31 Ağustos 2008 Pazar

Oyunlar, Alışveriş, Nintendo, Playstation Diye Gider

Beni tanıyan bilir ne kadar teknoloji hastası bir insan olduğumu. Pek dişi özelikleri değil gerçi ama olsun, en son çıkan playstation neler getirmiş, internette ilgilendiğim konuyla ilgili olan siteler neler, en son çıkan MSN sürümünün bana kazandırdıkları nedir, second life denilen oyunla neler yapılır :P, Sony lap top'lara nasıl aşık olunur?...gibi gittikçe giden bir soru listesi.

Mesela mega mall'a gitme zorunluluğu doğdu değil mi, bendeniz kıyafetler açısından ancak ihtiyacıma odaklanırım ama oralarda bir elektronik mağazası varsa kesin girmeden duramam. Örneğin ufaklığa almış olduğumuz Nintendo DS için sürekli yeni ve acayip yaratıcı oyunlar geliyor. Nintendogs denilen insanın aklını çıkarabilecek gerçeklikte yapılmış oyunun tahtını hiçbiri alamadı daha ama bir sürü şey var, kelime oyunları, satranç, efendim geçen sefer hadi bir deneyelim diye bakıp beğendiğimiz Dolphin Island...

Dolphin Island...Detay detay detay... İki kardeş ( birini seçiyorsunuz ) olarak gidilen adada, bilmemne amcanın yunusları, katil balinaları, fokları, flamingoları ve bir sürü canlıyı barındırdığı bir yerde geçiyor herşey. Oyunun ilerleyen safhalarında kardeşlerden birinin çevreci görüşleri sayesinde sağlıklı hayvanlar yerine bakılması ve iyileştirilmesi gereken hayvanlara yardım edilen bir yere dönüşüyor ada. RSPCA gibi sürekli denetleme de yapan iki kişinin eşliğinde havuzlara fırtına yüzünden düşmüş ve insanlar tarafından doğaya salınmış olan plastik şişeler toplanıyor, hayvanlara atılmış ağlar sebebiyle verilen zararlar ilaçla onarılıyor, belli aşamalar arkada bırakıldıkça bu sefer havuzun içindeki hayvanları tüm özellikleriyle öğrenme aşamasına geçiliyor, katil balina ve yunuslar eğitilebiliyor ve bu görevlerin ve bakımın hepsi size ait.

Dün, vize yenilemesi ve ufaklığın göz kontrolü için verilen ismi görmeye Dubai'ye gittik. Zamanımız bol bol yettiğinden de hemen gittiğimiz bir alışveriş merkezindeki Virgin denilen elektronik yere girmeyi atlamadık.

Benim lap top'a İngilizce için kelime oyunları indirdim. Hang man, Scrubble...Bazı oyunların kalitesi kötü. Görüntü iyi olmasına rağmen genelde bu nedense Amerikan mallarında olur, mesela Scrabble tuhaf kelimeler yaratıyor. Düşünün ki oraya makinanın kendi aklından koyduğu kelime Oxford'un sözlüğünde yok!!! Oyunları bir saatliğine indiriyorsun, beğenirsen satın alma şıkkını kullanıyorsun. Beğenmedim.

BookWorm denilen bir oyun keşfettim, verilen harflerle kelime oluşturup karşıdaki düşmanı eliyorsun. Ufaklık bayıldı belki onu alabiliriz, bilmiyorum ama bu tür oyunların spelling için büyük yararı olduğunu düşünüyorum. İnternet bir derya olmakla birlikte bilgi çöplüğüne dönüşebiliyor. Neyi aradığını, aranılan bilginin doğruluğunu çok iyi anlamak gerekiyor. Bu merhalede belki binlerce oyun var ama onların içinden en iyisini ve en faydalısını seçmek için araştırmak şart oluyor.

Araştırmak benim anahtar kelimem. Herşey için geçerli, evime alacağın eşyadan tut, kıyafete, oyundan, ne bileyim işte aklınıza ne gelirse. Bir şeyi kabaca almaya karar verdikten sonra hummalı bir araştırma başlıyor benim için. Aynı ürünün farklı yerdeki fiyatları nedir? Aldığım malın özellikleri, anlamıyorsam bu özelliklerin içeriği ne anlama gelir?

Daha önceden görmemiştim. Playstation, çok ciddi dizayn edilmiş bir gaz pedalı, vites kolu ve tabi ki direksiyon icat etmiş. Gaz, fren ve debriyaj var. İnanılmaz bir etki bence yarış oyunları için. Fakat ne kablosuz mikrofonu çıkarttılar daha ne de Wii'deki gibi parçalarda kalite var. Mesela adamların yaptığı atıyorum görüntüyü algılayan tennis oyunu diyelim, raketin dizaynı, kullanılan ürünün kalitesi Playstation'un şu anda piyasada olan uyduruk bilardo ve golf mekanizmasıyla karşılaştırılamaz bile.

Şimdilerde Blue Ray savaş oyunlarından biri Bad Company çıktı mesela değil mi? Wii'nin anladığım kadarıyla oyun başına ürettiği bir mekanizması var. Mesela nedir? Bir savaş oyunu için o oyuna uygun çok kaliteli görünüşte bir silah dizayn ediyor ve sen silahı doğrultarak oynuyorsun.

Playstation'da ise bunların hepsinde kendi kontrol mekanizması kullanılıyor. Çok daha zor ve hareketsiz. İngiltere'de Wii ile oynama fırsatım oldu, örneğin tennis oynarken elindeki alet her topa vurma esnasında aynı hissi yaratıyor titreşimle. Playstation en üstün grafik teknikleri kullansa da bu konularda Wii'nin gerisinde kalıyor. Standlara gidiyorsun, bir Wii'nin ekstra ürün yelpazesine bakıyorsun bir de playstation'ın. Elektro gitar, bu daha önce yazdığım ve görüp çok beğendiğim araba parçaları tamam ama gerisi boş! Sanki piyasaya bir şeyler çıkartılacak ama bekle bekle hala yapılamadı gibi bir izlenim yaratılıyor.

