Bu, geçtiğimiz hafta sonu Arap Emirlikleri’ne geldiğimizden
beridir ilk defa, akşam bir yerde kalmak üzere Umman Krallığı olarak geçen
bölgenin Musandam kısmına gitmeye karar verdik.
Denizin durgunluğu, insanı öldürmeyen ama tatlı tatlı yüzümüze vuran rüzgar, rengi koyu lacivertten turkuvaz a dönen su...İlk durağımızda yunusları göreceğimizi biliyorduk ama doğal ortamlarında olan bu mucizevi yaratıklar belli mi olurdu? Gelmeyebilirler, hiç görünmeyebilirlerdi de...Oysaki tam tersi oldu. İnsanların çevrede olduklarını bildiklerinden eminim, koskoca bir aile olarak bizleri selamladılar desem yalan olmaz. Gözlerimiz dolarak, heyecandan seke seke teknenin bir orasına bir burasına yığılarak onları kayda aldık. Hayatımın bu anlamda sayılı durumlarından birini de yaşamış oldum. Tutsak edilmeyen ve gerçekten gülümsediğini tahmin ettiğim yunus ailesi, sizlere selam olsun!
Günlerden Cuma...Sharjah Emirliği’nden iki buçuk saate varan
bir yolculuk bu. Yolumuzun üzerinde Ras al Khaymah (çadırın tepesi anlamına
geliyormuş, ne hoş!) Deniz solda, güneş tepemizde şekilde saat oniki gibi yola
koyulduk.
Arap Emirlikleri, benim kendi coğrafyamdan farklı olarak
yaşadığım ilk ülke. O yüzden bir çok şeyi gözlemler ya da deneyimlerken sanki
bir film karesine girmişim hissine kapılıyorum. Bu, gidilen yer yeni ise veya
orada doğulup, büyünülüp iyice kanıksanmamışsa aslında hepimizin aşina olduğu
bir duygu. Sürekli gözlem yapıyorsunuz...
Dikkatimi çeken ve kendi kendime not aldığım şeylerden biri,
Arap Emirlikleri oldukça düz bir arazi yapısına sahipken, Umman’a girdiğinizde
sanki Mars’da insan eliyle yaratılmış bir alanda buluyorsunuz kendinizi.
Nasıl anlatayım diye düşünüyorum bir yandan...Örneğin, inanılmaz
şekilde farklı renklere dönen bir deniz düşünün ama çevresi dağlarla çevrilmiş
olsun. Dağların rengi de hani bu kartpostallarda reklamı yapılan çöl kumu rengi
vardır kırmızıya döner, işte aynen öyle. Üzerlerinde tek bir ağaç yok ve
yükseklikleri ya da ihtişamları bir Antalya Olimpos değil ama yine de tepe de
denilemez onlara. Zira, hep kayalık oldukları ve rüzgar da belki milyonlarca
yıl yavaş yavaş o dağları oyduğu için oralara çıkmak ve elektrik direkleri
çekmek nasıl bir iştir onu merak etmemek mümkün değil.
Gideceğimiz Al Khasab Arap dünya’sının Norveç’i olarak
tanınıyormuş. Halk ın orjinalliği dikkatimi çekti örneğin, bir film kamerasına
gezi programı hazırlıyormuşum gibi bir duygu...
Kadınların içerde olduğu, birbirine çok yakın bazısı irice
taşların yığılmasıyla, daha zengin olduğu belli olan köylülerin villaları,
burunları akan ama illa ki erkek olan çocukların sokakların herbirinden çıkması, dar sokaklar, yalnızca birbirlerinin evine
geçerek sosyalleşen kadınlar, ortada hiç olmayan kız çocukları...O evlerde
kitaplarda okuduğumuz yaşamların yaşandığı çok bariz. Hatta Assassin’s Creed
oynadıysanız aynı atmosferi yakalamak da olası...Bazı çocuklar sokakta yalnız
bırakılmaması gerektiği kadar küçük, belki üç bile değil, meraklı bakışlarla
bizleri süzüyor, diğer gençler belli ki tursitlerin bu sanki bir ne bileyim el
değmemiş, o kadar zamandan günümüze pek de değişmemiş görüntüsünü izlerken pek
de rahatsız olmuşa benzemiyorlar.
