26 Ekim 2008 Pazar

Yılların Geleneği

Türkiye'de bu yeni olan bir şey değil ki! Ben küçücük çocukken babamla abim bahçeye götürüp bir sürü kitabımızı yakmışlardı. Evlerde arama vardı, onların (!) karar verdiği, okunmamalı listesi görüldüğü an hapsi boylamak, hatta daha da acı hayat tecrübeleriyle karşılaşmak olasıydı.

Ya da mesela, yıllar boyu cinsellik televizyonlarda öpüşme bile olsa kesilen, filmin hop! diye başka bir kısmına geçilen bölümünü oluşturdu. Öyle basit bir sansür değildi bu, belki nesillerin yatak odalarına yansıdı, sürekli yok sayılanın, kesilenin, gösterilmeyen ve konuşulmayan bir ayıptan zevk almak olası mıdır sizce?

İyi kızlar, kötü kızlar, kafası bir tek oraya çalışan erkeklerden korunan, zaman zaman hediye olarak sunulan bekaretler...Hala eskilerden uyarlanmış dizilerde kızlarımızın kendine güvensiz, bu konuda bastırılan versiyonları " Türk gelenek ve göreneklerine uygun kadın prototipi" olarak sunuluyor da deliriyorum sinirden.

Olması gereken birey olarak ne istediğini bilen, kendini sağlık anlamında nasıl koruyabileceğinin ayırdına varmış, mumyalıktan çıkartılmış kadınlar olabilmekte...Ama maalesef. İşte, hala gördüğümüz bu yasak zihniyetinin yatak odasına burnunu sokmuş versiyonudur. Her yer bitmiş oraya kadar bile uzanmıştır konu. Çünkü o zihniyet içten içe bakiretini koruyan, ürkek, içine kapalı, onları kimselerle karşılaştırmayacak, performanslarının ne kadar ucube olduğunu anlaşılmasına engel olacak, masum, bozulmamış (!) kız ları beğenir, kendine onları depolar.

Bizim gençliğimizde de yasaklanmıştır çoğu kitap. Kitabın yasaklanması bir kenara 64 gazeteci öldürülmüştür ve herhalde bu sayı bu konuda ün yapmış olan Rusya'dan sonra ikinci ülke olmamıza sebeptir. Zaten Türkiye'ye bakılacak olursa dünya birinciliklerimizi şu konularla özetlemek mümkün; sigara içmede birinci, trafik kazalarında birinci, çocuk yaştaki kızlarının başlık parası adı altında satılması ile birinci...

Hülya Avşar'ın Türk Max'da getirdiği konukları ve konuşmalarını büyük bir keyifle izliyorum. Yazarlarımız, kadın beyinlerimiz...Belki yıllardır adını sanını duymadığımız bireyler geliyor oraya, düşünce yapılarıyla ağzımın suyunu akıtıyorlar.

Bir kadın yazar...O'na " Neden siz öncülük etmiyorsunuz?" denildiğinde verdiği cevap; " Ben çok sevdiğim bir halka öncülük edebilirim, bu halk ki bizim neslimizde ülkeyi kurtarma adına ortaya çıkan giden ve bir daha geri dönmeyenin sessiz takipçisidir. Kırgınım...Elimden geleni küçük gruplarda yapmaya çalışıyorum ama içimizden hiçbirisi onların arasına giremez, yaşatmazlar zaten."

Yaşatmazlar mecazi anlamda kullanıldı ama iki tür yaşatmamak var, birincisi hayata kasıt, ikincisi de o felsefeyi maçolukla yoketmek, içine etmek, maçoluk geleneği, keserim lan! tarzı yaratmak...

Ve bir halk, içinde aydın var ama kıstırılmış. Türkiye Avrupa'nın ortaçağını görünmez şekilde yaşamaktadır bugün ve yüzyıllardır...

Ben her zaman onu söylerim, felsefeyle, düşünce gücüyle, yazmakla, okumakla despotluğa karşı kısa vadede durulmaz. Oyun baştan kaybeder güç karşısında. Belki yazılanlar ve yakarışlar da yüzyıllar sonra çözülür ve anlaşılır.

Bugünden ümidim ise Türkiye anlamında sıfırdır. Bu da böyle biline!

24 Ekim 2008 Cuma

Ara!

Kendimi iyi hissedip de yazana kadar ve bu bloğu haminnemin dertlenme günlüğüne çevirmemek adına ara veriyorum.

Çünkü inanın kendime tahammülüm kalmadı, hani bırak onu bunu...

Şu an imkanım olsa kendimi kendimle başbaşa bırakıp şöyle bir tatile falan çıkardım. Amniyon sıvısının sırrı çözülemiyormuş hala. İlerde bir gün bebeklerimiz kendi evimizin ortamında seyyar bir amniyotik sıvı içinde büyüyebilseler inanın tercihim kendi bedenimde hiç bu değişiklikleri ve olumsuz devreleri yaşamadan o seçeneğe evet demek ama o günler çoook uzaklarda bizim için :(

Zaman zaman gelip gidip bloglara bakıyorum, ses mes çıkmazsa onu da yapamıyorum, benden ümidi kesiniz bir süreliğine, deliriyorum demektir.

Şimdi akşamları yapabildiğim yegane şeye döneyim, TV başında pineklemek...

18 Ekim 2008 Cumartesi

Depresyon Böyle Birşey Mi?

Sanki herşeyi tüketmişim gibi...Hiçbir şeyden mutluluk hissedemiyorum. Hafta sonu oluyor, eşim evi özlemiş, evde zaman geçirmek O'nun için tatilken benim için sanki bir hapishane. Dışardan kuş sesleri geliyor, sabah oluyor, akşam...Günler hep aynı geçiyor.

Peki dışarı çıkmak? O da ayrı bir bunalım... Bıktım artık megamall'lardan, dolaşıp da bir şey hedef değilken yediğimiz fast food ve ardından yoğun kalabalıkları ve trafiği yararak eve gelmekten. Ayrıca o felsefeye karşı dururken alternatifsizlikten dolayı hep kendini oralarda bulmak...Iyyy ıy!

Nasıl bir makinaymış bu vücut? Herşey neredeyse hormon akımından ibaretmiş. Bir insanın evi, dışarısı, içerisi... heryer zindan olabilirmiş.

Geçen gün bir hamilelik sitesine girdim, kendi haftama uygun diğer hamilelerin yazdıklarını okudum. Kesin ruh hastası olduğuma karar verdim. Pembe patik, mavi patik, büyük heyecan, pır pır eden yürek kombinasyonuydu aktarılanlar. Hah bir de " Allah bir sancıda kurtarsın!" gibi arabesklik edebiyatından seçmeler vardı. O zaman dedim ki benimle bu dönemlerde yaşayan da boku yedi. Gerçekten...