İşte böyle :) Sanırım bizler gibi elinde playstation olanların hepsi bu beklemeyi seçmek zorunda bırakılacak. Şu an gözümüz arkada kalmadan alabileceğimiz ekstralar eye toy ve o dediğim araba parçaları o kadar! Dört gözle biz büyüklere hitap edecek ve hareketleri algılayacak parçalar beklenmekte duyurulur! Kablosuz mikrofonnnn! bir de :)

Yarın okullara açılıyor, hadi bakalım hayırlısı :)

24 Ağustos 2008 Pazar

İngilizce Yazı Yazma Sanatı

Yazı yazan insan bilir, dili kullanırken bir tanesi üzerine yoğunlaşmak gerekir. Eğer kendi anadilini sonuna kadar kullanabiliyorsan, dilediğin gibi yazıp karşılığını alabiliyorsan ne ala! Ama ben bu aralar yıllardır kaçırdığım trenin peşine düştüm. Bu trenin adı "İngilizce yazı yazabilme sanatı" :)))

Benim gibi İngilizceyi konuşarak öğrenen, normal devlet okullarından mezun olmuş bir insan için bu işi yapabilmek ekstra çalışma ve özellikle İngilizce okumaktan geçiyor. Buraya geldiğimden beridir Türkiye'ye göre İngilizce kitap seçme şansım % 1500 artış gösterdi. Dolayısıyla kendi ülkemdeki level'lara uygun "Ali Topu At" kıvamındaki hiççç ilgimi çekmeyen kitapların yerini mesela seyredip de hüngür hüngür ağladığımız bir The Kite Runner'ın yazarı Khaled Hosselini'nin ikinci kitabı aldı.

Ya biri ya öteki...Dolayısıyla bu aralar İngilizce'ye yoğunlaşma kararım var. Türkiye gerçekliklerinden, politikasından uzaklarda edebiyatın derinliklerine dalmak, cümle kalıplarını, bir kelimenin yerine yazılabilecek bilmemnekadar karşılığı görebilmek...

Bu çok uzun zamanlardan beridir istediğim ama bir türlü çevre yüzünden yapamadığım bir şeydi, şimdi herşey değişti, normal hayatım İngilizce konuşma üzerine yapılandı, gittiğim kitapçılarda gördüğüm kitaplar, seyrettiğim filmlerdeki Türkçe alt yazıların yerini İngilizce aldı.

Mutlu muyum? Hem de çok...Bu dilde gönlüm pır pır eder benim. Daha küçücük bir kızken de gittiğimzi tatil yerlerinde İngilizce konuşan adamlara kayardı gönlüm. Onların o kimseye bakmadan okudukları kitaplarından ne kadar etkilenirdim. Kocamı da koca olarak alırken yazdığı mektuplarda anlattığı hayatı, kullandığı dili ne kadar sevdiğimi şimdi anlıyorum.

Bir kültürü sevmek için önce o kültürün dilini sevmek gerekir diye düşünüyorum. İngilizce bir şarkı dinlerken, hiçbir şey anlamadan ezberlediğim kelimelerin hayata gelmesinin bende ne kadar büyük bir mutluluk yarattığını hatırlıyorum da...

Şimdi, benim için İngilizce'ye ter akıtma zamanı... Umarım, bu emelimde başarıya kavuşurum. Aklımda bazı planlar var ama yapamazsam beni bağlayıcı olacağı için buraya yazmamayı tercih ediyorum. Dolayısıyla uzun bir süredir bloğa yazı girmememin sebebi de budur, belirtilir :)

Artık bilgisayarımın başına oturduğumda İngilizce ile ilgili bir şeylere zaman harcama modundayım. Hepinizi öpüyorum :)))

7 Ağustos 2008 Perşembe

İyi Yıllar Ter Kokulu :P

Benim kocaya, "benimki", "eşim" falan demekten sıkıldım, bundan sonra O'na verdiğim isim "Reis". Hah, anlaşılsın diye yazıyorum, adamın adını da değiştirip başka bir şey yazmak gelmiyor içimden, şimdi Evin Erkek Kedisi desem uzun kaçacak, belki oğlum olduğu sanılacak ama Reis dersem belli ki koca işte!!! Ailenin reisi değil de Kızılderili Reis'i olarak algılayalım, antipatik kaçmayalım şimdi :)))

Evet, dün Reis'in doğumgünüydü. Akşam Çin Lokantası'na gidilecek ya, gündüz ağır bir şeyler yemeyelim, bütün enerjimizi gideceğimiz yere saklayalım dedik. Ben İngiltere'den bir yemek kitabı almıştım ( hani o ağlamaklı kız çocuğu ifadesiyle, anne ben ve Reis ufaklıkla market dolaşıyoruz, bir yakaladım kitabı aaa! bu benim hep hayal ettiğim bir şeydi, yediklerimizin aşağı yukarı kalorilerini hesaplamak yani, hemen atladım, kitabı göğsüme üniversiteli kız öğrenci kıvamında yaslayıp " Bunu alıyoruz!" dedim Reis'e, bakışmaları yazsam eski Türk filmlerindeki bayıcı sahneleri sollayıp geçebileceğimizi şimdiden belirtirim :))) ) Ama aldık tabi, cadı gelin yine Reis'in paralarını 4.99 poundluk bir kitaba çar çur etti, bak gördün mü şimdi ne olacak bu memleketin hali şeklinde düşünceler geçirilirken kitap görüldü ama görülmezlikten gelindi, alındı, kasada parası ayrı ödendi ki aaaa bak sen, " Bakiiimm ne kitabı almışsın, hımmmm!" larla hiç bakılmadan geçiştirildi. Umurumun köşesi bile değil!! İstedim aldım ohhhhhh, düşmanlar çatlasııııın, yarasıııııınnnn! ( İşte girdiğim ruh hali böylesine isterikleşiyor, içimden geldi yazdım. )
Efendim, konu yine dağıldı, hah işte o kitaptan bir balık çorbası buldum, bir porsiyonu baktım 150 kalorimsi bir şey, hafif. Bir de pasta kısmından bir rulo pasta keşfettim ki, normal şartlar altında bir dilim pasta yenildiğinde bir öğünün atlanması gerektiğini okuduğumdan beridir aram çok naneydi pasta kültürüyle ama bunu deneyeyim dedim.

