30 Mayıs 2007 Çarşamba

Bilgisayarım, köpeğim ve ben.

Dün üç kalem şey daha öğrendim blog ve scanner ile ilgili. Eşim bir kere göstermişti scanner'ı ama aşamalarını aklımda tutamamışım. Bizim kızın resimlerini şu bir ay içinde 32 kalem işin arasından scanner'dan geçirmem ve düzenlemem gerekiyor.

Bizim alet yani printer, fotokopi makinası, foto basma makinası ve scanner, HP'nin PSC 1513s All-In-One. Yazma gereği duydum çünkü İngiltere'ye görümceme gittiğimizde ( aslında insanlara görümce ve kayınvalide falan tanımlamalarını sevmem ama burada haliyle öyle olacak ) çıktısını aldığı fotoğraf kalitesinin bizimkinin çeyreği olduğunu gördüm. Hemen digital fotoğraf makinamızı da ekleyeyim ki bu son derece iyi ikilinin reklamı olsun :) Hakediyorlar, yazmak lazım! O da Canon Ixus 50 ( 5.0 Megapixels ) Hakikaten çektiğimiz fotolar da aldığımız fotoğraf çıktıları da mükemmel kalitede.


Blog için Picassa galeri hazırlamak için baktım, benim aklımdaki düşünce bloğun sol kısmına ekle dediğimizde foto albümü de ekleyebilmekti ama foto ekle var tamam, galeri yok. Ya da henüz ben doğru yolu keşfedemedim. Aslında sonuçları görmek için oraya sizlerle paylaşabileceğim İngiltere resimlerim vardı geçen seneden. Özelden yolladıklarım var, arkadaşlar çok beğendiler. Neyse, bloğa koymanın yollarına bakacağım. Hatta şimdi bile aklıma bir yol geldi. İngiltere ile ilgili detaylara girmemin baş sebebi abimin iç mimar ve endüstri tasarımı mezunu olmasıydı ama sonra baktığımda iyi ki de çekmişim dediğim çok fotoğraf oldu. Nasıl olsa artık film yakmak, çıktısını alanın dom domluğuna kalma devri de kapandı. İstediğimiz kadar oynama yapmak, fotoğraf çekmek serbest!

Bu, büyük bir teknoloji devrimi gerçekten de. Bilgisayarın başlı başına kendisi öyle zaten. Mesela şimdi bilgisayarda konuşabiliyoruz değil mi? Tatile gittiniz diyelim ailenizle konuşurken kendi hazırladığınız ve açıklamaları fotoroman kıvamında hazırladığınız Picassa albümünü karşılıklı yüklüyorsunuz, ardından da konuşa konuşa slayt şeklinde fotoğraflara bakabiliyorsunuz. Paylaşım anlamında bu büyük bir şeydir ve bizler gibi yurt dışında yaşayan insanların sanki memleketlerinden gitmemişçesine görüşme yapmaları, içlerini dökmeleri için bulunmaz bir Hint Kumaşıdır. Diyorum ya hep utanmasam lap topumu alıcam öyle yatıcam diye :)

Ben, bilgisayara bu kadar yakınlaşacağımı hiç bir zaman düşünmezdim. İlk evlendiğimiz zaman aldığımız şimdi ufaklığa devrolan toplama bilgisayarda eşim diploma kursunu bitirdi. Birinci kitabının rötüşlarını tamamladı, ikinci kitabına geçiş yaptı, onu bitirdi, kendine web sayfası hazırladı, şimdi yazdığı konuda en çok tıklananlar listesinde oturduğu yerden para bile kazanır oldu :)

Arap Emirlikleri'ne geldiğimizin belki altıncı ayında artık tepesinden buharlar çıkartan eski bilgisayar yeni masa üstüyle değişince, eskisi bana kaldı. O an anladım kişisel bilgisayarın ne anlama geldiğini. Ya da derler ya bilgisayar kişiseldir diye. Evet, kullanana yani depolayana ve yazana öyle. Ama eğer yalnızca konuşma, oyun ya da mailleşme amaçlı kullanılıyorsa o zaman o kadar da kişiselleşmiyor. Benim herşeyden önce diyorum ya basılmamış ama basılmayı bekleyen bir kitabım var ve bu kitap zaten benim bilgisayarın bir çekmecesinde duruyor, onunla ilgili yazışmalar, sunumlar, insanların düşündükleri ve benim kapak çalışmam...Başka yerde günlük olarak gelen aşağı yukarı abartmıyorum 20 maillik bir bölüm. Onları arşivliyorum çünkü insanlar arasındaki fikir alışverişi belki beş kitap yazacak kadar malzeme içeriyor, bir de benim yazdığım ferman niteliğindeki maillerim var cevap anlamında tabi ki...Ardından bazı arkadaşlarımdan gelen özel mektuplaşmalarım. Blog açmadan önceki mektup trafiğim zaten bir günlüktü benim için. Tüm duygular, yapılanlar, edilenler, düşünceler vesaire...Fotoshop ve Picassa yani bilgisayarın görünümünü cilalayan unsurlar. Eskiden bütün atamadığım bilgileri dosyalama huyum vardı şimdi bilgisayarımda sağlık, eğitim, politika bütün ilgilendiğim konuların dosyasında bilgilerim. Ne yer kaplıyor ne bir şey! Alt tarafı incecik bir lap top işte!

Scanner'dan nerelere geldim yine. Evet, scanner'ı öğrendim. Ardından da bloğuma bir fotoğrafı yüklerken fotoğrafta gereksiz detaylar bölümünü küçültmek ve kesmek istdim. Devreye hangi program girmeli? Photoshop tabi ki. Bazı aşamaları eşimi takip ederken görmüştüm, crop, copy, paste ler nasıl yapılıyor gibi. Windows'daki gibi olsa da aynı mantıkla gitmiyor Photoshop'da işler. Neyse, dün kendi aklımda kalanlarla bir fotoğrafı yalnızca bir objeyi odak alarak küçülttüm. Tamam, dosyaya da kaydettim ama gel gör, bloğa ekleyemedim :( Meğersem Jpeg olması lazımmış fotoğrafın ve o da Photoshop programıyla seçilen bir detaymış.

Akşam onların hepsini hallettik. Hem bir fotoğrafın diyelim arka tarafında gözünüze ters gelen bir detay var ve o detay olmasın istiyorsunuz, objeye odaklanarak fotoğrafın o bölümünü alıyorsunuz ( crop işlemi ). Sonra da bloğunuza yapıştırmak için fotoğrafın orjinal halinden daha küçük yani kalitesiz hale getiriyorsunuz. Blog zaten ufak foto kullanıyor. Ve dün öğrendiğime göre yüzde yüz kullanılan fotoğraflar ne yapıyor? Bir süre sonra bloğa aktarılan fotoların büyüklüğü sebebiyle açılmada gecikmeler yaşanıyor. Bunu istemeyiz. Ayrıca orjinal fotoğrafın bloğa yüklenme süresini de uzatıyor. Amaç, bloğa renk katmak ve fikir vermek. Dolayısıyla dosyayı küçültmek de çok önemli. Öğrendiğim diğer iki aşama da bunlar oldu :)

Akşama doğru bizimki geç geldi, geç derken altı. Ama bütün gün evde kalınca sanki yıl gibi geliyor, normalde ufaklık okula gidip gelirken ben götürüp getirdiğim için gün dışarı içeriyle bölünür her zaman. Ama bu hafta Cumartesinden beridir evdeyiz :(

Derken bahçeye çıktık, küçük kızım artık iyice yorgundu ve yıkanması gerekiyordu. İçerilere göre dışarısı çok daha nemli ve sıcak. Ufaklık hiç koşma girişiminde bulunmadı ki bu da gerçekten yorgun olduğunun bir göstergesi. Bahçedeki bitkiler son derece hoşnut sıcaktan, işin ilginç tarafı kapının her iki yanına diktiğimiz yasemin tamamıyla kurumuştu, şimdi tekrar filizleniyor. Onun dışında ektiğimiz ne varsa belki diyebilirim ki beş kat büyümüş durumda. Begonviller özellikle çok seviyor sıcağı. Bahçemi sonraki bir sefere anlatacağım.

Bizim köpekten bahsediyorduk...Dört ayaklı aile bireyimiz bizimle birlikte heryere geldi, Antalya'da da yaşadı. Sıcağın ne olduğunu biliyor ama gerçekten de buraları yok Husky'ymiş, yok Golden Retriever'mış bu tip köpeklere uygun değil. İngiltere'den köpeklerle ilgili pet programları yayınlandıkça hayvancığımızın ne kadar sıkıcı bir hayatı olduğunu ve O'nu alarak bencillik ettiğimi düşünüyorum. Gerçi ben almasaydım ne olacaktı? Muhtemelen Bağdat Caddesi'nden birileri alıp eve kapatacaklardı 24 saat. Muhtemelen de çalışıyor olup bütün gün yalnız bırakacaklar, hiç serbest dolaştıramayacaklar, top bile atacak yer olmadığından ya da parklarda hep vahşi başka köpek sahipleri olduğundan koşmasına bile izin vermeyeceklerdi. Bizden daha beter bir hayat yani. Ama bir de Arap Emirlikleri'ne gelirkenki aşamada bıraktığım bir arkadaşım var. Çocukları yok, arkadaşım çalışmıyor, onbeş gün sonra köpeğimizi bana geri getirdiklerinde ki nakliyatı yapılacaktı, bizimki onlarla seyirtmesin mi? Arkadaşımın eşine bir düşkünlük...O kadar belli ki O'nu bırakıp gittiler diye bir süre çok mutsuz oldu. Neden? Çünkü her hafta yazlığa götürmüşler, yüzmüş, evde çocuk olmayınca tabi ki evin evladı gibi olmuş, arkadaşımın zamanı bol, imkanları da müsait bunu çanta gibi heryerlere taşımışlar anlayacağınız. Ve benim aklım hiç onlarda kalmadı. Bakanın o kadar önemi var ki insan o zaman anlıyor. Yazlıkta bir de arkadaş edinmiş kendine, koşmuşlar oynamışlar, hatta videoya kaydetmişler de bana belki bu yaz getirir :) Köpekler sosyal canlılar, aktif varlıklar, ne olursa olsun doğaya yakın ve özgür olmak, görev yerine getirmek onları hayata bağlıyor. National Geographic iki de şimdi daha önce BBC'de yayımlanan " Görev Köpekleri" programını her seyrettiğimde içim gidiyor bizimkinde potansiyelin evde uyumak için kullanılmasına ama elden gelen bir şey yok. Bizim hayatımız böyle, şartlar bu ve O da ailenin bir üyesi. Daha iyi olmasını isterdim. Özellikle İngiltere hayatını deneyimlemesini canı gönülden arzulardım çünkü açıklık ve yazın bile serin. Tam bizimkine göre. Kovalanacak arılar, çiçekler, atlanıp zıplanacak yeşil alanlar...Aslında ideali bu. Yani almaya karar veren herkesin bu detayları düşünmesi gerekiyor çünkü köpek hep köşede kalacak ve evi süslemek için kullanılabilen cansız bir biblo değil. Yaşlanıyor, hastalıkları oluyor, gençkenki hareket ihtiyacı insanın aklının alabileceğinden çok fazla vesaire vesaire...Başlı başına bir başlık aslında.

İki ucu boklu değnek derler ya. Benim köpek almak, hayatımın en büyük emeliydi. Çocukluğumdan beridir bunun hayalini kurdum. Evlendim, hep aklımın köşesinde bir köpek...Eşim zaten büyük alanları olan bahçelerde köpeklerle atlarla büyümüş bir adam. Önce evimizin çok küçük olduğunu, yaşadığımız mekanın ( Bağdat Caddesi ) uygun olmadığını söyledi durdu. Büyük bir sorumluluktu, eğer gün olur da ülke değiştirirsek yapılacak bir şey olmayabilir, işi reddetmek zorunda kalabilirdik. Haklıydı ama bir gün sokakta bir ağaca bağlanmış kanişi bulup eve getirdiğimde bir hafta kadar sahibini aradık ve bir telefon! Bulundu. Köpek adına çok sevindim. Sokakta yatan bir kadının köpeğiymiş, köpek de sahibini bulduğu için çok mutlu oldu ama ben bir şekilde evcil hayvanlar mağazasına Golden Retriever gelirse haberim olsun dedim ve bizimki geldi :) Eşim İngiltere'ye gitmişti ve ev benim hakimiyetime kalmıştı, boşluktan yararlandım ve otoriteye karşı geldim yine. En büyük zevkim...O sırada eşimin annesinin bu konudaki soğuk yaklaşımını bile baz alıp yapabilirdim ki biraz da öyle oldu. Ben hep başkalarının istekleriyle mi yaşayacaktım kendi evimde bile? Yıllarca annemdi babamdı, şuydu buydu zaten bakamamıştım. Şimdi ev benimdi ve kim ne derse desin alacaktım! Herkes kendi işine baksındı hem canım!

Şimdi 35 yaşımda neyin ne demek olduğunu, insanların neden bu sorumluluktan kaçtığını anlıyorum. Arap Emirlikleri'ne gelirken sorun olacak mı korkusu vardı. Olmadı ve villada yaşamamıza belki de köpeğimiz sebep olmuştur, çünkü buralardaki apartmanlarda kesin yasak. Bize çok şeyler verdi, sevgisine ve bağlılığına diyecek yok, O ailemizin bir parçası. Ama bizim göreceli olarak sıkıcı ve monoton bir hayatımız var. Öyle dağ bayır dolaşan tipler değiliz mesela. Yoğun bir çalışma ortamında bunun yapılabilirliği ne kadar sonra? İnanılmaz bir tüy problemi var Golden'ların. Hele de mevsim değiştirirken. Evde bakılan köpeklerde yaptığınız ev yemeğini köpeğinizle paylaşmanız diye bir şey sözkonusu olamaz. Çünkü onların sindirim sistemleri bizlerde olduğu gibi yağı, sosu, tuzu, biberi kaldıracak şekilde programlanmış değil. Dolayısıyla, bağırsak bozulması ve kusma köpeklerde ve kedilerde çok yaygındır.

Zaman zaman kuru mamaya harcanan paralara kızılır. Kızılmamalı çünkü onu yaşayan ve deneyimleyen bilir. Bu tip sindirim problemleri yüzünden ne yapar eder kuru mamaya başlarsınız bir kere, eliniz mahkum. Arkasından uzun yıllar kullanılan ucuz süpermarket kuru mamasının köpeğinizin tüylerini değiştirdiğini, gözlerini akıttığını ve resmen abartmıyorum, içini kokuttuğunu gözlemlemeye başlarsınız. Tabi ki bu hemen gelen bir sonuç değildir belki beş altı yıl sonra köpek soluklaşıp değişmeye başladığında " Ben ne yapıyorum?!" demeye başlarsınız çünkü o sağlık sorunları çok daha büyük meblağlarla geri dönmeye başlar.