Onlar pek tabi ki kendi doğal hayatlarını devam
ettiriyorlar. Aslında belki kendi kalkınmalarının bir şekilde turizmden
olduğunu anlamamış ya da bir şekilde kanıksamamış olsalar bizlerin orada
olmasını da istemezler çünkü yaşadıkları hayat gerçekten de zamanın bir
dönemine yapışıp kalmış gibi.
Bir de heryerde kimin kime ait olduğunu merak ettiğimiz bir
sürü keçi...Belli ki hayvan ürünlerinde keçiye odaklı ve balık çiftliği
olduğundan şüphe ettiğimiz esaret dışında hiçbir hayvanın endüstriyel şekilde
üretildiği, kesildiği ya da yaşatıldığı bir şey yok. Bu anlamda herşey çok daha
doğal...(Köyün tam karşısına açılmış ve o dokuya bence hiç de uymayan büyük
alışveriş merkezini saymıyorum)
Çöl ortamında hurma ağaçlarından oluşmuş ormanlar |
Bir yandan bu mütevazilik yaşanırken köyün kendi
havaalanının olduğunu öğrenmek oldukça şaşırtıcı. Köyü 17.yy da Portekizliler
kurmuş (bunları eve geldikten sonra merak edip öğrendim) Eskiden yine Portekiz
gemilerine su ve hurma sağlayıcısı
olarak kullanılırmış bu köy. Şimdi ise sürekli geçim kaynaklarından biri olan
balıkçılığın da tarzı değişmiş ve artık modern büyük troll ler eski kocaman
ahşap tekneleri turist gezdirme işine transfer etmiş.
Hurma temini sağlanması da şaşırtıcı değil çünkü yer altı
suları açısından görünür bir farklılığı olan Umman da kumların, çakılların
içinde bir anda koskocaman vahalar görmek mümkün. Al Khasab köyü de aynı mantıkla
bir hurma ormanını ortasına almış ve çevresinde yaşam alanı oluşturmuş gibi...
Bölgede iki otel bulduk, bir tanesi Golden Tulip, bir diğeri
Al Khasab otel. Golden Tulip köye girerken Gulf denizini ayaklarının altına
almış ve şahin tepesi gibi bir alana yerleşmiş olmasına rağmen fiyat bakımından
bir kişiye bir gecelik oda kıvamında bir şey istedi. Bizde geldik Al Khasab
oteline...
Otelin odası oldukça Arap J
Detaylar cümbüşlü ama bir o kadar da iddiasız, duş alırken suyu akan ve yerleri
göle çeviren bir duş başlığı, yerinde durmayan bir tuvalet oturağı J Fakat oldukça da geniş
iki odayı yanyana birleştirmiş, iki çocuğa birer yatak ve ebeveyn
odası...Renkler kahverengi ve yeşilin alaca tonları...Al Khasab kasabasında
yemek yiyecek lokanta bulmak imkansız, elde değil çıkıldığı gibi bir tur
atılınca bitirilen alan aman bu lokantaya girersem sağ çıkmam duygusu ile otele
dönüş...
A tabi bu arada önemli bir detayı atladım, Arap Emirlikleri
ve Umman arasında sınır kapısından geçilmesi gerekiyor, işlemler kolay
hallediliyor. Bazı görevliler bütün aileyi görmek isterken, bazısı yalnızca
damgayı basıp ücretini alarak işi bitiriyor ama insanlara uygulanan sert
herhangi bir formata uymuyorlar, yani sen neden geçiyorsun, ne zaman
döneceksin, bak dönecek misin hıııı kızarım falan gibi bir uygulamaları yok.
Yine de ortamın bizler için yeni olması strese sebep olmadı değil. Girip
çıkarken hem Umman Krallığı hem de Birleşik Arap Emirlikleri para alıyor.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman arası Sınır Kapısı |
Arap Emirlikleri’nden Umman’a girildiği an fiyordlar ve
oldukça virajlı, insana yine film karelerini düşündürecek yol başlıyor. Deniz
kilometrelerce aşağıda kaldıkça ve siz daha yükseklere zikzaklar çizerek
çıkarken aralardan pırıl pırıl göz kırpan vahşi manzaraya gülümsememek çok zor.
Tekne turları dediğim gibi eski ahşap balıkçı tekneleri ile
yapılıyor. Sharjah’ın bize eskiden yakın olan limanında hala o teknelere yükleme
yapılarak denize açılırlardı. Şu anda bu ticaret de tekneler bağlanarak
durduruldu.