Geçen hafta yazı yazmak için dört renkten oluşan royal icing de bulmuştum süpermarketten, Türkiye'den hani gümüş rengi eskiden halamın hep pastalarında kullandığı toplardan da almışım...Yaparım bir şeyler dedim ve sabah ruloya dönüştüreceğim keke başladım. Tabi, önce balık çorbasını hallettim, orası ayrı.

Kekin tarifini çok iyi bir sonuç almadığım için burada yazmayacağım. Bir kere bendeki yağlı kağıt müsvettesi keke yapıştı, çıkarana kadar bayağı bir bıçak mıçak kullanmak gerekti. Fırın biraz kek yapma özürlü, nedeni de hafif harlı ve keki aynı anda çepeçevre saran ısı kavramından bir haber üretilmiş olması, ne yapsın? Onu da ekleyelim. Kekin tarifinde kullanılan yumurta akı, iki table spoon portakal suyu ki ben meyve suyu kullandım, biraz şeker ve un!!! Yani, yağdan eser yok. Eh, keki yaptık, hatta rulo haline de getirdim Allah var yukarda da, biraz kayışımsı olmuş :PPP

Herşeyi yapıp ettikten sonra sıra dekorasyonuna geldi. Diğer, eskiden yapılanların hepsi tereyağ canavarı tarifler, artık onlar yok!!! Dolayısıyla eldeki krem şanti kullanıldı ki onun yerine bile başka bir şey demiş, köşe markette bulunacak bir malzeme değil :( Royal icingle şöyle yazdım " Happy Birthday Sweety." Yanına koca harfler " We love you " Balonlar birkaç adet, gümüş toplardan, lunaparktan kaçmış kıvamda desenler...
Dışarıya çıkmadan önce pastayı çıkarttık kızımla, Reis'in gözleri kapalı...Bir tane çekmecenin köşesinde kalmış ( Yaş 46 oldu ya adam görmek istemiyor o iki rakkamı yanyana haliyle ) bir adet lunapark rengi sarı mumu da yaktık. Püfffff!

Bizimki okuyor şimdi; " Heheeee Happy Birthday Swety!!!!" Allah'ım yaaa! Bir "e" yi unutmuşuz yazarken "sweety" tatlım olmuş "swety" terli ya da ter kokulu olarak da çevrilebilir :PPPP Hah! Al işte!!! Bir de bunu herkeslerin önünde yapsam yuh diyecekler yani.

Yaşlarımız gerçekten ilerliyor, fotoğraflardan çok daha anlıyorum bunu. İçimizde bir yerlerde hep o çocuk var ama. Çıkmadan fotoğraf çektirelim dedim ( ben ) Bunu nedense hep ben söylerim :P Çekilenlerin kendi adıma yarısını imha ettim. Daha mı kalınım artık nedir? Suratımdaki ifade gittikçe annemi mi andırmaya başladı ne? Özellikle şıkır şukur giyinmeye kalkıldığında daha bir bariz oluyor teyzem teyzem ifadeler. Ben kotumu isterimmmmm! 10 gün sonra da ben olacağım otuzaltıııı :(

Gittiğimiz lokanta Chloe'nin yaz okulunun olduğu oteldeydi. Ve sıkı durun, bizden başka kimsecikler de yoktu mekanda. Herşey özel, gak diyoruz su, guk diyoruz karpuz... Sharjah'da alkol yasak tabi ama yemek değişik ve güzeldi. Ortam insansızlıktan ötürü müydü bilemiyorum ama biraz fobik geldi bana. Çin lokantasında yerel müzik dinlemeyi isterdik ama otelin ana bölümünden çalınan dınınıınnn! diye sözsüz nameler hakimdi ortalığa. Resepsiyonun olduğu bölümde küçük bir orman yapmışlar, ben evde eskiden baktığım için biliyorum kocaman ağaç olmuş benjaminler, diğer beş altı çeşit ağaç türü, üç çeşit kuş türü ve bir de küçücük yapay bir şelale ve balıklar...Şırıl şırıl akan bir suyun eşliğinde sabah kahvaltısı ya da brunch...Ağaçları da ışıklandırmışlar, çok romantik bir ortamdı kısaca.

Çıktığımızda " Bay Terli :P" ben ve küçük kızımız pek bir mutluyduk...Beş dakikalık bir yolda bulunan bu özel lokantada İngiltere'de bir kişinin ödeyeceği miktarı üç kişi kullanabilmek büyük bir şans. Mesela bu hafta ayın üçünde dişçiye gittiğimde toplam olarak ağzımda yapılan işlemlere üç kerede hemde, alınan 50 YTL!!! Şaşırtıcı değil mi? İnsan gibi yaşayabilmek lüks artık dünyanın bu şartlarında. Evet, sıcak evet, çöl ama kim bakar ki?! Umurumda bile değil!!!