Bizimkinin dişleri yemin ediyorum bizimkilerden daha fazla temizleniyor. Eşime hep söyledim, kitaplarda okuduğum da bu yöndeydi, dişlerin fırçalanması lazım. Ama onlar hayatları boyunca o kadar köpek bakmışlar ve bir kere bile yapmamışlar bunu. Eh! öyle diyince zaten sevimli bir iş değil, köpek de rahatsız oluyor, izin vermiyor ben diş macunu falan da bilmiyorum özel, bizimkiyle denemelerimiz de boşa çıkıyor. Zaten dediğim gibi eşimin bu konuda inancı da olmadığı için umurunda da değil. Kuru mama adı üzerinde katır kutur, dişleri zaten yemek yerken temizlemesi gereken de bir şey. Ama bir koku, aman Allah'ım! Gel de temizletme!

Türkiye'de hep veterinerle haşır neşir olmuşuzdur. Maddi imkanımızı zorlayarak Tarabya'da Ekunuba diye bir mama var ona geçtik. Diğer ürünlere göre çok pahalı. Baktık köpeğin resmen içi konuyor. Dayanamadık, aynı mekanı paylaşıyoruz sonuçta. Buraya gelmeden uyuşturup dişlerini temizlediler. Bütünüyle. İki gün kendine gelemedi zavallı. Antalya'daki dişçimiz bayıltmadan yapardı ama bu derecede olduğunu gerçekten de bilmiyorduk. Buraya gelince bizim kızın bale öğretmeni sayesinde hemen mahallenin arkasında bir veteriner keşfettik. Hollandalı genç bir doktor. İlk baktırmaya götürdüğümde tam olarak anlamadı, " Daha kötü ağızlar da gördüm bu genetik bir durumdur." dedi. Dişleri fırçalıyor musunuz? İşte anlamlı, yıllardır benim söylemek istediğim ama yapamadığım iş. "Hayır"dedim haliyle.

Veterinere diş temizliği için bıraktığımda köpeğimiz tam anestezi almış, iki tane artık kapkara olmuş dişi çekilmiş, diğerleri de zorla kalmak zorunda olan dişlerle sersemlemiş haldeydi. Şimdi dişleri fırçalıyorum. Yapmak zorundayım, özel köpekler için diş fırçası ve biftek lezzetinde diş macunumuz var. Teknoloji ilerliyor kabul ama daha iki sene önce Tarabya'da tam anlamıyla yaptırdığımız işlem sırasında bu dişlerin çürükleşmeye başlamış olması gerekiyordu. Ağrısını tahmin bile edemiyorum :( O veterinerler neden görmedi senelerce bu durumu? Ağızdaki koku tamamıyla temizlendi. Ama dişlere çok iyi bakmamız lazım yoksa dişsiz kalma durumu var ki bu da bir köpek için hiç iyi bir şey değil.



Köpekler yetişkin olduklarında iyi de eğitim alan cinslerse ki Golden Retriever lar zeka olarak kurt ve dobermanla aynı düzeyde, asla eve dışkılarını yapmazlar. Bizimkinin vücut dilini anlamamak da odunluktur zaten. Sana gelip anlatır, dışarıya mı çıkmak istiyor, eve mi girmek istiyor? Bu güzel varlıkları eve alırken köpek olduklarını, doğadan gelen özellikleri maksimum ölçüde eleseler bile yine de barındırdıklarını unuturuz. Köpeğimizi ilk aldığımızda dışkı yemesinden geçirdiğim şoku asla unutmuyorum. Sonra sonra, o da aradan yıllar geçti de başkalarından da duydum. Ücretsiz eğitim verme merkezleri vardı biz Bursa'da kalırken, oraya danıştığımda hiç de uzaydan gelen bir soru gibi yanıtlamadı veteriner ki demek bu bilinen ama tıpkı hamilelikte olduğu gibi insanların gizlice sözleşme yapıp (!) paylaşmadıkları bir konuydu. Çünkü paylaşılırsa ne olacak? Eleştiriler dedikodular başlayacak...Zaten köpeğe yatkın bir toplum değiliz.

Velhasıl, yaşı ilerledikçe bizimkinin ki şimdi sekiz yaşında yani neredeyse sekiz, her türlü kötü huyunu da ketleyebilir hale gelmiş durumda. Eve dışkı yapmak ancak inatla ve mutsuzlukla olursa sürekliliği olan bir durum. Bizde yaşanmayalı iki seneden fazla oluyor. Burası bir de bahçeli ya hemen aç kapıyı çıksın yapsın gelsin durumu var. Kolay yani.

Ammmaaa dün akşam ben yine onikileri geçiyordu yatarken tuvalete çıkmayı istedi benden, bıraktım. tamam. Gece yatağa geldiğimde zaten yazmaktan, bilgisayar durumlarından, mailleri düzenlemekten gınalar geçirmiş, devam etmeye hali olsa tamam diyecek olan ama gözleri kapanan bir mod yüzünden pes etmiş bir vaziyette olduğumdan hemen yatak! derim. Ufaklık zaten burnu tıkalıysa özellikle rahatsız uyur ve bir " Anne!" hali yaşanır. Öyle oldu, tam kendimden geçmiş uyurken kızım çağırdı, nedense uykusunu almış bir hali vardı, başı ağrıyormuş, Calpol'den verdim ama aynı anda anlayamadığım bir şekilde köpek de ayağa fırladı benimle ve ufaklığın oda kapısına kadar geldi. Genelde umursamaz. Allah Allah dedim ama çok uykum var yatmak istiyorum. Kafa tam kapasite çalışmıyor o an.

Yattıktan sonra da aşağı indiğini duydum sanki bir koşu ama...Bazen kedi falan da gelebilir ya kapıya...Derken uyumuşum zaten. Sabah kabahat işlenmiş olarak uyanıldı. Bazen bahçeye bırakıyorum yalnız dolaşsın diye. Tamam, ondan da vazgeçtim. Bundan sonra olmayacak çünkü köpek bu işte adı üstünde, bazen kedi dışkısı olabiliyormuş ya da acayip atılmış bir patates çürük ya da başka bir şey! Yan taraftaki çocuklardan şüpheleniyoruz ama...Ha, bir de Kusum bahçeye patates ve domates ekmek istediğini söyledi, belki de O'nun koyduklarındandı, eşim bana sorup fırlatıp attı sonra. Bugün öğrendim Kusum'un böyle bir projesi olduğunu...

Sabah böyle sevimsiz bir gelişmeyle açıldı. Ama bizimki yaptığı kabahatin farkındaydı. Yapacak bir şey yok, bana anlatmaya çalıştı hayvan, benim kabahatim. Kızmadık o yüzden. Eşim temizledi ve ben kendimi çok kötü hissettim, yapmadığım iş olduğundan değil bu sabah yapamadım. Ben de mi yaşlanıyorum? Tahammülsüzleşiyorum, daha çabuk yoruluyorum? Daha çok uyumak istiyorum bilmiyorum. Ama beni utandırdı temizleyerek, ben aldım çünkü köpeği ve hiç istemedi. Şimdi anlıyorum neden. Tatile bir yere gitsek bırakacak kimse yok ve köpeklerin bakıldığı yere bırakın canım tarzı bakış açısı yürümüyor. Gittik gördük ne kadar da temiz olsa ne olursa olsun sahiplerini nasıl beklediklerini ve terkedildiklerini zannettiklerini...İnsan bırakamıyor, yapamıyor, ya da biz böyleyiz. Aldığımız sorumluluğu sonuna kadar yürütürüz, acayip vicdan yaparız. Yoksa köpeğini de evin eşyası gibi gören, bir tek tuvaleti için iki dakikalığına çıkarıp getiren de var. Yalnız bildiğim bir şey, köpeğimizin bizlerin hayatında çok ciddi bir yer edindiği...Ama bundan sonra düşünemiyorum bile. Seyahat imkansız, taşınmak korkunç pahalı. Zor zor zor...

Geçenlerde bir forumda vardı benim gibi biri iyi bakacağını garanti ederek Golden Retriever arıyor parasız :) Eşim de dedi ki " İyi bakacağını garanti ederek bedava Mercedez aramak gibi bir şey bu, bulamaz" Eş dost olsa bulur.

Hepimiz değişiyoruz işte. Yalnız hayatlar gerçekten de çalışmaya, en fazla çocuk yapıp ona bakmaya imkan tanıyor. Seyahatler bile sınırlı. Zamansızlık...İnsanlar daha çok kendine dönük işler yapmaya meyilli. Ben annemin " Kitap okuyacağım kızım şimdi dur bakayım!" ya da "Yazı yazmam gerekiyor." diye kıvrandığını görmedim. Ama şimdi ben öyleyim, yazmazsam kafamdakiler birikip eriyor sanki. İlla onları aktaracak bir yer bulmam lazım.

Dün, sabah ufaklıkla gittiğimiz hastaneden idrar tahlili sonucu geldi. Haber vermek için aramışlar. Sonuç temiz çıkmış, " Enfeksiyon yok." dedi hemşire. Ufaklıkla iyi bir iş çıkardığımızı düşünüyorum. O ağrı mesela 20 dakika ile geldi ve geçti, eminim kayınvalidelerin mantığıyla olsa " Beklemek ve görmek" elzemdir. Bana göre de beklenecek yerler vardır, hemen harekete geçilmesi gereken noktalar vardır. Bu konuda doğru kararları aldığımı düşünüyorum ve deneyimliyorum. Eğer beklemiş olsaydık kolik belki de idrarda enfeksiyona gidecek yolu açacaktı. 850 gr. 33 cm'den, 1.15 cm 18 kiloya bir yolculuk bizimkisi. Diyorum ya kendimle ilgili, bana ait olanların bakımı, büyütülmesi ve doğrularında paylaşmaya açık bir yapım yok. Doğru olarak gördüğüm bir kararın başkası tarafından değiştirilmesine tahammülüm sıfır. Bu konuda bossy bir yapı olabilir ama kızımı en iyi tanıyan benim, bu da bana bu hakkı verir. Aslında bunu İngilizce okuyup anlayacak insanların ders çıkarması için yazdım ama nasıl olsa bu bölüm gereken insanlar tarafından okunmayacağı için ekstra bir iç dökme olarak kalsın :)

Kızımı bugün de okula göndermedik , arkadaşına gitme günüydü ama sabahleyin gidemeyeceğini öğrenince ağlaması, kahvaltısını etmeyi reddetmesi bize yorgun olduğunun sinyalini verdi. Şimdi yatarak televizyon seyrediyor, vücut yalnızca kendi kuvvetiyle savaştı virüs olduğu için. Aslında son iki gündür ateş yok ama bu yorgunlukla yollarsam tekrar etme riski yükselir, hadi bu sefer bir dört beş gün daha! Konuları da kaçırıyor, ciddi ders işliyorlar, şimdiki konu uzay.

Ben, varis ve diğer sorunlar için devlet hastanesini deneyeceğim. Kusum'la konuştum, hastanelerin gayet temiz olduğunu söyledi. Dişlere bile bakılıyormuş. Yine, hemen bize yakın diğer bir hastane var, orası da devlet hastanesiymiş ve bana bilgiyi oradan verebilirlermiş. Ne yapmam gerekiyor haftaya bakacağım. Bir kart alınıyor yıllık 500 dirhem bir şey ve her yönüyle devlet tarafından sigortalanıyorsun. Önemli olan verdikleri hizmet. Bakalım, göreceğiz. Benim kendi memleketimden inancım kırıldığı için :(

Bugün dedemlere ve ciciannelere kısa bir mektupla beraber foto bastırıp koyacağım. Haftaya onların da atılması var. Yakında bir postane buldum. Sorun değil. Ve scanner'a başlarım belki. Yürümeye başlamam lazım. Akşama hafta sonu :) Elde açma böreğin ( etli ekmek gibi ) hamurundan kalmıştı, dolapta duruyor, torbanın içinde. Patatesli iç yapayım, akşama da onu yeriz.

Haftaya, köpeğin tüylerinin kesilmesi için bir randevu, sağ bacağının altındaki topak için ikinci bir randevu ayarlamak gerekiyor. Hafta sonu Cuma sebze ve meyve için çıkmak, Cumartesi ayakkabı için dolaşmak gerekecek. Bunları yazarken mutfaktayım ve dışarda hemen mutfak penceremin karşısındaki ağaçta çok güzel bir kuş ötüyor :)




28 Mayıs 2007 Pazartesi

Ev Yapımı Makarna :)

Demiştim ya ev işi yapımı makarnayı yazacağım diye. Birikince heyecanı azaldığı ve başka denemelere girişildiği içindir ki hemen yazayım da eleyeyim dedim. Kısaca, bu evde makarna yapma makinasını zamanında almıştık. Ta, on yıl önce. Hemen üstte görülen bu aletin adı İmperia.

Aslında üç adet aparattan oluşuyor, bir tanesi ravyoli yapmak için, diğer iki tanesi de farklı inceliklerde makarna çıkartmak ve lazanya için. Kolları ayrıca takılıyor ve bayağı ağır bir makina. Yalnız fotoğrafta unla kaplanmış olduğu için belli olmasa da aslında pırıl pırıl çelikten yapılmış ve çok da nostaljik :) Kısacası evde tutmaktan hoşnut olduğum ve gözüm gibi koruduğum parçalardan biri. Aletin altındaki kısım, makinayı masaya sabitliyor ki kol çevrildikçe makina da dönmesin.


İtalyan makarnası ağırlıklı olarak bol yumurta ile açıldığı için sert ve sarı rengi daha ağırlıkta olan bir makarna. Tabi ki kullandığınız yumurtanın büyüklüğü de önemlidir, rengi de...

Bakalım bir cup, hani benim şu kullandığım kaplar ne kadar un alabiliyor içine? Yoksa bizim normal standartlardaki bardağımıza mı eşit?... Evet, baktım 250 ml. Tarifi yazalım;

İtalyan makarnası için hamur

2 su bardağı un ( 2 cups )

3 yumurta
biraz su ( gerekli olmayabilir de )
ve isteğe göre tuz
zeytinyağı ya da sıvı yağ ( 2 tatlı kaşığı )

İlk önce unu eleyip ortasını açıyoruz ve yumurtaları ekliyoruz. Karıştırıyoruz. Hamurun toplanma derecesine göre su ekleyebiliriz azıcık. Ama yukarıda belirttiğim gibi hiç gerek de kalmayabilir. Zeytinyağ ve tuzu eklemeyi unutmuyoruz. Sonra, toplanan hamuru yoğurarak iyice toparlıyoruz. Üstü kuru bir bezle kapalı olarak bir saat dinlendiriyoruz.

