Bir İstanbul’lu, Caddebostan’da doğmuş ve
büyümüş bir çocuk olarak şehirse, şehir, medeniyetse, medeniyet derdim değil
mi? Ciddi şekilde yanılmışım.
Yalnızca Londra hakkında değil
İngiltere’nin geneli, çoğunluğu, hayata bakış açıları, medeni olmaktan
anladıkları, aslında anlamaları gerekmez, içinde gayet doğal, kendiliğinden,
iteklemeden, düşünmeden yaşadıkları ve yarattıkları ortam demem gerekir.
Çünkü toplumlar kendi yaşam alanlarını
yaratırlar, İngilizler de bunu yapıyor. Düşünmüyorlar, yalnızca o nehrin
akışına kapılmış şekilde yaşayıp gidiyorlar.
O medeniyetin içinde ve oluşumunda çok
derin bir okuma, tiyatro kültürü yatıyor. Hala gelişemeyen, gelişmeye direnen
ülkelerdeki sorular yüzyıllar önce sorulmuş, yanıtları verilmiş çünkü.
İnsanlar cinsel obje olarak öne çıkmak
için değil, kendileri neyse o olabildikleri, beğendikleri bir şeyi “Aman şu da
ne der şimdi canım? Yakışıyor mu?” demeden giyebildikleri,
Akla gelebilecek envayi saç rengiyle,
Kimsenin kimseyle ilgilenmemesi ve
farklılıkları ile gurur duyabilenlerin, bu farklılıkları ifade edebildikleri,
Tıkış tıkış bir metroda giderken, ayakta,
otururken, her yerde kafalarını kaldırmadan okuyup, o kalabalıkta kendi
dünyalarına dalabildikleri,
Aşklarını erkeğiyle kadınıyla, karşı
cinsiyle, hem cinsiyle avaz avaz gösterebildikleri, sokaklarda öpüşüp,
sarılabildikleri ve birbirlerini özgürce sevebildikleri, bunu gösterebildikleri,
Doğaya ve o doğanın içindeki tüm
varlıklara nesiller boyu saygı duyabildikleri, onları koruyabildikleri,
Eskiyi göğüslerini gere gere
dirilttikleri, yaşattıkları, ona saygı duyarak aynı şekilde revize edip de
hayatlarına katabildikleri,
Bahçe ve çiçek konusundan bir derya ilim
yapabildikleri,
En basit görünen bir şeyin bile kendine
ait bir bilimi olduğunu keşfettikleri, bunu formüllere döküp, eğlenceli
kıldıkları,
Aynılığın değil de farklılığın güzel ve
özel olduğunu bildikleri ve farklarından dolayı birbirlerine hömkürmedikleri,
İçin farklılar.
Orada kimseye bakmamayı ve kendin olmayı
doya doya yaşadığın için huzur duyuyorsun.