Ha bir de Reis kendine uzun zamandır almadığı ayakkabıları aldı, "Onların fotosunu çektirt, çerçevelettir ve sizinkilere yolla." dedim, bana çok kızdı :PP Ama demesem çatlarım ayol!!!!

Yok, yok...Akşam telefonda son seyredilen filmler, okunan kitaplar, benim Türkiye tatilim, kitabımla ilgili gelişmeler den oluşan bir sohbet yapıldı İngiltereyle. O kadar da kötü değil canım, uzaktayız ya :)

Aile böyle bir şey işte, sinirlenmelere, gerilmelere karşın bir şeyleri uzatmamaya çalışarak devam ettirebilme sanatı...Birbirinin hayatından çekip gidememe, sorumluluklar, alışkanlıklar bütünü...

Bir doğumgünü de böyle bitti sayın okuyucularım... ( Bu ifade Emin Çölaşanvari mi oldu bana mı öyle geldi? ). Şimdi ablamın MSN'E gelmesini bekleyedururken yazdım bunları, fotoğrafları ekleyeyim de tamamına ersin bari :) Kimsenin de geldiği gittiği yok yahu!

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Bugün Yemekte Ne var?

Hayatta herşey ama herşey planlı ve organizasyonlu yapılmaya kalkıldı mı zaman ve emek alıyor. Hiç de küçümsenecek, basite alınacak gibi değil üstelik.

Örneğin sabah kalkıldığında, evdekiler için ne yeneceği sorusu gündemde. Diyelim ki, yemek yapmak yerine zaman bambaşka bir konuyla harcandı değil mi, küt diye öğlen oluyor ve eve gelen çocuk, siz kısacası aileniz ya hazır gıdaya ya da kızartmaya mahkum ediliyor.

Eğer bir anne ve evin kadını olarak otokontrolünüz gelişmiş ise öyle; " Ammann! Bana ne canım, olduğu kadar işte, ben bu kadarını becerebiliyorum!" diyemezsiniz. Ha, çok para olursa yemek yapacak, aynı zamanda alışverişe çıkacak ve temizliği de halledecek farklı farklı yardımcılar bulabilirsiniz ama onlar da ne yazık ki işi kendi işleri, evi kendi evleri, çocuğu da kendi çocukları gibi görmediklerinden ve bir süre sonra yapılanlar otomatiğe bağlandığından istediğiniz performansı alamazsınız.

Yani, kısacası ben alamıyorum. Hastalık derecesinde kontrol durumum var. Geçen sene biliyorsunuz işte, günde iki saat gelen ve aynı evi paylaştığımız ( dışardaki oda ) yardımcımız vardı. Çok da seviyorduk, gerçekten son derece dürüst bir insandı ama ne oldu? O gittikten sonra odası olarak kullandığı alanı temizleyebilmek için dört günümüz gitti, ev bir anlık temiz duruyordu ama derinlere inince yalnız makinaya vurulduğu ve yerlerin viledalandığı anlaşıldı. Belki tamam, hiçbirimiz Allah'ın her günü iki saat evin içinde vileda ve elektrikli süpürge ile dolaşmıyoruz ama yapıldığında da ince detaylara giriyoruz. Belki 10 günde bir oluyor temizlik ama bir kere, pislenmesi için bir zaman geçiyor, bu bir her gün ekstra gereksiz eletrik su da gitmemiş oluyor, bu da iki.

Olaya yardımcı tarafından bakalım, bir de kendimizi onların yerine koyalım. Evler bizim kendimize ait mekanlarımız, eşyasını ona göre almışız. Çocuğumuzu mide bulantıları çekip, endişelenerek doğurmuşuz... Kısacası herşeye zaman içinde bir emek vererek sahiplenmişiz ama onlar için bu duygu yok. İşin doğası bu!

Suçlamak lazım mı? Kesinlikle hayır! Kendimi aynı durumda düşüneyim, benim için de kafamın başka yerlerde olduğu çoook zaman olurdu herhalde. Elimde belli bir süre, hemen otomatiğe bağlanmış gibi yapılması gerekenleri yapar çıkardım, bir işi eleyip arkamda bırakırdım. Mutfağa mı geldi sıra? Yapılacak nedir, yerler elektrikli süpürge, ardından vileda, çık salona geç...Bu böyle bir döngü. Ama benim için öyle değil, bir gün pat dolabın içini görüyorum, ardından fırını gözüme kestiriyorum, bir bakıyorum dolap kapakları lekelenmiş...

Bu da yetmiyor, yemek yapılacaksa ne yapılacağı düşünülüp, birkaç gün önceden ona uygun alışverişe de benim gitmem lazım. Kural basittir, yemeği kim yapacaksa alışverişi de O yapar. Bakın, bütün şeflere, kullanacakları malzemeyi başkasına aldırtmaz, neden? Başka bilmeyen birinin alacağı, yapacağı yemeğin kalitesini bozar da ondan.

Diyelim atıyorum, o yemeğin ana malzemesi ıspanak olsun, ben birine liste verip ıspanak demişim ya bulamaz almaz ya da gereken görüntüde ve kalitede olmayan bir ıspanağı yalnızca listede olduğu için alır gelir ( İdealde harika olanı anlar, bulur ve gelir ). Oysaki ben kendim alışverişe çıksam ve o alternatifleri görsem ıspanakla yapacağım yemeği aklımda peynirli başka bir yemeğe çevirebilirim, o yemeği değil, o an bulabildiğim en kaliteli alternatiften bambaşka bir yemek yapmaya karar verebilirim. Anında, hem para hem de gereksiz zaman tüketimini elemiş olurum. Bunun gibi...