Ardından, sıra açmaya geliyor tabi ki. Aslında bu makinayla yapılan biraz da gurme işi, diyelim ki makinanız yok o zaman normal bir şekilde açıp düz şeritler halinde de kesebilirsiniz. Mutfak tezgahını unlayıp o şekilde biraz kurutursunuz ve pişirirsiniz olur biter. Ama ben bu eğlenceli makinayı göstermeyi istedim. Bir de uzun şekilde açılmış hamurların yine aynı düzlükte kesilmeleri sanırım biraz zor olur.


Bir saat dinlenmiş olan hamuru makinaya koyup yavaşça kolundan çevirerek açıyoruz. Çıkan parçayla kesmeden yani şerit makarna elde etmeden önceki aşamada çıkan parça görüldüğü gibi lazanyada da kullanılabilir.

Bu açıştan sonraki aşama, diğer aparatı takarak şeritler halinde çıkarmak. Onun fotoğrafını çekmedim ama şeritler kesildikten sonraki ahşap aparata asılış bölümü şöyle :)

İşte böyle evde makarnanın yapılışı. Ondan sonra da yine suda haşlayarak ve üzerine istediğimiz soslardan yaparak uygulayabiliyoruz. Soslarda özellikle kırmızı şarap kullandığımızda kısık ateşte ne kadar pişer ve koyulaşırsa o kadar özel bir sos yapmış oluyoruz. Taze fesleğenimiz varsa ya da kekik, İtalyan soslarında kullanılan en önemli esprilerden birini daha yakalamış oluruz.

Afiyetler olsun :)

Günün Özeti (5)


Ufaklık bugün okula gitmedi. Kahvaltı için aşağıya inene kadar ateşi de yoktu. Sabah beşte hafif ateşe karşılık ilacını vermiştim ama bir anda karnı ağrımaya başladı. Apandisitten şüphelendim. Kıvrandırıcı olduğunu düşündüm. Gelip giden tür, spazm yaptığı belliydi. ılık süt yaptım. Bir önceki gün hayatımızda ilk defa bizimkinde tanık olduğumuz pekliği de aklıma getirdim ama...Tuvalete gitmek istemedi. O ağrıya rağmen iyi bir kahvaltı yaptık ve beklemeye başladık.

Saat 10:00 randevu aldım doktorumuzdan hemen bir bulvar ötede özel bir hastane var. Arap Emirlikleri'nin en iyi hastanelerinden biri. Bana bu kadar yakın olması tabi ki büyük bir şans. Geldiğimizden beridir o hastaneye gidiyoruz. Özel sağlık sigortasını kullanmanın ayrıcalığını yaşamak...Ne kadar da önemliymiş.

Hastaneye gittiğimizde ağrı geçmişti. Hemen aldılar klasik ateş ölçümü, tartıya alınması, kilo ve boy...Sonra doktorumuzla görüştük. Ben peklik olayını unutmuştum. Doktorun işinin ehli olması burada kendini gösterdi. Çünkü o çıkış sıklığını ve peklik sıkıntısı yaşayıp yaşamadığını sordu. Evet! Tamam işte! Hemen rontgen istedi. Ardından idrar tahlili.

Tuvaletlere gittik. Benim doğumumdan sonra en dikkat ettiğim şey. Özel hastane tamam anlıyorum, tabi ki standartları yüksek olacak ama tuvaletlerin içinde sıcak ve soğuk su muslukları, plastik torbalar, iki çeşit peçete ve tuvalet kağıdı esprilerine dikkat ettim. Ufaklığa yapış şeklini gösterdim ve çok iyi kontrolle bunu becerdi. Ne kadar hızlı büyüyorlar. Oradan onu temizleyip, ellerimizi dezenfekte edip, labaratuara verdik. Ardından rontgene gittik, hemen akabinde rontgenimizi çektirtip doktora...O aralıkta bayağı bir yarım saat beklemek zorunda kaldık. Sanırım doktor yerinden ayrılıp başka şeylerle ilgilenmek zorunda kaldı ama bekleyen tüm çocuklar gerçekten de çok uslulardı ve en sevdiğim şey kalabalığın olmamasıydı. Ne kadar kalabalık da olsa herkesin oturacağı bir yeri var.

Rontgende peklik sorunu ortaya çıktı. Ateşin virüs kaynaklı olduğunu düşündüğünü söyledi doktor. İdrar tahlili için üç gün içinde bilgi alabileceklerini ekledi. İlk araştırma negatif dedi. Yani idrarda bir şey çıkmamış, iyi haber. Fitil verdi. Hastanenin deposunda yokmuş ama hemen karşı eczaneden temin ettik. Bir de burada dikkat ettiğim en önemli şeylerden biri ilaçların çok uygun fiyatlarda olması. Türkiye'deyken sigortanın mübadil dediği ilaçlar vardır ama yan etkileri her zaman daha şiddetlidir. Bizim ufaklığa hiç iyi gelmezdi o antibiyotikler hep özel doktora gidilir parası verilir ardından bir de ilaçlara para ödemek zorunda kalınırdı. Başa gelen çekilir ama şimdiki hayatıma gerçekten de şükrediyorum. İnsan gibi yaşamak buymuş. Param yok diye doktora gidememek, para vermeden kapatılan eksik hizmetten yararlanmak, acayip yan etkili ilaçlar alma dönemi geride kaldı.

Eve geldiğimizde fitilleri uyguladım. İki tane arka arkaya etkisini gösterene kadar devam etmek suretiyle vermişti ki bir taneyi attığımda ufaklık çok rahatsız oldu, nefret etti fitilden. Kim etmez ki zaten? Sonra tuvalete gitme isteği duyunca ve rahatlayınca anladı ki doğru işi yapmışız. Karın ağrısı da bir daha geri gelmedi :)

Gündüz hastanedeyken babamıza mesaj yollamıştım. Telefon geldi " Ne yaptınız?" diye. 2000 dirhemi eşimin firması halletmek üzere almış. Dün bu konuda anlaşamamıştık bir türlü. Ben firmasının halletmesi gerektiğini, kiracının onlar olduğunu söylüyordum ama bizimki inşallah diye diretiyordu. Aramızda bu tür farklılıklar yaşanıyor zaman zaman. Genelde olaylara pesimist yaklaşma tarzı vardır. Neyse bir kalemi kapatmış olduk. Daha elektrik su idaresinden kimse gelmedi 1000 dirhemi vermek için, verseler de onu villanın sahibi karşılayacak, geçen seferki durum yani. Dolayısıyla o da sorun değil. Ufaklık da halloldu.

Bir tek benim sol bacak problemim, köpeğimizin sağ bacağının altındaki parçanın durumu, ufaklığa ayakkabı alınması gibi kalemler kaldı geri. Yarın eşim bizim yakınımızdaki bir alışveriş merkezine gelecekmiş iş icabı, eğer ufaklığında ateşi normalde seyrediyorsa beraber bakalım dedik ayakkabıya. Okul zamanına kadar kullanabileceği, yazın da eskitebileceği geçici bir lastik ayakkabı...Bakalım bulabilecek miyiz?

Dün akşam Disney kanalından Tarzan'ı seyrettik. Çizgi filmeler artık o kadar aşmış vaziyette ki insan resmen görüntülerin ve müziklerin içinde kaybediyor kendini. Muhteşemdi yine, çocuk için üzücü unsurlar vardı hala. Klasik Disney unusurudur. Ufaklık Bambi'yi seyrettiğinden beridir bizim veya köpeğinin ölüm durumlarıyla ilgili sorular sorar oldu. Birkaç gün...

Günün gerisi koltukta sızmak, yemek yapmak ve yazı yazmakla geçti.

26 Mayıs 2007 Cumartesi

Günün Özeti (4)


( Bu güzel kelebeği geçen sene yürüyüş yaparken yolun kenarında sağa sola savrulurken buldum ve elime alıp sersemlemiş hayvancığı zedelemeden bizim bahçeye diktiğimiz Çin gülünün üzerine koydum. Sonra yanan ampulle (!) içeriye koşup fotoğraf makinasını getirdim ve bu anı fotoğrafladım. Zaten uçup gidebildiğini sanmıyorum. En azından o pis ortamdan kurtulmuş oldu, son dakikalarında kelebek yazık! )

Bir anda yalnızca dün olanları arka arkaya sıralamak istedi içim. Başka bir şeyden değil de kafamı toplamak adına çünkü gerçekten de karman çorman bir gündü. En azından, rahatlıkla bir hafta sonu tatiline en fazla ne kadar olay sığdırılır sorusunun trajı komik yanıtı da denilebilir.

1-Sabah ikide ufaklığın ateşinin çıkması, dörtte ve beşte kontrol ( ilaç verilişi için ve kusma )

2- Kalkış, yukarının toplanması ve kızımın yatağının salona hazırlanması

3-Eşimin halasının kocası'nın ölüm haberi ( beklenen bir durumdu, yaşı 85 miş. Ben hiç tanışmadım ama son derece rahat bir geçiş olduğunu yazmış kayınvalidem, hala zaten önceden vefaat etmişti )

4-Eşimin bilgisayar monitörünün bir anda çalışmamaya başlaması, köşedeki bilgisayarcıya götürüş...Çalışıyormuş meğerse!

5- Mutfak yerlerinin su kaplaması, bulaşık makinası!!!

6-Benim bacağımdaki varis için sigortanın aranması ve kabul edilmeme sebebinin sorulması. Hafta sonu tatilleriymiş! ( Oysaki, Cumartesi burada herkes çalışır !)

7-Ufaklığın kusması, yüksek ateşin devamı...

8- Yemek yapma hazırlıkları, yoğurt çorbası ve ıspanaklı kiş...

9- Akşama doğru bu sefer de kapıya gelen adamın Elektrik ve Su departmanına 2000 dirhem ödememize dair ( depozito?) kağıt. Ne yapacağız şimdi? Adamlar bir hafta içinde bunu istiyorlar, olmazsa elektrik de su da kesilecek ve biz hiç bir şey anlamadık gitti.

10- Catherine'i aradım. Anna'da hastalanmıştı, semptomları aynı mıydı diye. Yanıt gelmedi. Cep taşımayı sevmez, duymamıştır, konuşamadım :(

11- Eşim bulaşık makinasını açtı, kurcaladı bir şey bulamadı. Ben de çalıştırıp denemeye karar verdim. Şimdi bir sorun yok, anlamadık gitti.

Yine aynı soru, dönüp dolaşıp beynimi kemiriyor sanki. Biz 2000 dirhemi nerden bulacağız?! Burası için ben o parayı 2 milyar lira olarak algılıyorum. Çok yüksek bir meblağ!!! Zaten bu ay tatil için ödenen yol parası için ancak 2000 biriktirebildik şimdi o da su ve elektriğe mi gidecek?! Hay Allah'ım yaaaa!

12- Kusum'un odası için fan sorunu vardı. Pazar günü diye çağırmıştım. Adamlar geldiler, hem kapıların içindeki termitlere de bakacaklar...

Hepsine bakıldı, ana kapının, iki tane ev içi kapısının çerçeveleri ile beraber değişme kararı alındı. Başlarındaki kişi aranacak ve ona göre ne yapılması gerektiği konuşulacak. Bunların detaylarını da sonra yazarım. Termit ( ahşap kurtcukları ) tam bir dert! Burası sıcak ve nemli olduğu için onlara harika bir ortam. Eşim çağırmadan önce salona açılan kapıyı kökünden söktü ve beraber ilaçladık ama başka noktalardan ortaya çıktılar. Korkunç çoğalıyorlar ve çıkarttıkları tükürük tarzı maddeyle her yeri eritiyorlar.

Akşam uyuz olduk 2000 dirhemin nereden çıktığını anlamak için. İki ay veya daha fazla bizim su paramız gelmemiş biz de farkına varmamışız. Ardından iki ay önce su sayacının kırıldığı haberi ve toplamların tahsil edilmesi kağıdı geldi. Bu villaların sahibi olan şirketten çok memnunuz ve bu büyük bir şans. Şimdiye kadar böylesine iyi bir servisin bedava verildiği bir yer görmedim.

Bedava da nereden çıktı denilebilinir, anlatayım...Burada büyük evlerin sahipleri herkimse, ki bu kişiler genelde birden fazla yere sahip oluyorlar, bir hizmet firmasıyla anlaşıyorlar, bu firmaya aylık ya da yıllık sigorta gibi para ödüyorlar, bunun karşılığında evlerine bakılıyor ve eksiklikler, değişmesi gerekenler, evin demirbaşları eskidikçe yenileniyor.

Kiracı ev sahibinden önce bu kişilerle muhattap oluyor. Bu kişiler de ev sahibi ile kiracı arasında işlem görüyor. Yani olması gereken, mesela kural dışı ya da çok pahalı diyelim, bizim villanın sahibi özel kişi değil, tüzel, oraya bildiriliyor ve sonra onay geliyor. Ya da kapılar eskidi, böyle termit olayı oldu, değiştiriyorlar. Veya su ısıtıcısında sorun oldu, yine gelip yenisini takıyorlar, aynı şekilde sivrisinek telinden, sifonun çalışmamasına, mutfak fanından, evin klimasına...Bunu en son beşyüz milyar liraya ev alan arkadaşımın sitesinde ultrasonik bir servis olarak algılamıştım.

Hayatımız boyunca, ilk arkadaşımın annesinin evi dışında girdiğimiz tüm evlerde kanunların yavaş işlemesi, işlememesi, dayı kılıklı ev sahipleri yüzünden masraflar yapmak zorunda kalmıştık. Yapmazsan da eksiğinle oturursun öyle. Hani, "Sana kalmış, madem sen yaşıyorsun!" gibi bir anlayış vardır. Burada bizim yaşadığımız ev öyle değil. Türkiye'de yaşanan olayların aynısı buralarda da yaşanıyor, duyuyorum ama bu sefer Allah'tan şans yüzümüze güldü .

İlk eve geldiğimde evde yalnızım, kapı çaldı, şimdi çok iyi tanıdığım eve bakan firmanın adamlarından biri bana mutfağa fan takacağını söyledi. Ampulleri de değiştirecekmiş. Kendinden emin bir şekilde girdi içeri ama ben hala anlayamıyorum. Eşim de bunlarla ilgili bir başvuru yaptığını falan da söylememiş, şimdi ne alaka, birileri geliyor diyelim, siz kiracısınız, evin eksikliklerini gidermeye başlıyor ve sormamışsınız bile. Adam taktı, bana ampul veriyor kalsın diye, diyorum ki hala " Yani, bu şimdi neden bedava anlamadım?" Duruyorum duruyorum " Para vermeyecek miyiz?" diyorum. Adamın İngilizce zaten yok gibi, gülümseyerek "hayır" diyor. Ne sorduğumu bile anladığından emin değilim ama ben elimle para, ödemek falan gibi Tarzanca işaretler yapıyorum zaten. İçinden kesin demiştir delinin birine çattık diye. En sonunda anladım, ne dediğimi de çakmıyor. " Ya kardeşim ne diye para almadan etmeden yapıyorsunuz ki bu işi?!" diyip diyip durdum takılmış plak gibi. Hakikaten de elime verdiği ampullerle kalakaldım öyle bizimki gelen kadar. İşin komik tarafı, O'nun da bilgisi yokmuş biz sersem tavuklar gibi karı koca " Yok, vardır şimdi bu işin altında bir keramet, kesin acayip bir faturayla karşı karşıya kalacağız, bak gör!" diye diye kaldık. Ta ki sonradan bu sistemin işleyişini anlayana kadar.