Kadının kadına yazptığı bir eziyet midir yahu bu? Bırakın ki kadınlar birbirlerini anlamıyorsa erkeklerin bu dönemlerde kadınları anlaması nasıl bir beklentidir? Eğer bu peri masalından fırlamış anne adaylarının yazdıkları doğruysa hamilelikte görülen belirtiler nerede o zaman? Bazı sitelerde mesela diyor ki " Bu keyifli evrelerin keyfine bakın! " Ulan ne keyfi hıyar!!!!

E, benim konuştuğum yeni doğum yapan arkadaşlarımın hiçbiri böyle pembe mavi geçmiş anlatmıyorlar, o nesi o zaman?! Çekilen bu manevi ve bedensel değişikliklerden ötürü ikinci çocuğu düşünmeyen, kesin en az üç tane yapacağım diyip de bir taneyle kalan o kadar insan var ki! Arkadaşlarımdan bir tanesi benim ayların içindeyken hiç diş bile fırçalamadığını, her yıkanmaya girdiğinde kusmaya başladığını anlattı mesela. " Sürekli iğrenç bir ifadeyle dolaşıyordum." dedi. Şimdi bu kadının altı aylık oldu bebeği ve kötü bir anne mi? Alakası yok!!!! Tersine ne zaman sorsam; " Ben bebek doğduktan sonra iyileştim." diyor.

Bu dönemleri böyle benim gibi bunalım şeklinde atlatanlar sanırım hiçbir yere de yazı falan yazmıyorlar. İşin kötü yanı şu, o zaman herkes hamileliği tık demeden atlatan kadınları dinleyip şiştikçe şişiyor. Kendilerinde, kocaları ile ilişkilerinde, belki aslında ben bebek istiyor muyum yahu? larına kadar kendilerini acımasızce eleştirmeye başlıyorlar. Yazık değil mi? O yazıları okuyan erkekler biyolojik olarak bu duygulara ortak olamayacaklarından dolayı kendi eşlerinin abarttığını, şımarıklık yaptıklarını düşünüyorlar.

Açın bakın yabancı kaynaklı kitaplara bu ilahilik, cart curt edebiyatları daha aza indirgenmiştir. Mesela anne saç baş bitarafta, üst baş yamuk yumuk, ev deli dağınık ve pis şekilde resmedilebilir.

Bizlerde ise hep bir olması gerektiği gibiliğe yapışılıp kalınmıştır. Erkek eve gelince karısını bakımlı görmek ister efemmmm, yoksa karıya kıza bakar, kadın kocasının osurduğunu bir kez bile duyarsa eşinden soğur falan. Sanki herkes Hollywood film karakteri ve gerçek kişilikler değil, onlar tuvalete gitmiyorlar, hamile kalıp ter falan kokmuyorlar ya da bu kadar mide bulantılı olduklarında bile süs püs yerinde olmalı. Yok ya! Gerçek hayat o değil işte! Evlilik de öyle bir ütopya olamıyor maalesef.

Tam tersine şu aralar sürekli aldatma, aldatılma, sen ne yaparsan boynuzlanırsın düşüncesine karşı benim savunduğum şu; " Sen bu kadar dayanılmaz derecede uyuzken, kokarken, sırtında sivilceler bile çıkartmışken eğer senin kocan sana gelip sarılıyor ve seni sevdiğini söylüyorsa gerçek sevgi odur!" Ya da küçücük bir karavanda eşlerden biri ishal omuş diğeri tuvalete bakan odada bekleşirken bütün sesleri duyup bununla beraber dalga geçebiliyorsanız işte o sevgidir!

Dün bütün gün yatıp kalkmakla geçti. Hala evin kocaman koyu kırmızı ana renkli giriş halısı Layla'nın tüy topaklarıyla kaplı. Kızımı ve kocamı havuza yolladım. Ben ne yapıyorum peki? Kendi bunalımımı daha da arttıracak şekilde salonda bunları yazmakla meşgulüm. Köpek benimle üst kata, benimle alt kata gelirken çok sinirleniyorum çünkü ağız kokusunu beş metre öteden kafamı ağzına sokmuşçasına alıyorum. Kendim bile kendime ağır ve fazlalık gelirken istemiyorum işte! Var mı?!

Ne yapmalıyım bilmiyorum ki...

NOT: Burada insanların birbirlerine yazdıkları son derece doğal ve yardımcı. Ama İngilizce tabi :)) Allah bir sancıda kurtarsın vari bir şey de yok. Link burada

16 Ekim 2008 Perşembe

Mutlu Olma Sanatı

TED Talks List diye bir yer keşfettik. Daha doğrusu bizimki bulmuş ve bir adamın konuşmasından aşırı etkilenmiş, konu yaratıcılığın yıllar içinde nasıl ketlendiği ile ilgili...Sonra da mutluluğun aslında insanın içinden geldiği ile ilgili başka bir konuşma...

Ben de yıllar içinde bir sürü yer değiştiren, bir türlü aradığını bulamayan, istediği işe, eşe, arabaya, eve vesaireye kavuşamayan ama aslında kendinden kaçan, kendi içinde hayatı kendine zindan eden çok insanla tanıştım.

En yakınından örnek mesela, yıllar önce annemin orada yaşayan birisi kendi memleketi Karadeniz'e gidiyor, ilk yıllar harika şu, bu derken hala vefaat ediyor, baba trafik kazası geçirip gidiyor, yorum; " Buraları bizlere hiç şans getirmedi, iyi gelmedi S.teyze" Sorun gidilen yerde mi yoksa hayatta karşılaşılacağı olanların yaşanmasına karşı olan zayıflıkta mı?

Bir başka tanıdığımız her üç yılda bir ülke değiştirmekle meşgul, çoluk çocuk, haydaa hüraaa! Bir şekilde yaşadığı yerlerden herbirine atılan bahanelerle dolu hayatı. Hani deriz ya; " Elektrikler kesildi ders çalışamadım öğretmenim!" Psikolojide bile bir adı vardır bu durumun, lisede öğrenmiştik hani Sebep Bulma!

Bana göre de her yer aynı arkadaşlar. Dünyanın neresine gidersen git, öyle bir elin yağda diğer elin balda, gelsin paralar, gitsin arabalar şeklinde yaşayamıyorsan o zaman hayatının çoğu evine odaklı geçiyor. Ev önemli evet, bu anlamda önemli. Bazısı için değil çünkü zamanın geçtiği yer, ailenin bir araya geldiği mekan ev değil. Yıllar öncesinde bana sabah kahvaltısına gelen bir hanımın dediği gibi " Benim evim böyle değil, bizim için otel gibi..."

Şimdi midem bulanıyor ya, hayat alaşağı döndü ve kendime şunu sordum, benim için hayatın neşe kaynağı nedir? Ve o an kendime göre öğlen programında konuşan James Oliver devreye girdi; " Mutfak evin kalbidir."