Çocuk yetiştirirken de öyle. Çocuğa vereceğim doğrularım vardır. Bu doğrular ortalamalara pek uymaz ve bir binanın yapılması gibi üstüste gelerek bir bütünü oluşturur. Başkasının dünya görüşlerinin bana ait olana geçmesini ve bana yabancılaştırılmasını istemem. Yalnızca fikirler açısından da değil, duygusal gelişiminde de çocuk bir şey söylediğinde geçiştiren, anlamayan, O'na değer vermeyen, atıyorum gereğinden çoook fazla değer verip dünyasının odağı haline getiren ve herkesten aynı durumu bekleyen bir kişiliğin yaratılmasına da karşı çıkarım.

Bunları gönlümce uygulayabiliyor muyum? Evet, belki maddi olarak biraz daha kanaat getirerek bu hayat tarzını tercih edebiliyorum. Çünkü bariz ki ben de çalışıp kazansam bu kazanılanın iki katına çıkılacak herşey maddi anlamda. Belki bu yüzden alacağımız ev için para, iki yılda değil de 10 yılda birikebiliyor, o ayrı. Kimseye muhtaç kalıyor muyuz? Tabi ki hayır, eğer öyle olsaydı seçim hakkım diye bir şey de söz konusu olamazdı. Onu biliyorum. Çok zorlanırdım, sinir küpü olurdum çünkü dediğim gibi bana ait olanı ben kotarmalıyım ama yine de gider yapardım.

Geçen gün rüyamda bana kendime ait olacak bir iş teklifi geliyor ama Türkiye'ye dönmek zorundayım, sabah kendi kendime ter dökerek, iş ile ailem arasında bir yerlere sıkışarak uyandım. Ohhh dedim yahu! Bu, demek hayatıma gelse ben ecel terleri dökeceğim, ne yaparım, nasıl yaparım? Çocuğumu buralarda hangi şartlarda bırakırım? Türkiye'ye dönsek ufaklığın her yönden hali ne olur? Her durumun bir maliyeti var. Bunu ya maddiyat ya da çocukla ödeme durumu çok kötü. Ama hayatın gerçeği de bu...

Nerden nereye geldim yine...İşte bütün bu yazılanlar basit bir " Bugün Yemekte Ne Var?" sorusundan çıktı ortaya. Çok kendi halimde yaşayan bir insanım ama kurallarımdan taviz vermek istemiyorum. Bu bir seçimse ve karı koca bu şekilde bir hayat oturtulmuşsa buna saygı gösterilmesini, gereksiz hırpalama politikalarının can acıttığını ve bende öfkeye sebep olduğunu yazmak istiyorum.

Bu paragrafı da neden mi ekledim? Çünkü her ziyarette öyle bir hisse kapılıyorum. Ufak ufak şeyler oluyor ama verilmeye çalışılan duygu olumsuz ve yıprtatıcı oluyor. Mesela İngiltere'de hep beraber alışverişe çıkmak beni üç yaşımdaki halime döndürüyor " Alabilir miyizzzz?" konumunda bir kız çocuğu...Mız mız, istekli, sürekli para harcatan...Oysaki ben oraya turist olarak gidiyorum, istenen de atla deve olsa! Ayrıca O'ndan da istemiyorum ki benim eşim yanımda ve bizim paramız ortak! Bir keresinde domatesli köy ekmeği, bir tanesinde de kalorilerin yazdığı yemek kitabı :( Breh breh breh!!! O anları yaşayacağıma gitmesem dediğim çok zaman oluyor. Alışmışım kendi evimin lideri olmaya, ihtiyaç olduğunda arabama atlayıp alışverişimi yapan, parayı dikkatli harcayan, ihtiyacın ötesinde asla şımarıklığa kaçmayan "ben"in dişleri uzuyor İngiltere'de. Özgüven gidip yerine diyorum ya at kuyruklu kız çocuğu geliyor. Dondurma için ağlamaklı bir surat :(((

Bu iki hafta içinde eşimle doğumgünlerimiz geliyor. Üç senedir bendeniz Türkiye'de, benimki burada, birarada bile kutlanamayan doğumgünlerini bıraktık arkamızda. Bu Ağustos herşeyi Temmuz ayında bitecek şekilde ayarlamamızın bir sebebi de buydu. Yani, bu doğumgünlerimizde karşılıklı olarak bir beklenen, bir ışık olmalı, bir sevinç kaynağı olarak algılanmalı...Yanılıyor muyum?

Bizimkine aynı zamanda annesinden doğumgünü kartı geliyor, içinde yazan şu " Doğumgünün kutlu olsun şu bu..., parayı banka hesabına yatırıyoruz ama ne aldığını görmek istiyoruz, eve ( veya herneyse doğumgünün dışında hiçbirşeye ) harcama yapma!!! ( büyük harflerle ve ünlemli )

Şimdi...Memleketim insanı için doğumgünüymüş falanmış filanmış pek o kadar önemli değildir. Ben, kendi adıma genç kızlığımda annem tarafından çok el üstünde tutulduğum içindir ki yıllara dayanan bu birikimde annemin yalnızca telefon açarak yetinmesi, babamın hiççç oralı bile olmaması ya da belki (!) telefon açması ( eşinin buna değer verdiğini ama unutulduğunun da farkındayım ) gerilmeme sebep oluyor. Üzerine bir de benimkine her sene bu şekilde ( biz de onlara yollarız bu bir gelenek ve asla atlanmaz ) ev dahil hiçbir şeye harcama yapma! denmesi...

Bunu yazan taraf tabi ki ve bariz ki bu detayları ya düşünmüyor ya da öküz bunlar, nasılsa ben de bu baskıyı kurarım mı diyor, anlamak zor. Benim bildiğim iyi niyetle bile olsa o insanın bir ailesi, o kartı okuyacak bir karısı varsa gönderilen paranın özellikle (!) eve harcanmaması üzerine bir detay eklenmez oraya. Ya da eklenir ve şöyle denilmiş olur " Bak sana söylüyorum gelin, sakın ha ola ki benim oğluma yolladığım doğumgünü parasından kendine ya da ailenize dışarda yemek yemek falan filan gibi bir pay çıkartma!!!" Zaten bu sene hamile kalınırsa ben evde Layla'ya bakarmışım ( burada dahiyane bir göz parlaması ve gözümün içine bakma, yani o köpeği getiren sensin gelecek sene de hamile mamile sen bak ) kızım ve kocam giderlermiş İngiltere'ye, bu da belirtildi. İyi de buna karar verecek kimdir? Ben kendiliğimden bile bu alternatifi getirebilirdim rahatlıkla ama beni eğreti etmek için başka birisi tarafından bu bir yaptırım gibi sunulursa üzgünüm o zaman!

Belki kendi ailem bu kadar maddi yönden ekstralara girebiliyor ve bana her doğumgünü ya da Türkiye gezisinde harçlıklar veriyor olsaydı bu garibanlık psikolojisi de yaşanmazdı, bilmiyorum ama kendimi bu şartlarda tuhaf ve kırgın hissediyorum. Özellikle bunu kullanabilen, ince bir şekilde kanırtma yapan ya da yapabilen herkese öfkeliyim :( Maddi yönden ekstralara girebilmek de değil bu, değer vermek, değerli hisettirilmek...Bu anlamda eşime gösterilen ve dikte edilenle benim durumun farklılığı sıkıntı verici.

Ne doğumgünü ama, tam zamanında saplanan hançer derler ya, aynen öyle!

Bu arada hemen kısaca değineyim en sonunda eve kaliteli bir çöp tenekesi aldık. Çok mutluyum yahu! İki sene önce benimkinin kız kardeşinde görmüştüm, kapağı bir kere tıklamayla açılıyor, uzun, metalik ve evladiyelik :) Basit bir çöp tenekesi deriz ama bu on yıl garantili, çöp torbaları özellikle doğada parçalanabilir ve boyut bakımından bu kutulara özel olarak üretiliyor. Brabantia marka, bulabilirseniz ve torbaları da satılıyorsa biraz da fedakarlık ederek fazla ödemeyi gözden çıkartıyorsanız ve tabi ki benim gibi on yıldır plastik, orası burası her iki yılda bir kırılan iğrenç renklerde çöp kutunuza baktıkça ıyyy! diyorsanız gözünüzü kırpmadan alın derim. Adamlar çöp torbası yapmışlar mesela, en üst kısmına delikler koymuşlar ki içine yerleştirirken hava dolmasın.

Her şeyin bir sanat tarafı var sanırım. Bu da a ha çöp kutusu :)))

Yaz ve Resim Kursu Derken...

Günlerdir ufaklığın yaz okuluna devam edip etmemesi üzerine düşünüyoruz. Kararı O'na bıraktık ama yaş yedi ve bazen kafası karışabiliyor. O dönemleri anlıyorum Allah'tan, " İstemiyorum! " dediğinde aslında o anki uykusuzluktan mütevellit ( nasıl kelime ama?! ) olabildiğini, iki dakika sonra " İstiyorum!" diyeceğini biliyorum.

Nitekim, iki gün önce devam etmeme kararı aldıktan sonra dün itibarıyla kararımız tersine dönüştü. Önümüzdeki ay, yine dört hafta, okullar başlamadan dört gün öncesine kadarki olan süre yaz okuluna devam edilecek.

Chloe'nin eğitiminde dikkat ettiğim yegane öğe, belki daha önce de yazmıştım ama, kendimi hatırlamak...Zaman zaman çekingenlik huyum yüzünden aslında mantıklı bir şekilde anlatılsa devam edeceğim çok konudan ayrılmış olmanın verdiği sıkıntı...

Yani, herşeyi yorumsuz şekilde ufaklıklara bırakmak da kanımca yanlış çünkü çocuklar yetişkin liderliğine ihtiyaç duyuyorlar. Kıstırıcı olmayan disiplinden kasıt da bu zaten. Çocuğunuzu göndermek istediğiniz konular O'nun yapısına, yeteneklerine hitap ediyor olmalı, çok ters bir alanda yalnızca sizin ideallerinize hitap eden bir konuda asla korkutucu, baskın olunmamalı.

Zamanında bloggerlar arasında yazılan " Çocuk İstismarı" konusunda Keçilerin Çobanı'nın bloğuna koyduğu resimde gösterildiği gibi, çocukları yani daha doğrusu aciz olanları, gücü size yetmeyenleri ezip geçmekte kullanılan yollar o kadar fazla ki! Bunlardan bir tanesi karşısınızdaki bireyin ne yaşta olursa olsun seçim haklarına gösterilen duyarsızlıktan tutun da, algılamamak, bile bile görmeye direnmek, zorlamaya kadar...

Kısaca, Chloe ile konuştuk, babasıyla sabahları herkesin zamanının kendisine kalması, çocuğun sosyalleşmesi aynı zamanda açık alanda bedenine hitap eden sporları yapmasının faydası üzerine anlaştık, bunu ufaklığa güzelce anlattık. Cevap; " Tamam! "

Sabah saat dokuzda başlıyor dersler. Bu hafta ikinci ayın dördüncü haftasına ve aynı zamanda bir ayı kapsayan üçüncü ve son döneme girilecek. Dolayısıyla, sabah grubunda kaç kişinin kalacağı belli olmalı. Ufaklık dün mayosunu soyunma odasında unutmuş, bugün bekleme döneminde olan öğretmenlerle onu konuştum, Çarşamba günü sabah grubunun sayısı sebebiyle öğleden sonraya kaydırılma durumu vardı bir gün için, onun olmayacağını öğrendim. İyi de oldu :) Havuzdan çıktıktan sonra duş almadıklarını söylemişti bizimki, soyunma odalarında duş olduğunu öğrenmiş bulundum ve oradan çocuklara resim kursu var mı diye bize hemen yakında bulunan Art Museum denilen komplekse gittim.