Canım nereden bileyim ben?! Evi kolaçan etmeye mi geldiler? Bu bir hırsızlık şebebkesi mi? Beni yatırıp kesecekler mi?... diye kıvrandık ya günlerce, hala gülüyorum kendime. Sonradan öğreniyorum, zaten işçilerin İngilizce düzeyleri çok sınırlı. Bir şey yaptıklarında bile kızdın diyelim sen konuş öyle, anlat, çatla ortandan " Yes mam!" den başka bir tepki alamazsın. Hafif bir gülümseme olaya eşlik eder ve kafalar hani o arabalarda kafası oynayan köpekler vardır, vücuduna çengelle takılı olanlardan aynen o şekilde sallanır. Değişik bir vücut dili...

Bir de burada bizim çok lezzetli ya da çok güzel hareketimiz " Bekle!" anlamında yapılır. Mesela yolda giderken birisi "hımmm çok güzel olmuş" ya da yemek yemiyorsa, "hımmm ne kadar güzelsin!" diye laf atmıyordur da muhtemelen araba kullanıyorsanız " Dur kardeşim, biraz bekle ben karşıya geçiyorum! "demektedir. Bunlar zaman içerisinde öğrenilen farklılıklar. Ve görüldüğü gibi ilk anlar hatırlanınca komiklikler zinciri şeklinde değişime uğruyor. Hatta o anki korkular ve anlayamamanın verdiği stres bile espri konusu olabiliyor.

Bugün de sabah kalktım, dün akşam yine ufaklığın yanında kaldım ateşi çıkar kusar diye ama hiç biri olmadı :) Bizimkinin hastalığı bu kadar olgun karşılamasına hayranım, dün eşimle de onu konuştuk. Kendisi yorgunluğunu belirtip, kısa hikaye bile istedi. Ne karanlıktan korkar, ne bir şeyden. Benim sonradan yatağa geleceğimi söylemiştim, bunu da biliyodu ve hiç sormadı bile. Hastalık konusunda son derece dirayetli, kusarken bir kere bile ağladığını görmedik.

İlk, kendi kendine kusma girişiminde ay vay! demeden O'na ne yapması gerektiğini anlatmıştım, Antalya'da yaşıyorduk o sırada. Bunun altında bez, sabaha karşı gece boyunca da o kadar kusmuş ki artık müdahale etmek için O'nun seyahat yatağını kendi odamıza geçirmiş ama yatakta sızmışız. Bir uyandım, ufaklık yok! Yaş iki buçuk gibi, tuvalete gittim hemen bir baktım bir de tuvaletin oturulan yerini bile kaldırmış, başında eğilmiş kusmayı bekliyor :)

Yalnız, dün sabah karşı başlayan ateşle beraber gelen baş ağrısına dayanamıyordu yazık. Ağlar gibi oldu sonra yine tuttu kendini. Dün akşam hiç kusma olmadı. Ateş de saatler aralığında kontrol altındaydı. Geçen hastalıklarından ekstra olarak aldığımız burun akıntısı ya da tıkanıklığı ile ilgili bir şurup buldum. Burun ileri derecede akıyordu, ondan verdim. Şimdi o konuda da rahatladı. Ateş tekrar çıkmaya başladı gibi...

Hah! Bir diğer günün olayı...Pazar günü buranın Pazartesi ya, okula başlanacak. İyi ki hastalanmış dedim, şans, babamız sabah işe giderken aynı yerde olduğu için okul, götürüyor. Böylece hem daha az karbondioksit üretmiş de oluyoruz :) Bu detaylar benim için söylediğim gibi çok önemli. Hayatım boyunca " Tek başına yapılan şey ne değiştirir ki komiklik..." türü fikirlere prim vermedim. Çok şey değiştirir, en azından sizi vicdani olarak rahatlatır, neyse, sabah bir anda kapılar birbiri ardına telefonlar çalmaya başladı.

İlk, tekrar su ve elektrik firmasından kapı çalındı. Hemen onu şans bilip, bu nedir diye sormak için 2000 dirhemlik kağıdı götürdüm ellerine. Depozitoymuş bu ve biz ödemek zorundaymışız. Giderken de borcumuz harcımız yoksa geri alırmışız. Yahu bu az para mı hemen bulunacak?! Bİr de ay sonu, bir de üstüne üstlük herkes tatile gitmek zorunda, ayrılacak edecek...Herşey giderayak! Bir de bu sene çıkmış bu! Onu da öğrendik!!!

Moralim allak bullak içeri girdim, telefon!...Haddiiii! Birisi arıyor, erkek, bizimkini soruyor. Eeee?! " Kimsiniz nesiniz nereden arıyorsunuz?" derken, anladım ki bizim kredi kartı başvurumuza yanıt, hazırmış kart. Burada, bir güzellik daha, kartını eve getirip teslim ediyorlar. "Saat altı gibi evde olur eşim." dedim adresi verdim. Kapı!...Ay deliricem! Adamlar tekrar geldiler, yolumuzda açılmış, delik deşik... Meğerse sayaçlar elektroniğe değişiyormuş. Ellerinde bu sefer de 1000 dirhemlik yeni fatura! Oldu verilecek para 3000 dirhem!!! Adam bir de beni çağırıp da " Bu sayaç size ait değil " demez mi?! " İki ay önce sayacımız kırıldı, gelip değiştirdiniz belki bu, eski sayacın numarasıdır hala." dedim. "Peki" dediler, gittiler. Ne zaman gelirler yine bilmiyorum. Bir de bahçeden bağlantıyı kontrol ettiler ayrıca. İçeri girdim yine telefon...Yok! Diyorum ya şu iki gündür var bir keramet! Uyuz gibi açtım telefonu. Catherine!!!! Kızımın en yakın arkadaşının annesi :) Ohhhh! Güzel bir ses.

Hemen anlatmaya başladım ne oldu, nasıl oldu. Derken birinci iyi haber geldi. O, elektrik su depozitosunu eşimin şirketi halledermiş :) Süper!!!!! Yeni su sayacını da biz ödesek de hemen arkasından bu sefer villa'ya sahip firma geri ödeme yapıyor, sayaç kırıldığında da aynı şey olmuştu. Problem yok, test edildi onaylandı! :) İkinci soru Catherine'den geldi. Ufaklığın evlerine gidip gidemeyeceğini sordu bana. Ben de " Hayrola?!" dedim. " Anna evde mi bugün?" Hatta Allah Allah kızı da mı hasta da benimkini de çağırıyor diye düşündüm. Hayır! E bugün okullar tatilmiş ya!

Yani, işin bu kadarı! Eğer bizimkiyle gitseydi okula çok zor olacaktı çünkü eşim işe başlıyor hemen ve benim apar topar okula çıkıp almam gerekecekti. Neyse yapardık da, olsun ne büyük tesadüf! E peki her hafta sonu gelen okul gazetesi? Yazıyormuş, gördüm de biraz geç oldu. Bir de arka sayfanın başına koymuşlar. Neyse...

Sonra tuvalete girdim ve yine telefon! Biliyordum bunu yapan hep annemdir. Evvvettt!!!! Yanılmamışım. İnternete geldi, konuşmak için. Şimdi yemek yapma durumları...Ufaklık yesin diye bir şeyler bulmam lazım. Daha biliyorum ev makarnası tarifini yazacağım. Zaman bunlursam bugün eklerim. ( Fotoğraf ekleyecektim, google error veriyor ne iş?! sonra bakarım )

Günün Özeti (3)

Cumartesi...Dün haftalık alışverişimize çıktık. Her hafta aynı hikaye, " Gelecek haftaya alışveriş yapmaya kesinlikle gerek yok!" Ve ardından ilk meyveler bitiyor, derken sulu yemek bile yapılsa eklenmiş kıymanın dibi gözüküyor, temizlik malzemeleri, yok çamaşır deterjanı, bulaşık teli derken o alışveriş arabası ağzına kadar doluyor.

Eve geldik. Ufaklık karides istemişti. Buradaki deniz ürünleri Türkiye'de aldığımız fiyatın üçte biri kadar olsa da bir süre sonra yaşadığınız ülkeye uyan bir para anlayşı hakim olmaya başlıyor. Mesela, örnek vermek gerekirse ilk yılın birkaç ayı sürekli fiyatları Türkiye'nin fiyatlarıyla karşılaştırıyor üzerlerine atlıyorduk. Türkiye de 10YTL. burada aynı 10 dirhem aslında. Ama Arap Emirlik'lerindeki her alınan malın fiyatını 2.7'ye bölerek Türkiye'de gelen karşılığını buluyoruz. Dediğim gibi Türkiye'de yaşayan için 10 dirhem aşağı yukları 3YTL olarak algılanıyor ve direkt hedefler listesinde ama burada ben onu yine 10YTL gibi algılıyorum. Yani, karşılaştırma mekanizmasına kıran giriyor.

Biz evde makarna yapımına takmıştık. İlk evlendiğimizde şimdi hatırlayamadığım birileri ev makarnası yapmaya yarayan, daha doğrusu şekilleri çıkartabilen, hamuru yassılaştıran, ravyoli şeklinde kesebilen bir makinanın ana kısmını getirmişti. O aletin fotoğrafını da koyacağım da öyle nostaljik ve kaliteli bir hali vardı ki unutulmuş olan diğer kısmı yani takılan kol aparatını da bizimkinin pilot olan başka bir akrabasından sipariş ettik. Bayağı ağır bir şey. Ama çok nostaljik ve gurme tarzı :) Tam bize göre. ( Bu arada yazıya renk vermesi açısından benim salon penceresinden görünen ve her Mayıs böylesine güzel çiçekler veren komşunun ağacını koymak istedim )


Akşama doğru eşimden hamuru açıp açamayacağını sordum. Klasik İtalyan hamurunda çok yumurta kullanıldığı için yoğurması biraz daha erkek işi gibi. Bizimki " Tamam, yapalım!" diyince akşama doğru köpeği ben çıkarttım, ufaklık her zamanki gibi bahçede eşlik etti. Bizim köpeğin tüyleri dökülme mevsiminde olduğu için her gün taranması gerekiyor ve bir torba dolusu da kıl tüy ayıklıyoruz bir yandan. O işi de halledip içeri girdiğimizde eşim evde açılan makarnaya başlamıştı. Hamurun tarifini veririm. Ev makarnası yapmak için bu tip bir makinayı nereden bulabileceğinizi bilemiyorum. Türkiye'de bir yerde görmedim ama ithal mutfak malzemesi satan ki Marks and Spencer olabilir,bir yerlere bakılabilinir. Ben kutunun üzerindeki özellikleri de yazarım, ona göre belki internetten de bulup getirttirmek mümkün olabilir. Bu kadar derde katlanmaya ne gerek var, dışarda ağlası satılıyor derseniz siz bilirsiniz ama unutmayın nasıl mantının elde açılanından alınan zevki makarna haşlayıp üzerine konan kıyma vermiyorsa bu da aynı şey. Hayatınızda hiç taze makarna yiyeniniz var mı bilmiyorum ama çok farklı olduğunu söyleyebilirim.( Bu tarifleri kendi adına başlık açarak yazayım da karışmasın )

Neyse, burada bir de çok farklı körili soslar satılıyor. En acısından hafif acılısına kadar. Onlardan biriyle pişirilmiş karidesin süslediği ev makranası yedik dün gece. Ufaklık değişik bir şekilde sanki içten içe rezervlerini tamamlamak ister gibi hastalanmadan önce çok ciddi boyutlarda yemek yer. Dün de öğlendiğin bizim yediğimiz büyüklükte yani neredeyse üçte bir baget ekmeği tonlu sandviçi, bir koca dondurulmuş Ejderha pastanın parçasını, iki üç bardak sütü, akşam da yapılan soslu makarnayı mideye indirdikten sonra yattı.

Sabaha karşı ikide babasının ufaklıkla konuştuğunu duydum. Bizim bebekliğinden beridir hep odasında telsiz kullanma huyumuz vardır. Ben çocukken boğazım çatlardı anneme bağırmaktan, genelde büyükler kendi havalarında olduğu için duymazlar da. En sonunda çocuk ya yetişkinlerin yatak odasına gelir derdini anlatmak için ya da salona...Bizde bu makina sayesinde hiç böyle bir sorun yaşanmadı. Çünkü ufaklık ne zaman " Anne!" dese bizim duyacağımızı ve geleceğimizi bildi. Altı yaşında ama olduk olmadık yerde karşımıza çıkmaması için hala aynı alışkanlık sürüyor. Nereye gitsem de yanımda taşırım, yazlıklarda balkonda oturma alışkanlığı da böylece memnun bir şekilde devam ediyor :)Dolayısıyla, nereden nereye oldu yine, ben yatak odasındayım, ışığın yandığını ve sonradan da konuşmaların içeriğini makinadan duyabiliyorum. Kalktım, eşim " Ateşimiz var biraz." dedi " Titriyoruz..."

Ateş felaket! Hemen yanında yattım çünkü o ateşin mide bulantısı yapacağını da çok iyi biliyordum. Zaten eski iki kişilik yatağımızı ufaklığa verdik burada. Yıllarca o yatakta nasıl da yatmışız. Geniş bir tek kişilik yatak aslında. O yüzden kızımla beraber yatmakta da zorlanmadık, hastalanmasının avantajı O'nun için annesiyle uyumak olsun bari :)

Bu arada bugün sabah 11:00 de Mısırlı bir arkadaşın kızı Buharia'nın doğumgünü vardı, bale dersinden tanıyorum veliyi. Kızı çok uysal ve benimkiyle de çok iyi anlaşıyor ama Dubai'deymiş. Sabah kalk, Dubai'nin yolları ayrı, giriş çıkışları farklı ve çok da hızlı akan kendini arabayla bambaşka bir noktada bulabileceğin bir trafik akıyor orada, gözümde büyüdü. Benimkinin de spor ayakkabı ihtiyacı bahanem oldu. Ayakkabı almamız gerektiğini söyledim telefon açıp bir de Dubai konusunda tecrübeli olmadığımı ekledim. Ama akşamın onikisini geçe benim telefona bir mesaj, annesi Ajman'dan sabah onu çeyrek geçe hereket edecekmiş, ben de O'nun arabasını izleyebilirmişim. Sabaha kadar beklemeyi uygun buldum düşünmek için ama işte...Çocukla plan yapmak nereye kadar? Zaten gidemeyecekmişiz. Sabah olunca zaten kusma eyleminden ve ciddi derecede baş ağrısından cebimi açmadım bile. Saat oniki gibi olduğunda hem doğumgününü kutlamak hem de durumu açıklamak için aradım. Mahcubiyet vardı çünkü zaten bir gün önceden mazeret yaratmakla meşguldüm kafamdan ama bu sefer iş mazerretten de çıktı.