O an anladım ki, evime bakabilmek, bu enerjiyi bulabilmek, kendimce alabildiğim ihtiyaçlarla odalarımızı dizayn etmek, yemeğimi yapabilmek, bunun için dergilerime bakmak, notlar almak, ona uygun alışverişi kendi başıma arkamdan biri koşturmadan özgürce yapabilmek benim hayat ışığımmış. Beni ayakta tutan, fit olmamı sağlayan, kendime baktırtan, mutluluğumun kaynağı evim ama onu sağlayan en büyük etken de sağlığımmış.

Kalbimizin otomatik olarak çarpması ne kadar doğalsa, ona bir şey olmadan o organın yerinde olduğunu düşünmememiz de o kadar doğal. Ama olması gereken şey her gün sabah kalkıldığında o güne sağlıklı başlanıyorsa şükredebilmek...Ottan boktan yere " Ayyy sıkılıyorum şeker, yeni bir şeyler lazım hayatımaaaa!" dememek. Başkasının yaşadıklarına özenmemek. Çünkü diyorum ya bir sürü farklı mekanda yaşadım ben, hepsi özde aynı.

Önemli olan içindeki mutluluğu keşfetmek, hayatına kendi küçük projelerini getirmek, hedefler koymak ve onu başarmaya çalışmak...En ufağından ne olursa olsun bu. Tramisu yapmak mesela :) Ve nereye gidilirse gidilsin kendinizden kaçamayacağınızı bilmek...

13 Ekim 2008 Pazartesi

Kaos

Salon...Salonda ütü masası, masada 1000 parçalık gelenin gidenin şöyle bir el attığı jigsaw, ufaklığın salona taşıdığı dinazor örnekleri, ayak uzatmak amacıyla alınmış olan goblenin tv seyretmek için üzerine yarı uzanılır hale getirilmiş, aynı zamanda tv nin önüne çekilmiş hali, içerde çeyreği kalmış ütülenmeyi bekleyen çamaşır yığını, mutfağın beyaz olup her gün ama her gün temizlik isteyen yerleri, tuvalet...

Bu evin şu anki kaosu, benim ise ağzımdaki pis tad, tarif de edilemiyor ki! Sabahları ve akşamları yemek yedikten sonra gelen öğürmeli hal, bazen kusma, " Hiçbir şey taşımaaa!" diyen o, bu, şu ama evde alışveriş yapılmadıkça hazırlanamayan yemek, yemek olmadıkça çekilen açlık sendromu, dökülen saçlar...Bu saçlar her yerde, genelde sırtımda, kolumdan aşağı sallanıyor falan, Laila tüy dökme mevsimine girdi, geçen sefer kaptığı hastalık sebebiyle biz de artık tüy kestirmemeye karar verdik. İçimden çığlık atmak geliyor iki gün önce temizlenen halının sanki bir buçuk ay hiç temizlenmemiş görüntüsüne baktıkça.

Bütün bunlar bir kenara...Ne yazacaktım ben buraya? Hah! bir de işte bu unutkanlık...Yarın oyun günü, ne yapmalıyım? Kızların biraraya gelip oynaması lazım, ben böyle bok gibi hissediyorum diye herkesin hayatını nereye kadar zindana çevirebilirim?

İşte böyle, kendi içinde dönen bir hayat. Tek derdim yine sağlıklı hissetmek, hafif olmak, herşey içten geliyor biliyor musunuz? Baktığınız renklerden, görünenlere kadar...

Dün başlamışım bu yazıya, bugün sabah hiç olmadığı kadar şiddetli ve böğürerek kustum :( Bu beni alt üst eden bir şey. Elim ayağım titredi, terledim, yığıldım resmen bir köşeye. Bizim banyo dışardaki bulvara bakıyor, sesimin insan boğazlarcasına dışarıya taştığından eminim. İğrençti tabi.

Kendimi çok iyi biliyorum, hamile kalmak, uçmak havalanmak değil benim derdim, zaten bu üç ay sürünür insan ama sonrası, bebek de değil, daha daha ilersi, aile olmak, kardeşler, bıcır bıcırlık...Onu seviyorum işte! Onun içinde bunlara katlanıp geçecek geçecek telkinleri yapıyorum kendime.

Yukarki banyoyu saçlardan arındırıp yerlerini sildim, yıkandım, aşağıya inip mutfak ve aşağı banyoya aynı işlemi uyguladım, kıymayı kavurdum, makarnayı yaptım, kızlar bende, on dakikaya kadar okula...

İnsan bedeni ne tuhaf, ne kuvvetli bir makina aslında, işte bütün bunları böğğğ diye çıkarttıktan sonra sıraya bindirip hallettim ya, kendime şaşıyorum bazen. Cikletimi de alayım ağzıma çıkayım bari.

Geçecekkkk...Geçecekkkkk...

11 Ekim 2008 Cumartesi

Zamanım Yok Kusura Bakma!

Eskilerde insanlar birbirlerinden haber almadıklarında mektup yazıp gitmediğinden ( hakikaten PTT'de kaybolma hikayeleri boldur ) telefon açacak paraları olmadığından, hadi daha da geriye gidildiğinde belki telefonları da olmadığından dem vururlardı. Bunlar bahaneymiş arkadaşlar...

Şimdilerde bakıyoruz değil mi? Hepimizin evlerinde bilgisayarları var. Bazı arkadaşlarım özellikle hayatlarını durduruyor diye MSN adresleri olmadığını söylediler mesela, kendi akrabalarımdan yemesinden içmesinden keserek " Her gün görüntülü görüşeceğiz, ne güzel olacak!" diyenler de oldu. Sonuç? Koskoca bir sıfır!!! Aynı oyuncak diye zıklayıp da iki gün sonra aldığıyla hiç ilgilenmeyen çocuklara benziyoruz biliyor musunuz? Herşey bir heves, sonrası koskoca bir boşluk.

Hayır, bazen diyorum ben de mi bir arıza var. Sabah kalkar kalkmaz benim ilk yaptığım bilgisayarı açmaktır. Bu zamanımın sel gibi akıp gitmesinden falan değil bir alışkanlıktan. Diyelim ki işe gidiliyor, tamam MSN olayı kapalı olanlar var anlıyorum ama iki satır dahi yazacak, hal hatır soracak halleri olmayanlar o kadar fazla ki!!! İlginç...Bu gelişme bana şunu anlatıyor, şimdi bu mazeretlerden hiç biri yok ama bahane belli " Zamanım yok!"