Burası, tamamıyla eski Arap mimarisi ile yapılmış bir alan. Kale gibi...Arka sokaklardaki yerel kıyafet ve mutfak malzemeleri satan dükkanlar çok hoş...Resim sergisinin olduğu alandan yürüyerek kurs verildiğini bildiğim bölgeye geçtim ki öğrendiğim herşey benim işime yaradı :)))

Türkiye'de lüks olarak değerlendirileceği için el sürmekte zorlanılan bir sürü işin burada bir hakmış gibi devlet destekli olarak verilmesi beni gerçekten çok şaşırtıyor. Sharjah denilen şu yer belki bir İstanbul'un kırkta biri büyüklüğünde ama müze sayısı 30 u bulmuş durumda. Buna ne demeli?! Herşey ne kadar ağızdan dolma, ne kadar düşmanca verilmiş bizlere.

Resim kursu denilen binanın tüm iç dekorasyonu ahşap ve eski usül pütürlü krem rengiyle boyanmış duvarlar, kapıların ve üzerlerindeki cam işinin renkleri insana huzur veriyor. İki katlı olan ve bir avluya bakan bu kapalı alanda sıkı durun, altı hafta, her gün üçer saat boyama, grafik, seramik ve diğer teknikler ve bittiğinde de sertifikasıyla Türk Lirası olarak konuşuyorum 65 YTL'ye veriliyor!!!!

Yağlı boya dışındaki tüm malzemeler kurstan sağlanıyor. Ders başı ücreti 1 YTL bile değil! Amaç kar değil ki zaten, hanımlara bir hizmet verebilmek, ruhu dinlendirmek ve bunu devlet kendisi düşünüyor. Öğretmenlerin belli ki maaşları gelen öğrencilerin ödemesinden öte devletten sağlanıyor.

Evet, burada da öğretmenlerin kazandığı maaşlar ( yerel anlamda konuşuyorum ) gülünç, o var. Yani, tabi ki herşey şey toz pembe değil ama devletin sağladığı sağlık koşulları Türkiye'ye göre çok daha başarılı ve üstüste değil insanlar. Dışardan gelenler, firmaları tarafından özel sağlık sigortası temin ediyorlar zaten. Yerel nüfusun %15 gibi kaldığı düşünülecek olursa...

Buralara taşınalı toplu taşıma araçlarını çok daha sık görmeye başladık, bu güzel bir gelişme. Dün, gazetede hayvanlara yapılan olumsuz davranışların göreceği cezalar belirlendi, yani kısaca Türkiye'nin yıllarca kanırttığı ve bir türlü başaramadığını pat diye getiriverdi Arap Emirliği bünyesine.!!!

Hayvan Hakları anlayışı ve Arap insanı...Hiç akla gelmez değil mi? Ne kadar yanlış bilgilerle donandığımızı anlayın işte. Burası Arabistan değil tabi ki, çok daha modernleşmiş, Arap olmayı kültürel bir olay olarak algılayan, insanların birbirlerini rahatsız etmedikleri bir yer ki Sharjah Dubai'ye göre çoook daha tutucu.

Ancak ne kadar tutucu olursa olsun, onların kültürlerine saygısızlık etmeden, kendi halinde giydiklerini devam ettirebiliyorsun işte. Şimdiye kadar bana bakan, laf atan, pis kokan bir Arap erkeği veya kadınıyla karşılaşmadım ben. Tam tersi! Bunu açık yüreklilikle söylüyorum.

Mesela kafamızda yaratılandan ne kadar farklı olunabildiği ile ilgili bir örnek; Bu sene Türkiye'ye giderken yanıma bir Arap çift oturdu. Kadın tabi ki geleneksel abayasını giymiş, adam 55 yaşlarında kafasında bir şapka...İkisi yanyana oturduğu için hiç çocukları yok diye düşündüm, yaşlarından ve çocuklara bakışlarını bildiğimden zaten farklı geldi bu durum. Adamın elinde bir kitap, kadın ise kalktıktan sonra dizüstü bilgisayarını açıp filmini seyretmeye başladı, adam sürekli karısına ne istediğini sordu ve ihtiyaçların hepsini alıp başındaki yastığı falan şişirdi. Çiftlerin elektriği bellidir her zaman, bunların arasında da öyle bir uyum... Derken karısının omzuna elini attı ve bir anda anladım ki bu çift çocuksuz değil, hatta iki tane oğulları paralelde oturmakta. Ses seda yok çocuklarda, derken bir kız çocuğu peydahlandı ve yine çok terbiyeli ve hiç rahatsızlık veremeyecek şekilde baba oğlanların, kız annenin yanına geçdi. Nasıl geldik, ne oldu anlamadan zaman su gibi akıp gitti.

Bazen, bu doldurulma bilgilerle yetiştirildiğimiz, hayatında başka memleketleri hiç görmeyen, okumaktan, seyretmekten, gözlem yapmaktan aciz bir sürü yaratığın " Iyyyy Arap memleketinde ne yapıyorsundur sen şimdi?!" gibi düşüncelerinin dile gelmesinden utanıyorum. Eskiden Yalova'ya tatil yapmaya gelmiş, bizim Türkiye'de parmağımızı dahi uzatamayacağımız lükste yaşayan, tatil yapmaktan başka bir amacı olmayan insanlara diş bilediğimiz, onlar kapalı, kara çarşaflı ve bizi anlamadıkları için öcü! Karafatma! diye isimler takıldığı için de öyle...

Her kültürü anlamak için onlarla yaşamak, o havayı deneyimlemek lazım, yoksa gerisi ukalalık, o kadar! Bir de o ülkelere gidip de kafadan atma bilgilerini zamanla deneyimleyerek değiştirenlere satılmış, gittiği yere uyum sağlamakta profesyonel bukelemun falan gibi yakıştırmacalar yapılır, onlarla hiççç tartışmaya girmiyorum.

3 Ağustos 2008 Pazar

The Kite Runner

Döneli bugünle bir hafta oluyor. Yazılacak çok şey var ve hayat da öylesine hızlı akıyor ki, örneğin bugün bahsetmeden geçemeyeceğim bir film seyrettim ve hemen onunla açılış yapayım bari dedim. Yine, karşılıklı benim adamla sarılıp ağlaştık; ben, klasik "Ne değiştirebiliyoruz ki?!" diye kendime kızdım, söylendim, başıma ağrılar girdi ama hikayesi, kurgusu ve müziğiyle herşeye değerdi.

Filmi buradan anlatmayacağım. Normal yaşama dönüş bazı filmlerden sonra zaman alır, bu da öyle işlenmiş bir yapımdı. Taliban'ın ülkesinde, Afganistan'la ilgili yaşanan, yok sayılamayan, olmamış gibi yapılamayan ne kadar acıtıcı, insanlıktan tiksindirici şey varsa onlar konulmuştu filme. Zaman zaman içeri gidip odaları turladım, öfkeyi bütün hücrelerimde hissettim ama şimdi, yani seyrettikten bir yarım saat sonra filmin ne kadar yüreğimize dokunduğunu tekrar düşünmeden edemiyorum.

Evet, belki hepimiz kendi doğduğumuz hayatlarımızın içinde, kendi çocuklarımıza ve yaşamlarımıza odaklanmışız, bunu değiştiremiyoruz, herşeyleri geride bırakıp bizlere muhtaç olanları açıkta bırakarak başkalarını kurtarmaya gidemiyoruz ama bunları seyrettiğimiz ya da okuduğumuzda yaşadığımız insanlığı ve dünyayı bir kez daha sorguluyoruz. Daha derin bir şeyler var bir yerlerde. Birbirini tanımayan, dillerini anlamayan nice insanı ortak paydada buluşturan, bu kötülüğe öfke duymasını sağlayan bir gerçeklik, bir ortak payda...

Dün gece, aynı Afganistan'ın Rusya işgali sırasında direnişe geçip Amerikan'ın yardımını almasını sağlayan "Charles Wilson'ın Savaşı" diye başka bir Afgan konulu film seyrettik mesela ( Tom Hanks ve Julia Roberts vardı baş rollerde ) Böyle etkilenmedik.

Tamam, aynı Amerika şimdi Irak'da bir çok korkunçluğa sebebiyet verdi ve vermeye de devam ediyor ama o filmden sonra da bireyselliğin önemini anladık. Yani, şu Amerika'lıymış, yok Afgan şöyle olurmuş, bütün Türk'ler böyleymiş gibi herkesi robot gibi aynı kalıba koyan tanımlamaların ne kadar yanlış olduğunu düşündük. Dünyanın her ülkesinde iyisi de var kötüsü de, bunu bilmek lazım. Genellemelerden kaçmak, ülkelerin bir memlekete yardım ederken muhakkak ki kendi çıkarlarının olması...

Mesela, dünkü filmde Amerikan kongre üyesi olan Charles Wilson, tamamıyla kendi kişisel tarzı ve çabasıyla 5 milyon dolarlık Afgan yardımını inanılmaz boyutlara ulaştırdı. Bunu yapabildi. Peki ne için? Rusya karşısındaki devliğini dünyaya kanıtlamak adına. Aynı ülkenin içinden gelen bir dinamikle ilgilenmek niye? O onların sorunu, öyle değil mi? Oraya para akıtacak, peki bunun karşılığı ne olmalı? O yatırımın sonrasında eline geçen nedir? Artı eksi hesabı nasıldır? Bunun yapılmasını da yadsıyabilir miyiz? Yalnızca şövalyelik uğruna hangi ülke kendi vatan evladının kanını akıtmaya razı olur, kendi milyonlarca dolarlık savaş uçağını heba eder?

Olaylara böyle bakınca yaşam içindeki dinamiklerin ne kadar zor olduğunu anlıyor insan. Bir memleket kendi kurtuluşunu kendisi sağlayabiliyor olmalı ama bunu yaparken de askeri anlamda teşkilatının ne kadar kuvvetli olduğu çok ama çok önemli. Bir Afganistan dünyanın iki devinden biri olan Rusya'ya karşı nasıl ayakta kalabilir? Amerikan yardımı olmadan kastım...Ama Taliban olayında farklı bir şeyler olmalı, okumak lazım...

İşte belki bu tür filmlerde ya da kitaplarda ben bir şey yapamıyorum ki diye sinirlenmek ve hayatını kahretmek yerine bu tür bir yaşamın sebeplerini öğrenmek bile büyük bir gelişme dünya açısından. İnsanları tek bir noktada biraraya tek bir yürek olarak getirebilmek de öyle...

Yapılan edileni sonra yazarım. Yeniden hoşbulduk demek güzel ama içim seyrettiklerimden bulanık, canım sıkkın, geçer de...Biraz zamana ihtiyaç var. Burayı özlemişim, orası ayrı :)

The Kite Runner ile ilgili link burada. Seyretmeyenler için, hayatın gerçekleriyle yüzleşemeyecek olanlara tavsiye etmediğimi tekrar belirtmek istiyorum. Çok sert noktalar var, gardınızı ve selpaklarınızı hazırlayıp başlayın seyretmeye derim. Baş ağrısı için de parasetamol elinizin altında olsun :(

Sevgilerimle ve tekrar hoşbuldum :)