Çok olumlu tepki aldım. Hiç bir şüphelenme veya imalı konuşma olmadı Allah'tan. Çok cici bir kadın zaten. Ufaklığın en yakın arkadaşı geçen hafta okula gemedi iki gün. Yüksek ateş... Dün alışverişe gittiğimizde karşılaştığımız velinin kızlarından ufaklıkla yaşıt olan da aynen...İki gün gitmemiş. Salgın bir yerden başladı mı hepsini bir elden geçiriyor işte. Babamla konuştuğumda " Ne kadar hastalanıyor ufaklık" dedi geçen gün ama bu böyle! Okulun başlamasıyla beraber bir de ne olursa olsun doğduğu yer değil burası ve dört yaşına gelene kadar karşılaşılmamış bu mikroplarla. Bambaşka bir memleket. Sıcağı zaten Allah'lık. 40 ları geçtik son iki haftadır. Yine de Ağustos ve Eylül...Aman aman! Dışardan alev topu girer içeriye.

Sabah kalktığımızdan beridir aralı sıralı kusup, diğer zamanlarda uyuyor yavrucak. O'na salonda yatak yaptım. Eşim masterının en son kısmına başladı. En uzun tezinin giriş bölümünü yazıyordu dün. Şimdi hala o işi yapıyor. Ben kiş yapmak için mutfağa girdim, ne göreyim? Mutfak yerleri bulaşık makinasından gelen suyla ıslanmış. Şimdi kuruladım bekliyorum...Ablamın bir lafı vardır her gün bir sorun diye, evini falan yazarken bana demiş ki yani bir gün hakikaten evin ortasından yer kırılıp petrol falan fışkıracak diye korkuyorum, bir gün baca delinir, bir gün çatı akar falan filan...Hakikaten öyle. Sorulunca insanın aklına gelmiyor tek tek ama böyle yazdığında anlıyabiliyor insan aslında günler dolu dolu, çözülecek sorunların elenmesinden ibaret, geçip gidiyor.

Hakikaten, dün akşamdan beridir zaten ufaklığın hastalığı yorgunluk yarattı, ben ikide, dörtte ve beşte uyanıp tekrar dalmışım. Ama tabi bugün ruh gibiyim. Sabah eşim dayısının yaşlılık sebebiyle yattığı hastanede öldüğünü öğrenmiş, bana bir şey söylemedi de ufaklıkla ilgileniyorum diye suratı allak bullak olunca bir de sigortayı aramasını söylemeye odasına girdişğimde öğrendim :( Derken, monitörü bozuldu. Haddiii onu köşedeki tamirciye götürdü, eski monitörü kurdu ama bir şey yokmuş meğerse orada çalışmış. Sonra sigortanın detaylarını alıp aradı ve adamların hafta sonu tatilinde olduğunu öğrendik. Ayakkabı alma durumu bu haftaya kaldı. Bilemiyorum ufaklık o ayakkabılarla gidiyor diye hiç içim rahat değil.Şimdi salondaki koltukta uyuyor. Sabahtan beridir hiç bir şey yemedi, gayet de normal. Yarın da böyle sürerse doktora götüreceğim. Hastane çok yakın, doktorumuz belli artık :)

Geçen sene tam İngiltere'ye gitme arifesi kızıl teşhisi kondu, iyi mi?! Doktora gittiğimizde gereken antibiyotikleri aldı da bembeyaz bir suratla atlattık o dönemi de. Çocuklar aslında belki mental anlamda seyahatleri sevseler de alıştıkları mekandan çıkmayı sevmiyorlar bence. Hayatın en önemli dönemi alışkanlık aslında onlar için.

Şimdi yemeği yapmaya dönmem lazım. Bir de hastamıza yoğurt çorbası yapayım :) Bakalım bulaşık makinasının altından su geliyor mu?

24 Mayıs 2007 Perşembe

Bir günün özeti (2)

Yanımda diyet Cornfalkes'im, bir yandan onu kaşıklarken diğer yandan yazıyorum...

Bugün bütün arkadaşlarıma davetiye yolladım, bloğumun adresini vermek için :) Bloğu yerli yerine oturtmak bayağı zaman alan bir işmiş. Şimdi bannerla ilgili ne yapabilirim düşüncesini araştırıyorum. Bir sürü bloğa girerek, konuların birbirine yönlendirmesiyle yeni programlar keşfediyorum. Bazıları tam aklımdaki sorulara yanıt bazıları ise son derece karışık...Ayrıca artık herbir yazdığım konuya da ayrı başlık uygulamasından vazgeçiyorum. Sonuçta, yazdıklarım makale değil günlük, adı üstünde, her günün bir ismi veya misyonu olmak zorunda diye bir şey yok. Ne güzel bir şey yahu şu özgürlük! Dolayısıyla, günün özeti ya, konular birbirleriyle bağlantılı olmak zorunda da değil.

Mesela, dün pencerelerin silinmesi hedeflenmişti. Buradaki evlerin çoğunda pencereler açılmaz bile. O yılların koyu tabakası hep pencerelerin üzerinde. İlk geldiğimizde sürgülü ve yüksek olduğundan anlamadım. Öyle kalmaya devam ettiler. Benimki, annesiyle babası ziyarete gelmeden önce akrobatik hareketlerle camları sildi. Onların yatacağı oda :( Sonra aradan zaman geçti, perdeleri yıkıyorum, baktım perde tertemiz olsa da dışardan gelen o akmış pislik herşeyi allak bullak gösteriyor. Aldım elime tornavidayı, camları söker misin sökmez misin derken becerdim. Evreka!

Sıra diğer üst kat odalarına geldi. Artık gözüme gözüme girmeye başlayınca buradaki yardımcım Kusum'la beraber ne yapacağımıza bakacaktık. Ama dün ufaklık okuldan çıktığında ona bay bay de, bununla konuş derken benim tepemin tası yine attı ve kızdım. İnsanlar çocukluklarından itibaren farklılar, hepimizin hamuru değişik. Bazısı var ağzını bıçak açmıyor, benimki gidiyor yanına " Hadi X ben gidiyorummm, bayyy!" diyor. Ya da annesi tarafından tamamıyla ihmale uğramış bir kızımız var benimkiyle aynı sınıfta, çocuk dışarı çıkar çıkmaz bana yapışıyor. Ay!!! Dışarda 41 derece sıcaklık, %70 lere varan nem! Hakikaten buharlar çıkarken kafamdan hiç tahammülüm kalmıyor ve benim kızın aşırı arkadaş canlısı ve herkesle konuşan yapısı beni deli ediyor.

Bu konuyu konuşmuştuk. Kaç kere hem de. Kuralımız okuldan çıkar çıkmaz ben biriyle konuşuyorsam sakince yanımda durması, eğer konuşmuyor da harekete geçmişsem tornistan yapmadan, dönmeden etmeden ve ben bayılmadan mümkünse elimin tutularak dışarı çıkılması. Çünkü bir yerde konu kalmayan velilerle konuşma zorunluluğu, bazen özlemek istediğiniz yüzleri günde iki defa görmek...Tam öğretmeniyle konuşurken, bu aralar çok fazla ödevin geliş sebebini açıklıyordu kadıncağız, bizimki tuvalete seyirtti. Tuvalette başka çocuklar...

Orada da kural var tabi ki. Birden fazla çocuk aynı anda tuvalete giremez. Ama kaos baki ya, bütün hepsi çıkmış bazısı hep geç kalan mimlenmiş analarını beklemek ve ortalığı bulandırmakla meşgul :( Neyse, öğretmenle konuşurken yan göz benimkinde, gitti açmaya çalışıyor kapıyı, kadıncağızı dinliyorum ama " Bir dakika bekle!" diyorum bir yandan. Hayır! Yok illa açacak! Ay hasta da olacağım ama sinirlerime de hakim olmam lazım, en sonunda hızlı hızlı ödevler konusunda bir sorun yaşamadığımızı, hatta zevkle bitirdiğini anlatıyor teşekkür ediyorum, bizimki tuvalete girme aşamasına geçiyor, diğer kızlar dışarı çıkıyorlar.

Tam çıkıyoruz, elimi tuttu, yürümeye başladık ama ben hakikaten fenayım sıcaktan, bir anda benimki tornistan dönmez mi?!!! Arkadaşı Natasha içerdeymiş, O'na hoşçakal görüşürüz yarın diyecekmiş. Ben patladım tabi. Dedim bu kaçıncı?!!! bizimki ağlamaklı yürümeye başladık arabaya geldik ama tabi konu kapanmadı.

Belki bu zamana gelene kadar olanlar anlatılsa ne gereği var denmez ama benim ufaklığın gerçekten de çok cana yakın halleri var. Çok küçüklüğünden beridir bunu kırmaya çalışıyorum. Çünkü diyorum ya çocuk bunlar tamam ama aralarında o kadar kırıcı olanlar ve özellikle bunu yapanlar var ki! Anne babadan bu davranış tarzını öğrenmişler çünkü. Onların diyalog kurma yöntemleri durup dururken " Sen benim arkadaşım değilsin!" demek olabilir. Ya da bir anda korkutucu bir şey söylemek, aile hayatıyla ilgili yalan olay aktarmak, bununla korkutmaya çalışmak falan filan...Ben şimdi bakıyorum mesela şu yaşımda kimselerle yapamam diyorum ama bu bizler minnacıkken bile belli olan bir doğruymuş aslında.

Neyse, arabada müzik çok sever, müzik konusunda ben anlattıklarımın dinlenmemesi konusunda kızdığımı ve açmayacağımı söyleyince bayağı bir tatsızlık yaşandı, söylediğimi geri almamak anlamında inatlaşma sürdü gitti ama tabi ki bir süre sonra ortam sakinleşti. Normal şartlar altında ufaklıkla yaşamak gerçekten de heyecan verici ve çok teşvik edicidir. Çünkü biz burada eğitimin bu ayağını deneyimliyoruz. Teşvik ederek verilen doğrular... Pekiştirme yöntemi de denilebilinir. Çocuğun olumsuz yönünden çok olumlu yönleri övülerek ve destek verilerek pekiştiriliyor.

Tam eve geldik, içeri girdik bu sefer tekrar bir içli içli ağlama durumu. Haydaaa! dedim çok mu kızdım nedir? Ne oluyor, tamam kızım konu kapandı. Hayır, o içli içli ağlayışı başka birineymiş. Bir de üzüntülü müzikten etkilenme huyumuz vardır, kesinlikle dayanamıyor acıklı bir parçaya. Hemen salya sümük...Acaba diyorum, ben farkında değilim slow bir parça falan mı çaldı fonda. Sonra eve girdik ve anlatmaya başaldı.

Zar, öğretmenine de bahçeyle falan ilgili bir şeyler söylemişti ama hakikaten sıcaktan kimsenin dayanacak gücü kalmıyor, hep bir geçiştirme hakim öğlenleri haklı olarak. Ben anlamadım ne demek istediğini ama bu olayı anlatıyormuş bizim kız meğerse. Okulda yan sınıfın bir öğretmeni var. Yüzünün gülmesi çok nadir yaşanan bir olaydır. Askeri tarzda çocuk yetiştirir. O da bir tarzdır kınamıyorum ama her çocuğa uymaz. Ve belli bir sürece ihitiyaç duyar o tip davranış. Benim hiç kanım ısınmadı işin açıkçası o kadına, ısınmak ısınmamak da sorun değil nasıl olsa benim kızımın öğretmenleri başka.

Bundan önce de benim trafiğe takıldığım bir zaman sınıfın baş dert potansiyeli olan bir erkek çocuğu bizimkiyle tuvalete girip çıkma oyunu yaratmış, ben gelirken onları görüyorum, onlar da beni, tuvalete saklanma oyunu. Yahu bunlar beşbuçuk yaşında çocuklar. Hemen heyecanlanıp tuvalete kaçtılar ama o sırada yine o suratsız orada. Benim kızımı yakaladı ve başladı fırça atmaya ama nasıl sert nasıl bastırıcı bir tarz. Benimki de ezildi büzüldü karşısında ay gebertecem kadını! Ben müdahale ettim ne oluyor şeklinde kızıma bir şey söylemedi bana ama benimkinin çok ağırına gitti. Zaten öğretmeni tanımıyor. Farklı sınıflar birbirlerini bazen bahçede girişte görüyor o kadar.

Bu sefer olayın kahramanaı yine aynı kadın. Öğretmenlerden biri ki benim ufaklığın gözdesidir O, benimkine mektup veriyor, öğretmenleri bulup verecekler. Aslında teneffüs zamanı ve bütün öğretmenleri buluyorlar, ardından bir öğretmene de vermek için öğretmenler odasında giriyorlar o sırada yine bu çıkıyor karşılarına onların dışarda olmaları gerektiğini orada bulunmamalarını söylüyor. Benimki anlatmaya çalışıyor ama baskın ya illa dinlemeyecek! Yine "Dışarı!" falan diye sesini yükseltiyor. Sorunlu! Hayret bir şey! Ufaklık öğretmeninin verdiği mektupla bir de fırça yiyip dışarı çıkıyor.

Belli etmemiş o an ki bugün sabah mektubu veren öğretmenle konuştum. Çok üzüldüğünü söyledim. Üstelik de orada bulunmasının sebebinin verilen görev olduğunu...Öğretmen haliyle elinden geldiğince bir yanlış anlama olduğunu söyledi ama sonra O'nun gidip diğer öğretmenle konuştuğunda dahi diğerinin mutabık kalmadığını da öğrendiğimi söyledim. " Muhakkak çok iyi bir öğretmendir eminim ama bizim kızı siz de biliyorsunuz elinden gelenin en iyisini karşısındaki mutlu olsun diye vermeye çalışan bir çocuk ve burada da hiç bir kabahati yok, biraz sert bir tepki, hatta sınıfta başka öğretmenler de varmış" dedim. Doğruladı... Bence o öğetmenle bizim kendi öğretmenlerimizi arasında da bir tuhaflık var.