Bence bu cümlenin altında yatan şudur; " Sana ayıracak, seni düşünecek, merak edecek ve arayacak zamanım yok, üzgünüm!" Açılımı verdim, kötü bir şey söylemedim canım :)

Bir dönem bunu sindiremediğim, geceleri rüyamda gördüklerim oldu. Sonra şu mantığı geliştirdim; " Hayatında yerimin olmadığı, özlenmediğim ya da merak dahi edilmediğim bir insan için değer mi?"

Yani, hakikaten aslında sevgililer için söylenmiş olan bir söz vardır hani; " Özgür bırak gitsin, geri dönerse sana aittir." diye. Çok önceleri de Can Dündar'ın ki nasıl çalıştığı gözler önündedir, " Bir tane daha arkadaşım aramadığı sormadığı için zamanı olmadığından yakınırsa kendimi öldüreceğim!" demesini hatırladım.

Bu noktadan itibaren beni aramayanı hiççç kıçıma takmadığımı, zaten o şahıs tarafından açılımı verdiğim duygulara gark edildiğimi ilan ediyorum :) Ohhhhh! canıma değsin. Bazı insanlar vardır ki sinsi sinsi, sessiz bir şekilde yaralar, ben yapamıyorum. İlla ki konuşulacak, bağırışılacak yeri gelirse ama yine de sorunlara çare bulunacak. Ama farklı durumlarda şu da anlaşılabilir, yaşananlar, kanırtmalar, öküzlükler öyle bir birikmiştir ki; " Ulan neresinden başlasam, neresini kotarsam?" dersin. Ha ilişki bu noktadaysa SAL GİTSİN :))) Yalnızca arkadaşlıktan bahsetmiyorum, akrabalık ilişkisini de katıyorum ki bu en çok yaralama potansiyeli barındırandır.

Bu arada, görüldüğü gibi ben biraz daha iyiyim ki bunları yazabiliyorum. Mide bulantısı gelip gitmekle beraber hayatımı durdurmaktan vazgeçti. Hatta bugün yine hafif hafif arka fonda kendime hamile kotu almaya gittim de zar zor başarıya ulaştım bile. 11. haftanın içine girdim. Allah tamamına erdirsin diye kendi kendime dua edeyim bencil bir şekilde :)

Bu yaşımda idrak ettiğim yegane şeylerden biri bencil olmanın en büyük kalkanlardan biri olduğu gerçeği. Bunu bu döneme kadar " Sen de kimsin ki?!" modunda yaşayanlara, benim gözüme gözüme sokmaya çalışanlara iade ediyorum.

Eyvallaaaahhhh o zamanı bir türlü olamayanlara! Benim de zamanım yok şekerlerim, ne yapacaksın? Dakka dukka demişler, ne ekersen onu biçersin demişler. Demişler de demişler, ne iyi etmişler.

Atalarımızı da öptüm buradan.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Karanlık...


Ruhum karanlık bir odanın içinde...

Şu anki hallerimi ancak o şekilde açıklayabilirim. Çoğu arkadaşımla konuştuğumda hamileliğinin ilk dönemlerinin aynı yırtınmalardan, sonra da belki dert anlatmaktan utanıp ya da sıkılıp kendi kabuğuna çekilmelerden ibaret olduğunu görüyorum. İnsan annesi bile olsa üç dört kereden fazla "Bunalımdayım" demek eğreti edici geliyor. Olmuyor, kendinden sıkılıyor, o resim o çerçeve ile uyumlu değil işte! İnsanın içinen görünmez olmak, hiç varlık belirtisi göstermemek geliyor. Bir kozanın içinde sessizce beklemek gibi...

Ama artık anladım ki bunun bir mantığı yok. Birinci hamileliğimde yazdıklarımda da iddia ettiğim buydu ama artık biliyorum. Tecrübe demek böyle bir şey olsa gerek. Bazı kadınların birbirini acımasızca eleştirmeleri, kusmakdan, kocasından kaçma tepkisine kadar çıkardıkları sonuçlar beni hiççç bağlamıyor. Bırak kocayı insanın kendi teninden, kokusundan, saçından, salgıladığı sıvılardan kaçası geliyor. Betimlemeler iğrenç gelebilir ama yaşanan ve hissedilen bu...

Sabah kalktığımda eşimin trafiğe çıkma stresini paylaşıyorum, mantık açısından o an ben evde kalıp da yatağa dönme lüksünü kullanan bir kadın olarak anlayışlı olmak zorundayım ama ağzımın ucuna gelmiş kusma duygusuyla savaş verip kendimden tiksinirken kimseyle canımlı cicimli olamıyor, benim titreşimimi yansıtan ufaklığa ateş püskürüyorum.

Sonra, yatak odasındaki karanlık perdenin arkasından onların gidişini seyrederken kızımın küçücük yüzünü görüyorum, arabanın arkasında, benimkinin iş arkadaşına " Merhaba!" diyor ve ben kopup ağlamaya başlıyorum. Üstüne üstlük bugün bir akadaşımdan anne baba davranışları ve çocuklar üzerine öyle bir video geliyor ki iyice kendime gelmem gerektiğini düşünüyorum.

Bunlar işin mantık tarafı, peki ne kadarını uygulayabiliyorum? Diyorum ya ruhum şu an karanlık bir odada. O ruhun yansıması dağınık ve pis bir ev...Beni daha dibe çeken diğer konu. Sea Band'leri koluma takar takmaz gelen öğürme duygusu, vücut istemiyor onları artık. Geceleri uyuyamama, ya çok soğuk geliyor, ya çok sıcak...Saçlarım dökülüyor, kolumda oramda buramdalar. Kusma duygusuyla gelen stres teri, kokuyor, iç çamaşırlarım sanki bana ait değil artık, teke gibiler.

Bugün iki arkadaşım aradı. Bir tanesi ikinci bebeğinde yerleri kazıdığını anlattı. O karanlık perdenin yavaş yavaş aydınlanacağını...Biliyorum, tabi ki düze çıkılacak, 10 haftanın içinde giden sağlıklı bir hamilelik var ortada. İsteyen, karar veren, planlayan, yapan da biziz üstelik.

İşte bu yüzdendir ki hamilelikte hiçbir şeyin kuralı yok, vücut bir makina ve bunu idare eden hormonlar... Düzensizlik bir insanı deli de yapar, frigit de, seks manyağı da, şimdi benim hissettiğim gibi depresyona da sokar.

Bu dönemleri böylesine karanlık atlatan insanların kendi kendilerine sorduğu pskolojik sorular veya bende ne yanlış var? a götüren kadının kadına yaptığı salakça yorumlar...Bunları takmamak lazım. Anne adaylarının kendilerine bir de bu yolla eziyet çektirmemesi gerekiyor. Onu söylemek istedim.

6 Ekim 2008 Pazartesi

Hamilelikte Aspirin ve Progesteron


Hamile olduğunu öğrenen ve bunu isteyen bir kadının ilk ve en büyük endişelerinden birisi düşük yapma olasılığıdır. Çevresinden duyduğu pekçok düşük öyküsü bu endişelerini daha da arttırır. Gerçekten de düşük her 5 hamile kadından birinin başına gelen ve çok sık karşılaşılan bir durumdur Bu düşüklerin çok büyük bir kısmı da maalesef önlenemez nedenlerden kaynaklanmaktadır. Özellikle hamileliğin ilk haftalarında görülen erken düşüklerin

neredeyse tamamına yakını o gebeliğe ait kromozomal anomaliler nedeni ile yaşanmaktadır. Bir başka deyişle düşükle sonuçlanan gebeliklerin önemli bir kısmında zaten anomalili ve yaşama şansı olmayan bebekler söz konusudur.

Ancak bu bilimsel gerçek bir yana düşük olayı yaşayan hemen tüm anne adayları daha sonraki gebeliklerinde de benzer bir olayı yaşama endişesine kapılırlar ve tekrar düşük yapmamak için bazı önlemler almayı isterler. Bu amaçla ilk yaptıkları şey jinekologlarına başvurarak araştırma yapılmasını istemektir. Hatta düşük gerçekleştikten sonra düşük materyali ya da küretaj ile elde edilen dokuların patolojik incelemeye gönderilmesi çok yaygın bir uygulamadır. Ancak düşük materyalinde patolojik incelemenin çoğu zaman hiçbir yararı yoktur. Patolojik inceleme sonucu eğer bir mol gebelik ya da dış gebelikten şüphe edilmiyorsa jinekoloğa herhangi bir bilgi vermez sadece incelemeye gönderilen materyalin bozulmuş bir gebeliğe ait dokular içerdiğini gösterir.

Gerek e-posta ile gelen sorularda gerekse yüzyüze görüşmelerde düşük olayı yaşayan pekçok kadının bu tür bir patoloji raporunu gösterip "inceleme de yapıldı hiçbirşey bulunamadı acaba ben neden düşük yaptım ve bir dahaki gebeliğimde de aynı sorun olur mu?" şeklindeki sorusu ile karşılaşıyoruz. Oysa o patoloji raporunun zaten düşüğün nedenini açıklaması beklenilen birşey değil. Eğer düşük materyali patolojik inceleme yerine genetik incelemeye gönderilse belki bir neden bulunabilir ancak bu da tek bir sefer yaşanan düşüklerde tedavi yaklaşımını değiştirmez. Öte yandan kadınların yaklaşık %1'ini etkileyen ve 2 ya da daha fazla sayıda gebeliğin arka arkaya düşük ile sonuçlandığı tekrarlayan düşük olgularında ise durum farklıdır ve altta yatan nedeni bulmak için incelemeler yapılmalıdır.

Ya ilk gebeliğinde düşük yaşayan veya düşük endişesi yaşayan kadınlarda ne yapılmalıdır? Doktorlarımız bu durum için iki mucize ilaca sarılmaktadır: ASPİRİN ve PROGESTERON.

Aspirin ve düşükler
Aspirin tıpta çok uzun yıllardır kullanılan ve hergün yeni bir yararı ya da yan etkisi keşfedilen değişik bir ilaçtır. Herhalde tıp alanında aspirin kadar çok araştırılan bir başka ilaç yoktur. Son günlerde aspirini popüler yapan bir başka özelliği de gebelik kayıpları üzerinde olan etkisidir.

Aspirin sadece bir ağrı kesici, iltihap giderici ve ateş düşürücü değildir. Aynı zamanda kanın pıhtılaşma sistemi üzerinde de etkileri vardır. Halk arasında "kanı sulandırıcı" şeklinde tellaffuz edilen bu etki ağrı giderici dozundan çok daha düşük dozlarda da ortaya çıkmaktadır. Kanın pıhtılaşmasını engelleyen bu etkiyi sağlamak amacıyla piyasada bulunan ürünler genelde bebe aspirini olarak tanımlanmaktadır.

1970'li yılların sonuna kadar düşük doz aspirin sadece anjina, inme, kalp krizi, serebrovasküler olaylar (beyin damarları ile ilgili olaylar) ve bazı gebelik dışı hastalıkların tedavisinde kullanılmakta ve genelde gebelik sırasında kullanımından kaçınılması gereken bir ilaç olarak kabul edilmekteydi.

Gebelik ile ilgilenen tıp branşı olan obstetrik alanındaki gelişmeler özellikle tekrarlayan düşük olgularının bazılarında altta yatan nedenin antifosfolipid sendrom (aPL) olarak tanımlanan bir bozukluk olabileceğini ortaya koymuştu r. Bu sendromda kanın pıhtılaşma mekanizması bozularak kılcal damarlar içinde mikroskopik pıhtılar oluşmakta ve gelişmekte olan bebeğe giden kan akımını azaltarak düşüğe neden olabilmektedir. Ayrıca gebelik toksemisi ya da zehirlenmesi olarak da bilinen preeklempsinin de oluş mekanizmalarından birisi antifosfolipid sendromdur.

Bu bulgunun ortaya konması acaba erken gebelikte kanın pıhtılaşmasını engelleyen ilaçların verilmesi düşükleri engelleyebilir mi sorusunu gündeme getirmiştir. Gerçekten de yapılan araştırmalar antifosfolipid sendrom varlığında düşük doz aspirin ve heparin gibi kanın pıhtılaşmasını önleyen ilaçların gebelikler üzerinde çok olumlu sonuç verdiğini ve %70'ler civarında canlı doğum oranlarının elde edildiğini ortaya koymuştur. Bu bilimsel kanıtların sonucunda günümüzde antifosfolipid sendromu ve gebelik varlığında klasik tedavi aspirin ve heparindir

Peki ya antifosfolipid sendrom yoksa? İşte bu noktada ilaç suistimali sorunu ortaya çıkmaktadır.

Daha önceden düşük yapmış kadınlara sonraki gebeliklerinde doktorlarının aspirin vermesi ve bu sayede kadının düşük yapmadan sağlıklı bir bebek doğurması kulaktan kulağa çok hızlı bir şekilde yayılmakta ve gebelikte aspirin tedavisi neredeyse rutin hale gelmektedir. Bu durum tüm dünyada söz konusu olmakla birlikte ülkemizde daha fazla suistimal edilmektedir. Bu suistimalde sadece doktorların değil onları bu uygulamaya iten kadınların da payı vardır.

Hatta durum o boyuta gelmiştir ki gebelik testi pozitif çıkan ya da adet gecikmesi ile doktora başvuran ve gebelik saptanan her hastaya vitamin gibi aspirin rutin olarak başlanmaktadır ve bu moda maalesef giderek yayılmaktadır.

Bu konu üzerinde dünyada yapılmış en geniş kapsamlı çalışma olan CLASP (Collaborative Low-dose Aspirin Study in Pregnancy) ve onu takip eden araştırmalardan çıkan sonuç bu tür bir uygulamanın gebeliğin seyri üzerinde herhangi bir olumlu etkisinin olmadığıdır. CLASP çalışması bilimsel alanda bu konudaki en güvenilir çalışma olarak kabul edilmektedir.

Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere pekçok gelişmiş ülkedeki bilimsel ve resmi derneklerin bu konudaki ortak yorumu ve önerisi şu şekildedir:

"Düşüğü, preeklempsiyi ve rahim içi gelişme geriliğini engellemek amacıyla gebe kadınlara rutin aspirin kullanılmalarını önermeyi destekleyecek yeterli bilimsel kanıt yoktur."

Üstelik bu uygulamanın uzun dönem etkileri konusunda da elimizde yeterli veri yoktur. 2003 yılı Ağustos ayında British Medical Journal'de yayınlanan bir araştırmada gebeliğin erken dönemlerinde aralarında aspirinin de bulunduğu bazı ağrı kesicilerin kullanılması durumunda düşük riskinin arttığı ileri sürülmektedir.

Dahası Amerikan Hastalık Kontrol Merkezi (Centers for Disease Control and Prevention ) daha önceden düşük öyküsü olmayan ve aPL saptanmayan ve düşüğü önlemek amacı ile aspirin ve heparin kullanan 38 yaşında bir kadının 9. gebelik haftasında öldüğünü bildirmiştir. Merkez bu olayın gebelikte aspirin kullanımı ile ilgili ilk ölüm olgusu olduğunu belirtmektedir.

Bugüne kadar yapılmış 42 çalışmanın sonuçlarını birarada değerlendiren bir başka analizde ise preklempsinin önlenmesi amacı ile aspirin kullanımının hafif bir yarar sağlayabileceği ancak hangi kadınlarda bu yararın görüldüğü, tedaviye hangi dozda ve ne zaman başlanması gerektiği konusunda bir karar verebilmek için daha fazla araştırmaya gerek duyulduğu belirtilmektedir.

Benzer bir başka araştırmada da preeklemspi açısından orta derecede risk grubunda olan 583 kadına gebelikleri boyunca günde 50 miligram aspirin verilmiş, 523 hastaya ise herhangi bir tedavi uygulanmamıştır. Sonuçlar incelendiğinde aspirin kullanan ve kullanmayan kadınlarda düşük, ölü doğum, bebek ölümü, ortalama doğum ağırlığı, düşük doğum ağırlıklı bebek ve erken doğum oranları arasında hiçbir fark saptanmadığı ortaya konmuştur.

Progesteron ve düşükler
En son söylenmesi gerekeni ilk başta söyleyelim. Progesteron düşüğü engellemez !

Progesteron yumurtlamadan hemen sonra yumurtalıklardan salgılanan ve rahimin içini döşeyen endometrium tabakasının desteklenmesini sağlayan bir hormondur. Erken gebelikte eğer yumurtalıktan bu hormonu salgılayan kısım (korpus luteum) çıkartılırsa gebelik düşük ile sonuçlanır. Adet siklusunun ikinci yarısında progesteronun yetersiz salgılanması Luteal Faz yetmezliği olarak adlandırılır. Ancak bu durumun tanısı ve tedavi gerektirip gerektirmediği konusunda şüpheler vardır ve bilimsel alanda fikir birliği sağlanamamıştır.

Özellikle tekrarlayan düşüklerde kan progesteron düzeylerinin düşük bulunması dışarıdan verilecek progesteron desteği ile gebeliğin devam ettirilebileceği fikrini doğurmuştur. Geçmişte kabul gören bu tedavi yaklaşımı yapılan araştırmalar sonucu geçerliliğini yitirmiştir.

Oysa hala daha özelllikle ülkemizde gebelik sırasında erken dönemde kanama ortaya çıktığında progesteron vermek doktorlar arasında yaygın bir uygulamadır. Bu uygulamanın hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur.

Gebeliğin seyri sırasında kanama ortaya çıktığında eğer ultrasonda canlı yani kalp atışları olan bir embryo görülebiliyorsa bu gebeliğin düşük olmaksızın devam etme olasılığı %90-96 arasında değişmektedir.

Bebek kalp atımı saptandığında haftalara göre gebeliğin devam etme olasılığı şu şekildedir:

Gebelik haftası Kanama varsa Kanama yoksa
< 6 hafta %67 %84
7-9 hafta %90 %95
9-11 hafta %96 %98

Bir başka deyişle 7 haftada kanama görülür ve düşük tehdidi ortaya çıkarsa bu gebelik %90 sorunsuz devam edecektir. Kanamayı görür görmez progesteron başlamak bu oranı daha da arttırmaz.

Erken gebelikte kan progesteronun düşük olması bir sebepten çok sonuçtur. Yani bu gebelik progesteron azlığından dolayı kötü değildir. Gebelik başarısız olduğu için progesteron düşüktür.

Düşüklerin önlenmesi amacıyla progesteron kullanımı ile ilgili son 30 yıl içinde yapılmış olan araştırmaların sonuçlarını bir arada değerlendiren bir çalışmada bu tedavi yaklaşımın gebeliğin seyri üzerinde herhangi bir olumlu etkisinin olmadığı gösterilmiştir. Üstelik sentetik progesteron kullanımının yenidoğanlarda solunum sıkıntısına ve erkek bebeklerde hipospadias adı verilen ve penis deliğinin tam uçta değil penis üzerinde başka bir bölgede olması şeklinde açıklanabilecek bir anomaliye neden olabileceğini düşündüren bulgular vardır. Doğal progesteronlarda ise bu tür bir etki gözlenmemiştir

İngiliz Kraliyet Jinekoloji ve Obstetrik Birliği, tekrarlayan düşükler ile ilgili Mayıs 2003'de yayınladığı kılavuzda düşüğü önlemek amacı ile progesteron kullanımının hiçbir olumlu etkisinin olmadığını belirtmekte, ve bu uygulamanın sürdürülmesi için elde hiçbir bilimsel kanıtın olmadığını bildirmektedir. Tüp bebek uygulamaları ise farklı bir durum arz etmektedir ve bu önerilerin dışındadır.

Bununla birlikte son yapılan araştırmalar progesteronun düşükleri önlememekle birlikte erken doğumun engellenmesinde önemli rol oynayabileceğini göstermektedir.

Sonuç
Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) aspirini gebelik sırasında düşük dozlarda (günlük 150 miligramın altında) C, standart dozlarda ise D kategorisine sokmaktadır. Progesteron ise B kategorisindedir.

Gebelikte hiçbir ilaç yarar potasiyeli zarar potansiyelinden fazla olmadıkça, bir başka deyişle mecbur olmadıkça kullanılmamalıdır.

Günümüzde klinik çalışmalarımız sırasında hiçbir öyküsü ya da risk faktörü olmadığı halde hamilelere "düşük yapma ya da prekelempsi gelişmesin" diye aspirin ya da progesteron başlandığına şahit oluyoruz. Bun dan daha s ık karşılaştığımız bir uygulama ise hafif bir kanama varlığında bile progesteron verilmesi. Oysa ultrasonda bebeğin kalp atımlarının görülmesi %90-96 bu gebeliğin kanamaya rağmen düşük ile sonuçlanmayacağını bize gösteriyor.

Peki doktorlar neden hala daha gerek olmadığı durumlarda bile bu ilaçları reçete etmeye devam ediyorlar?

- Bugüne kadar yapılmış olan çalışmaların söz edilen ilaçların bazı olası yararlarını saptayamadığını düşünüyor ve progesteron ve aspirin kullanımından doğacak olan riskin az olmasına güveniyor olabilirler.
- Elde hastaya öneribilecek tedavi alternatifi olmadığı için bu şekilde davranarak kendilerini rahatlatıyor olabilirler.
- Bilimsel yayınları izlemedikleri ve kanıta dayalı tıp yaklaşımlarından habersiz oldukları için geleneksel uygulamalarını devam ettiriyor olabilirler.
- Hastaların yapılacak birşeyler olmalı baskısına veya düşük sonrası yaşadıkları depresyonun sonucunda birşeylerin işe yarayabileceği ümidine yenik düşüyor olabilirler.
Nedeni ne olursa olsun bilimsellikten uzak bu tedavi yaklaşımları Hipokrat'tan beri tıbbın temel felsefesi olan "önce zarar verme" ilkesine tamamen ters uygulamalardır.

Kaynak: Dr. Alper Mumcu

1 Ekim 2008 Çarşamba

Ahlaksız Zihniyetin Kurbanları

Evet, evet! Hiççç abartmıyorum! Dünya üzerinde olagelen, fark etmeden, düşünmeden, ayırmadan uyguladığımız, kendi bedenlerimizi, onu bırakın minnacık yeni doğacak, içimizde oluşmaya çalışan yaşam tomurcuklarını zehirlediğimizi bilmeden aldığımız, bizlere dayatılan bir sürü ilaç...

Hatırlayacaksınız, hamile kalmadan önce gideyim de sağlıklı mıyım değil miyim anlayayım dediğim doktorlardan biri yedi yıldır bir çocuk yapmama fikrine şaşırıp, üstüne üstlük bir de kendi kendine salakça teşhis koyup bir sürü ilacı vermeye kalkmıştı da şu aralar magazinlere konu olan bir sürü salak ikiz annesi kadınlar gibi " Eyvah! Anne olamayacak mıyım?!!!!" sendromlarına girdiğim sanılmıştı. Çoğunun hamile kalmak için pompalama ilaçlara maruz bırakıldıklarını okuyoruz. Sanki elli yaşına geldik de " Anaaaa çocuk yoookkk ne yapacazzz?!" diyoruz. Hayret bir şey!!!

Bu, dakika bir gol bir anlamında yaşananlardı. Doktora neden gidilir? İlaç almak için! Bunun başka bir alternatifi var mıdır ki onlara göre?! Bu yaratıklar kocaman bir camianın kuklaları arkadaşlar! İlaç yazmayan doktor başarısız, ilaç alamadan eve gelen hasta elini boş hissetmelidir yeni dünya düzeninde artık!!!!

Şimdi üzerine çok fazla duygu yüklemeden, ne olacağını bilmediğimiz yeni bir yola çıktığımızı haber vermek istedim. Ben dokuzuncu hafta içindeyim şu an. Beşinci haftadan beridir de artarak hayatımı ele geçirmiş olan mide bulantısı, baş ağrısı, aklınıza gelecek normal hayatta düşünmediğimiz milyonlarca kokunun bileşim atağından dolayı derin bir depresyon içindeydim. Biliyordum zaten.

Bilgi sonsuz...Bazısını okuyorsunuz mantığınıza ters geliyor, o insan biliminsanı olsa bile bu böyledir benim gözümde. İlk hamileliğimde " Anneye Mektuplar" diye bir doktorun yazdığı kitabı bulup, " Yaşasın hamilelikle ilgili dürüstçe yazılmış bir mektup dizisi!" diye üzerine atlamıştım. Atlamaz olaymışım, adam diyordu ki; " Kocasını sevmeyen kadın kusarak içindeki canlıyı aslında dışarı atmak ister."

Bazı yerde yazıyor; " Her hamilelik birbirinden farklıdır, aynı bedende yaşansa bile." Bebeğinizi Beklerken Sizi Neler Bekler" kitabında da diyor ki; " Birincisinden sonraki hamilelikleriniz diğerlerinin genelde tekrarıdır." " Hamileliğiniz genelde genetik faktörlere de dayanır, aile geçmişinizde annenizin ya da kız kardeşinizin hamilelikleri size yol gösterebilir."

Tamam! Mantıklı. İlk hamileliğime bakıyorum... Birincisi çok gençtik, istemedik ama Türk filmlerindeki gibi başladı. Yedinci hafta içindeyken bebeği aldırttım. Ama hiç unutmuyorum trenle işe giderken öyle bir fenalık hissi geldi ve soğuk soğuk terleme, mide bulantısına eşlik etti ki adamın birini yerinden kaldırmak zorunda kaldım. Kürtaja gidene kadar midem allak bullaktı, dönüşte hafiflemiştim.

İkinci hamilelik...İkizler...Üç ay korkunç bir dönem. Kusmalar, böğürmeler, hayatımın zindana dönüşü...Hadi dedik ikizdir, ikiye katlayalım. Ama anlaşıldı ki benim bedenin ( yani bir nevi makinanın hormon dengesizliğine verdiği tepki hayatı durduracak, beni hasta edecek boyutta )

Üçüncü hamilelik...Biliyorsunuz 10.hafta düşük. Torch testi ve CMV diye bir virüs.

Bu şartlar altında bir bakalım...Gittiğim doktor bana acil olarak hastaneye gelen kadın. Güvenilebilecek görüntülü, ilgili ve yumuşak. Ekibi çok sevimli, tek başıma kotarabileceğimi düşündüğüm bir ortam yarattılar hep beraber. Sağolsunlar, varolsunlar...Ammmaaaaa...

İlk görüşme, yedi hafta içindeyken yapıldı. Beşinci haftadan beridir de mide bulantısı başlamıştı. 10 haftalık düşük olduğunda da bu sefer başka doktor hemen cart curt mide bulantısı ilacı veriverdi. Aldım eve geldim ama bir iki kere ancak almışlığım vardır, ilaç sevmem, hele de organlarını oluşturmaya çalışan bir canlı varsa içimde hiç aklıma yatmıyor.

Ama bir yandan öyle bir piyasa oluşturulmuş ki benim de hamileliğim ve doğumumdan yana koca yedi sene geçmiş, insanı " Acaba teknoloji gelişti mi bu konuda?" ya da " Bu doktorlar bu ilaçları şakır şukur veriyorsa demek ki yan etkisi yok bunların, yaşasınnnn!" a kadar varan düşünce seli gelip geçiyor akıldan. Yalan değil, insanı kendisiyle çeliştiriyorlar. Kendi sağlıklı düşünce sisteminden bebek ve hastanın hayatıyla oynama pahasına deney tahtasına çeviriyorlar.

Doktor, mide bulantısının hissedilmesinden ötürü bunun sağlam bir hamilelik olduğunu söyledi. Evet, gariptir benim 10 haftalık giden beni pek de sarsmamıştı hani. Demek ki bir yerlerde eksik kalan bir şeyler vardı O'nda. Kalp atışlarını ilkine nazaran takır tukur dinledik. Görüşme odasına geçtik.

Hemen başladı ilaç yazmaya..." This baby is precious!" dedi bir de, sanki diğer bebeler değerli değilmiş gibi. Aspirin, az dozda, ha bir de hormon ilacı... O an diyorum ya anlamıyorsunuz, heeee diye bakakalıp, elinizde reçeteler haydaaa! eczaneye. Bir de sağlık sigortası mantığı çalışıyor tabi ki, yazılan ilaçlar hooppp cebe. Sanki rengarenk şekerler alıp da gelen çocuk edasıyla, hoplayıp zıplayarak eve...Yaşasınnn rengarenk ilaçlarım oldu benim de :))))

İki gün aldım ilaçları...Sonra bir arkadaşımla konuştum. Babası jinekolog O'nun. Şimdi emekli ama bu piyasayı en yakından tanıyan adamlardan biri işte. İşin içinden gelme. " Sürün ama alma bebek varken." dedi yaşımla yaşıt dostluğumuz olan arkadaşım. O an, hani bir şeyi düşünürsünüz, yaptığınızın yanlış olduğunu bilirsiniz ama bir kişi ile konuşmak noktayı koyar ya... Hemen benimkine gittim, bilgisayardan araştırdık yine.

Ulan!!!! Benim düşük geçmişim bir tane bebekle sınırlı, test yapılmıııışşşş, sonuç CMV çıkmış mı?! Tamam, demek ki annenin hormonlarında, bebeğin DNA'sında, vajinada bir sorun yokkkk! Erken doğum ikizlerde çok sık yaşanan en önemli sorunlardan biri. Serviks'e bakılmış, temiz çıkmış mı? Peki, o zaman hiçbir bulgu yokken aspirin ve hormon da nesi?!!!

Hormon ilacının mide bulantısı ve baş dönmesi yan etkilerinden, ben zaten ölüp ölüp diriliyorum. Bulantı ilacı ancak anne kusmaktan bebeğini besleyemeyecek durumda ise verilmesi gerekenlerden...Yan etkileri tartışılıyor. Aspirin, en muamma olan. Bir kısım doktor " Aman ne iyi kan akışını rahatlatır bebeğe güzel kan gider." diyor, bir kısmı " Aman sakın yanına bile yaklaşmayın bebeği eritir!" diyor, iyi mi?!

Düşünüyorum...Ben kusmaktan ölüyorum dedim mi?

Hayır, midem bulanıyor dedim, o da çok normal.

Sigara, alkol kullanımım var mı ki bebeğe yeterli kan gitmesin?

Hayır!

Yaşlılıktan dolayı hormon üretimimde bir eksiklik tespit edilip arka arkaya üç düşük yapmış mıyım?

Hayır!

Düşük sebebimin ne olduğu ve tamamıyla dışardan gelen bir etken olduğu orada kabak gibi gözüküyor mu?

Evet!

Bu şartlar altında üç buçuk haftadır hiç ilaç kullanmadan mide bulantısı sebebiyle süründüm. Hayatım durma noktasına geldi. Yazdığım yazıları koyarım, öyle bir psikolojiden şu anki aşamaya geldim.

Nasıl mı?

Geçenlerde mide bulantısı ve hamilelik olarak araştırıyordum. Bir forum'a denk geldim. Hanımlardan birisi " Sea Band" denilen bir şeyden bahsetmişti.

Mekanizma akupunktur üzerine kurulu. Şu an iki kolumdalar ve tenis oynarken takılan, terlemeyi önleyen havlu bilekliklere benziyorlar. Bir farkla, plastik bir düzenekle bileğin iç kısmına basınç uygululanıyor.

Buralarda " Boots" dan bulduk ama Türkiye'de alternatif tıp tan da bir şeyler satan eczaneler açılmışsa bilemiyorum, belki vardır. Yoksa, " Sea Band" olarak Amazon.com'dan araştırın. Fiyat komik, Türk lirası ile 10 YTL bile değil.

Yan etki var mı?

Yok!

Vücuda verilen bir kimyasal var mı?

Yok!

Etkisi var mı?

Yüzde yüz!!!

Ayağa kalkacak, insanlarla yüzleşecek, kendime bakacak halim yoktu diyorum. Şimdi hafifce hissedilen bir mide bulantısı var ama varla yok arası!!!!

Binlerce yılın birikimi ile yapılan ve ilaca beş çeken bir şey işte bu! Ben hayatım boyunca hipnoza, akupunktura, Reiki'ye hep açık oldum. Bunları yapıyorum diye ortalara saçılan, çok ruhi olduğunu iddia eden palyaçolardan bahsetmiyorum. Bu bilgileri içselleştiren insanlar zaten kimin ne olduğunu çok çabuk anlar. Ancak bir şekilde düşündüğüm şudur ki, işinin ehli olanlarda bıkmış artık herşeyi para basmak için kullanan adilerden.

Peki bizim kendimize düşen nedir? Her zaman onu söylüyorum. Tüketici seçim konusunda özgürdür ve bilgilendikçe de bu böyle dalga dalga yayılacak.

İşte, bütün bunları paylaşmak adına yazdım yine. Kendimi durduramadım, bekleyemedim. Zira bilgi paylaşıldıkça büyür. Ve ben suskunluktan aşırı derecede nefret eden bir insanım. Şimdi iki kolumda bana bunu yazma gücünü geri veren " Sea Band" a da gidip yazacağım. İyi ki herşeyi kimyasal yüklemelerle çözmenin yanlış olduğunu anlatacak olan bunun gibi zihniyetler de var ya ortada! Yoksa bırak hamile kalmayı insan yaşamından beziyor yahu!!!

Hayatın her alanını sünger gibi yaşamamak adına araştırın, okuyun ve DÜŞÜNEN İNSAN olun arkadaşlar, başka bir şey demiyorum.