoğun yaşanan bir süreçtir ve belli bir zamanı kapsar. Ama şu aralar, konuşacak bir şey kalmadığını anladığımda ve konuşsan da bir şeylerin değişmeyeceğini bildiğimde, o "sessizce bitiren" kervanına katıldığımı fark ediyorum. Herşeyi geri almak için kavga etmenin gereksizliğini 35 yaşında kavramış bulunuyorum. Yine de, hala bana sorulsa karşımdakinin sorunların çözümü için konuşmasını isterim. Bunu genelde bulabildim mi? Hayır, bulamadım :( Belki, zamanında hayatımdan böyle çıkıp gidenler de benim 35 yaşında anladığım şeyi anlamışlar ve uğraşmayı, dert anlatmayı falan gereksiz bulmuşlardır. Aferim onlara :)

Çok çetrefilli yanıtlar oldu, farkındayım ama içimden bunları yazmak, cümleleri bu şekilde tamamlamak geldi.

İlk kopyam; değil de en başarılı kopyamı anlatayım. Lise ikideyim, sınıf birinciliğim var, felsefe öğretmeni korkunç sağlıksız, hep yağlı kıl tüy saçlarla gezinen, üstü başı bana öldü ölecek şimdi bu korkusu yaşatan bir insan. Sınıfımız felaket olanların arasında birincililik ile ikincilik arasında gidip geliyor. Ders işlemek neredeyse imkansız olduğu içindir ki bütün öğretmenler ya sınıftan öc alma ya da aman hemen kolay sorular soralım geçsinler kafamızdan atalım derdinde. Bu adam birinci amacın öğretmeni yani ya dökecek ya dökecek. Sınav olacağımızı biliyoruz, kağıtlarımızı çıkarttık bekliyoruz ama sorular korkunç! Çalışılması gerekmeyen ne kadar alt alta madde ezberi, tanım varsa onlar soruluyor. Ben ise, en ön sırada oturuyorum ve pozisyonum kitap açmaya çok da müsait. Açtım kitabı, çalışmışım da o yüzden cevapların yerlerini de biliyordum veee yazdım. Kan ter içinde tabi.

Felsefe öğretmeni, cümleleri aynen kitap şeklinde ezber isteyen bir insandı. Sonradan düşünüyorum da kendine göre sorunları vardı muhakkak, parasızlık, kötü bir yaşam standartı insanı o hale rahatlıkla getirir ama ne olursa olsun bu, öğrencinin kabahati değildir, bizlerin papağan olmasıyla çözülebilecek bir sorun da değildir, kaldı ki bu felsefe dersi! Sınavdan dokuz aldım, sınıf çöktü ama hiçbir zaman suçluluk falan hissetmedim, o adam bunları hak etti diye düşündüm. Bu en ciddi kopyam oldu, onun dışında duaları arkadaşımın sırtından okuyup da kelkenez gibi yakalandığımı saymıyorum.

Demek ki, inanmadığım şeyleri beyin almayı reddediyordu! Sınıfta dua okuyup, namaz kılmayı, bundan ders notu almayı, camiye gidince ortalamayı 10'a tamamalamayı hiç bir zaman onaylamadım hala da onaylamıyorum. Oh oldu! Onun dışında kimsenin kağıdına bakmayı gururuma yediremezdim, sevmediklerime de asla kopya vermezdim. Ne demek canım ben o kadar çalışmışım ders dinlemiş, ter dökmüşüm, sen gel benden bak en yüksek notu al geç, enayiyim ya! Velhasıl genelde böyle konularda vermeyi de almayı da sevmeyen bir yapım vardı. Hala da armut piş ağzıma düş tarzı tiplerden hazetmem, nokta!

Cep Telefonum; üç sene önce annemle Kadıköy'deki Evkur'dan aldık, eve gelirken çocuklar gibi şendik:) Hanyayı konyayı alt tarafı üç sene içinde anladık. Adilerin çalışmaması değil ondan önce biten pilleri problem! Daha önce de yazdığım gibi kullanılmaz hale gelene kadar iş gören bir makinayı niye atayım sorusu baki. Renkli ekranı yok, fotoğraf falan da çekmiyor da bunları yapan çok daha farklı makinalarım varken cep telefonum konuşmama yarasın yeter diye düşünüyorum.

En saçma huyum; Buzdolabına benim düzenim dışında yapılan yerleştirme, daha doğrusu kapağını açıp içine fırlatma şeklindeki düzenmele ( düzenlememe ) durumu. Deli olurum! İngilizler'in kahvaltı sofrası kurarken yalnızca bıçak koymaları. Her seferinde çatalı hatırlatmak. Bana göre çok normal ama benimkine göre tuhaf. Yani kızılması saçma, çatal değil :) Dolayısıyla, aslında buraya yazabileceğim huylar bana göre gerekli ama hayatı paylaştığım insanlar tarafından gereksiz abartı ya da saçma olabilir. Göreceli bir durum. Saçma ve komik bir yanım yok, tersine karşıdakine saçma ve antipatik gelen yönlerim olabilir. Bu da doğaldır.

Aşk; Heyecandan bağırsakların düğümlenmesi, yemek yenememesi durumudur. Yanaklarının kızarması, ellerinin terlemesi, O'nu her gördüğünde boğazından yukarı çıkan bir şeylerin geri döndürülme çalışmalarıdır. Her konuştuğunun ne kadar saçma salak olduğunu düşünmektir, kendini beğendirmeye çalışmak ama bu konuda ümitsiz hissetmekten korkmaktır. Aklında O'nunla ilgili fantazi üretebilmektir. Sonra da bunu düşünüp heyecanlanmaktır...Ne bileyim işte kökünde heyecan olan herşeydir aşk.

Dönüşür mü? Dönüşür, yıllar sonra kendini dingin, güvenli, sıcak bir yuvaya bırakır :) Bu dinginlikten önce yaşanan bu tempo da insanın yanına kar kalır :)

En sevdiğim bloglar; Bir kere ben bu ortama İngiltere'den mektupları okuyarak girdim. O, benim giriş bloğumdur :) Hala da çok ciddi takip ettiklerimdendir. Keçilerin Çobanı en fazla güldüğüm, içime sokmak istediğim bir kişiliktir. Uganda'dan Meltem taktir ettiğim gıptayla gözlediğimdir, Ayşe'nin Dünyası ve Mor Koyun en renkli, göze ve beyne hitap edenlerdendir, gençlik iksirinden yararlandıklarımdır. Ve hayatını bloğundan takip ettiğim, sanki yıllardır tanıdığım gibi hissettiğim, zaman zaman kendime son derece yakın bulduğum diğer bloglar...Onlar zaten listemdedirler :) Bakınız, sağ yan, alt taraf :)

Vazgeçtim, kimseyi mimlemiyecem :) Ben bu yazıyı yazıp da buraya koyana kadar olan olmuştur zaten :)

Elektra'ya tekrar teşekkürler ederim, hakikaten güzel oldu bu mimlenme durumu, başlıkları yazarken çok hoşuma gitti ve keyiflendim :)

1 Aralık 2007 Cumartesi

Açııımmm Aç!

Saat gece 22:00'ye gelirken bu kazılma duygusu yakama yapışıyor. Hafta sonları ya da tatillerde sabahleyin geç kalkılıyor. O da nedir, hani sallana sallana bir kahvaltı deriz, 10:00 civarları... Sonra, öğlen yemeği saat 14:00 desek, akşam yemeğini de ufaklık yatmadan önce hazırlamak lazım. Hepsi arka arkaya geliyor, ben de aksi gibi ya öğlen yiyeceğim, ya akşam. İki öğün çok kuvvetli oldu mu yok, gitmiyor. Gitse de vicdan muhasebeleri başlıyor.

Bugün ( Cumartesi ), sabah kahvaltıdan sonra toparlanıp çıktığımızda saat onbiri rahat bulmuştu. Maaş aldık ya, hemen ihiyaç sırasını halletmemiz lazım diye ilk elden ayakkabıcı turuna başlandı. Allah'tan yakında Shoe Mart denilen, nedenini anlayamadığım şekilde iyi kalite ayakkabılarında ucuzluk yapan bir mekan hedefler arasındaydı.

Shoe Mart'tan önce aynı mekanda yanyana sıralanmış olan Baby Shop'a girdim kızımla. Acayip bir anlayış... Kışın 25 hatta bazen 30 dereceyi bulduğu bu mekanda ciddi ciddi kazak, atkı, eldiven v.b... satışı var. Ama kışı içerlerde yaşatıyorlar maşallah. Alışveriş mekanlarında donma tehlikesi baki. Doğaya gereksiz salınan CO2 de cabası. Yahu, dışarısı püfür püfür eserken, içerlerinin hala 15 derecede tutulma telaşı neden? Dolayısıyla, öyle bir diş takırdatıyoruz ki yanımda bir koca eşantiyon çanta, içinde benim ceket, kızın pantalonu, sweatshirt'ü, çorapları ve bir de hırkası...Durmadan değişen bir hava trafiğinin ortasında kalmak ve bu durumda hasta olmamayı becermek de buranın bir diğer öğretisi.

Geçen sene indirime girmiş olan mağazadan ( yine ShoeMart'dan ) 10 liraya düşmüş beden eğitimi ayakkabısıyla İngiltere'nin çamurlarını bile geride bıraktığımız için artık ufaklığı o ayakkabılarla okula yollamak biraz abartı olmaya başlamıştı. En son ayakabının çapraz bağcık kısmının ek bölümü koptu, e sabahın körü okula gidilecek hemen o gün bizimki bir Mc Gayver projesi uygulayarak ayakkabıyı eskisinden daha kuvvetli hale getirdi ama görünüş falso, ertesi hafta arka tarafı çökme yapınca tamam dedik, maaş alınır alınmaz ilk hedefimiz ayakkabıcı...

Okul ayakkabılarına gelince...Siyah olacak, ha spor ayakkabıda azıcık farklı renkler olabilir ama ana renk onda da beyaz olmalı. Geçen sene aldığımız okul ayakkabısı da iyi bir marka olup bayağı da güzel bir indirime gitmesine rağmen ön kısımları soyuldu, iyi mi?!

Dolayısıyla, listemizde küçülmeyi başarabilmiş derecede çok giyilen açık ayakkabılarımız, spor ve okul ayakkabılarımız vardı. Hepsini tek yerden hallettik. Baby Shop denilen kazık ve trendy kıyafetleri satan değil de yine her bir üründe sebepsiz yere %25 indirime giren Shoe Mart'tan :) Listeye ben Lee Cooper'ın son derece spor, asker kumaşı gibi olan, krem rengi bir omuz çantasını, eşim onların klasik sevdikleri parmak arası yine Lee Cooper, deri ve son derece sağlam terliklerini ekledi. Toplam Türk lirası ile 100 liralık bir alışveriş yapıldı. Düşünün işte, bu parayla biz kendi memleketimizde ancak belki o terliklerle benim çantayı alabilirdik.

Eve vardığımızda saat ikiye geliyordu. Oradan Christmas için aileden gelecek parayı da katıp bakacağımız bisiklet sevdamızdan vazgeçmek zorunda kaldık çünkü pek bir şenlikliydi trafik(!) yol üzerinden hazır pizza aldık ama akşama yemek yoktu tabi ki de her bir öğünden sonra yemeğe girişmek de bayıyor insanı! Dünden balık almıştık, burada satılan creamdori diye bir balık...Fleto satılıyor süt gibi bir eti var ama gel gör ki bende ne yapacak enerji, ne istek ne bir açlık emaresi...

Kiraladığımız Shrek 3'ü seyrettik saat oldu 17:00, köpekle çıkıldı gelindi derken saat 18:00, patates salatası yapalım bari dedim isteksiz bir şekilde ve onu hallettim. Ufaklık bize kitap okudu, spellinglerini yorgun olduğunu söyleyerek üçerden yazmadı, yarın onu halletmesi lazım.
Balık torbanın içinden pek de içaçıcı çıkmadı sanki. Hasta da olacağım ya hem sinirlerim hem de beş duyu organım ayakta şekilde dolaşıyorum. Benimkini çağırdım, arabasının dikiz aynasını cama yapıştırma çalışmalarını yeni bitirip totosunu bilgisayarının karşısına konumlandırmıştı ki benim dırdırlanmamla kendini balığın başucunda buldu. Yaptık kısaca ama yedim mi? I ıh! Ne yapayım, canım istemedi ve şimdi ne oldu? Klasik bir şekilde karnım zil çalıyor. Sonra ne olacak? Onikiye kadar sabredip o saatte anasını satayım diye bir şeyleri tıkıştırıvereceğim.

Öfff! Bazen diyorum hamile kalsam da bu ince kalma derdinden kurtulsam yahu! Hani homini gırtlak giderken " Bebeğe bebeğe... Kendim için istiyorsam namerdim!" halleri vardır ya, hah öyle olsun istiyorum. O zaman da mide bulantısından ve paslı dil durumlarından ne, ne yediğini anlarsın ne bir zevk alırsın. Iyyy ıy!

Cuma günü sabah ise ilk iş, aylık toptana gidildi. Artık, bundan sonra tuvalet kağıdıymış, şampuanmış, şuymuş buymuş Carrefour'dan hallediliyor, gerisi sebze ve meyve konusunda yakınımızdaki Spinneys...Hem daha taze hem daha yakın ama biraz kazık...Olsun çok büyük farklar yok, zaten enayi yerine konulacak fiyaları biliyorum. Mesela, bu hafta ıspanağın kilosu 22 milyondu :)))) Yaaa, işte böyle. O hafta da ıspanak yeme canım değil mi? Allah Allah! Yeşil top salata 8 mil! Carrefour'da yerlisini 4'e aldık mesela.

Toptandan sonra eşimi de yanıma katıp ufaklığın bir arkadaşının doğumgününe gittik. Parti verilen yer bir binanın 24. katıydı. Herşey kuşbakışı şekilde, deniz manzarası eşliğindeydi ama pencereler mi açılmıyordu yoksa? Binanın dışarıya bakan penceresinden herşeyi kuşbakışı seyrederken depremi düşündük. Amaaan, yok bizim ayağımız öyle topraktan çok tepelere kaymayacak. Bu arada, yine donduk. Dişlerimiz birbirine vurdu. Oyun oynanacak, tırmanacak edecek bir bölüm, bir buz pateni, bir de bowling mekanı...Çocuklar bu üç yerin arasında mekik dokudular. Doğumgünü odasında birkaç oyun oynattılar, kızlar ve erkekler olarak gruplanılacak şekilde. Bol müzik ve gürültü, anlaşabilmek ve anlatabilmek için çok bağırmalı sohbetler... Akşama doğru altıda bitti, eve gelirken doğumgünü çocuğunun annesi de hediye hazırlıyor ya burada, bizimkinin Carrefour'dan istediği boyama zımbırtısı geldi. O yüzden dönüş yolunda çocuklar gibi şendik.

Bu arada, eşimin doğumgününde olması ciddi bir sükse yarattı. "Nasıl yani?!" olundu. O'da herbirine geçmiş yıllardaki durumunu, stresten ve zamansızlıktan nasıl saç baş yolduğunu anlattı. Aslında, bana göre master bir yerde, sıkıcı ve zorunlu sosyalleşme anlamındaki partilere gelmemek adına da bir bahaneydi ama olsun, ikimiz de bunu bilmiyormuş gibi davranıyoruz, iyi oluyor, kavgadan kaçınma psikolojisi :)

Buranın milli bayramı...Perşembe günü eşim okuldaki kızların isteği üzerine onların milli kıyafetlerini giydi. Bir gece önceden öğrencilerinden birisi abisinin kıyafetini getirmiş bizimkine. Akşama doğru işden eve geldiğinde alı al moru mordu, hayatta hiçbir ortamda öne çıkmayı sevmeyen adam 500 tane kızın " Ne olur bir fotooo!" talebinin tam ortasında kalmış. " Aman, birkaç saat o ünlülerin nasıl hayatlar yaşadığını deneyimledim, olmaz olsun!" falan diye anlattı.

Dolayısıyla, iki gün daha tatiliz. Ben de diyorum tatiliz çünkü sabah altıda kargalar bokunu yemeden kalkma, tuvaleti paylaşamama, mutfakta zikzaklar çizerek kahvaltı hazırlama telaşı yok!!!! Yeme de yanında yat yahu!

Haftaya Cuma saat 14:00-17:00 arası Christmas Fair denilen okul şenlikleri var. Perşembe gününe kurabiye hazırlayıp götüreceğim. Satılması için...Böyle zamanlarda biz velilerden yapılabilecekleri rica ediyorlar, kimse bir şey yapmak zorunda değil ama gönüllülük usülü kim neresinden tutarsa oluyor ve okula gelir elde ediliyor.

Bugün, çok güzel bir kurabiye kitabı aldım. Uygun malzemeleri bulsam...İnternetten de getirtilebilir ama o olaya bir türlü güvenesim gelmiyor işte. Yani, bütün kredi kartı bilgilerini ver Allah'ın tanımadığın etmediğin bir küçücük firmasına, onların güvenlik derecelerinin iyi olmasına dua et. Alışverişin miktarı değil burada önemli olan, bilgilerinin el değiştirmesi. İnternet alışverişini kastediyorum.

Cuma ve cumartesi böylece geçti. Pazar günü bisikletlere bakmaya indirim var denilen Toys'r Us'a gittik. Buradaki veletlerin hepsi sanki ana karnında gelişmiş gibi çıkıyorlar, ne tuhaf, Chloe'nin neredeyse bütün arkadaşları iki tekerlekli bisiklete biniyor, derin suda kabarcıklar çıkartarak yüzüyor, atlıyorlar falan...Anna buz pateni yapıyor, bu sene piyano çalmaya başladı. Cheryl'ın kızı da annesi piyano çaldığı için derslere devam ediyor ve çok da başarılı gidiyor. Kızların ikisi de baleye gidiyorlar. Daha doğrusu anne babaların, görüldüğü üzere imkanları arttıkça çocuklar da bundan büyük bir mutluluk duyuyorlar. Dünyadaki herkesin kendine göre farklı kabiliyetleri var, ne mutlu bunları görüp geliştirebilme lüksü olanlara...

Ben de ufaklığın dışarıya çıkılabilecek zamanlarda yürüyüşte falan bisikletine binebilmesini istiyorum. Amacım, zorlamak, hazır değilken bir şeyleri ittirmek değil ama nasıl ki insanın arabası yokken kullanmayı öğrenemez bu da aynı durum. Babamız Chloe'nin spor insanı olmadığını daha çok yaratıcılık, resim gibi konularda çok başarılı olduğunu düşünüyor, benimse gözlemim ufaklığın kendinden beklenmeyen bir sürü şeyi son derece severek, isteyerek geliştirdiği...Yüzme gibi mesela.

İnsanların aklına yapabileceği şu yönden gelmiyor olabilir çünkü çok narin bir yapı, ince de...E benim çocukluğum farklı mıydı? Bu soruyu sormak lazım. Teyzem bize geldiğinde ne kadar üzülürdüm. Güya, O kendi kendine espri yaptığını zannederdi ama iki çatalı yanyana koyar anneme; " Selma, bu senin kızın bacakları..." der ve onları yürütürdü. Ne tuhaf değil mi, yıllar önce ölmüş gitmiş teyzem hakkında aklımda kalan bu ve annemin ne kadar sessiz, cevapsız kaldığı...Sonra ver elini doktorlar " Bu çocuk niye bu kadar zayıf?" balık hapları, kilo verdirme iğneleri, iştah açıcı şuruplar...

Her anne çocuğunun iyi yemek yemesini ister, bu doğal bir içgüdü ama her bireyin de bir yapısı var. Benim kız mesela çok ciddi yemek yiyen bir çocuk, evde dört dörtlük yemek hazırlayan bir insanım, o konuda da vicdanım çok rahat ama bazı gün olur daha az yer, bazı zamanlar aklımız çıkar bu kadar yemek nereye gidiyor diye.

Benim ise, şu başkalarının dalga konusu zayıflığım şimdiki yaşlarımda bana artı olarak döndü. (mü?) O zamanlar annemin imrenerek baktığı, güzelliğinden bahsettiği nice insanın çok ciddi kilo sorunları oldu. Ha, hala zayıf falan da değilim, 50 kiloya düşmem lazım ama olsun. Yani, demek istediğim insanlar değişiyor, metabolizma ciddi derecede yavaşlıyor. Kimse eskisi gibi fit, ince falan kalmıyor ( profesyonel bir şekilde, düzenli spor yapmıyorsa kastım )

Bu anektodları eklememin sebebi aslında ayakkabı ararken bir Arap kadının benim kızın zayıflığını söylemesi oldu. İçimden "Tittir!" dedim kendisine. Dışımdan da " Ben daha zayıftım çocukken."diye kesip attım. Sanki yemek vermiyoruz! Veya şeker, çukulata, yağ küpü besinlerle semirtilen çocuk daha makbul!

Ha, evet burada durmak lazım. Ben evde de şekerli malzeme barındırmamaya özen gösteriyorum. Yani, yemek yapmaya meraklıyım ama yağlı, kremalı, dondurmalı, şekerli sütlü, çukulatalı kekli menülerimiz yok bizim. Bu da başka bir sebebi olabilir. Ama zamanında annemin böyle dikkatleri falan da yoktu hala zayıftım, o da ayrı konu. Hatta, yiyeyim diye portakal kesilir şeker serpilirdi, süte illa şeker konulurdu, yoğurda şeker serpilirdi...Ben bunların hiçbirini yapmadım kızım da ne şekerli yoğurt arar ne süt...Yararı yok ki tersine çok zararlı şeker.

Sonra, oradaki spor açık ayakkabılara erkek ayakkabısı diye ki bence her iki cinsiyet de giyebilir onları, renkleri de kırmızılı lacivertliydi, " Onlar olmaz ama erkek ayakkabısı, sen prensessin!" diye müdahale ettiler. Ben de hala takmamaya yanıt vermemeye çalışıyorum. Ufaklık da ilgilenmedi zaten, yalnızca " Ben beğendim ama..." gibi bir şeyler geveledi ağzında.

Kendini ifade etmesini, istediği bir şeyi başkalarının saçma salak düşünce sistemine uymadığı için almak zorunda kalmamasını seviyorum. Bu, Türkiye'de sorun yaşatan başka bir konu. Benimki neden istemediği bir şeye yarım Türkçesiyle " Hayırrrrr!" diyormuş, sinirliymiş. Hiç de değil! Zaten ilk zamanlar kendisini ifade ederken çocuk düşünmek zorunda kalıyor bir de üzerine söylenen ters bir şeyde tek yanıtı hayır! Ne yapabilir ki?! A tabi, hayır demememeli, ne dersek evet demeli. Ay, işte o yüzden herkes kendi büyütsün valla. Zor insanlarla eğitim doğrularını falan paylaşmak...

Pazartesi evdeydik. Ağıcımızı kızımla beraber kurduk ve süsledik. Şimdi salonda, ışıkları pırıldayarak duruyor ve ben " Nasıl, ne zaman, kim?!, 2008?????" hallerindeyim. Babamız arabasının kapısı ne olacak diye gitti, döndü. Ben o sırada ortalığı makinaya vurdum ve koltuklarımızı sildim. O gün de öylece bitti.

Tatilin bize kazandırdığı kiralanan filmler kervanına Mr Brooks ( Kevin Costner ), Shrek 3 ve de Enigma'yı ekledik. Güzellerdi vesselam :) Artık o filmleri de yazmayayım, gözler kayıyor farkındayım :)

Yarın sabah ( günlerden çarşamba ) Layla'yı kesin yürüyüşe çıkartacağım. Kurabiyeler ve bazı diğer ihtiyaçlar için sabah yürüyüş ve basit bir kahvaltıdan sonra çıkacağım. Ufaklığın okul zamanına kadar...Dönüşde okul yolumun üzerinde, Chloe'yi alıp eve gelirim. Yemek ve göz kapama seansı...

İşin, esas acıklı yanı bir senedir bizimle yaşayan, her sabah iki saat bana iş yapmaya gelen sevgili yardımcımız buranın kanunlarının korkutucu unsurlarla bezenmesinden ötürü ev değiştirmek zorunda. Artık bizimle birlikte yaşayamaz. İçim o konuda kan ağlıyor desem yalan olmaz çünkü O'nun sayesinde günlük temizliğim, bahçem, araba, balkonlar yapılıyordu. Bunu bu şekilde düzenli çıkartmak kedinin kuyruğunu kovalamasına benziyor. Yaparım, her zaman da yaptım ama buraya ne kadar zaman ayırabileceğimden artık kuşkuluyum. Sabahlarım kendime ait olmaktan çıkacaklar eve endeksli olacaklar ne yazık ki. Disipline olmak zorunluluğu, olmazsa sinirlenme döngüsü... Hoşgeldin gerçek hayat!

İşte, böyle...

28 Kasım 2007 Çarşamba

Bir Varmış Bir Yokmuş

" Kavanoz Götlü Dünya" yazımda son cümleyi böyle koymuşum; "Saniyenin binde biri hayatını değiştirebilir, ne olacağını, nasıl noktalanacağını asla bilemezsin."

Olay, geçen Perşembe başımıza geldi. Daha önce de yazmıştım, geçen senenin ikinci döneminden beridir sabahları kızım, okula babasıyla gidiyor. Böylelikle hem zamandan, hem de petrolden tasarruf oluyor diye.

Yine, geçen hafta sabahleyin, ben Layla'yı alıp yürüyüşe çıkacaktım ama ne olduysa abime mail yazacağım tuttu. Cebimi tamamıyla unutmuşum, çantanın içinde açık bir şekilde belki iki gün falan şarj edilmeden kalmış. Cebi alalı üç sene doldu, hatta belki biraz da geçmiştir, işini gören bir alet ama eskidikçe özellikle değiştirilmesi için yapıyorlar ya bu ahlaksızlığı, aletten önce bataryaya bir şeyler oluyor. Ben de direniyorum anasını satayım, dört dörtlük çalışan bir şeyi ne diye atıp yenisini alacağım yahu?! Ama işte böyle zamanlarda da insan bu inatlarına sinirlenebiliyor. Velhasıl, cebim de çalışamıyor o an.

Telefonum, yedi buçukta çalmaya başladı. Çantamın içinden çıkarıp açtım ama kapandı. Benimki arıyor. Birşey mi unuttular acaba diye düşünürken hemen cebi fişe taktım ve bu sefer ben aradım. Yok! Yine boşa düştü ve içeri giderken tekrar arandım. Kesin bir şey unuttular, yoksa böyle olmaz, biliyorum.

Saat, sekize on kala zil çalıyor. Dediğim gibi kampüsle, ufaklığın okulu bibirlerinin bitiş noktalarından başlıyor.

" Efendim? Batarya bitiyor da şarja taktım, bir şey mi unuttunuz?!" Acele acele konuşuyorum.

" Hayır evinkedisi, kaza oldu" Saniyeler...Yutkunma..."Korkma, ikimize de bir şey olmadı ama Chloe çok korktu, yanağını yan cama vurdu, ağlıyor. "

" Neredesiniz, ben hemen geliyorum, kızım iyi mi?!" Kızım iyi mi, kızım iyi mi, kızım iyi mi....Yahu şimdi söyledi ya adam, iyi dedi, ne diye soruyorum bilmiyorum ama öyle işte. Ama nasıl olsa eşimin sesi böyle geliyorsa, O da iyi. Evet, evet ikisi de iyi!

" Biz, okula yakınız, şuradayız, yoksa okula mı götüreyim? Sen oradan gelip alırsın."

" Evet, öyle olursa daha iyi olur. Hem hemşire de görür. Sen nasılsın?!"

" Tamam, ben okula götürüyorum, iyiyim, bir şeyim yok, detayları anlatırım."

Öyle bir çıktım ki evden. Üzerime ne bulduysam geçirdim. Aklımda binbir düşünce ve belirsizlik, bir de adrenalinin fazlalığından mıdır nedir bir donuklaştım. Sanki "Crash" filmi ya da "Babil", ben olayların dışından kendime bakıyorum. Öyle bir soğukluk hakim. "Şu an ben, ben'im ama kocam ve kızım başka bir şeyler yaşıyorlar." diyorum kendi kendime. "Ne tuhaf..."

Yolda giderken arabayla önüme çıkanı, her zamanki gibi yolumu kesmeye çalışanı gebertmek geldi içimden. Nasıl bir sabah trafiği ve yine açıkta gidilecek yirmi dakikalık yol oldu kırk dakika! Emniyet şeridinden gelip bekleyenlerin önünü kesen, bunu hakkıymış gibi yapan bir sürü hıyara rağmen okula vardım. Kim kime çarptı hiçbir şeyi de konuşmaya vakit yoktu. Tabi ki büyük bir merak, ne oldu, nasıl oldu?

Kızımı, çok cici öğretmenlerinden biriyle danışmada beni beklerken buldum. İlk tepki; "Oh! tek parça, ayakta ve öğretmeninin yanında beni bekliyor!!!! " oldu. Pek konuşmadım, yalnızca dinlemeyi seçtim. Beraber hemşireye gittik. Yine, her zamanki gibi o abartılı duygularla arabeske çevrilmemiş, bilinçli ilk yardım anlayışlarından dolayı onlara sarılıp öpmek geldi içimden. Boğazımda bir şeyler düğümlendi, Chloe'nin jel sürülmüş ve şişmiş, hafif morarmış yanağına bakarken öğretmenleriyle konuşmasını ve tepkilerini izledim. Ama sürekli şükrettim durdum.

Hemşirenin odasında konuşup eve gitmeyi seçtik. Öğretmen bu sefer bir koşu hafta sonu ödevlerimizi getirdi. Arabada ufaklık bana olanları anlatmaya başladı. İlk önce takla attıklarını sandım, kelimeyi yanlış anlamışım. Kafa o kadar meşgul ki...Yolumuzun üzerinde babamıza uğrayalım, hem O'na hem de arabanın durumuna bakalım dedim. Kampüse gittiğimizde, arabanın arka sağ kapısının azıcık hasarlı olması bana olayı büyüttüğümü düşündürttü ve diğer oh! orada geldi. Ama babamız anlatınca yine yanıldığımı ve hasarın ufaklığının arabanın güvenlik özelliklerinden geldiğini anladım. Çarpışma çok şiddetli olmuştu.

Şu emniyet kemeri var ya emniyet kemeri...Dünyanın en önemli şeyi. Zaten İngilizle evli olup da kemersiz arabaya binmek diye bir olasılık dahi düşünülemez. Otomatik harekettir, hemen girildiği gibi herkes kemerini bağlar. Bağlamazsan hangi dağdan geldiğin tartışma konusu olur. İngiltere'de emniyet kemeri takılmayan, yaşına göre araba koltuğu olmayanlara kesilen cezanın miktarını bilmiyorum ama çok ciddi kuralların uygulandığını biliyorum. Yapılan hareketin otokontrole dönüştüğünü de...

Bu, işin en önemli kısmını oluşturuyor. İkinci kısım arabanın emniyet özellikleri. Audi tank gibi bir araçmış, kapısını açarken ağırlığından söylenirdim şimdi o özelliğine duacıyım.

Bunlar, kampüsün içindeki bulvara geldiklerinde sağa dönecekler. Kalabalık yüzünden eşim sol şeritten sağa kayamıyor. Korkunç bir kuyruk olur girişte, biliyorum. Benim başka kaçış noktam vardır ama o Perşembe sabahı eşimin niye oradan girmediğini bilmiyorum. Neyse, sol şeritten sağa kırıyor ve sinyalini vererek yavaşça dönerken bir anda sağ taraftan gelen bir dört çeker ya kazmalığından ya özel olarak sinirlendiğinden hızını hiç kesmeyerek, hatta eşime göre vites değiştirerek bizim kızın oturduğu sağ arka yana bindiriyor.

Eşim, bilerek diyor çünkü birincisi trafik çok yavaş akıyor, ikincisi buradaki tarfiğin kanunları kanunsuzluk üzerine kurulu olduğu için bu yapılan en masumane hareket. Bilindik bir şey. Her gün belki de yirmi kere gördüğümüz, yaşadığımız tarz bir durum.

Araba, çarpışmanın şiddetinden dolayı kendi çevresinde bir yarım daire dönüyor ama eşim bu konularda çok toparlayıcıdır hemen arabayı düzeltiyor. Ve hemen çarpışmanın olduğu ufaklığın tarafına bakıyor. Ancak tabi ki kızım o şiddetle yanağını sağ cama indiriyor :((( Düşünebiliyor musunuz? Herşey saniyelerle gelişiyor ve belki o andan sonra hiçbir şey aynı olmayacak. Bunu düşünmek bile korkunç bir şey!

Arabadan çıkıyorlar. Tabi ki trafik çok az bir durma yaşıyor. Ama burası bence daha da eğretici edici ve önemli. Olayların hepsi polislerin önünde gerçekleşmiş olduğundan hemen gerekenler yapılıyor. Ancak, diğer 4*4'ün sahibi pek centilmen (!) kocagöbekli, para babası beyefendi ne kızıma, ne de kocama bile bakmadan olayları polisle konuşuyor. O'nun için bir arabaya çarpmak hatta orada küçücük bir çocuğun oturması, belki beyin travması geçirmesi dert bile değil!!!! Yaratık bunlar, hayvan demem, asla!

Karşılıklı telefon numaraları alınıyor, hemen rapor yazılıyor ve olayın şokundan titreyen kızımla babası okulun yolunu tutuyorlar. Yoksa, normalde bu işler için bayağı bir beklemek gerekir.

Eğer, emniyet kemeri takılı olmasaydı 4*4 kızımın oturduğu yerden bindirmiş, kesin öbür tarafa fırlatmış, belki kemiklerini bile kırmıştı. Ya da arabanın yan kasaları sağlam olmasaydı çarpışmanın şiddetinden sağ kapı içeri girmiş, belki orada kızımın kolu veya bacağı sıkışmıştı. Hani, bir olaya birçok senaryo veya olasılık eklenebilir ya...Benimki çarpışmanın şiddeti küçümsenecek gibi değildi diyorsa o zaman çok olduğunu düşünürüm.

Tabi ki, secretvari bir şekilde aman bunlar düşünülmesin, olumsuz çekilmesin falan da denilebilir. Ama o gün orada bu olasılıkların gerçekleşmemesi arabanın sağlamlığına ve emniyet kemerine bağlıdır. Bu şidette yaşanan bir çarpışma illa ki çarpan yerden bir sorun yaratacak ama hasarı en aza nasıl indirebiliriz? dir mantık. Sanırım, elmacık kemiği şeklini alan bir morluk ve şişlik bu şartlar altında şükredilmesi gereken bir durum.

Benim arabamda Chloe daima yanlardan gelecek şiddeti önlemek için ortada oturur ama Audi'nin orta emniyet kemeri maalesef yalnızca belden. Göğsü çapraz tutmuyor. Bu da bir diğer sorun. Ama arabanın yan kapısının fotoğrafını çekip koymam lazım. Böyle bir çarpışmadan ancak bu kadar az hasar alabilir bir araç.

Eve gelirken kızım acıktığını söyledi bir de, ağzım kulaklarıma gitti sevinçten. Okula gider gitmez onları öyle görünce üzerimden koskoca bir ağırlık kalkmıştı zaten. Keyifliydim. "Yapalım kızım!" dedim, "Şöyle güzel bir peynirli omlete ne dersin?" "Yupppiiii!!" dedi benimki, anladım ki olay en ufağından atlatılmış. Tekrar şükrettim.

Eve gelince hemen, ikimize kutlama kahvaltısı hazırladım. İnanılmaz şekilde yedikten sonra bütün bir gün sürekli gözledim. Kusma var mı, uyuklama görülüyor mu?

Hayır, görülen o ki yalnızca yanağı morarmıştı, akşama doğru arkadaşına gidip olayları anlatmak istediğini söyledi ( Klasik Perşembe Anna ziyareti ). Aslında, karnı doyunca okula da geri dönmek istedi ama artık o gün için yaşananlar çok fazlaydı. Dinlensin dedim.

İşte, aradan bir hafta geçti ancak yazılacak duruma gelindi. Sürekli aklıma gelen " Ya, böyle olsaydı?!" türü hastalıklı ve negatif her türlü düşünceyi kovalıyorum. İçim kıyıldığı için yoksa negatif düşün negatifi çekersin diye değil.

Ama bildiğim bir şey var, arabanın bazen görüntüsü falan sizi hiç ama hiç heyecanlandırmayabilir ancak hayat kurtarıyorsa bence bu, en önemli şeydir. Pegout'ları buraya geldiğimden beridir beyni boş dünya güzeli bir kadına benzetir oldum. İçi tın tın, kullanıldıkça görüntüsü falan bir kenara sinir yıpratıcı, güvenlik anlamında hiçbirşey vermeyen...

Böyle cehennem gibi ortamlarda araba kullandıkça insanın beklentileri çok değişiyormuş, bunu öğrendim ve bir şartlara göre uyum sağlamanın önemini...Herşey bir kenara, insanın ailesinin güvenliği...

27 Kasım 2007 Salı

Mayalı Hamur Fobisi


Bu, Elektra'nın bahsettiği " Mayalı Hamur Fobisi" denen duyguya aslında hiç yabancı değilim çünkü portakalları oyup, üzerinden çıkan parçadan kulp yapan ve içine meyve salatası doldurabilen (!) bir annenin kızı olmama rağmen evde mayalı hamurla yapılmış bir şey yemedim, iyi mi?! Bu sene yazın, annem hala bir arkadaşına gittiğinde yediği mayalı hamurla yapılmış açmalardan bahsediyordu. Gözlerine inanamamış, aynı pastaneden alınmış gibiymiş falan filan...

Dolayısıyla, bu mayalı hamur meselesi değişik bir şey. Üstelik, yalnızca mayalısı değil, düz hamuru yoğurmak, aslında çok kolay ama aynı zamanda büyütüldüğü için bir türlü el sürülmeye cesaret edilemiyebiliyor. Şöyle de diyebiliriz, bir kere becerebilirseniz sihirli bir değneğiniz varmışçasına gelenleri büyüleyebilirsiniz :) İnsan daha ne ister, değil mi canım?!

Önce, ilk adımı atma kararlılığı gerekiyor. Bir de hamur için unun ve suyun yanyana durması lazım. Çok mu cıvık oldu, elinize biraz hamur alıp eklemek, çok sert olduysa suyla yumuşatmak gerekiyor. Ama yemek yapmak bir sabır işi. Öyle, höre! diye su veya un bocalanırsa ya cıvık cıvık bir kıvam ya da bir araya bir türlü gelemeyen bir şey oluşur. Genelde bana göre çok katı bir hamuru suyla yumuşatmak, cıvığı azar azar unla katılaştırmaktan daha zordur.

Bir kere, bütün malzemeleri önümüze koyalım. Nedir bunlar? Tartı ve ölçü aletlerimiz... Yemek yapmanın altın kuralıydı. Biz, Türklerin şu yok çay kaşığıydı, yok çay bardağının yarısıydı anlayışlarının yemek bilmeyenin hayatını kabusa çevirebileceğini hepimiz biliyoruz.

Yemek yapmayı bilen için zaten aşağı yukarı ölçüleri bilmek ve alışılagelmiş bir hatayı kurtarmak çok kolay. Ama bilmeyene azap. Eksik formülle kimya denklemini çöz demeye benzer bir durum. Evet, vallahi abartmıyorum bir o kadar da ciddi. Tartı aletimiz olacak. Mesela, diyor ki dört su bardağı, olmuyor ya az geliyor ya biraz fazla, hamuru hayatında görmemiş elini sürmemiş, annesini açarken bir kere bile izlememiş bir insana böyle nasıl formül verilir? Bence, yemek işi de kendi içinde kimyası olan bir şey. Hele de pasta olayında kesin ölçüler olmazsa olmaz.

Ben, bu tarifi Sana'nın nuhunebiden kalma " Hamur İşleri" kitabından uyguladım. Yıllardır da yaptığım için artık göz kararına dönüşmeye başladı. Başka kitaplardan aldığım oradan buradan uyguladığım trickleri de işin içine katıyorum. Şimdi yazayım.

PİDE HAMURU ( İlk denemeyi her zaman yarıdan yapın )

500 gr. ( 4 su bardağı ) un

125 ml. ılık su ( yarım su bardağı )

5.5 gr kuru maya ( ben 7 gr yani bir tea spoon kullandım )

1 çay kaşığı toz şeker ( tea spoon yine )

112.5 gr ( 1/2 su bardağı ) ayçiçek yağı

300 gr. yoğurt

Bu tarifteki miktarlarla bayağı parça çıkıyor ama saymadım. Ayrıca, büyüklüklerinde de kafama göre takıldım, hepsi birbirine eşit olmadığından bu kadar parça diyemem. Korkmayın kalanı ziyan etmiyoruz, onu da yazacağım.

Biliyorsunuz, farklı malzemelerin aynı kaplardaki yoğunlukları da farklı oluyor. Nedir mesela? Yarım su bardağı ki bu standart ölçülere uyan 250 ml.lik bardak olmalı, un daha farklı miktar, sıvı yağ daha farklı miktar geliyor.

Benim bu hamurdaki altın kuralım nereden öğrendiğimi şimdi hatırlamadığım bir trick. O da diyelim ki hamurunuz kaldı, onu bir torbaya koyup ağzını kapatıp ertesi günü kullanmak. Tabi ki torbaya koyarken azıcık unlamak. Ama azıcık, yapışmasını önleyecek kadar olmalı. Açarken de öyle...Elden geldiğince hamurun esnekliği ve mermer yüzeyi korunmalı. Ertesi gün göreceksiniz ki hamur çok daha elastiki bir hal almış. Hatta, bana göre aceleniz yoksa bir önceki günden hazırlayın, bir saat önceden ve öyle dolapta bekletin. Beklemişi daha güzel.

Açılış şeklini de Türkiyeli olan herkes bilir işte, dikdörtgenimsi şekilde açıyoruz, içi koyup yanlarını kıvırıyoruz.

ÖN HAZIRLIK

Öncelikle, bir çorba kasesine mayayı, ılık su ve şekeri koyup üzerini streç filmle kapattıktan sonra bekliyoruz. Bu, on dakikalık bir mesele, o orada beklerken biz hamur için unu eliyoruz. Bu eleme işi gerçekten de hamurun daha iyi kabarmasını sağlıyor. İçine diğer malzemeleri katıyoruz. Neydi o malzemeler? Yoğurt, tuz, sıvı yağ. Sonra, diğer tarafta mayalanan ve kabaran ( hiç acele etmeyin yalnız ) parçayı una ekledikten sonra başlıyoruz yoğurmaya.

Önce bütün unu ortaya doğru toplayarak, malzemeleri iyice mıncıklayarak birbirine yediriyoruz. Dediğim gibi çok bıcık bıcık olursa o zaman ne ekliyorduk azıcık? Evvett Un! Visa versa ( tersi ters önergesi, çok severim, koydum kendisini )

En sonunda, yumuşak bir kıvam elde ettikten sonra hamuru bir de tezgahta iyice yoğurup o tombik, ılık, şirin haliyle mayalanmaya bırakıyoruz. Bu, şeker yavru serpilip de iki katına gelene kadar yine ılık bir ortamda, büyüyebileceği bir kabın içinde, üzeri streç filmle örtülü bekletiyoruz. ( Yeni dönüşebilen streç filmler çıkmış olsa bile, ben temiz olanları çekmecelerde tekrar kullanmak üzere saklıyorum )

Mayalı hamur yaşayan bir şey, o yüzden belki fobi yapma kapasitesi de var çaktırmadan :) Annemdeki de buydu. Elinizin altında mıncıkladıkça hissedilen o değişim hakikaten evde ekmek yapan kayınpederimin anlattığı kadar insana haz veriyor. Hatta, öyle bir şey ki açmaya bir alıştınız mı, canınız böyle şeyler mi istedi, elinizin altında da gereken malzemeler var, oh hemen sıcacık bir şeyler çıkartma şansınız oluyor.

İçleri sizin zevkinize kalmış. Ben dediğim gibi çedar peynirim vardı, İngilizlerle evli olanlar o peynirin nasıl da hayatın bir parçasına dönüştüğünü bilirler, onun rendesi, domates, yeşil dolmalık biber çok ince doğranmış ve bir yumurta bütün halde karıştırıp kullandım. Bu bir alternatif ve çok lezzetli oluyor.

Kıymalı iç için, 250 gr kıymaya, bir iri diş sarmısak, bir soğan rendesi, yine çok ince dilimlenmiş bir yeşil biber, maydanoz, domates rendesi, salça ve zeytinyağı şeklinde bir karışım uyguluyorum. Sumak varsa ondan da koyarım mesela, pişmeden yani, tabi ki karabiber ve tuz...

Bu kıymalı karışım biraz cıvık olmalı, çok değil ama sulu sulu dediğimiz tarz. Yani, et kapkatı olursa lezzetli olmuyor. Bir de burada organik olan sebzeli çeşniler satılıyor, toz, ondan da koyuyorum. Aynı içi dışardan alınan ve burada bulunmayan taze yufkayla yaptığım etli ekmeklerde de yapıyorum. Süper oluyor.

Eskiden maya mideme çok dokunurdu, burada kullandığım Bruggerman adlı bir marka...Bir kere hamuru çok ciddi kabartıyor. Ya benim midemle ilgili sorunum kalmadı ya da bu dokunmuyor. Bruggerman instand yeast, aklınızda bulunsun. Ha! Bir de mayanın ekşimtrak sevmediğim bir kokusu vardır ve o da hamura geçer, bunda yok. İlginç...Çok daha minik toplar şeklinde, kuru maya. Türkiye'deyken o kokusu az olduğu için küp mayaları kullanırdım.

Aslında yazacak daha başka ve çok da önemli bir kaza atlatıldı ama kızım da babası da iyi ve konuları her seferinde karıştırmayayım. Bu, kendine ait bir başlık olsun.

Eksikleri yazınız, benim bilmediğim ya atladığım yerleri lütfen ekleyiniz :) Kolay gelsin.




16 Kasım 2007 Cuma

Bizim Hayattan Tavuk suyuna Çorba Örnekleri

Buralarda birkaç sabahtır yoğun bir sise uyanıyoruz. Hatta, öyle bir durum ki, göz gözü görmez halde. Fakat, karlı ve soğuk kış günleri, ılık yatakta uyanma hissini verdiği için, eğer evden çıkmak zorunda da değilsem bu kasvetli ve kapalı hava beni hiç rahatsız etmiyor, hatta hoşuma bile gidiyor. Şikayet anlamında yazmadım yani :)

Arap Emirlikleri'nde sis, mevsim değişiminin ve kışın gelişinin habercisi gibi. Sabahları pasparlak bir güneşe uyanmama lüksü. Her zaman dört mevsimin köküne kadar yaşanmasını sevdiğim için soğuk gecelerden sabaha kalan kara uyanmayı, kapanan yollar yüzünden işe gidemeyip, kalın çoraplarla evde kar haberlerini izlemeyi ve sütlü kahve içmeyi falan çok keyif verici bulurum. Ve neredeyse, tüm bu farklı lezzetler burada hayal gibi kaldı :(

Dün, bir arkadaştan gelen ve aşağıda bir örneğini koyduğum eski İstanbul resimleri, resimlerden birinde aynı bizim eski oturduğumuz evden görünen manzaranın yıllar önceki halini yakalayabilme imkanı, bana mevsim değişimlerini ne kadar özlediğimi hatırlattı.

3 sene önce, Antalya'dan İstanbul'a dönüş yapmaya karar verdiğimizde eşim, Avrupa yakasında ev bulmamı tembihledi. Bunu, özellikle Anadolu yakası saplantılı olan bana trafiğin nasıl da O'nun için çekilmez olduğunu tekrarlayarak da tastik ettirdi. O evde kalıp Laila ve Chloe'yle ilgilenirken, ben atladım İstanbul'a geldim. Normal şartlarda yabancı uyruklu birinin yolunmaya hazır tavuğu çağrıştırmadan ev bulması benim gibi memleket insanına göre daha zor, hatta imkansız olacağı için bu işleri Türkiye'deyken hep ben üstlenirdim. Şimdi, o günlerin geride kalmasına çok memnunum.

Neyse, eşimin tembihleri kulağımda küpe şekilde, bütün bir günün yokuş tepmeleri ve en az on tane hangisi neredeydi, özellikleri neydi hatırlayamadığım evi gördükten sonra Tarabya'da, Karadeniz'e kuşbakışı konumlanmış bir daire buldum!

Evin, dışarıya açılan ön cephesinden öyle bir manzarası vardı ki, ne mutfağın ufacıklığını, ne de banyoda ısıtıcı olmamasını gördü gözüm. Yukarıdaki, eski Tarabya manzarasını biraz daha sol taraftan ve yukardan gören bir manzara, düşünün işte...

Yan tarafımızda, kota farkı yüzünden pencereye uzanan bir de kiraz ağacı vardı. Mevsim değiştikçe ağacın renkleri, yaprakları değişir, bahçesinde ağaç yetiştiren komşumuz, zamanı geldiğinde bizim camdan neredeyse içeri girecek kirazları toplayabileceğimizi söylerdi. Hele de ilkbaharın geldiğini haber veren o pembe çiçekleri...

Mahallemiz, aynı Susam Sokağı'nı andırıyor, sokak orta yerden son derece dik bir yokuşla Boğaz tarafından arka, fakir ve bir kısmı gecekondu dolu tarafa bağlanıyordu. Orada yaşadığımız tek kışda yol ciddi derecede buzlandığı için ne inişler ne çıkışlar yapılabildi, en keyifli kışlarımızdan biriydi. Ancak sahili yukarıya bağlayan bu yolda gözlenen yaşam kalitesinde öylesine büyük bir değişim vardı ki, iki adımda inilen Boğazın kıyı kısmında herkesin giyimi kuşamı değişir ama üst kısım en ucuz ve Anadolu'nun bağrından kopup gelen mağazaları, vitrinde sergilenen desenli etekleri, haftalık kurulan mahalle pazarını barındırırdı.

O evde dört mevsimin en güzel manzaralarını, hatta onu bırakın aynı gün içinde değişen ışıkla aynı mekanın nasıl da farklı görünebileceğini deneyimledik. Kuşların göç yolları üzerinde olup, onların hemen tepemizden uçmalarını ve ülke değiştirmelerini izledik. Rüzgardan balkonda pek oturamasak da salon penceresinin yanına koyduğum yemek masasında yediğimiz yemeğe, içtiğimiz çaya daha bir farklı lezzet kattık :) Ve eminin, yalnızca bir yıl keyfini sürdüğümüz bu güzel manzarayı hiç unutmayacağız. Neyse...Resim gelince bir anda bunları hatırladım.

Bu hafta sonu, yapacak hiçbir şeyimiz yok. Bazen, insanın buna da ihtiyacı oluyor. Bir yere yetişmeye çalışmamak, trafikte zaman harcamamak, sabah erken kalkmak zorunda olmamak ve layıkıyla bir kahvaltı hazırlayabilmek...Bunlar, yaşamın zevk alınası, tembellik edilecek yanları.

Hani, daha önceden yazmıştım, Halloween ( Cadılar Bayramı ) için kalıp bulamadım. Bir de, o kalıbın üzerine royal icing ile çizilen iskeletleri yapacağımı kafaya koydum, kendim kartona çizdim, defter kabını zar zor makasladım ve hamuru açıp, kartonu koydum, çevresinden kestim, herşey yağ içinde kaldı ama şekilleri kurabiyelere kendi Zihni Sinir projemle oturtmayı başardım diye. Bütün bu aşamalardan Catherine'in haberi vardı, anlatmıştım.

Neyse, geçen hafta Anna okuldan sonra rutin Perşembe günü ziyaretine gelmişti, iş çıkışı da Catherine O'nu almaya bize uğramıştı. Yalnızca, birer bardak çay koyup o güzel sohbetlerimizden yapmıştık. Giderken de üç yaşındaki benim aşık olduğum küçük kızı ve Anna'ya plastik bir saklama kabı içinde, ev için yaptığım çukulata parçalı muffin'den vermiştim.

Geçen hafta sonu geçti, eşim işe gitti ve eve geldiğinde elinde benim plastik kap... Hani, öyle geri yollanmaya değecek bir şey de değil, burada zeytin falan aldığında süper market öyle kaplara koyuyor. Peki, plastik kabın içinde ne var? Ginger Bread Man kalıbı :)))) Ve bir not, " Haftasonu dışarı çıktığımızda bunu görür görmez seni düşündüm, o lezzetli muffinler için çok teşekkürler." Bazen ufacık bir jestle yüreğinize dokunuverir ya insanlar...

Catherine Kanadalı. Kocası da Polonyalı. Yani Anna ve kardeşi yarı Polonya, yarı Kanadalı ( Bunu daha önce yazmış olabilirim ) Rahatlıkla, şimdiye kadar tanıdığım ikinci süper Kanadalı diyebilirim.

Birinci Kanadalı çift ki onların da yeri apayrıdır, yıllar önce Antalya'da yaşarken kocamla aynı işyerinde çalışan ve aynı zamanda komşumuz olan insanlardı. Biz o zamanlar, İş yerinin verdiği, havaalanına yakın, uçakların tekerleklerini tepemizde açtığı bir mekanda yaşıyorduk. Aramızda bir ev var, bitişik nizam üç katlı villalar. Herkes balkonuna çıktığında neredeyse birbiriyle el sıkışacak, o kadar yakın :(

Bir gün, Chloe iki yaşlarında, Bu Kanadalı genç çift bizim evlilik yıldönümümüzün geldiğini biliyor. Chloe'de onların evlerinde kalan ufaklık kedi Çivi'ye hayran :) Ufaklığı bırakacak kimse olmadığı için gece bir yere çıkamayacağız ama olsun, alışkınız zaten. Yıldönümü hafta sonuna denk geldi ve sabahleyin bu çift bisiklete binerlerdi, oradan sahile...Bize daha önceden laf arasında " Var mı bir planınız?" falan demişlerdi, biz de " Ne planı olacak canım, zaten ufaklık da var, evdeyiz, bir şeyler hazırlarız." demiştik. Bunlar da " Hı hı!" dediler ve gittilerdi.

Tabi ki bizlere daha öncedenbirçok kere yemeğe gelmişler, biz onlara gitmişiz, her hafta sonu bir gün ben ahşap boyama kursuna gidiyorum, diğer gün erkekler beraber kaya tırmanışı yapmaya gidiyorlar şeklinde de bir samimiyetimiz var.

Yıldönümüzün sabahı, kapımız çaldı, eşim gidip açtı, elinde bir zarfla geri döndü. İçinde bir not; " Bu akşam ufaklığı biz devralıyoruz, kendinize vakit ayırın, bu da bizlerden size bir armağan, keyfinize bakın! " ve güzel bir yemeğe çıkabilecek kadar da para. Ay, ağlayacağız ya! Bu kadar mı incelik olur?! Kapılarını çalmak için gittik, içerde kimse yok. Tartışmayı bile kabul etmiyorlar, atlayıp yine denize gitmişler.

Meğerse, onlar sayesinde gittiğimiz o yemek ( Meksika Lokantası'na, oradan da içmek için yerlere minderler atılmış bir yere gitmiştik ) Antalya'da iki taraf için de yapılacak son faaliyetmiş.

O sene, onlar işyerinden söylenen yalanlara dayanamayıp memleketlerine döndüler, biz de Antalya'dan ayrıldık. Chloe'ye o gece bizden farklı bakmadılar, Nicole en sevdiği kocaman kitaplardan birini ( Pumpkin Soup ) kızıma armağan etmiş. O akşam okumuş ve geri almayı reddetti :) Sonraları Pumpkin Soup ufaklığın en severek dinlediği ve resimlerine bakıp oyalandığı kitaplarından biri oldu. Benimse, kızımı düşünmeden etmeden arkada bıraktığım tek insanlar oldular. Öylece kaldı. Şimdi Brett'in verdiği habere göre Nicole hamile ve nerdeyse doğurmak üzere olmalı :) Dünyanın en sakin ve yumuşak annesi olacağından adım gibi eminim.

Yeryüzünü güzelleştiren böyle ince insanların olduğunu da en yakınımdan deneyimliyorum ama elimde değil, her seferinde benzer jestler olduğunda çok duygulanıyorum. Mesela, eşimin hala yemek yapması, kendisi çok yorgun da olsa bana çay hazırlayıp elime getirmesi, her yemeği yapışımdan sonra girip bulaşıkları yıkaması, bu bölüşümü son derece doğal buluşu...Benim için herşey bir kenara, anlaşmazlıklar, yanlış anlaşılmalar her zaman yaşanır ama karşıdaki insan o ilişki için hangi tür ilişki olursa olsun bu, emek verdiğini gösteriyorsa, jest yapmayı biliyorsa dünyadaki en sevilesi ve aşık olunası şey budur.

Dün akşam, kocamın tez danışmanından tezini birincilikle tamamladığına, son aldığı derecenin de A olduğuna dair bilgi geldi. Havalara uçtuk sevinçten. Büyük bir aşamayı daha geride bırakmanın hafifliğini hissetmek...Şu anda bile tatil zamanlarına, gecelere kayan bir çalışma tempoları varken masterı nasıl bitirebildiğine, üstelik bu kadar iyi sonuçla geçtiğine şükrettik :)

Cuma günü, gündüz ise her zamanki gibi haftalık alışverişe çıktık. Alışveriş yaparken balık reyonuna da bakalım dedik. Karidesler boy boy, çeşit çeşit gelmiş. Bir grup, neredeyse jumbo karides büyüklüğünde olmasına rağmen yanındaki devasa gruba göre küçük kalmış ve TL ile kilosu 5 milyona düşmüş! Bir kilo oldık, onu da ayıkladı eşim, sağolsun, ikiye ayırıp yine buzluğa kaldırdık.

Akşama da, daha önceki haftadan biftek alıp dondurucuya koymuştum, benimki et pişirme ve seçimi konularında çok başarılıdır. O, eti pişirdi. Yanına da bir sarmısaklı ekmek almıştım. Burada, özel fırına girebilecek şekilde paketliyorlar. Sarmısaklı, tereyağlı ve dilimli baget ekmeğini fırına veriyorsun. Çıkarttığında sıcak sıcak yemeğine katık ediyorsun :) Yanına, roka salatası yaptım ve afiyetle yedik.

Bugün, öğlene kıymalı ve yumurtalı, peynirli pideler yaptım. Bu, ev için son derece başarılı bir tarif. Sana'nın hamur işleri kitabından yoğurt, sıvı yağ, kuru maya, ılık su ile bir hamur tutuyorum. İçini de ben kendi kafama göre hazırlıyorum. Hamur yarım saat mayalanıyor ve açıp üzerine kıymalı içi yayıyor, fırına veriyorum :)

Geçen hafta sonu da onu yazmayı unuttum, eşimin işyerinden bir arkadaşı haber vermiş, çok güzel kolyeler falan takan bir hanımmış, bizimki öyle şeylere çok dikkat eder, bir gün sormuş ve O'da kendi yaptığını söylemiş. Evinde bize takı yapımıyla ilgili birkaç espriyi gösterecekmiş. Yuppiiii!

O yüzden, geçen hafta Cumartesi günü buraya geldiğimizden beridir ilk defa gittiğim Dragon Mart'da buluştuk. Kızım da bizimle beraberdi ve üç hanım geldiler. İkisi gerçekten de çok bakımlıydılar, ben yine liseli öğrenci şeklinde gitmişim :( Eşimin işyerinden eşleri için verilen ve siyah olduğu için beğendiğim spor tshirtü (!) ve altına kotumu giymiştim. Be kadın, kendine takı yapmaya gidiyorsun, giysene adam gibi bir şey üzerine kendini göstersin! Neyse, yapılacak bir şey yok tabi o anda, yalnızca eşime kızdım " Yahu be adam, beni buraya getiriyorsun da bu insanların giyim tarzlarının ne olduğunu da mı bilmiyorsun?!" " Eveeeet" dedi benimki " Onlar öyle bakımlılardır." Ne demek bu şimdi?! Kafasına tencere attım :))))

Biraz da buluşmak için gittiğimiz Dragon Mart'tan bahsedeyim. Bu alışveriş merkezi Ejderha şeklinde düzenlenmiş, başı iki kattan oluşuyor, uzun ve 3000 tane birbirinden farklı ama ağırlıklı olarak Çin mallarının satıldığı odacıklardan meydana gelmiş bir yapı. Öyle bir saat içinde falan bitirilecek gibi değil. Bu seferki esas amaç bayanlarla buluşup, takı için gerekli malzemelerin ve taşların satıldığı dükkanlara girip, alışveriş yaptıktan sonra hemen eve gitmek ve işe koyulmak...

Martha, hemen Burj El Arab'ın arka kısmında oturuyor. Kocası'nın çalıştığı mekan sebebiyle konsolos durumunda oldukları için her üç yılda bir değiştirdikleri mekanlarında o bölgenin en iyi bölgesindeki ev bunlara veriliyormuş. Ancak, iki güzel 11 ve 14 yaşlarındaki kız İngiltere'de okumaya devam ettikleri için anne ve babalarını ancak tatillerde görebiliyorlar.

Dışarıdan son derece lüks görülen bu hayatın içindeki zorluk da hiçbir yerde kök salamamak, ergenliğini yaşayan ve belli arkadaşlıklara son derece kuvvetle bağlanan kızları için sürekli bir değişiklik duygusu, depresyon, eğitimde bir kalitenin olmaması... Onlar da bu yan etkileri önlemek için evlatlarından ayrı olmayı seçmişler :( Kendi içinde bir dram aslında. Yani, ben ailemle olabileceğim zamanı bile altın kafes içinde yalnız geçiriyorsam bunun ne anlamı var ki?! Fakat bir yerde de tepilemeyecek şartlar, parasal anlamda verilecek en iyi eğitim olanakları...Aslında içindeyken sanırım o kadar da kolay karar verilebilecek gibi de değil.

Eve girer girmez halılar dikkatimi çekti. Zaten, yanlarında götürdükleri bir tek halıları ve tabi ki kıyafetleri varmış . Eşimle tanıştığımdan beridir hep seyahatle yaşayan, hiçbir eşya satın almayan, eşyalı evlere giren o kadar insan tanıdım ki. Bunun da bir yaşam felsefesi olabildiğine inandım artık. Hatta, oldukça da serüvenci ve monoton olmayan da bir yapısı var bu işin. Ben Tarabya'dan bahsedince bu senenin sonunda İstanbul'a başvuru yaptıklarını, bir sürü insanın aynı işe saldırdığını ama şanslarının orada da olabileceğini söyledi Martha. Takı yapımını anlatacak olan da O.

Dragon Mart'tan ben, iki çeşit taş aldım. Bir de kesmek ve sıkıştırmak anlamında kullanılacak olan iki tane araç. Hepsi, inciye ilgi gösterseler de yusyuvarlak şekildeki inci taklitlerini hiç sevmediğim için hemen gümüş rengi bir şeyler sordum. Nitekim, hemen çok beğendiğim parçaları torbama doldurdum. Toplam ilk aşamada dört kişiydik, sonradan Martha'nın evine gelen başka bir bayanla beş kişi olduk. Yok, hakikaten Avrupalı kadının uzunluğu ve inceliği ( yani öyle bir beden yapısını koruyabileni ) pek bir güzel oluyor. Sonradan gelen hanımın 25 yaşında bir kızı ve iki tane daha çocuğu olduğuna inanasım gelmedi.

Martha, bizlere bu işi öğretmek için kapısını açmakla kalmamış, aynı zamanda üç dört çeşit yemek hazırlamış. Birincisi, körili karides yemeği, yanına vejeteryan olanlara mercimekli versiyonu, pirinç ve çeşitli soslar ve salatalar...Bu kadarını gerçekten de beklemiyordum. Kızımla babası Dragon Mart'ta kalıp beraber vakit geçirirken, bizler saat dörde kadar kolyelerimizi bir araya getirip, kendi dizaynlarımızı yapmaya çalıştık.

Şimdi, övünerek taktığım, kendi eserim iki kolyem oldu. Martha ve eşim sayesinde bunu da öğrenmiş bulundum. Eğer benimki Martha'nın taktığı kolyelerle ilgilenmese ve sormasa belki bundan hiç haberimiz bile olmayacaktı. Aslan Burcu erkeği işte. Taşlara çok meraklı bir yapı :)

Bana gelince...Yaratıcılıkla ilgili ne olursa aklım gittiği içindir ki, bu işi birazcık da olsa öğrenmek büyük bir terapi oldu. Bundan önce çok yakın bir arkadaşım kendi kolyelerini yapmaya takmıştı da oradan, bu iş aklımın bir köşesinde ben de yapabilir miyim diye kalmıştı. Kısmet bugüneymiş.

14 Kasım 2007 Çarşamba

Dinazorlar Diye Ders Konusu Mu Olurmuş?!

( 5 yaş T Rex çalışması )

Bu hafta ufaklık iki gün okula gitmedi. Virüs hala bedende, kendini belli ediyor, farklı yerlerde ağrılar sızılar yapıyor. Dünkü ve bugünkü sızlanma bölgesi dudak üstü, sağ yanak içi... Hani, kırıklık hissettiğimizde bir oramız bir buramız ağrır ya, aynen öyle.

İki gün için genelde ilk aşama, boğaz ağrısıyla başlayıp, sonra ateş ve kulaklara da yansıdığı için, evde dinlenmesinin çok daha faydalı olacağını düşündüm. Ya hastalığın karakterinden ki, herkes aynı semptomlardan bahsediyor, ya da evde kalmasının etkisinden ateşi çıkmadı, boğaz ağrısı da Allah'tan ilerlemedi. Tabi ki, ilk iki güne denk gelen yüzme derslerini de iptal ettim.

Bugün spelling testleri var. Dün, okuldan eve gelirken arabada radyodan yayınlanan müziği geri alamadığımız (!) için bile ağladığından, akşama doğru Anna'nın gelmesi, oradan da Bilim Müzesi'nde yapılacak olan doğum günü partisini iptal ettim.

Bu hastalık hallerinde ciddi derecede yorgunluk ve duyguları dengeleyememe durumları hakim oluyor, sürekli ota boka ağlama ya da gülme... Bunun sebebinin kontrolsüzlük olduğunu eşimle konuştuğumdan beridir ( Çünkü çocukluğumuzu hatırladık ve karşılıklı olarak aynı durumlar bizlerde de vardı dedik. ) Chloe bu tip tepkiler verdiğinde kızmıyor, tersine sakinleştiriyorum. Dikkat ettiğim, bu yaklaşımı benimser benimsemez kendini toparladığı oldu. Aksi taktirde, ben de sinirleniyorum değil mi, o zaman daha fazla ağlama ile tepki veriyor ki bunun ikimiz için de faydasından çok zararı var.

Neyse, aksi gibi de spelling test için İngilizce'de her kelimenin yazılışı kendine özgü ve gruplama mantığı da yüzde yüz işlemediği için tek tek kelime yazılışlarını öğrenilmesi gerekmekte. Mesela, bu hafta verdikleri grup -er ve -ur seslerini kapsıyor. Nedir o zaman, herd, hurt...Bu iki sesi çalışırken bir anda ortaya -ea da çıkabiliyor ( heard ) ve anlat anlatabilirsen mantığı! Dolayısıyla, kelimeleri yazma çalışması, sesleri duyması ama onun yanında çok da iyi ezber...

Böyle yorgunluk dönemlerinde biraz daha zorlayıcı hissetsem ve ders çalıştırmaya kıyamıyor olsam bile bu sabah spelling test için son rötuşları attık. Aslında belki bu şartlar altında çalışmaya gayret göstermek çok sert bir disiplin gibi görülebilir ama çocukların bundan bir şikayetleri yok gibi gözüküyor.

Sebebi, verilen yoğun bilginin oyun oynarcasına renkli ve yaratıcı temellere dayanması, bireysel gelişime, koyun sürüsü gelişimden daha fazla öncelik verilmesi... Teşvikle yapacağının en iyisini yapması ya da genelde tüm çocukların yapmaya çalışması ise benim için bahsedilmeye değer bir diğer teknik.

Disiplin derken, en basit görünen bir günün bile kendine göre disiplini var aslında. Örneğin, eve gelinmesi, yarım saat dinlenme, resim yapma, ondan sonra yemek yenmesi ve derslerin gözden geçirilmesi bir disiplindir, bunun tam tersi de kendine göre bir kural zinciri. Ben, Chloe ile bereber yarattığım bu disiplinin de bozulmasını, atlanmasını istemiyorum çünkü günü gününe işlerse, herşeyi yerli yerinde ve düzgün tutmak mümkün oluyor.

Dün değil evvelsi gün, okuldan çıkarken öğretmeni iki gün gitmediği için; " Chloe'ye gelmediği günler sınıfta yaptıklarımızı ve ödevlerini verdim, matematiği bitirmesi lazım ( bir sayfa zaten ) ama onun dışındakileri haftaya yayabilirsiniz, dert değil." dedi. Amaç, eksik kalınan kısımları tamamlatmak. Ama yorumsuzluk, yanında gelen ittirmece kaktırmaca, " Biz sınıfça bu düzeye geldik, kız geri kaldı." falan yok. Yine, burada yapılan benim mantığıma uygun. Verilen, yapılacaklar listesini bir baskı aracı olarak algılamıyor, aksine eksikliklerin telafisi olarak görüyorum.

Bu noktada, velinin okulla olan diyaloğu, çocuğun çalışmasına katkısı da çok önemli. Evde düzenli bir tempoyu oturtamamış velinin çocuğuna yansıttığı dağınıklık duygusu, O'nun bütün hayatına yansıyor bence. Böylece, disiplinsizlik de her alana hakim oluyor. Basit bir ev hanımı deriz değil mi? İşte, onu bile yapamayan, evinde yemeğinde, temizliğinde, çamaşırında, alışverişinde, hesabında organize olamayan bireyler yaratılıyor.

Yanlış anlaşılmasın, ev hanımlığı örneğini küçümsediğim için değil, otokontrolü en fazla olması gereken olduğu için verdim. Belki de bu sebeple yapılması en zor işlerden biri. Çünkü, klasik bir işyeri gibi başınızda amiriniz yok, kendi kendinize sorumluluk duygunuz hakim. Evde, akşam yemeğiniz hazır değilse ya da çok dağınık, kimse aradığını bulamıyorsa evinizden atılmanız, maaşınızın kesilmesi gibi bir durumunuz yok.

O yüzden, evde otokontrolü sağlamış kadınlara çok saygı duyuyorum. Çünkü bunu, zorunlu oldukları için değil aksine sevdikleri, değer verdikleri ve düzenle rahat ettikleri için yaparlar. Bu düzen de evdeki her bireyi etkiler. Bence, organizasyonsuz insan dışardaki bir işte çalışsa da çalışmasa da değişmez. Yalnızca, para kazandığı işini derleyip toparlayamadığı için işinden olma tehlikesi vardır. Çalışma hayatının beyin fonksiyonlarını arttırıcı etkisinin tartışılabilirliği ya da çalışan daha mı zekidir, evde oturan daha mı mongoldur sorusunun yanıtı gibi, benim için sıfatların kişilikler üzerinde fark yaratıcı bir etkisi yoktur. Organizasyonlu, yaratıcı, akıllı ya da olmayan tip insan vardır.

Neyse, okuldan eve gelir gelmez, bizimki yemeğinden bilmemnesinden önce matematiğinin başına oturdu. Para birimlerini öğretiyorlar, onar onar sayma ve ikişerden ekleme. Hemen onları oynar gibi topladı ve ardından okulda yaptığı ama yarım kalan diğer ödevine geçti. O sırada, ben yemekleri ısıtıyorum bir yandan. Ama yaptığı deniz canavarına inanamadım!

Ödev şöyle; Deniz canlıları okuma parçası şekline dönüştürülmüş bir şekilde anlatılmış. O bölümde okuma faaliyeti yapılıyor, tamam, yanına çok şirin iki deniz canlısı çizilmiş ve ne kadar farklılıkları olduğuna da dikkat çekilmiş. Şimdi, siz kendi deniz canlınızı çizin denmiş.

Benim kız üzerindeki pulları, kanadına kadar bir deniz canavarı resmetmiş. Ortaya öylesine mitolojik bir yaratık çıkmış ki, ilk bakışta zaten çizilmiş de içini boya dedikleri bile düşünülebilir. Resimde, detay üzerine detay yapılmış, tekrar okula geri gönderdiğimiz için scanner'dan geçiremedim, nasıl olsa dönem sonunda ödevlerle dönecektir. O zaman bloğa koymaya çalışırım.

Ardından, sorulara geçilmiş. Bu deniz canlısına bir isim verin demişler, bizimki yine acayip dinazorumsu bir isim uydurmuş, yazmış. İkinci soru; Deniz canlınız ne yapabiliyor? İşte yüzüyor ve uçabiliyor ayrıca kükrüyor falan filan. Bu şekilde dört harekette hem okuma hem anlama hem de yazma işi pekiştirilmiş.

Türkiye'ye geldiğim bu sene, okulda verilen dinazor konusunun çocuklar arasındaki popülerliğini konuşuyorduk. " Neden dinazorlarla bu kadar ilgileniliyor ki?" diye bir soru geldi.

Cevabı çok basit; Bir kere ilgi odağı olabilecek bir başlık altında dünyanın geçirdiği aşamalar, dinazorların biyolojik yapıları, yaşadıkları mekanlar verilmiş oldu. Bu kalemlere bakılacak olursa coğrafya, biyoloji, hayvan türleri, evrim teorisi, jeoloji, arkeoloji ve resim de işin içine sıkmadan, terletmeden katılmış bulundu.

Yani, bizim eğitim anlayışımızda üzerinde doğru düzgün durulmayan ve gereksiz addedilen bir dinazor konusu (!) buradaki çocuklar için bütün bu alt başlıklara (ama aslında ana dikkat çekilenmesi hedeflenenlere) balıklama daldıkları bir araca dönüştürüldü. Bundan daha doğru bir mantık olabilir mi? Destekleyici kitaplar o kadar renkli ve gözalıcılar ki yalnızca benim kız değil, ben de bu dünyanın içine daldım, hiç bilmediğim, öğrenmeye gerek bulunmayan (!) bir sürü canlıyı da tanımış oldum.

( Bu da "Dinazor Nasıl Çizilir?" diye aşamalarla anlatan bir kitaptan, ufaklık izlerken benim yaptığım bir çalışma, Stegosaurus )

Tabi ki, bu yeni konularla karşılaşıp öğrenirken sıklıkla da kendi çocukluk zamanıma dönüyorum. En büyük zevkim Türkiye'ye geldiğimde destekleyici yayınlara bakmak. Tatil kitaplarında hangi başlıklar nasıl sunulmuş onları gözden geçirmek. Bu sene yine soluğu çok geniş yelpazesi olan kitapçılarda aldım.

Sonuç? Okuma parçaları; milliyet, askeri değerler, atıyorum "Ayşegül dedesini ziyarette" şudur budur... Maalesef, bu şekilde, dinazor örneğimizdeki gibi verilen, yaratıcılığa dayanan bir şey bulunamıyor. Kuru kuru, dan dan bir eğitim sisteminde konuyu anlaşılır ve öğrenilir kılmak öğretmenlerin insiyatifine bırakılıyor. Veli, öğretmeninden memnunsa "Memnunum" diyor ama öğretmenin elinde bir program var o da Milli Eğitimin. Okula müfettiş geldiğinde sorgulanan da işte o program. Şu ağırlıktan, ciddilikten silkinilmesi gerekiyor. Acilen hem de! Kotrol edilmesin demiyorum, tepeden inen gri yakalı, inek kılıklı, bıyıklı, önünü iliklemeleli, yalakacı, ezberci eğitimin değişmesi gerektiğini, kotrollerin de o kaliteye yükseltilmesi gerektiğini söylüyorum.

İngilizce ders verirken müfettişler gelirdi. İngilizce'den çakmayan bu insanların elinde ta köylerindeki okullarda okurken meteryalsizlikten, birbirinin içine geçen plastik bardağı nasıl da koni olarak gördüklerini anlatırdı bu insanlar. Şimdiki zamanın ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalışırlardı yeni nesil öğretmenlere. Büyük babanın küçük torununa " Bizim zamanımızda bunlar yoktu evladım"ından başka ne olduğunu anlayamadığımız konuşmalardı bunlar. Herkes öfler püfler defterine sıkıntıdan şekiller çizerdi.

İşte, ha öğretmene bir şey kazandırmayacak bilgiler ve öğütlerle gelmiş müfettiş, ha dersini monoton şekilde anlatan bilgisiz, yaratıcılıktan uzak sıkılınca da " Susun bakim!" diyen öğretmen. Benim en sevdiğim ve belki daha önce verdiğim örnek; Karısını döven adam, çocuğunu döven kadın, kediye tekme atan çocuk...Nesillere hükmeden ölü toprağı gibi bir şey bu!

Ağırlık ve ciddiyet kavramı bizde, disiplinle de karıştırılıyor. Çocuklar burada ne kadar konunun içine dalarlarsa, o kadar konsantre olabiliyorlar demektir. Bu da sınıf içi disiplinin sıkıcı ders anlatan öğretmene göre çok daha başarılı şekilde yürütülmesini sağlıyor. Çünkü, öğrenci ve öğretmen beraber çalışıyor. Öğretmen, sıkıcılıkla dikte eden, öğrenci de aman ders bitsin de çıkalım diyen konumda olmuyor.

Sınıflarda İngilizce öğretmeye çalışan bilir. Meteryalleri bizim klasik derslere göre öyle renkli, müziklerle, resim ve oyunlarla pekiştirilmiştir ki sınıf ilk aşamada ne oluyor?! hallerine girer. Beraber çalışmaya alışkın olmadığı için de oyun oynamayı öğrenmenin bir aşaması değil, disiplinsizlik ve arkadaşıyla konuşma kaosu olarak algılar.

Başlangıçtan itibaren eğitimin renkli olması, dikkat ve ilgi çekmesi, öğrenirken merak uyandıran bir halde sunulması lazım. Bilgi keşfedilmeli. E haliyle, bu programları yapanların, dayatanların, müfettiş gönderenlerin, uygulayanların daha neşeli, daha yaratıcı olmalarını gerekli kılıyor. Çok uzun iş yani :( Kimsenin buna harcayacağı ne zamanı var, ne de parası. Kısacası, nedir? Programı yapan da tembel ve o eğitimi almış, nesillere uygulama mantığı da çizginin dışına taşıyamamış. Bu kadar basit!

Peki, özel okullara gidiyorsunuz da iş bitiyor mu? Onlar da Amerika Birleşik Devletleri'ne değil Milli Eğitime bağlı. Okutulacak kitapların konuları Milli Eğitimle paralel. Ha, orada yapılan, uzay konusu işleniyorsa efendim ( ki başlıklar da Milli Eğitim tarafından verilir ), öyle yapmışlar şimdi, bir ton para döktüğün çalışma kitapları zavallı devlet okulu öğrencisinin okuduğu beşinci kaliteden sarı kağıda değil de, birinci kaliteden beyaz kağıda basılı ama gel gör, yine resim çizemeyen bir sürü garibetin resmetmesiyle pekiştirilmiş (!) kalıp öğrtenci kıyafetleriyle Ali otobüste (atıyorum) okuma parçası. Oku, soruları cevapla.

Bizlerde özel okullara bel bağlamak daha beyaz kağıttan kitap okunması, İngilizce derslerine verilen önemle sınırlı kalıyor. İngilizce ders anlatmaya çalışan, elinde meteryaller, farklı bir eğitim anlayışının ürünleri olan yabancı öğretmenler de Türk okullarında bu sorunlarla yüzleşiyorlar. Geriye, sınıf öğretmenlerinin elinde askeri bir disiplin, şarkı söyleten, oyun oynatan branj öğretmeninin elinde bir koca sıfır kalıyor. Branj dersi öğretmenleri, dersleri daha yaratıcı olduğu ve bunu uygulamaya çalıştıkları için daha disiplinsiz daha önemsiz insanlar olarak addediliyor.

Ve ayrıca, çok büyük paralar ödeniyor çocukların eğitimi için. Bu, Avrupa ülkeleri'nde bir hak! Özel okulun verdiği eğitimin yanında daha kalitesiz, daha somurtuk, sevimsiz, kalabalık eğitim almak kader değil. Sebebin, devletin fakirliği olması hiç değil!

Esas, dağılımı yaparken o kaleme gereken özenin gösterilmemesi en büyük sorun. Bunun hakkını soracak kişi ise ülkenin vergi veren, karşılığında hizmet talep eden vatandaş. Verginin %40'ının kaçırılıyor olması, bunu devletin ne menemse (!) bir türlü takip edememesi... İnsanın Allah Allah! diyesi geliyor. Bu vergileri kaçıran ama herkeslerden iyi harcama yapabilenlerin harcamaları da takip edilemiyor (!) ama yine ne tuhaftır ki bilgisayar dünyasında bir bakıyorsunuz kıçı kırık bir şebeke milyar dolarları kredi kartı bilgilerine girerek iç edebiliyor. Koskoca devlet erkanı vergi kaçıran bu zibidilerin kredi kartlarını falan da bilemez tabi!

Eğitim konusundan ve hatta dinazorlardan :) nerelere geldiğimin farkındayım. Ama sistemlerin içinde hiçbir şey birbirinden bağımsız işlemiyor. Devlet yönetmeyi yalnızca kadınların kafasındaki türban olarak görenler için kuşkusuz böyle kafa karıştırma teknikleri mübah. Beyni sepelekleşmiş, jöleye dönmüş nice insanın soru sorabilme, düşünme yetileri de köreliveriyor. Zengin olan hemen özel okula yolluyor, gerisine ben karışmamcı zihniyet beliriyor, devlet okuluna göndermek zorunda olan gariban da bir tutturulmuş " Herşeyi devletten beklemeyin!" zırvasını " Ne yapalım, bu kadarına gücümüz yetiyor." diyip konu rölantide bırakılıyor. Yıllardır Türkiye'de yapılan bu!

Kendi adıma çocuğum bu şartları yaşıyor, gerisi beni ırgalamaz derim değil mi? Hayır işte, öyle hissedilmiyor. Maalesef, desem daha doğru olacak. Ama o zaman da hayatla kavgam bitmiyor :( Sürekli bir "neden neden?!" sorusu beynimin içini kemirip duruyor.

Kısa ve öz, bu kalitede ve mantıkta bir eğitime dünyadaki tüm çocuklar sahip olmalı. Ve işini iyi bilen, devrim yaratabilecek insanlar eğitime ve sağlığa el atmalı. Yoksa, Türkiye daha çok nesillerini bu şekilde harcayacak. Nokta!
Resmi buradan yükledim.