Kadının sınıfına girdik bir gün sergi yapılmıştı. Gerçekten de işini çok profesyonelce yapmış. Gördüğüm en renkli sınıflardan biriydi ama IQ'nun yüksek olması EQ'yu yokediyorsa aman kalsın! Bu okulda en sevdiğim şey çocuklara karşı olan yaklaşım çünkü.

Sabah bunları konuşmak için gittim. Çıkışta velilerle karşılaştım. Veliler yan sınıfın velileriydi aynı konuları konuştuk onlar da bu öğretmenin hiç dinlememesinden ve baskıcı yapısından hoşnut değiller. Neyseki çoğu gitti azı kaldı bakış açısı var. Ve her yıl öğretmenleri değişiyor. Bizim için çok zor olacak kendi kadromuzun değişmesi...

Çıkışta velileri görünce bana kahvaltıya üniversite kampüsüne gittiklerini söylediler. Böylelikle yine aynı şey oldu. Benim cam programım kaldı ve hep beraber sohbetlemeye kampüse gittik.

Eve geldiğimde saat ona geliyordu ki, yine yazılara baktım ardından da yemek yapmaya koyuldum. Ufaklığın arkadaşı gelecekti çünkü. Ve tekrar okula gidiş...

Günler su gibi akıyor. Adrian New Mexsico'dan buraya gelmiş bir denizaltı arkeoloğu. Arkeolog olduğunu biliyordum da batık arkeoloğu olduğunu bilmiyordum. Müthiş bir meslek olmalı. Çok keyifle yaptığı işi anlatırken ülkelerine döneceklerini öğrenmek can sıkıcı oldu. Kocasının babası vefaat etme aşamasındaymış ve ortama adapte olamamış. Bunlar da buranın hadikapları tabi ki. Bazısı çok kolay alışıyor, bazısı mümkün değil uyum sağlayamıyor. Sonra, Avrupa'dan gelenlerin Amerikadan gelenlere göre daha başarılı olduklarının istatistikleri konuşuldu.

Demek ki Amerika'nın bazı bölgelerindeki şartlar burasıyla yarışacak düzeyde. Ama Adrian kendi adına çok üzgün. Bizim için sıkıntılı bir haber oldu. Ben sabahları pek gitmediğim için düzeldiğini ümit ettiğim ama yanıldığım bir durum. Yılları devirdikçe bakalım kaç ailenin gelip gittiğine tanık olacağız. Okul panosunda ikinci el satılıklar...

23 Mayıs 2007 Çarşamba

Yalan Hayatlar

Akşam, perdeleri kapatırken aklımda olan, sonra da unuttum diye hayıflandığım konu buydu. İnsanların yaşadıkları hayat nasıl da aldatıcı olabilir? sorusu...

Dün, Öğlene doğru bir arkadaşım kahve içmeye geldi. Çok disiplinlidir, tam bir sağlık gurusu da denilebilir aslında. Her sabah gittiği spor faaliyetinden asla vazgeçmeyen, geçen sene kızını bebek arabasına koyup, suyunu alıp, spor kıyafetlerini giyip yürüyüşe çıkan bir kadındı. Bu sene ufak olanın da okula başlamasıyla beraber hemen üye oldukları klübün yüzme havuzu ve ardından da fitness center'ı nı asla aksatmadan, hasta olanlardan deliler gibi kaçan bir insan...

Neyse, normalde buraya gelen Asya kökenli hanımlardan biri. Eşi İngiliz. Bizler gibi yani karışık kültürler. Her iki kültürün iyi taraflarının verilmeye çalışıldığı, evrensel doğrularla yetiştirilmeye çalışılan çocuklar...

Sohbetlerimiz esnasında buralarda yaşanan ırkçılıktan konu açıldı. Bir hareket tarzı devlet politikası haline dönüştürülmeden, rakkamlara dayanmadan yalnızca kişisel tecrübelerle kalır. Yani genelleme yapmak da afaki olur, ben hiç tanık olmadım. Teoride, öğretmenlik konusunda üniversite mezunu olup İngilizcesi yeterli olanların CELTA denilen bir kursu alabilme şansları var.

Bu kurs genelde kendi ana dili İngilizce olanların, ana dili farklı olan yetişkinlere ders öğretecekleri teknikleri veren bir kurs. Gönüllü olan insanlar bayağı yüklü bir ücreti iki ya da üç harekette verip, ardından sınavlardan geçemezlerse ki dediğim gibi sınavlar ana dili İngilizce olanlara göre ayarlanmış tür, paralarını da riske etmiş oluyorlar. Bana göre korkutucu...

Konu, buradan açıldı. Eşleriyle bereber Arap Emirliklerine gelen yabancı uyruklu hanımlardan bazıları boşluktan da yararlanarak, " Neden olmasın?"larla başlayacakları bu kurs hakkında konuşurlarken, benim arkadaşım kendisi için kursun ne anlama geldiğini anlatmaya başladı.

Evet, İngilizler, Uluslararası iş arama konusunda yeterli derecede diplomaya sahip olduklarında tercih konusu ediliyorlar. Bunu ırkçılık olarak değerlendirip değerlendirmemek konuşuldu aramızda. Sonra bana sordu, aynı diplomaları alan ve öğretmenlik konusunda başvuru yapan iki kişi...Biri İngiliz, diğeri başka bir ülkeden geliyor, ikinci dili İngilizce.

Dedim ki, bunun aslında ırkçılık la değil doğuştan gelen avantajla alakası var. Öğretmen adayı dil anlamında gerçekten ana dili gibi konuşuyorsa İngilizceyi sorun yok, ikisini eşit karşılaştırır, birbirlerine göre avantaj ve dezavantajlarına bakarım ama aksanlı konuşan bir İngilizce öğretmeni yerine akıcı ve açık konuşanı tercih ederim.

Bazı bölgelerde İngilizce aksan bayağı değişiyor. İngiliz Krallıkları için bile bu geçerli. Başvuran Hintli de olabilir, eğer bir İngilizden daha açık bir aksanı varsa, düzgün konuşuyor ise kesinlikle İngiliz olacak diye bir kural yok dedim. Ama buralarda bu dezavantaj varmış.

İş görüşmesine hiç gitmedim Arap Emirliklerinde. Gitmeye de şimdilik niyetim yok çünkü karşıdakini çok güzel aldatabilecek bir aksanım var. Gören zanneder ki Oxford mezunu. Ama benimki kulak. İşe girsem, işin kendi formatları, İngilizce yazışmaları, telefonda iş görüşmesi İngilizcesi...Bunlar, alanlarında yetişmiş olmanız gereken bambaşka konular. Her zaman demişimdir, İngilizce biliyorum demek çok muallakta kalan bir söz. En azından yerimi biliyorum. Çok iyi bir konuşma İngilizcesi ama berbat bir kompozisyon yazma düzeyi...Ayrıca mezun olduğum okulların hiç birinde öğretilmesi gerekli olan İş İngilizcesi de öğretilmemiştir.

Dolayısıyla, ben yine kendi çapımda, tamamıyla devlet okullarını bitirmiş bir zat olarak, büyük bir gelişme gösterdiğimi düşünsem de boyumdan büyük işlere kalkışmaya hiçbir gerek görmüyorum. Daha doğrusu belki de başarı saplantım olduğu için, çuvallayabileceğim ya da zamanımı benden çalıp yine başka hiç bir şeye zaman bırakmayacak bir fiilin içine girmek istemiyorum.

Piyasalardaki, hele böyle binbir yabancı kültürün ortak paydası olan İngilizcenin vazgeçilmezler olduğu bir yerde farkları kavrıyorum. Ama bunu varlığıma tehtid olarak algılamıyorum. Tersine zamanında yapılamamış bir uzun vade planı olarak görüyorum. Eğer ben uluslar arası bir platformda çalışmak istiyor olsaydım, bambaşka formasyonlardan geçmem gerekiyordu.

Sharjah'da çalışan Türk olup da öğretmenlik yapan yok mu? Tabi ki vardır ama onlar bir kere öğretmenlik okullarından mezunlar bir. İkincisi gelen tüm öğretmenler yüksek düzeyde ders verdikleri zaman, masterlarını da yapmış olmak zorundalar.

Bu şartlar altında arkadaşım dedi ki " Zaten bizim döneceğimiz yer Yeni Zelanda, oranın ana dili İngilizce ve benim hiç bir şansım yok öğretmenlik konusunda, dolayısıyla bu kursa para vermeyi de gereksiz görüyorum." Haklıdır, ana dili İngilizce olan öğretmenlerin yanında bunu yapma becerimiz daha düşük seviyededir. Ama insanları eğer deri rengine, kıyafetine, kültürüne falan göre değerlendirip, aldığı kağıtları bir kenara koyuyorlarsa o zaman işler iyice sevimsizleşir. Ama bu ince çizgiyi anlamak da çok zor. Aynı işe talip olup aslında çok da iyi özellikleri olmayan bir Asyalı diyelim, kabul edilmeyince bunu ırkçı bir bakış açısı olarak kötüleyebilir rahatlıkla. O zaman ne olacak peki? Belki, o işe zamanında başvurmuş ve kabul edilmemiş bir sürü İngilizce öğretmen adayı da vardır ama akıllarına bu olasılık gelmez bile.

Asyalı arkadaşım, kendi ülkesinden gelenlerle ortak paydalarının çok az olduğunu, bazen yalnızca aynı dili konuşmak için bir araya geldiklerinde fenalıklar geçirdiğini anlattı.

Sonra kendi kültürümü düşündüm. Hiç bir şeyi genellemek istemem ama daha kapalı, seçim şansı daha az ortamlardan gelen insanların burada aldanmaları ve yepyeni bir hayata başlayıp, geleceklerini tamamıyla boşlamaları çok olası bir durum. Ne oldum delisi denir hani. Arap Emirlikleri'ne istihdam edilen insanların kalitesi akademik veya profesyonel iş alanları anlamında çok yüksek ve uluslar arası standartlara uymak zorunda. Zaten, dünyada bir sürü insanın başvurduğu bir işi tırtıklamaya çalışırken aynı pastayı bölmeye çalışmanın da stresi var.

İnsanlar gelirken çolukları çocukları ve evleri...Kısacası, hayatları değişiyor. Bunu sağlayabilmek amacıyla da çok farklı imkanlar sağlanıyor. Evin kendi evin değil ama içinde yaşadığın kocaman mekanlar sarhoşluğa sebep olabilir. Avrupa ve Türkiye standartlarında yanına yanaşamayacağın arabalara binmek... Birden, süpermarkete gidip iki elma, beş domatesle eve dönen İngiliz ya da diğer Avrupalı, burada büyük meblağlı alışverilere, geniş mekanlı evlere geçiş yapıyor.

Ve birden değerler alt üst oluyor. O zamana kadar hayali kurulmuş olup dokunulamayana sahip olmak, insanları o değerlere yapıştırıyor. Sanki hep öyle büyünmüş, hep o standartlarda yaşanmış psikolojisi baskın çıkıyor.

Ama işte bu hayatlar bakıldığında içi boş balonlar...Sana ait neyin var? Hiç bir şey! Bir tek imkan var verilen aslında, para biriktirme imkanı. Verilen diğer herşey işini kaybettiğin an vazgeçilmesi zorunlu olan çocuğunun eğitimi, oturduğun bahçeli villa ve kocaman başka yere sığdıramayacağın araban...

Bu hayatlar yaşanırken bunu idrak etmek çok önemli. Geleceğinin garantisi hatta. Şımarmamak ve içine sindirerek minimumla yaşamanın gerekliliği burada yatıyor. Sen konuşursun villada yaşıyorsun! denmemeli çünkü o şartların içinde olan bir şey. Ekstra para verilip yaşanabilecek son yer. Önce, çocuğumun eğitimi...

İşte, dün akşam perdeleri kapatırken, kocaman evin içinde, bu yaşanılanın nasıl da aslında bir ilüzyon olabileceğini düşündüm. Ve yaşadığım doğruların bir daha önemine karar verdim. İhtiyaç olmadıkça hiç bir şey almamak...Bu alışveriş cennetinde imkansız neredeyse ama onu da ihtiyaç olmadan çıkıp dolaşmamakla sağlıyorum...

Disneyland'deyim diyorum burası için. Hiç bir şey gerçek değil, gün gelecek geride kalan ben, ailem ve biriktirebildiğimiz kadar para olacak...Bu tip yerlerde kaldıkça çok akıllı davranmak gerekiyor. Aslında, hangi şartlara sahip olunursa olunsun günü minimum yaşayıp ya da gerekenlerle kapatıp, kalanı geleceğe yönlendirmek... Bakalım bunları kağıda döküşümüz kadar kolay becerebilecek miyiz? Aslında, esas soru bu.

21 Mayıs 2007 Pazartesi

Günaydıııın!!!!

( Bizim kızın 5 yaş çalışması, en sevdiği arkadaşı, bu renkler Fotoshop'da babasıyla seçtiği renkler, resmin arkadaşının görüntüsüyle alakası yok ama olsun :) )

Efendim, yine yoğun bir güne başladıkkkk! Dün akşam yatağa gidiş saatim biri buldu yine, yakında yarasalar gibi yaşamaya başlayacağım. Bugün heryerim ağrıyor, hasta olacağım ya, aylık PMT dönemleri...Bir yere yazmıştım da bir türlü bulamıyorum, hastalanmadan önce 22 tane falan semptom saptadım kendimde. Klinik vaka!!! Kaç kaç kaç! Eşim, herkesden önce anlıyor artık, mutfaktan dronkkk, çatırt, pattt! diye sesler gelmeye başladığında ve ben konuşmak yerine diş sıkmaya başlamışsam, saçlarım diken dikense..vesaire, listemi bulunca paylaşırım. Tek duam bu döneme gelmez inşallah İngiltere seyahatimiz, seyahat de demeyelim de aile ziyaretimiz. Zira, herkesi bir kaşık suda boğup, bir de üzerine benzin döküp yakasım geliyor da...

Dün gece de saat dokuz civarı başlayıp, onbir gibi biten mutfak temizleme fiili, hamilelikteki " Dişi Kuş Sendromunun" her 21 günde bir tekrarlanan hali. Ben böyleyim işte, sürekli kafamda kendime göre projelerle dolaşırım. Kırk tilkili kadın :) Aaa bu ismi de çok sevdim ben!

Neyse, dün akşam da saat on ikiyi gelmiş geçiyor, benim gözler aynı Walt Disney karakteri Guffy kıvamında dönmekle meşgul ama takmışım kafaya ya kendi bloğumun logosu nasıl olsun?! Bak resimlere, bak oraya, bak buraya derken ööle kes yapıştır yapmayayım dedim. Benim ufaklık zaten resim konusunda makina gibi çıkarıyor, ilk yazıma koyduğum huzur dolu, mutlu kedi beni anlatıyor, e ben daha ne isterim?! dedim kendi kendime. Şu aralar kurşun kalem çalışıp bırakıyor, boyama alanına çok hırslı girip acayip boyamalar yapıp bitiremeden bıraktığı içindir ki bunu boyamadan koymuşum dosyaya. Hemen babamızın bilgisayarına çıktı almak amacıyla yolladım, şimdi çıktı çalışılmak üzere benim yanımda bekliyor. Ben boyama anlamında bir el atayım dedim. Ve yemeğim yok ve kendimle ilgili bayanlara özgü olan o harika işlerden... Günün yapılacak listesi :( Ve, ve, ve...

Sabah sürekli yazıştığım bir arkadaşım var, ikinci çocuğunu bu sene doğurdu. Üniversitede beraber kaldığım yurt arkadaşlarımdan biri...Ufaklıklardan bir tanesi kız benimkiyle yaşıt, diğeri oğlan daha bir yaşına girmedi. Ben hala yapsam mı yapmassam mı? Hazırlık da lazım, doktora gitsem mi, gitmessem mi...yi falan düşünedurayım, bayılıyorum böyle bitirip, hamilelik aşamalarını geride bırakıp çocuğunun büyümesini izleyenlere...Gerçekten özenilesi bir durum...

Bazı sitelerde ufaklığı olmayanların aynı benim eski yazdıklarımı dile getirdikleri bloglar gördüm. O zamanlar ben de yazdığımda " Bak, bir olsun, büyümeye başlasın görürsün nasıl değişecek fikirlerin!" diyenleri tepelemek gelirdi içimden. Bir de planlı, zamanı geldiği düşünülerek yapılmış bir çocuk benimki. Öyle haybeye hamile falan da kalmadım. Ama şimdi bakıyorum da altı yıl önce aldığımız bu kararda, şartları, benim ara verdiğim çalışmadığım dönemi, bulunduğumuz mekanın sıcak, günlük güneşlik, bol köpekli, denizli bir memleket olmasını düşünmüşüz ama çocuğun ne demek olduğunu, büyüdükçe bize neler verebileceğini, nasıl katıksız bir sevgi olduğunu bilmeden, anlamadan robot gibi alınan bir kararmış.

Sonra, premtürelerle ilgili kitap yazdım, hala basılacak :( Başka bir basımevi ( ki bu alınan ve onaylanmasına rağmen zaman aşımı, ekonomik çöküşler sebebiyle yarı yolda kalınan üçüncü basımevi oluyor :( neyse...) Kitabımı kontrol eden doktor arkadaşlardan biri, " Siz hamileliğe hazır olmadığınız bir dönemde bu işe soyunmuşsunuz." demez mi?! Aman Allah'ım, ne demek yani demiştim kendi kendime, yahu ilk tecrübe! Gelmiyor işte öyle ilahi duygular bir anda AAaa! Bir de adamcağıza kendimi savunucu, benim gibi annelerin ne hissettiğini anlatıcı ne kadar da şey yollamıştım. Şimdi gülümseyerek ne demek istediğini anlıyor ama ilk annelik duygularıyla tanışacak olan kadınların motomot aynı değil ama benzer aşamalardan geçebileceğini tahmin edebiliyorum.

Zaman...Derler ya zaman herşeyin ilacı diye. Kesinlikle doğru, bazı şeylerle anında çok savaşarak kendimizi yıpratıyoruz ama zaman geçtikçe herşeyi daha olgunlukla ve az ataklıkla karşılayabiliyoruz.

Sabahleyin ufaklığın beslenme çantasını hazırlıyorum. Ton balıklı sandviç istedi, yuvarlak hamburger ekmeklerinden almışım. Bayılıyor değişiklik yapmaya, yanına salatalık koymak istedim, ilk önce razı olmadı, sandviçten balık bulaşıyormuş, soggy oluyormuş sandviç :) Böyle de yarı İngilizce yarı Türkçe takılma durumlarımız var tabi haliyle. Ben bir anda beslenme kabının içine ekstra küçük bir kap koyacağımı ve böylelikle bulaşmanın da önleneceğini söyledim. Yüzüm aydınlandı bu fikri söylerken farkındayım. O sırada benimkinden cevap geldi; " İstemiyordum ama o yüzündeki gülümseme için tamam diyorum. Mutlu bir aile, ne güzel!"

İşte! Ya!... Bunu çocuklarımız olmadan, ilk çocuklarımıza hamile kaldığımızda bilmiyoruz! O, zamanla geliyor, yetiştiriyorsunuz, size verdiğinizin yansımasını geri verdiklerinde...Deneyimledikçe, yaşadıkça...Bazen başkalarının saç baş yoldurtan, ciyak ciyak bağıran, krizler geçiren ve geçirten mutsuz çocuklarını gördüğümüzde ( eskiden olsa uyuz çocukları derdim mesela artık demiyorum görüldüğü üzere ) " Amaaannnnn!" diye kaçtığımız zamanlar...Ama unutmayın, çocuk sizin ve siz yetiştiriyorsunuz. Öyle bir şey olabilir mi? Herkes kendisi nasıl rahat ederse çocuğunu o şekilde yetiştirir. Bu da kendinizin mutlu olacağı anlamına gelir.

Biz, karı koca kaotik ortamlardan arkamıza bakmadan kaçtığımız için aynı yansıma çocuğumuza da geçti. Zamanında kendi kendine yattı, zamanından önce (!) hep altılarda yani, kalktı, ama olsun, farklı, erkenden başlayan, aktif bir hayata dönüş...Doğma aşamasıyla beraber gelen acayip yaratıcı bir dönem...Yani, bende etkileri hormonal değişimlerle nasıl farklılıklar gösteriyorsam aynı şekilde yaşandı. Tek düze gitmedi hiç bir duygum. Geçmişte yazılanlar da o ana ait hissedilenler ama yargılanacak hisler değil çünkü hepimiz değişiyoruz. Yaşlandıkça daha huzurlu, daha kendi kendine yeten insanlar haline geliyoruz. Bu, çevremizdeki herkese yansıyor, hiç alternatifsiz. Şimdi diyorum hamile kalsam, ne kadar da farklı yaşarım. O yüzden bazı yaşlı anneler görüyorum burada, çok olgun ve yerli yerine oturmuş hallerine imreniyorum.

Mesela, kızımın en yakın arkadaşının annesi...Geç evlenmiş ve hemen üç yıl arayla iki çocuğu doğurmuş harika bir kadın. Nasıl bir soğukkanlılık, nasıl bir dingin enerji ve çevresinde bıraktığı etki " Herşey kontrol altında." Bunu seviyorum. Kendimle barışık olmayı ve dinginliği...Bunu tekrar deneyimlemek için çok az bir zaman kaldı, yani inşallah...Herşey kotrol edilip de start alınana kadar. Belki de hiç deneyimlenemez...Hayat bu. Prematüre ikizlerim bana herşeyin normal zamanda planlandığı gibi gitmediğini anlattılar. Çok şey öğrendim, kızımla da hala devam ediyorum. Bu ölene kadar da sürecek.

Şimdi telefon geldi :( Benim varis için sigortadan onay gelmemiş, doktoru aradım, sordum "Ne yapmam gerekli?" diye, yalnızca onaylanmadı kağıdı gelirmiş, "Eğer isterlerse daha fazla rapor da yazarım." dedi. Bakalım...Bu akşam eşim gelsin, sigorta ile ilgili bilgileri alayım. Gerçekten de sol bacak rahatsız edici çünkü. Yarın sigortayla konuşup gereken ekstra bir şey var mı diye sorarım. Ya da neden? Olmazsa, hani en kötüsünden devlet hastanesini de denemek lazım belki. Eğer özelden sorun çıkarsa oraya da bakmak, doktora sormak gerekiyor. Dergide okumuştum, özel hastanelerin servislerinden de çok memnun insanlar var diye. Denenmeden bilinmez, ağlamayan çocuğa meme verilmezzzz!

Şimdilik ara :)

Dünya Küçük :)


Bundan sonra yazılarıma ufaklığın bilgisayara geçirebildiğimiz resimleriyle başlayacağım. Kelalaka konular olabilir, dert değil, yazı o zaman çok kara kuru oluyor. Anlattığımla ilgili foto bulacak halim de olmadığından bu çözüm en iyisi :) Yine bir beş yaş çalışması, kedi ve mutlu bir günün yansıması :)

Dün akşama doğru üç yıldır sürekli yazı yazdığım yer sayesinde tanıdığım bir arkadaşım, kısacık bir mail atmış. " Teyzeoğlu X'in selamı var..." Uzun zamandır da mailleşmiyoruz.

Bizde aile bağları beter olduğu için bütün yeni nesil bibirinden kaçmakta bulmuştur kurtuluşu. Birbirimizi cenazelerde gördüğümüzde " Aaaa bak bu da bizim kandan! Ne kadar da güzel ( ya da yakışıklı ) olmuş, kan da çekiyor anasını satim!" der, sonra da bir onbeş yıl başka biri ölene kadar yine görüşmemeyi seçeriz. Çünkü biliriz ki öyle bir girişimimiz olsa benim özellikle anne tarafı ak diyeceksin, bok anlayacak, zart diyeceksin, zurt diyecek, baba tarafına gelince, o tamdan kopuk. Babamın toplam dört kardeşinden ikisi mefta, biri Almanya'ya gitmiş yüzyıllardır orada, diğeri en son gördüğümüzde ülkemizin bir şehrindeydi, şimdi nerede hiç bilmiyorum.

Amcalarımdan biri Alamanya'dan geldiğinde babama o kadar benzetmiştim ki yanına sokuldum ama adamda tık yok! Sanki babamın robot kopyası, içinden duyguları çekilmiş, yemin ediyorum herhalde altı ya da yedi yaşlarındaydım. Şımarık kediler gibi koltuğun yanına çömelip, kol konulan yerden aşağı sarkan elinin altına kafamı sokmaya çalışmıştım ama nafile...Görüş o görüş! Babama lenf kanseri teşhisi konduğunda bir içkili anında belki " Batsın bu dünya!" diye döşediği mektup da babamın kendini bu meretten kurtarmasıyla bir dahaki ölüm tehlikesine kadar (!) ara verdi.

Neyse...Aile meselelerini yazmaya kalksam sayfalar alır ama hakikaten arkadaşımı yazdığım yazılar vasıtasıyla tanımışım, hiç teyze kızları oğulları falanla alaka ilgi yok. Benim ilgim yok ki O'nun olsun! Dün arkadaşımdan gelen bu kel alaka maile ( o sırada ismi bile anlamıyorum ya o yüzden alakasız diye düşünüyorum ) başladım yazmaya..." Kızım aradan o kadar zaman geçti yazdın anlıyorum ama sanırım başka birine yolladığın mail bana...bi dakka...bu teyze oğlu...aaaaa! adı! evet evet aynı! " Donkkkkkkkkk!

Meğerse, bunlar altı yıldan beridir tanışıyorlarmış. Son iki yıl pek görüşememişler ama geçen hafta ziyaretlerine gitmişler. Sonra, laf lafı açmış derken mevzu kadınların çalışıp çalışmamasına gelmiş. Bu konuda benim de yazdığım yazı vardı, sonra konuyu buraya taşırız ama herneyse, arkadaşım bunun kadına kalan bir seçim olması gerektiğini ve hep evde oturmayı hayal ettiğini falan anlatırken, bir anda beni örnek verip, " Mesela, benim kocası İngiliz bir arkadaşım var, Abu Dabi'ye yerleştiler ve hatun evinde gayet mutlu yaşayıp gidiyor..." demiş ve benim teyze oğlu lafa dalmış " Adı nedir o arkadaşının?" diye sorunca,
bizimki; " Ya bi dur lafımı bitirecem, yani ne?!!! Adını söylesem tanıcan mı ki sözümü kesiyorsun?!" falan demiş. Teyze oğlu, tekrar ısrar edince arkadaşım da " A ha bu!" " O benim teyze kızım olur!"

Arkadaşım haliyle olayı alaya almaya başlamış, hakikaten çok absürd bir durum. Eskiden Türk filmleriyle falan dalga geçerdik, hani babasıyla çocuk tanışmıyorlardır da çocuk kazık kadar olunca yolda giderken omzuna yanlışlıkla değen adama " Size baba diyebilir miyim?" der, O'da babasıdır zaten. Tesadüfün böuylesi yuh!!! falan derken film bildiğimiz karelere atlayarak sonlanır :)

İşte, alın! Hayat normal seyrinde akıyor ve koskoca yedi küsur milyonluk İStanbul'da benim yazı yazdığım yerden tanıdığım, sonra çok da samimi olduğum arkadaşım ( çok da severim kendisini :), hani okudu mu benim bloğu onun testini bu bölümle yapıcam :) ) git sen bula bula benim tayzemin kızının oğlunu bul! Yani tam teyze çocukları değiliz. Ama olsun!!!

Ha! Bir de çocukcağız iyice abandone olmuştur gittiğimiz yer hakkında. Sharjah'ı kimse hatırlamıyor ki, annem zaten aynı sorundan müzdarip olduğundan herkese; " Dubailere gitti bizim kız" diyor, bizim yıl içinde Dubai'ye gitme sayımız 1/8!!!! Annemden duydukları memleket Dubai'ydi, şimdi de Abu Dabi oldu. Sharjah iki durak sonra :) Valla karı koca kaçkınlar gibi sürekli yer değiştirirsek olacağı budur!

Şimdi sırtım ağrıyarak yazıyorum çocuklar bunu :) ( babaannem hisleriyle yazmışım, bir anda çocuklar bölümünü eklemek istedim, kendi bloğum değil mi, canım ne isterse yaparım, ay nasıl da seviyorum yaaaa :) ) Benim mutfak dolapları böyle dışarı dışarı veriyordu kendini, bugün sabah haftalık alışverişe gittim, arkadaşlardan birine fikir yazısı yazacağım diye iki saatim mefta olduğundan, postaneye gidip de ablama mektubu atamadım, yarın sabah o var planda.... Eeee?! Yahu, hakikaten hiperaktiflik var bende bu gün, şimdi bu geçen cümleyi tamamlamışım ve aşağıdaki alışveriş bölümüne geçmişim. Bu paragrafta mutfak dolaplarımın içini açıp bir anda büyük bir galeyana gelişle her türlü torbası içinde olup, lastik bantla kapatılmış, eciş bücüş üstüste biriktirilmiş, bazılarının zamanı geçmiş falandı filandıları topladım. Fazladan kavanozum vardı diye atmıştım, Allah'tan kağıtları atmışım da hepsini geri çıkartıp kırmızı mercimeğimi, pirincimi kısacası neyim varsa hepsini kavanozlara koydum, üstlerine de son kullanma tarihlerini bir güzel ekledim :) Bize yemeğe gelmeye kalkan olursa diye yazıyorum, çöpten çıkardığım kavanozun içine mercimek koydum böğğğğğğhhhh! ( Şaka yav! Yıkadık tabim kiiii! ) Ay, nedense bir anda Avrupa Yakasındaki o adam aklıma geldi, hani elinde james bond çantasıyla dolaşır ve tel tüy saçlarıyla zıplar hoplar falan...O parantez içinde kalan bölümü O'nun gibi okuyun bakim :)

Sonra, hiç kullanmadığımız bazı şeyler vardı Türk çayı yapmak için demlik falan, Türk çayı yok ki anasını sattığımın! O zaman o yer kaplayan zımbırtıları pek elin gidemeyeceği bölümlere yerleştirdim. Zamanı dolmuş deli bakliyat şu bu varmış, hepsini attım. Unutup, görmeyip de mükerrer aldıklarımı paketlerini açmadan aşağı dolaba, açılmışları ve halihazırda kullanılanları da dolabın yukarı bölümüne yerleştirdim.

Gülse Birsel "Çok ciddiyim" 2'deydi sanırım, " Ev sanki bir organizma mıdır ki kendi kendine pislenir, dağılır?!" falan der. Bence, ev cidden bir organizma. İçinde yaşayanlarla kesin enerji bağlantısı olan bir yapısı var.

Evimin her eşyasına bakıp, temiz tuttukça ve düzenli oldukça içimden resim yapmak geliyor :) Bugün içim çıkmış mutfağı temizleyip düzenlemekten içimdeki ses dalga geçer gibi " Nerede benim boyalarım, fırçalarım?!" diye tepiniyor :)

Düzensizlik, dağınıklık ve pislik beni içeri çekiyor. Bu şekilde bakılan her şey ise sanki bana gülümsemeye başlıyor. Kısacası, evimi çok severim ben. ( hiç belli etmem aslında da :) )İlk yaşadığımız yer kapıcı dairesinin yanıydı, gelenler adam kesecez diye tırsarak inerlerdi merdivenlerden aşağı. Köpeğimi aldığımda çeke ite soktum hayvanı evin katına indireceğim diye ama o küçük evi öyle bir hale getirmiştik ki hala eski haller gelir gözümün önüne. Bir de ilk yalnız yaşama denemeleri...Salon koltuğumda stressizlik ve sükunetten uyuyanlar bile olmuştur. "Çay yapıyorum, yanına da kek falan getiriyorum, şimdi gelecem." derken ha! :)

Dolayısıyla, mutfak işim saat onbir gibi bitti. Tezgahımı çamaşır suyuyla silip herşeyi yerine yerleştirdikten sonra çöpü atmak için dışarıya çıktım, eve geldim ki halamın evi gibi kokuyor. Müthiş ev kadınlığı olan bir kadındı. Hergün muhakkak mutfağını çamaşır sularıyla silerdi. Bir kirli bez, bir rengi atmış beyaz bulunmazdı evinde. İnsanları hatırlamak için bu kadar acayip kokular bile yeterli olabiliyor. Halam da çamaşır suyu kokusu ile özdeşleşmiş kafamda demek ki...Bir de evinde harmanlanmış, iyi suyla demlediği Türk çayı... Camdan dışarı bakıp sohbet ederdik. İnsanların ölmesi...Neyse, bu da ayrı bir yazı konusu olsun, herşeyi buraya tıkıştırmayayım şimdi.

Alışveriş benim, iki saatlik bir mevzudur. Nerede ne çıkmış ( kıyafet anlamında değil, ürün olarak ) bilgisayara takılıp çıkarılacak kablosuz monitör yaratılabildi mi, ekstradan takılabilen hoparlörlerin boyutları ne kadar küçültülebildi gibi ilgisiz alakasız şeylere bakarak başlarım turuma. Mesela kitaplar bölümünde muhakkak şimdilerde pasta ile ilgili kitaplara bakıyorum. Bugün cup cakes ile ilgili çok şık, bir sürü teknik anlatan bir kitap buldum. Alınasıydı da...Ama, dağılmadan bakmam lazımdı :(

Alışverişi yapıp eve geldiğimde ( tekrardan kullanılan torbalarımla, onu da sonra yazarım ) saat 12:30 gibiydi, biri geçe ufaklığı almaya okula gideceğim için hemen yerleştirmeler tamamlandı ve ben dışarının neminden dolayı havaya kalkmış tozların yapışmış olduğu halimden kurtulmak istedim. Ve bir buçuğa doğru okula yollandım.

Ufaklığın okuluna geçen hafta itibarıyla kağıt dönüşümü için conteyner konuldu. Ben bir dönüşüm firmasıyla görüşmüştüm ama onlardan telefon ve bilgi beklerken başka bir yer devreye girmiş. Sonradan bizimkinin öğretmeni daha önceden bahsettiğim firmayı sordu ve kartını istedi çünkü getirip koydukları şeyin üstü açık, uzanabilmek biraz zor, genelde kuru bir rüzgar olur buralarda, o rüzgar da alıp öbür tarafa yapıştırıyor atılan kağıtları. Neyse, değişikliğe gidileceğini söylediler bakalım ne olacak? Ama ne olursa olsun ne kadar da karton türü kağıt çıkartıyormuşuz şaşaladım. Şimdi biriktirip okula götürüyorum. İçim rahat, kağıt konusunda kuş gibiyim. İkinci merhalede diğer malzemeler de devreye girecek. Olması gereken de bu.

Yarın sabahtan itibaren yürüyüş bandıma çıkıyorum, belime aldığım bır bır makinamı takıyorum ve az yiyorum! Karar verilmiştir! Bu gece son baktığımda 56 idi :( Hemen 50 ye inmem lazım! Eskiden yiyip de kiloya dönüşsün diye yatan ben, teyzemin iki çatalı alıp yürüyüşümü taklit etmesi mazide kaldı. İnsan çok değişiyor çoooookkkk!

Bu arada, çatalı bana benzeten teyzem, teyzemin kızının oğlunun da teyzesi oluyor :) Nasıl anlattım ama :) Yani konuyla bir alakası yok çatal dışında :) Hadi hadi bana iyi gecelerrrr...

20 Mayıs 2007 Pazar

Bir Pazar günü



Yanımda kızımın resim çalışmaları... ( yukardaki birinci açılış yazımdan sonra koyduğum ikinci örnek, beş yaş çalışmalarından :) Noele yaklaşırken yapılmış bir yeni yıl kartı, e durmadan National Geographic seyredilirse, Noel kartında da yeşil (!) köpekbalığı tarafından yenmek üzere olan rengeyiği gayet olağan olur :) )

Biraz önce ablama yazdığım 30 sayfalık mektup için fotoğraf çıktısı ayarladım. Bu hafta mektup atmam gerekiyor.

Başka bir iş, alışverişin yapılması. Bizde haftalık alınır toptan. Öyle sürekli git gel hem keseye zarar, hem de doğaya. Listemi yaparım, ona göre hareket ederim. Dediğim gibi ürünleri alırken de bütün hepsinde kullanılan plastiğin ne olduğuna, dönüşümlü olup olmadığına ciddi derecede dikkat ederim. Kendi kendime yeni koyduğum hedefim, plastik kullanımını minimize etmek. ( Yahu Allah Allaaaah! aynı Türkiye deki gibi yol çalışmaları geldiğimizden beridir ( 2 yıldır ) bitmedi, hayır ev başıma yıkılacak diye korkuyorum! İlk defa bu kadar gürültü oluyor, kocaman makinalar kullanılıp zemin de kum olursa iletkenliği böyle hissedilir. Hep aynı yerde değil tabi ki bu çalışmalar, farklı farklı mekanlarda ama sürekli bir faaliyet var. )

Aslında daha yemeğim yok, İtalyan Cannelloni yapacağım. Domates soslu... ( Lazanyanın silindir şekline katlanmış hali. İçine malzemler konuyor ve firına veriliyor ) Tarifte verilen kırmızı şarabı ve olmazsa olmazlara giren ricotta peynirini aylık bütçe dengeleme çalışmaları sebebiyle başka bir bahara olarak değiştireceğim :) Kıymayı sabah buzluktan çıkarttım. İçine değişik peynirlerden hazırlanmış iç yerine ben soslu kıyma hazırlayacağım. Elimde hangi peynir varsa onu kullanıp, başamel sos hazırlayacağım. Diyorum ya, terifler illa ki yazıldığı gibi uygulanacak diye bir kural yok! Belki yaptığınız bambaşka bir tada dönüşüyor ama olsun, ne yapalım, bu ay Cannelloni'miz böyle olsun :)

Bilgisayarımı düzenleme aşamasına geçtim. Yanımda dosya anlamında hiçbir şey taşımak istemiyorsam Türkiye'ye ve İngiltere'ye giderken o zaman, bilgisayarımın ( yani dolabımın ) çok iyi düzenlenmiş olması gerekiyor. Şimdiye kadar çekilen fotoların hepsini download etmişim ama programın içinde birbirinden bağımsız duruyorlardı öyle. Önce onları hazırlanmış olan tek çatı altında topladım, ardından yıllara ayırdım ve bunu kocamdan kopya çektim :) Gereksiz yere yedeklenen fotolar mı bulmadım ya da oraya bir şekilde gelmiş ve içi bomboş kalan dosyalar mı?...Hepsi fotoğraflar anlamında düzenlendi. Şimdi geldi kızımın arşivlenecek ve düzene konması gereken üretimlerine. İnsan yurt dışında yaşayınca hayatına tekerlek takıp kendi ülkesindekilerle paylaşmaya götürmek istiyor. Utanmasam ışınlanma metoduyla herkese ama herkese ufaklığın okulunu göstereceğim, öğretmenleriyle tanıştıracağım, karnesini tek tek okutacağım, bütün fotolarını gösterip, kendimle birlikte alıp arabama atarak dolaştıracağım, özel sağlık sigortasının nasıl önemli olduğunu, aslında ortlama yaşayan herkesin ne kadar da sağlık hizmetini eşit alma hakkına sahip olduğunu anlatacağım...Yani, işim çok! Bütün bunların hepsini kendi bilgisayarıma sığdırmam gerekiyor. Bunu yapabilmek için de düzenli olmak lazım. Geçen sene lap topum yoktu, bu sene acısını çıkaracağım :)

Daha önce de yazdığımı hatırlıyorum. Bizim ufaklık şu an kendine göre bir sergi açabilecek boyutta resim meblağsına sahip. Bu durumu değerlendirmek istiyordum. Şimdi, yaşlara göre ayarlarsam, belki bir sonraki aşamada Picassa galerisine yüklerim. Bunları gitmeden halletmem lazım. Yalnız scannerla şimdiye kadar hiç işim olmadığından neler yapılması gerektiğini öğrenmem lazım. Bunun dışında sürekli e mektuplaştığım insanlardan bir çoğuna Türkiye'ye gitmeden önce haberleşme yazısı yazmam gerekiyor. Bunlar lisetede bekleyen ve yapılması gereken işler.

Yukarki katta bana ait resimler, yarım kalmış yazılar, toza dumana bulanmış dosyalar ve Lara'nın eski kıyafetleri, yatağı...Onları gitmeden önce kesin elden geçirmek ve düzenlemek lazım.

Eşimin annesiyle babasının 50. evlilik yıldönümleri...Oraya gidecek hediye ve giyilecek tiril, tiril, aklımda yarattığım ve hernedense takıntı yaptığım beyaz, üzerinde mavi çiçeklerin olduğu bir elbise. Bu sene bul bulabilirsen uzun elbiseleri, deli oluyorum, dizde biten elbise modası var diye neden bütün elbiseler dizde bitmeli ki?! İşte bir de uzun bir zamana yayılan dönemde ne giyilecek sorusuna yanıt bulunması lazım.

Bacağımdaki varis için doktora gitmiştim geçen Perşembe. Doktor Dubai'den bir tek Perşembeleri geliyormuş bana yakın olan hastaneye. Sağlık sigortamız olduğu için artık beni gerçek anlamda rahatsız etmeye başlayan bu durum için lazer tedavisi önerdi. Bu hafta O'nlardan telefon gelip gün verilecek anladığım kadarıyla. Bekliyorum...O kadar büyük paralara malolan işlemleri bu şekilde halledebilmek...İnsan gibi yaşayabilmek bu olsa gerek :)

Geçen haftalarda televizyonda rahim kanseri ile ilgili konuşma vardı. Bu programdan öğrendiklerim ve beni şaşırtan en önemli şey, bu kanser türünün virüs olduğuydu. Bildiğimiz virüs! Ve ortak kullanım alanlarından bulaşıyor, normal eşiyle yaşayan mazbut bir kadında bile görülme olasılığı %60 ları buluyordu.

Burada, hamile kalmadan önce olmazsa olmazlardan geliyordu. Her sene her kadının yaptırması gereken bir şey olmakla beraber, bizimkilerin " Parça alıyorlar, iğne gibi, anlık!" laflarının ne kadar kulaktan dolma bilgiler olduğu anlaşılıyordu. Öyle rahimden koparılan en ufak parça bile et yoktu. Yalnızca nasıl boğazdan kür alınır, rahim ağzı açılarak o kür bu sefer rahim çeperinden alınıyordu. Bu kadar!

Türkiye'ye gitmeden bunları da tamamlamam gerekli. Gerçekten kelle koltukta yaşıyormuşuz. Bilinçsizlik, en büyük düşman insana. Hem de dışardan gelen bir şey değil, doğrudan insanın kendi bedeninde yaşayarak gördüğü bir düşmanlık bu. Yani, listem kabarık...

Şimdi yine işlerime döneyim ve ufaklığın yaptığı resimlerin gruplamalarına odaklanayım. Allah'tan farklı dosyalara koymuştum yapılanları da, bir nebze daha kolay anlaşılması...

Dün eşimden 100 küsur yaşında bir blogcunun haberi geldi, bilgisayarlarımız ayrı ya :) bana maille haber yollar bazen, teknolojik aile yapısı :) Bloglar normalde kolay bulunur şeyler değil. Yine aynı sitede 75 milyon blog olduğu yazılıydı. Aman Allah'ım!!! Yani aratmalarda eğer tam adres bilinmiyorsa küt diye karşılaşmak zor. Ama bu kişinin bloğu bayağı bir ilgi çekeceğe benziyor. Düşünsenize, hayatı boyunca nelerin değişimini yakalayabilmiş ve bunlara ayak uydurabilmeye çalışan bir nesil. Şu dakika itibarıyla bloğuma yazdığım tüm yazıları da kendi bilgisayarıma geçirdimmmm!

Neyse, yazdıkça yazarım, kesiyor ve herkese iyi Pazarlar diliyorum.