Neyse, bunlar oldukça devasa tekneler, denize oturan ve
yayvan bir yapıları var. Genelde şu an bizim gibi tursitlere hizmet verenlerin
zemini bildiğimiz halı ve döşeklerle, tepesine gerilen branda ile bir ev ortamı
yaratılmış. Şnorkel’ler, öğlen yenilecek yemek, sürekli olarak su, çay,
alkolsüz içecekler ve havlular onlar tarafından sağlanıyor. Bu bizim şansımız
mıydı yoksa genelde de bu kadar temizler mi bilmiyorum ama kullandığımız
havlular mis gibi kokuyordu, yemekler bütün teknelere diğer bir tekne
tarafından sıcak şekilde servis edilen pirinç haşlaması şeklinde pilav, pilav
için kullanılabilecek iki tür vejeteryan sos, tavuk çevirme ve humusdan
oluşuyordu ve çok lezzetliydi. Tuvalete de aynı önyargılarla girdik ama o da
oldukça temizdi yalnız teknenin arkasında bir çıkıntının içine girmek ve
tuvaletin alt kısmının bir şekilde denize dökülerek temizleneceğini bilmek iç
sıkıcıydı.
Tekne bizim gibi birkaç genç İspanyol ve Fransız çiftle
beraber (tek çocuklu olan bizdik) sonradan aramıza katılan Hindistanlı ve Arap
grubu da alarak oldukça sakin bir şekilde yola çıktı, deniz rüzgarlı ama
oldukça da dayanılır şekildeydi, ilk önce açık denizden bir girintiyi takip
ederek birkaç o da on haneden oluşan, sanki İsa Peygamber elinde asası,
ayağında sandaletleri ile çıkacakmış hissi yaratan köylerden geçirerek yola
koyuldu.
Arapların koyu ve bir o kadar da şekerle yüklü çayı küçük
plastik bardaklarda sunuldu ve yolculuk boyunca içilmeye devam edildi J Bundan kimsenin
şikayeti de olmadı.
Denizin durgunluğu, insanı öldürmeyen ama tatlı tatlı yüzümüze vuran rüzgar, rengi koyu lacivertten turkuvaz a dönen su...İlk durağımızda yunusları göreceğimizi biliyorduk ama doğal ortamlarında olan bu mucizevi yaratıklar belli mi olurdu? Gelmeyebilirler, hiç görünmeyebilirlerdi de...Oysaki tam tersi oldu. İnsanların çevrede olduklarını bildiklerinden eminim, koskoca bir aile olarak bizleri selamladılar desem yalan olmaz. Gözlerimiz dolarak, heyecandan seke seke teknenin bir orasına bir burasına yığılarak onları kayda aldık. Hayatımın bu anlamda sayılı durumlarından birini de yaşamış oldum. Tutsak edilmeyen ve gerçekten gülümsediğini tahmin ettiğim yunus ailesi, sizlere selam olsun!
Umman denizi yalnızca yunuslara değil, balinalara da ev sahipliği yapıyor fakat biz ancak indo
pasific humpback dolphin ailesinin bize gösterdiği yakınlığı izleme fırsatı
bulduk. Bunun için minnettarız. Şnorkeli kullanabildiğimiz ve bol tuzlu gözleri
yakan ama bir o oranda temiz suya girmenin zevkini çıkardık, dönüşte yarım saat
belki bir kırk dakika oldukça kuvvetli bir rüzgara yakalandık L Bu benim için
sevimsizdi daha beter hatta ama deniz tutmadı.
Korunaklı alana vardığımızda birbirini ilk ve son kere gören
Fransız, İspanyol, Türk ve İngiliz, Arap tekneden vedalaşıp gülümseyerek kendi
yollarına ayrıldı. Dönüş yolunda çılgın gibi kayalara vuran deniz bu sefer sağ
tarafımızda kalarak arabayı sallayacak kadar sert esen rüzgara eşlik etti.
Eve geldiğimizde saat yedibuçuk olmasına karşın yorgunluk
hissi hala oradaki oynaşan yunuslara yenik düşmüştü. O atmosfer var ya...ne
diyebilirim? Anlatılmaz yaşanır sadece...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder