24 Ekim 2007 Çarşamba

Sıkıldım

Lütfen soluklanalım artık...

Karşımızda bir terör mücadelesi var. Bahsettiğimiz insanlar belki bizlerin hayatlarında düşünemeyeceği kadar çetrefilli işlerle hayatlarını kazanıyorlar. Ne toprak istedikleri var, ne bir şey! Onlar olabildiğince kaos istiyorlar. Zaman zaman sanki idealleri varmış, yüce bir amaç için bunu yapıyormuşçasına kendi adamlarını da kandırdıkları, onları piyon olarak kullandıkları için bu uğurda askerleri şehit ediyorlar.

Onlar bizlerin evladı, karşı taraftakiler de onların...Ama bu evlatların canları önemli değil ana babalar dışında, onlar yalnızca bir piyon.

İnsanlara söylemek istediğim şey, bunların aslında ne Kürtlükle ne Türklükle ilgili olduğu. Bakın bakalım Türkiye'nin sermayesi Türkiye'nin her yerine eşit dağıtabilse, herkes eşit anlamda iş bulabilse, karnını doyurabilse, kim insanları birbirinden rahatından, sıcak yatağından ayırabilir? Bu idealdir değil mi? Evet, idealdir ama uygulanamaması ya da uygulanmasının önüne devletlerce yüzyıllar boyu engeller konulması konuşulmasını, istenmesini hayal edilmesini önlemez. Kanunlar ve hukuk " Olan" üzerine değil " Olması gereken" üzerine kuruludur.

50 yıl...Dile kolay. Yarım yüzyıldır böyle savaş çığırtkanlığı yapılarak çözülememiş sorun yumağı.

Çünkü devletleri yıkan da kuran da ekonomiktir. Gerisi fasarya. Eğer o paralar, sağlığa, eğitime, yatırıma, yardımlara gidecek paralar onun yerine çıkarcıların cebine gidiyorsa, onların sahnenin gerisinde duruyorlar ve ileriye suçsuz, aklındaki ideallere inanmış evlatlar yollanıyorsa, sorulacak çok şey vardır.

Anaların duruşu Amerika'da hükümetten hesap soran kadının duruşu gibi olmalıdır. Allah verdi Allah aldı değil, Vatan sağolsun değil! Bu evlerinden kendilerini, çevrelerini unutacak dağ başlarına gittiklerinde canını kaybeden insanların düştüğü durum planlamayı yapan, O'nu oraya sevkedendedir de muhakkak. Gerçi bu ana da biliyorsunuz, bloğuma yine taşımıştım " Sisteme karşı artık duramayacağını" belirtip geri çekilmişti. Sistemin adı paradır.

Bu hata neden yıllarca yapılmaktadır? Belli bölgelerde olan terör faaliyetleri neden sonlandırılamamaktadır? Bir ülke, koskoca devlet terörle nasıl profesyonelce, özel eğitilmiş, bu iş için geliştirilmiş timlerle karşı konulacağını bilemiyor mu? Radarlara takılmayan uçakların yaratıldığı, insanların birebir uydulardan izlendiği bir dünyada o teröristleri yok edemiyor mu? Yoksa, yıllar boyunca oynanan bir oyunda yine suçsuz bir sürü insan bu paranoya kurban mı gidiyor?

Politikalarımıza dönüp bakalım. Bir duralım, düşünelim...Yine bir sürü acayip, ağızlarından salya akıtan, ne hukuksal ne başka bir yönden hakkı olmayan insan kimlikleri sebebiyle diğer insanlara linç girişimlerinde bulunuyor. Paranoya aldı başını gidiyor. Sokaklarda bağıranlar, Kürt kelimesini sürekli tekrarlayanlar...Hayatlarını normal şartlarda aramızda sürdüren çok farklı milletten binbir insan olabilir. Onları unutmayalım.

Ve, Türkiye bu resimle çok zorlanır. Orhan Pamuk'un arabasının camının kırılması, insanların tepkisi...Ermeni soykırımı oldu mu olmadı mı tartışmasının yapıldığı 21. yy Türkiyesi için " Bunlar bu yüzyılda böyle tepkiler veriyor ve polis istediğinde yapabildiği müdahaleyi ne menemse bir türlü yapamıyorsa o zaman olabilir" e götürür bizleri. Dünyada yayınlanan fotoğraflarımız insanları dehşete düşürür.

Savaş çığırtkanlığı yapan, terörle savaşı bölgesel, ülkesel noktalara taşıyan bir zihniyet yine yıllarca kızdığımız Amerika'yla farkımızı sıfıra indirecektir. Bir düşüncenin ya karşısında durulur ya yanında. Bu, mini etek giydi diye tecavüz eylemine verilen cezada indirime benzer. Kuzey Irak'ta bir sürü kürt yaşamıyor mu? Bunların ne kadarı sivil ne kadarı PKK'lı? Bizim işimiz PKK teröristleriyle ilgili olmalıdır. Kürtlükle falan değil. Milliyetçilik bu konuda ayrımcılığa sebebiyet verir.

Topluma yayılmamalı. Noktasal ve profesyonelce olmalı herşey. Ama maalesef...Ben hiç ümitli değilim, büyük paralar vardır, çok derin ilişkiler vardır ve insanlar ölür, askerler gider ama onlara hiç bir şey olmaz. İt ürür, tekne yürür. O yüzden iki kere düşünmek lazım. Sorumlu görmek istemek lazım. Ölen evlatlarımızdan karşı tarafa değil bize, içimize dönmemiz ve bakmamız lazım.

Derin'in bloğunda gördüğüm Ufuk Uras'ın konuşmasını alıyorum kendi bloğuma. Aslında o yazıya eklenecek bir şey yoktu ama ben yine de kendimi tutamayıp yazdım. Unutmayalım ki kirli işlerin ve paranın milliyeti hiçbir zaman olmadı dünyada. Milliyetçi değerleri değil, birebir olanları görmeye çalışalım. İnsani değerlerimizin önüne hiçbir şeyin geçmemesini sağlayalım derim. Yoksa daha çok suçsuz insanın canı yanacak. Ortalıkta zincirini koparmış, işi gücü olmayan ama hep saldırmayı bekleyen, bütün enerjisini ve erkekliğini yenmek üzerine biçimlendirmiş çok insan var. Onları maçlarda görürüz, mafya içinde, dizilerde...Ama artık gittikçe gerçekleşiyor ve büyüyorlar sanki.

Şeytan'ın avukatını seyrettiniz mi? Bana dünyada herşey böyle yönetiliyor gibi geliyor, hiç ümitli değilim, sıkılıyorum...

"AKP Hükümeti Kuzey Irak‘a sınır ötesi operasyon yapılması ile ilgili tezkereyi Meclis‘e getiriyor. Bu tezkereye ‘kınından çıkan bıçağı sonuna kadar saplamaya‘ hevesli CHP ile Meclis‘te ‘bölücü keşfine çıkmış‘ olan MHP destek veriyor.
Siyasi partiler şiddet ve çatışma kültürüne hizmet etmemelidir. Ancak tezkere tartışmaları sırasında toplumda gerginlikleri arttırıcı bir dil kullanan siyasi partiler, farkında olarak ya da olmadan toplum içi çatışma ortamını geliştiriyor. Söylenen her kışkırtıcı söz, toplumda şiddete eğilimi olanlarda ‘saldırma meşruiyeti‘ yaratıyor. Eline silahı kapanın oraya buraya ateş ettiği bir ortam, hiç kimse için arzulanır değildir ve olmamalıdır.
Biz bu tezkereye karşıyız. Çünkü diplomasi yapmak için askeri yöntemlere ihtiyaç duymak yanlıştır. Türkiye‘nin ve Ortadoğu‘nun bugünkü ortamında, Kuzey Irak‘a müdahale için tezkere çıkartmak, sonu belirsiz bir maceraya atılmak demektir.
Biz bu tezkereye karşıyız. Çünkü bölgemizin ve ülkemizin daha çok şiddete değil, barışa ihtiyacı vardır.
Biz bu tezkereye karşıyız. Çünkü, Türkiye‘nin Kuzey Irak‘a girmesi, bölgemizde ABD‘nin yarattığı savaş bataklığına bile bile saplanmak demektir. Üstüne, Kuzey Irak‘taki Kürt toplumu ile çatışma içine girmek demektir.
Biz bu tezkereye karşıyız. Çünkü sınır ötesi bir operasyon, daha fazla ölüm, daha fazla acı, daha çok kan akması demektir.
Son 23 yılda 24 sınır ötesi harekat yapılmış, ama sorun bir türlü çözülememiştir. Şu çok açık ki, Kürt sorununun çözümü ve toplumda barışın tesisi için atılması gereken adımlar ülkemizin içindedir, dışında değil. Sorunun sadece bir güvenlik meselesi olarak algılanması nedeniyle, yıllardır yapılanların çözüm yönünde kalıcı ve olumlu bir etkisi olmamıştır.
Bugün soğukkanlı bir şekilde demokratik bir çözüm için çaba sarf etmeli, bunun için soruna siyasetle çözüm aramalıyız. Çözümsüzlük ve kutuplaşmayı arttıracak terör eylemlerine ve şiddet adımlarına değil, barışçıl yöntemlere ve sosyal önlemlere ihtiyaç vardır.
PKK SİLAH BIRAKMALIDIR
PKK silahlı saldırılarla, mayınlarla, bombalarla Kürt sorununun barışçıl çözümünü imkansız hale getiriyor.
Türkiye‘nin içinden geçtiği süreçte, bölge halkının kendi temsilcilerini çözümün bir parçası olmaları için Meclis‘e gönderdiği koşullarda, silahlı mücadelenin ve şiddetin tırmandırılmasının hiçbir haklı ve meşru gerekçesi yoktur.
Bu tehlikeli bir oyundur. Patlayan her mayın, her bomba, PKK‘nın aldığı her can, şovenizmin, düşmanlığın, ırkçı bir gelişmenin tohumlarını atıyor, ateşin bütün ülkeye yayılmasına yol açıyor. Bu körüklenen ateş, hem Kürt yurttaşların hem de tüm toplumun acı çekmesine kaynaklık edecektir.Meşru ve savunulur yanı olmayan eylemleri sürdürmek bir kışkırtmadır ve bu kışkırtmanın dramatik sonuçları yaşanmaya başlamıştır. Üstelik demokratik yollarla Meclis‘e seçilmiş olan DTP‘li vekiller için de son derece olumsuz koşullar oluşmaya başlamıştır.
DTP‘li vekiller üzerindeki baskılara ve dışlama çabalarına son verilmelidir. Bu Meclis toplumdaki farklı fikirlere ve eğilimlere tahammül edemeyecekse, toplumda bu tahammülsüzlüğün sonuçları çok daha ağır olur.
Bugün ülkenin iç koşulları, demokrasinin ulaşmış olduğu düzey PKK‘nın silahlı bir mücadele yürütmesini de devletin kontrgerilla taktiklerine başvurmasını da gerektirmiyor.PKK derhal silah bırakmalı, saldırılarına son vermelidir. Devlet ve hükümet ise sorunun barışçıl zeminde çözülmesi için acil bir tavır göstermelidir.
BARIŞA ÇAĞIRIYORUZ...
Bu ülkede savaş davulları çalarak, milliyetçi duyguları kabartarak politika yapmak kolaydır ve bundan çok hoşlanan vardır. Duygu sömürüsü yaparak farklı düşünenleri sindirmek, vatan hainliği ile damgalamak en kolay yoldur. Ama bu yol çıkmazdır.
Biz bu tezkereyi ülkemizin çıkarlarına aykırı buluyoruz. Böyle dönemlerde soğukkanlı ve akla dayalı düşünceleri dışlayanlar kazandıklarını zannederler. Ancak bu hazin oyun Türkiye‘ye hep pahalıya patlamıştır ve bir kez daha bunun eşiğindeyiz.
Türkiye‘nin farklı kültürlerden oluşan dokusunu paramparça ederek bu topraklarda demokrasinin ve barışın canına okumak isteyenler çok tehlikeli bir yönelime girmiştir.
Türkiye‘de demokrasiden, barıştan, eşit koşullarda bir arada yaşamaktan ve adaletten yana olan herkesi; meslek örgütlerini, sendikaları, aydınları, yurttaş girişimlerini, demokratik dernekleri ve kuruluşları tezkereye ve uygulanmasına karşı tutum almaya, toplumda barışa ve demokrasiye sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Şimdi güçlerimizi birleştirme ve toplumdaki çatışma ve şiddet eğilimleri karşısında aklı selimi savunma günüdür. Bu tezkere, Türkiye toplumunu demokratikleştirmeyecektir, barışı sağlamayacaktır, anaların ağlamasını sona erdiremeyecektir."

UFUK URAS

ÖDP Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili

21 Ekim 2007 Pazar

Kavanoz Götlü Dünya

Dün sabah erkenden ufaklığı okula götürdüm. Yine ay sonuna yaklaşıyoruz ya su çekme halleri gündemde. Parayı kontrolsüz mü kullanıyoruz? Asla! Hatta, ciddi ciddi sinirlendiğim konu, tam tersi. Hayatımız boyunca, yani şu evliliği yaptığımızdan beridir dikkatli olma zorunluluğunu omuzlarda hissetmemiz.

Ben, kendime göre para konusunda sanki bizimkine göre daha bir öngörüye sahibim gibi. Her türlü şarta ayak uydurmaya çalışırım, benim için dert değil. Lüks yaşamaktan her Allah'ın kulu hoşlanır ama kendim için olmasa da olur diyeceğim çok şey vardır.

Hep yazıyorum ya, sosyalleşmesem de idare ederim, temizlikçi kadınım hayatım boyunca olmadı, burada yatma yeri hesabına yapılan iş durumları olunca alan razı, satan razı. Yoksa, onu da kendim yaparım. Elim mi tutmuyor, ayağım mı? Yaşımı mı aldım, beceremiyorum? Çocuğuma da 850 gr. başlangıç noktasından beridir ben bakıyorum. Ne elim kolum karıştı, ne " Ben yapamıyorum İmdatttt!" dediğim gün oldu.

Olup da altında kaldığımı hissettiğim noktalar müdahale edemediğim, kafamda yarattığım mükemmellikte yapılamayan işler olmuştur. Onu da genelde kendi kendime kalıp iş hallettiğim zamanlar değil, çevremde başkaları olduğunda daha fazla hissettim.

Öyle eli kolu birbirine karışanı da sevmem. Sevmem derken kendi hayatını yaşarken bana ne de, benim hayatıma girip; " Ay şekerim yapamazsıınnn, yardımcısı olmazzzzz" ya da " Ay ne olacak şimdi, nasıl olacak?!" türü polemiklerle dır dırlananı, eli iş tutmayanı, iki eliyle bir şeyini doğrultamayanı kastediyorum. Hiç işim olmaz, aman benden uzak cehenneme direk olunsun öyle davranılacaksa.

Konu harcamalarda dikkatten açılmışken...Ufaklığın kıyafet konusunda mesela, eşyaları küçülmeden ikişer dışında abartıya da gidilmez bizde. Hava şartlarına göre kot pantalonu yok, o mu alınacak? O zaman gidilir, indirime girmiş olan kaliteli bir yer bulunur ve iki çift alınır, kış onunla tamamlanır. Hiçbir zaman ihtiyaç dışında yok güzelmiş, süslüymüş, püslüymüş hadi alalım durumlarına girilmez. Girilemedi de zaten şimdiye kadar.

İmkanım olsaydı girer miydim? İmkanım olduğu zaman da oldu, girmem. Çünkü kendim tüketim konusunda dikkatli olmaya çalışıyorum. Onun hakkında yazılar yazıyorum, sonra arkasından tam tersi bir yaşam biçimi belirleyemem. Hele hele kendi çocuğuma o deli olduğum, çevresine ve başkalarına karşı duyarsız, hayattan bir haber tarzı yaşam felsefesini aşılayamam.

Fakat, herşey bir kenara eğitim! Üstü başı ikişer taneden adam gibi olsun, fazlaya gerek yok ama bu çocuğun diğer her çocukta olduğu gibi yapmaktan zevk aldığı, e iyi de yaptığı şeyler var. Bunlar bu sene nedir, geçen seneden devam eden bale ve bir aydır kesintisiz gidilen yüzme dersleri...Bunlar bile bizleri kısıtlıyorsa ve biz bu arada çocuğumuzun özel okuluna damla para ödemiyorsak, ne olacak bu dünyanın sonu? İnsanlar nasıl becerecekler? İşte bu sorular beni deli ediyor.

Dün akşam yattığım yerde düşündüm durdum. İki alternatif var önümde, birincisi diyor ki; " Bu bir aile hayatı, inişi de olacak çıkışı da... Önemli olan bu inişleri de çıkışları kadar kuvvetli karşılayabilmek. Eğer buralardan gidilirse, eğitim için büyük paraların gerekli olduğu memleketlerde yaşanırsa o zaman çocuklar da bundan nasibini alacak elbet. Aile olmak bunu gerektirir, önemli olan herkesin elinden geldiğinin en iyisini yaptığını bilmektir." Bu, alternatif işin felsefi yönü.

Diğer yan da şöyle demekte; " Bu adam aileye tek başına bakmakta. Köpek dedin getirdin, çocuk istedin yaptın, buraları gerçek değil, yüz kere mi söyleyeceğiz, bugün vardır yarın yoktur ve sen o zaman ne yapacaksın? Seni boşver, çocukların böyle bir Disneyland (!) hayatından sonra gerçeklerle yüzyüze geldiklerinde ne olacak?"

İnsanın hayatı, psikolojisi, dolayısıyla evliliği şu bombok dünyada ( aslında dünya değil elbet de dünyayı yöneten kuvvet para diyelim ) nasıl da maddiyata bağlı. Ayın sonu geldikçe ve parasız kalındıkça benimkinin suratı beş karış asılıyor. Herşey, her türlü plan askıya alınıyor. İnsanın geleceğe emin olarak bakabilmesi ise resmen bugününün psikolojisini belirliyor.

Bir hedef belirlemek lazım. Bu hedef sınırlı parayla geleceğimize yapılan yatırımı da kapsadığı ve bizim gibi yabancı insanlarla, yabancı ellerde yaşama durumunun emekliliği gözetmediğini unutmayarak davranılmalı.

Bunun için, buraya gelir gelmez aldığımız maaşın belli bir bölümü ki bu genelde komik miktarlar olmamak zorunda, bizler için emeklilikte karın doyurması amacı var, sigortaya kanalize ediliyor. Paranın bir kısmı yıllardır ödenen ve bel büken master bittikten sonra ev peşinatına sayılmak üzere birikmeli...

Düşünebiliyor musunuz? Ayda bir milyar biriktirsen yılda 12 milyar eder. Komik...Ev fiyatlarına bakıyorsun, en fazlasını biriktirip en az kazığı yemek amaçlı davranmalısın ama daha şimdiden evler 250 den başlayan fiyatlarda. E peki yardım görmeden ne yapılabilir? Hiçbir şey. Ya da şu olur, hayatın boyunca yaşarken her gününe lanet edeceğin bir ev alırsın, istediğin değil zorunlu olduğun bir mekana kanaat edersin. İki ucu boklu dedikleri türden.

Bu sene bir yaz tatili yaptık. Yemin ediyorum bir parça ekstra alınmadı, gidilen evlerde onlara dayanılmaz, toptana çıkılır. Bu şekilde iki aydır kredi borcu ödüyoruz. Arabanın taksidi var mı bir yandan? Daha önümüzde iki senemiz kabak gibi bekliyor kredinin bitmesi için.

Tam, herşey halloldu, yeni ay, toptan maaş deniyor, yok arabanın kaskosu geliyor, yok köpeğin dişleri, aman ağzının kenarında çıkan bir şey, yok bacağındaki yağ kesesi mi yoksa kanser mi? E götürme etme, yapma... Olur mu öyle sorumluluk? Baktığın sana muhtaç bir varlığı, yalnızca konuşamıyor, seni şikayet edemiyor, hakkında delil olarak kullanılacak bir şey yok, kendi sağlığını anlatamıyor diye es geçiyorsun. Ne olursa olsun, acıdan da kıvransa, kanser de olsa, yaşlansa da sokaktakinden iyi durumuna şükretsin mi diyeceksin?

Bu şartlar altında bir de kendi sosyal hayatın var. Çocuğunun insan gibi yetişmesi için yapılması gerekenler de cabası... Bunları isteyerek severek yapıyorsun ama yıpratıcı...

Bana göre dert değil, sosyal hayatın içine etmişim! Eskilerin bir lafı vardır; " Tencerem kaynarken maymunum oynarken." derler. Bizimkiler eskiden nasıllardı, evimizde akşam yemeğinden misafir eksik olmazdı. Nasıl bir yedirme, nasıl bir efor hakimdi ortalığa. Annem portakalları oyardı da içlerine meyve salatası falan yapardı. Şimdi?... Emeklilik çilesiyle kıvranıyorlar. Ama hala sor " Genç olsam yine aynı şekilde yaşardım!" diyen çok vardır. Ben de, yaşlılığımı insan gibi yaşamak istiyorum, zorla mı? O mantığın tersi yani.

İnsanların maddi durumlarındaki akıllılık, planlama yetisi ve şans elindeyken tutabilme kapasitesi ailenin üst katmanından altına doğru geçiyor ve tersi hakimse, kimse kimseye yardım edemez hale geliyor. Kendini kurtardın, başkasına " Aman ne olur?" demediysen karlısın mantığı hüküm sürüyor. Eğer, genç çiftler gençliklerini ve sosyalliklerini bahane edip yatırım yapmayı unuturlarsa o zaman maalesef hep çocuklarının üzerinde yük oluşturuyorlar.

Hele de, Türkiye gibi sosyal devletin zayıf olduğu, nüfusun karınca misali çoğaldığı, üstelik bu çoğalmanın üretim ve eğitimle pekiştirilmiş değil tam tersine eğitim alamayan zavallı işsizler sürüsü yarattığı düşünülürse herkesin birbirine bakması, komün halde yaşaması çok doğal. Soruna göre çözüm üretmek zorunda insanlar. Ha, bu yaşayış biçimi sana uyuyor mu? Orası soru işareti.

Sen, kendin ve ileriye dönük ailen için bu zinciri kırmaya çabalarken zaten bir sürü şeyden de vazgeçmek ve dikkat etmek zorunda kalıyorsun. Çocuğunu neden o geleceğe mahkum kılacaksın? Ya da o şekilde yaşaması için mi doğurdun?

İşte...Yine asık suratlar... Aman! Kimse aramasın, beni bir yere davet etmesin, kendi kendime kalayım halleri...Bir de bahane yaratma çırpınmalarından nefret geliyor, afaganlar basıyor.

İlk geldiğimiz yıl, bir de master ödeniyor daha da beter, burada tanıdığımız bir çift vardı, ayda belli bir miktarı efendim yemeğe, içmeye, sıçmaya ayırıyorlardı. Oraye gelin diyorlar bizde cık!, buraya gel deniliyor yok! Ama nasıl bir de halden anlamaz, e biz anlatamaz...Kaç kere suratların değiştiğine tanık olduk da ondan sonra dedik aman yok karılı kocalı klüp mantığı bize göre değil. Çünkü planlarımızı bütçemize göre anlık yapıyoruz, para yoksa parasız bir yerlere gidilir, hiç yoksa evde oturulu çorba içilir. Batmıyor yani.

Zaten burada bakıyorsun, sabahleyin çıkıp da yürüyüş yapmak dışında para vermeyeceğin ne var? Artık kış geliyor, parklara gidilir, kamping yapılır ( hiç maliyeti yok ), yapılabilirse, bedava sahil bulunur aman bir şey olacak mı nedir ne değildir şeklinde bir denize girilir çıkılır. Öyle bir yer de keşfettik bakalım...

Saat ona geliyor ve benim yemek yapmam gerekiyor. Yüzme dersi bugün üçbuçuğa alındı, emin olamıyorum. Ufaklığın bugün zaten okulda yüzme dersi var, bir de üzerine 3:30 gibi sıkışık tıkışık bir zamanda verilen randevu..."Deneriz." dedim öğretmenine, "Bakalım becerebilecek miyiz?" Eve geliş zaten ikibuçuk, yemeğin yenmesi ki ağır bir şey yenmemeli aslında ardından hemen bir yüzme durumları...Bizimki sabahleyin okulda çok bitirmiyor sandviçini falan ama öğlen ve akşam yemeğine güveniyorum. Öğleni o yüzden geçiştirmeye hiç niyetim yok. Sanırım haftaya bire düşürmek zorunda kalacağız. ( Yok, öyle olmadı, yemeğini de yedi güzelce, yüzmesine de gitti, tık yok :) )

Kısacası, ya biri ya öteki...Hem bugünü, hem yarını dört dörtlük planlayabilmek için maalesef para babası olmak lazım. Başka türlü olmaz. Bizim gibi emekliliğe odaklı plan yapanlarla hiiiç olmaz.

Bakalım, ne kadarını nasıl becerebileceğiz? Aslında, ben bize güveniyorum. Şimdiye kadar yapılanlar bugün burada olmamızı sağlayan yatırımlardı, bundan sonrası da geri dönüşü ile kendini gösterecektir. Yani, inşallah öyle olur.

Aslında, her türlü karar alınırken şartlar ve zaman...Hayatta herşey belki saniyenin binde birinde bile değişiyor ya o da ayrı bir mesele.

15 Ekim 2007 Pazartesi

Bir Bayram Havası...

Bilgisayarlar minimum kullanımda, aileler maksimum ziyarette, bakıyorum da şu hareketli ortamda birkaç gündür tık yok!

Hakikaten Allah ailesi, çoluğu çocuğu kocası ya da karısı olmayana yardım etsin. Bazı filmler vardır hani Christmas zamanı aile efradı, kendi doğurduğu falan olmayana işkenceye dönüşür, hep beraber ağlaşılır falan...Ama öyle! İnsan böyle dönemlerde anlıyor gerçekten.

Tabi, bizler gibi herkeslerden uzak kalanlar için bu tatil, "Hörrreyyyy!" şeklinde kuma, denize ve güneşe saldırı amaçlı kullanıldı.

Hepimizin o bencil noktası mahiyetinde, dünyanın durumuna üzül, " Ne olacak sonumuz böyle giderse?" diye hayıflan ama bir boşluk yakaladın mı elindeki nimetleri sonuna kadar kullan. Diyorum ya insanın doğasında var " Ben merkezci" yaşamak, ne yaparsan yap ne edersen et, herbirimiz bir yerde kendine sunulmuş hayatı deneyimlemekle yükümlü.

Bu, ne yazık ki bazıları için evet, yükümlülük, bazıları için ise şans. O yüzden, kesinlikle tekrar tekrar farklı şekillerde yaşanan hayatlara inanıyorum ben. Bir kereyle olması imkansız geliyor, içine doğduğun ortamdan tut, aile hayatına, oradan alabildiğin eğitime, sahip olduğun doğuştan gelen paraya ve yeteneğe kadar herşey öylesine şansa bağlı ki! Aynı insanı, farklı şartlara koy, bak bakalım nasıl yeni hamurlar ortaya çıkar derim. Allah'ın hödüğü ye ye bitmez bir mirasa konuyor, önünde eğilmeyen bükülmeyen kalmıyor, oysaki kimbilir adını sanını duymadığımız köylerde kasabalarda istense nerelere getirelecek nice insan nasıl şartlara doğuyor.

Neyse...İşin felsefesi bir kenara, bu bayram ki burada Çarşamba akşamı tatile girildi, Perşembeden neyi ne yapacağımızı düşünmekle geçti. Çarşamba günü kızımın arkadaşı periyodik ziyaretinde bizdeydi. Ailesi hep beraber O'nu almaya gelince, cümbür cemaat bir çay halleri hasıl oldu :)

Perşembe günü eşimin okulundan İda, akşam Cornishe denilen yerde sahil kenarında bekleyen, yere kurulumuş oturulacak minderlerin serili olduğu teknelerden birinde piknik yapma fikriyle geldi. Bence çok güzeldi güzel olmasına ama kanımıza işlemiş bir şeyler hazırlamak. Dedim ki benimkine " Bak şimdi göreceksin, herkes dışarıdan aldıklarıyla gelecek." ki harfiyen aynı durum yaşandı.

Bunun mantığına sonuna kadar katılıyorum. Bir, herkes kendini doyuracak kadar bir şeyden biraz daha fazla, farklı lezzetlerden alıp geliyor. İkincisi, bu bir tatil havası, benim gibi öğlen başlayıp beşe doğru ancak yıkanması, kızartması ile uğraşmıyor. Ama yapılacak bir şey yok. Çıkacısa huyum böyle!

Bir de bizimkilere öğlen yemeği hazırladım. Stragonof, Çin usülü ekşili tatlılı.

Pikniğe gelince...Benim mayalı hamurdan böreklerim var, kızarmalık. Hani, insanlar bir de vejeteryandır falan diye milföy, ıspanaklı, Emine Beder'in çapraz kapamalı böreklerinden, yanına da kıymalı böreklerden, ardından da hızımı alamayıp zeytinyağlı yaprak dolmamdan yaptım. Aslında üç parça şunun şurasında denilebilinir ama diyenin dilini keserim.

Şöyle düşünmek lazım... Bir yerde ıspanak için soğan doğranıyor, o pişiyor, diğer yerde kıymalı iç için soğan kesilip o hellediliyor. Hadiii, mayalı hamur tutulup, kabarmaya bırakılıyor, öbür taraftan milföyler açılması için mutfak tezgahına diziliyor. Sonra, milföyler icap edilecek şekilde kesiliyor, soğuyan ıspanaklar bol beyaz peynirle döşeniyor. Kabaran mayalı hamur parçalara bölünerek açılıyor ve içi eklenerek kızartma yağında pişiriliyor. Herşey bitiyor ki bu sefer arada doğranmış sekize yakın sayıdaki soğan zeytinyağında kavrulup diğer iç hazırlanmaya başlanıyor. Veee sıra geliyor dolmalara :) Tabi, bunları kim yıkıyor? O sırada, mutfakta terör estiren ben!

Çıkmaya yarım saat kala herşeyin son rötuşları atılıyor derken pasaklı, kızartma yağı kokulu, saç baş bir tarafta halden çıkılıp evin hanımı haline dönüşüm geçiriliyor. Tabi, yüzümüzden gülümseme eksiz olmayacak di mi efendim bir yandan?

Akşam, bir saate sığdı. Daha önceden de yazmıştım belki havalar artık esintili, gayet güzel, eskisi gibi rutubetten damla damla olup üzerimize yağmıyor. Gözeneklerimizi tıkayıp nefes almamızı engellemiyor.

İda, dünyayı dolaşan bir çift arkadaşı, eşimin kocası Türk olan yeni bir iş arkadaşı, beş yaşındaki dünya bir yana ben bir yana diyen oğulları ve diğer bir Alman çift falan filan...Toplam belki bir on kişiyi bulduk ve daha yola çıkar çıkmaz neyimiz var neyimiz yoksa ortaya döktük. Herkes yere oturduğu içindir ki bir kere kenarda kalanlar gerçekten kıpırdayamaz duruma geldiler. Tahminimin hayata geçişi şeklinde aldıklarını açtılar.

Bu arada, İda bizim Türkiye'de bir arkadaşımız vardı, beş yıl sonra yolllarımız burada kesişti. O kocasını bırakıp buraya gelmişti ama birinci yılın sonunda kaçarak (!) pes etti. İşte, İda O'nun yanına gitti tatil için. İStanbul'a aşırı hayran kalmış. Onu konuştuk falan filan...

Benim dolmalar ikinci kez istenen tek alternatif oldu :) Joeanna ( kocası Türk ) vejeteryan olduğu için ıspanaklı börekler ve dolmaları çok tuttu. Yapanın ikram etmek ve sevildiğini görmek en harika anıdır ya, ben de o an keyfine vardım :) Bana bir de Tükçe " Bunlar etli mi?" diye sordu :) Türkiye'de ev almak, dünya piyasaları gibi içimize işleyen konulardan bahsettik. Birinci gecemiz böyle geçti.

Ertesi gün, kamp yapmak için nereye gideceğimizi düşünmek, ona göre alınacakları ve hazırlanacakları hesaplamakla harcandı. Zeytinyağlı dolma zaten vardı, zamanında da bir barbekülük eti dondurmuştum. Onu kamp akşamına düşündük. Eksiklikleri gidermek için kızımla kocam dışarı çıktılar.

Aynı günün akşama doğrusu kamp malzemelerini hazırladık. Umman'a doğru ( east coast ) denilen sahil yolunda aklımıza yatan yerde konaklayacağız, o şekilde karar aldık. Benimki, off road diye bir kitap almış. Bütün yolları, konaklama olanağı veren noktaları falan gösteriyor. Onun dışında kalmak anlamında değil de günübirlik gidilebilecek yerleri de öğrenmiş olduk.

Kamp malzemelerimiz pergola denilen kocaman bir güneşlik ( kesinlikle masa falan kurulduğunda olmazsa olmazlardan ) tabi ki çadır, yemek için gerekenler ( önce kaç gece kaç öğlen onu hesaplamak lazım ) yemek ısıtmak için taptığımız Çin malı ocağımız, yere serilen hasırımız, biri elimizi yıkamak için çeşmeden doldurulmuş, diğeri içmek için olan su bidonlarımız.

Biz, kendimizi gittiğimiz günün öğlen dönemi, akşamı ve ertesi günün sabah kahvaltısı şeklinde ayarladık. Humus, biraz yeşil salata, bebe havucu, noodles denilen sıcak suda dört dakika tutulduğunda hazır olan kıvırcık makarna diyelim, ondan, ekmek makinasından bir adet somun ekmeğimiz, ekmek bıçağımız, keskin bir küçük bıçak, kağıt tabaklar, bardaklar, bol bol peçete, tuvalet ihtiyacı için ıslak mendil, iki tane domates, beyaz peynir, zeytin, tuz, karabiber, patates salatası.

Tabi ki masamız, kamp yapma işinde kullanılabilecek kadar kalitede ama temiz masa örtümüz :)
Yol, sabahleyin saat dokuz gibi başladı ve iki saat içinde daha önce kayınvalideleri götürdüğümüz yerden uzakta kalan bir mekanda sona erdi.

Kocaman bir sahil, sağ tarafta yeşil olmayan ama silüeti görüldükçe bize Çıralı'yı hatırlatıp nostalji havası estiren dağlar...

Bu mekana varana kadar geçtiğimiz yerlerde öyle ilginç kütüphanelerle karşılaştık ki, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde mesela bir koca bina, a bir bakıyorsun kütüphane yazısı...Üniversiteleri de öyle. Tabi ki çorak, insana ayda kurulmuş bir yaşam alanını düşündürüyor ama aynı zamanda kendine göre de bambaşka bir doğal yapı. Yani, insanın aklındaki "Doğa dedin mi budur!" kalıplarını da dümdüz ediyor. İlginç...

Bazı yerlerde çölün ortasından geçirilmiş bomboş bir karayolunda altmış klm hızla emeklemeye çalışırken (!) hani filmlere ya da fotoğraflara konu olmuş kırmızı çöl kumu nedir onu görüyorsunuz. Ya da " Amaannnn! Bu da bir şey mi?!" derken kendi kupkuru kalmış denizlerimizin aksine pırıl pırıl, binbir renkte balığa ev sahipliği yapan, ılık mı ılık bir habitatla karşılaşıyorsunuz.

Konaklamaya karar veriverdik hemen de çevrede çökecek, iş görecek bir yer dahi yokmuş, sonra anladık. İlk anlık attraction diyelim biz buna. Buraya ilk geldiğimizde yıllarca kullanıp çok da memnun kaldığımız Pegout'un görünüşüne aldanmamız gibi yani. Yaşadıkça anlarsın hanyayı konyayı dedikleri...

Bizim dört çekerliyle ilk kum macerası, hırpalamak da istemiyoruz ya haspayı, öyle çekine çekine, dört çeker düğmesine basıp ilerledik. PEk de güzel gitti, beğendiğimiz bir yere park ediverdik. Hemen açılıp dökülmeye başladık.

Erkek milleti, dırdırlanmayı pek sevmez, hernedense evinde temiz olmanı taktir eder de kamp alanlarında dışkılamak, adet görmek, o sırada nasıl oluyor, ne yapacağım, ıyyy! falan gibi polemikleri hiç benimsemez. Hemen, Lara Croft'umsu bir şekilde fit olunacak, dağlar aşılacak, ağırlıklar taşınacak ve gık denilmeyecek türü ister. Yani, sizinkileri bilemem de benimkinin tercihi odur. Malımı bildiğim için elimden geldiğince hani konuşmamaya çalışıyorum ama...

Laila, haliyle bizimle beraber. O sıkıcı hayatına bir anlam gelmesi açısından bizim de yüreklerimiz rahat, hemen ufaklık bir yandan suya, köpek öbür yandan şeklinde herkes bir yerlere dağıldı. Benimki pergolanın açılması, ben altına hasırın yayılması, pergola açılırken orasının burasının takılma işlemlerinde yardım, sonra erkeğimin (!) çadırı gık demeden kurması ( ki bunun nasıl bir iş olduğunu düğüm olanlar çok iyi bilir ) yedek kıyafetlerin, yatak çarşaflarının falan düzenlenmesi...

Denize gireceğiz ya. Yürüdük... Ana! O da ne?! Yahu, sahil uzaktan normal gözüküyor gözükmesine de bayağı bir kayalar var. Hay Allah!... Neyse ileriye gideriz o zaman biraz. Hımmm! Demek ki bizim çadır kurduğumuz alanın o kadar dolu olmamasının sebebi buymuş, şimdi anlaşıldı. Biz, kızımla keşif amaçlı yürüyoruz ama bayram havası hakim ya, bir sürü herif yine, kendi hallerinde olmalarına karşılık, belki de eskiye göre daha bir sert derili olduk, bilmiyorum yürümeye devam ettik. Yok! Bütün sahil aynı mantık! Ciddi ciddi kaymalık kayaları aşıp birazcık kuma ulaşıyorsun şeklinde.

Ben cırt cırtlı ayakkabılarımı yanıma almıştım. Bari onlarla oramı buramı yaralamadan gireyim dedim. Ufaklığın buna hiç şansı olmadığı için o benim elimi tuttu ve denize doğru gitmeye başladık. Ama bu sefer de yanlardaki otellerden deli halleriyle çıkan ringler, yok efendim deniz motosikletleri ne var ne yoksa ortalığı doldurmaya başladı. Zaten biz açılmayacağız ama olsun, açılmaya kalksak bu sorunla karşılaşacağımızı, kafamızın vücudumuzdan ayrılma oranının bir hayli yüksek olduğunun anlaşılması dolayısıyla bireysel olarak da açılamadık.

Bu arada, sahile jeepleriyle gelip hava atanlardan, kamp yeri bulmaya çalışanlardan kuma saplananları, onları kurtarmaya gelen başka gönüllülerin bazılarının işlerini çok iyi başardığını, bazılarının ise kaş yapayım derken göz çıkardığını görme şansına eriştik. Çocuğu bırakacağız değil mi kumlarda koşsun oynasın. İmkanı yok! Beş dakikada bir kum motosikletiyle uçan bir ergen, beş ergen, on ergen derken artık pes ettik ve " Bizsiz hiçbir yere gidemezsin!" şekline girdik. Güya doğanın içindeyiz değil mi bayanlar, baylar?

Esas hanyayı konyayı akşam saatlerinde anladık. Ama iş işten geçmişti. Hava kararmaya başladıkça insanlar akın etmeye başladılar desem yeridir. Bizim hemen yakınımıza gelen Sri Lankalı olduğunu düşündüğüm aile çadırıyla düğüm olunca bizimkinden yardım istedi. Ben Chloe'yi yatıracağım, hava karardı kararıyor vaziyette, bir anda havai fişekler tepemizde patlamaya başlayınca, benimki geldi ve " Layla nerede?" dedi. Görüdüğüm en son şey, Layla'yı bağladığımız ipin kopmuş, arabanın arkasında sallanıyor olduğuydu. Allah'ım korku filmi gibi! Jaws geldi köpeği kaptı!

Hepimiz bir yere dağıldık. Ben zaten nasıl olacak, tuvaleti nereye şeettirmek lazım kıvranmasına girdiğimden bakıyorum ki ööle bir alan. Herkes herkesi görecek şekilde. Kazma mıyız neyiz?! Ben de bizim adamdan amma tırsmışım dırdırcı damgası yiyecem diye ağzımı açmamışım. En sonunda köpek kendini salmış gitmiş bir yerlere biz ismini söyleye söyleye bakınırken, karanlıkların içinden sağına soluna bakınarak çıkıverdi.

Sonradan eve yakın patlayan havai fişeklerde niye yerinden kalkıp havladığını ve ne kadar huzursuz olduğunu anladık. Çünkü bizim köpek tepemizde patlayan havai fişek durumlarında kalp krizi geçirecek ve kendini kaybedecek noktaya geliyordu. Yani -muş. Öğrendik!

Bitmedi...Bütün gece sabaha kadar neredeyse dört çekerli motosikletlerle penceremizin yanından geçtiler, beynimizin on santim tepesinde havai fişekler patlattılar, hatta otururken parçaları koluma falan düştü. Deli gibi bağırıp çağırıştılar, yanımızda oramızda buramızda kuma saplanıp arabalarının motoru çıkana kadar gaza basarak mevcut durumlarını beş beter hale getirdiler...

Sabah iki gibi sızmışız. Köpeği çadırın içine ayak ucumuza aldık. Yerde yatıyor ama her patlayan havai fişekle bize, dışarı, içeri ne yapacağını şaşırmış halde hareketler yaptığı için birimiz öldürme girişiminde bulununca diğer taraf durduruyor şeklinde psikolojik bunalımlara bile girdik.

Zihni Sinir Procesi tuvaletime gelince...Arabanın kapısını açtım, pergolanın yan tarafını çıkartıp, arabanın üst bagajına geçirdim, onun da çevresine yere açtığımız hasırı çevirdim. Bütün bu detaylar hayatın gerçekleri olduğu için yazıyorum. Bir de ne zaman böyle yerlere gitsem şişip şişip patlıyorum, bütün metabolizmam alllak bullak oluyor. Temizlik konusu gerçekten de zorluyor.

Sabahleyin altıda ayaklı çalar saatimiz (!) bizleri kaldırınca eve dönmeye karar verdik. Kahvaltı mahvaltı hak getire ki motosikletler yine başlamıştı. Arabanın kuma saplanması düşüncesi ortalığı gerdiği için herkes yapması gereken işlere koyuldu ve yarım saat içinde toplandık. Uğraşırken Sri Lankalı ailenin gecenin bir yarısı korkup çadırlarını bizlere doğru yanaştırdığını anladık. Beş dakika sürdük sürmedik ki bir sahil daha ve levhada " Aile için " yazıyor.

Tecrübe, yaşayarak öğrenilecekler listesi, dünyanın sonunun gelmesinin sebeplerinin anlaşılması, doğa parçası, sessiz sakin yerlerin insan mahlukatı tarafından nasıl tarumar edildiği...

Eve gelince bir de uzun bir süre getirilenlerin yerleştirilmesi, rüzgardan, güneşten ve tuzlu sudan keçeleşmiş bizlerin temizlenmesi, arabanın ve çantaların her bir deliğinin yapışmış kumlardan arındırılması gibi işlemler de düşünülürse yalnızca " kamp yaptık çok güzel geçti!" nin yetersiz kaldığı görülmekte.

Ertesi gün, ufaklığın yüzme dersi var diye hemen onun yanındaki otele yüzmeye gitme fikri dahiyane geldi. Aslında Dubai'de efendim tam bir kayak alanı inşa edilmiş durumda, ismi de Ski Dubai ama hesap kitap, yemeğiydi, petrolüydü derken kampın arkasından gereksiz bir değişiklik ayrıntısı olacak, yakınlarda, elimize sandviçlerimizi alarak idare edebileceğimiz bir mekan olsun dedik. Haşlanmışız!

Yalnız denizin sıcaklığını anlatamayacağım, işte o konuda abartı yapacak derecede beğeniler içindeyim. Havuz falan değil, deniz! Süperdi, girilince çıkılamayan türden. Yumuşacık, elenmiş kumlar, doğum yapmamış fıstıklar, cilveleşen çiftler, bikinili nineler falan...Kimin göbek kısmında birikmiş, insan anatomisinin farkları anlamında bayağı gözlemler yaptım :)

Yahu, neden insan kısmısının kadın milleti erkekleri beşe katlar? Yani, bakıyorsun hakikaten beş tane hatun çıkarken onların kocaları veya işte neyse ne sevgilileri abidik gubidik şekilde. "Erkeğin paralısı, gerisi boş" felsefesinin ürettiği kadınlar mıdır nedir bunlar? Ya da doğası böyle bu işin, elden gelecek bir şey yok. Nasıl hayvanlar aleminde erkektir, bizde de dişi. Zor bir iş.

Neyse...Dün eve döndüğümüzde bilmemkaç faktör krem kullanmamıza rağmen bayağı bir yandığımızı gördük. Birkaç güne normale döneriz ama çocuk için kesinlikle iyi değil. Bizler için de aynen. Neyse ki öyle sık yapılan bir şey de sayılmaz. Hala kaşıntı hallerindeyiz.

Bugün ise, inanılmaz yoğun geçti. Eşim işe başladı, sabah bir altıda çalar saatin azizliği ile uyanıldı. Kızımın bir hafta tatili var, biz O'nunla yatakta sefa yaptık, babamız işe gitti.

Sabah Cheryl çağırmıştı, öğlen yemeği falan demişti ama hayır demedim, bir saat kalır kaçarız diyordum. Saat iki gibi ufaklığın sınıf arkadaşlarından biri gelmek istemişti, O'na randevu vermiştik, o saatten önce evde olmamız gerekiyordu. Ve bayram tatili için yüzme dersini aldığımız otel dolu olduğundan aynı güne saat beşte dersimiz vardı, onu da sığdırdık.

Sabah, benim kazma hafızamla Cheryl'a gittik gitmesine ama koca binanın hangi katında olduğunu unuttum ben. Üçte miydi diyip zar zor kapıyı açan kadına durumu anlattım, zaten kapı açıldığı an dın! oldum. Cep telefonu denen bir icat var denilebilinir ama Cheryl'ın telefonu kapalı olunca riski göze alıp çağırdığını bilmediğim ve biraz da papaz olduklarını anladığım Helena'ya telefon açmak zorunda kaldım. Neyse ki hepsi geliyorlarmış, meğerse biz bize olmayacakmışız. Toplam beş anne ve on çocuk durumları...

İnanır mısınız, buradaki gibi sakin çocukları ben hiç bir yerde görmedim. İki tane bebek de vardı grubun içinde ve ne bir ağlama, ne annelerde bir sinir stres... Kendilerinden memnun, sakin anneler var buralarda. Maddiyat muhakkak hayatın stresini azaltan en önemli faktördür ama yok, sanki daha bir felsefi bakıyorlar herşeye. Hayatla kavgaları mı yok desem? Kendileriyle, vücutlarıyla bir sorunları mı olmuyor desem? Bilmiyorum ama gelen istenerek yapılıyor ve eller kollar kocaman kocaman açılarak " Hoşgeldin bebek!" deniliyor.

Chloe'nin okuldan arkadaşı bugün gelmiş olan Natasha'nın babası lenf kanseriymiş. Ben, zaten anlamıştım. Göz önünde bir erime var sanki. Aslında kilo kaybı da değil, bariz bir sağlıksız görüntü. Biliyordum...

Geçenlerde okula giderken yanında yürümeme rağmen beni fark etmeyince " Merhaba Eric!" dedim. Sonra " Nasılsın?" hoş beş derken " Yaşamaya çalışıyorum!" diyince açıldı konular ve babamın atlattığını, bu merete altmışlarında yani bundan yirmi sene önce yakalandığını anlattım falan...

Anne kendini kaybetmiş şekilde çalışıyor. Bugün bana diyor ki " 7/24 saat zaman isteyen bir iş" Tamam anlıyorum da..." İşini çok severek yapıyor!" Eeee? " Sen ölüyorsun be adam!" demek geldi içimden. Natasha'nın yanında baleye falan giderken kadınlar klübü var burada erkek dışarda beklemek zorunda gelirse, oradan kovulmuş bir adam bu. Öyle de kızına düşkün, heryere O'nunla giden bir insan. " Evet, işini hepinizden çok seviyor orası belli."

Yüzme dersine gittiğimizde öğretmen dörtte beklediğini söyledi bizi. Haydaaaa! Geçen sefer de derse gittik de bekle bekle gelmeyince dumura uğramıştık. Meğerse, bayram yüzünden havuz çok doluymuş, iptal etmiş dersi, anlıyorum da bir kopukluklar oluyor. Dersten ayrılırken cebimi verdim. Haftaya yine aynı saatler diye de tastik üzerine tastik aldım falan...

Bizim kız acayip bir deniz canlısı, yakında yüzgeçleri falan çıkarsa hiç şaşırmayacağım. Artık nefes alıp vererek kulaç atma çalışmalarında ciddi kulaçlar atıyor. Her üç kulaçta bir öğretmeninin su altında duran kolundan destek alarak kafasını çıkarıp nefes alıyor ve yine devam...Bugün, diğer büyüklere bile örnek gösterildikçe daha da gaza geliyor ve gaza geldikçe daha iyi oluyor. Bence çocuklar üzerinde yapabildikleri konularda teşvikten daha iyi bir öğretme mekanizması olamaz.

Eve geldik, Layla'yı çıkarttık, babamız geldi. Çıktık, duş aldık, saçlarımızı kuruttuk ve yemeği hazırladık.

Perşembe gecesi, Anna'nın anne ve babasını akşam yemeğine davet ettim. Daha ne yapacağıma karar vermedim, sabahleyin düşünüp ona göre alışverişe çıkacağız ufaklıkla beraber.

Televizyonda, Fas'da beş yaşından itibaren çalıştırılmaya zorlanan, dövülen, yemek verilmeyen, ailelerine o yaşlarda para götürmeye çalışan çocukların Unicef tarafından yapılan yardımla okula döndürülme çalışmaları...

Hayat böyle bir şey işte, anlık şanslar üzerine kurulu. Diyorum ya hepimiz doğduğumuz hayatları yaşıyoruz ama en azından farkındalık geliştirebiliriz, evlerimizdeki rahat ve konforlu hayatlarda, yetiştirdiğimiz çocukların yüreklerine empati tohumlarını ekebiliriz. En azından çevremizde, bizden etkilenen ne varsa onlarda iz bırakabiliriz. Onlar gelecek nesillere bıraktığımız en önemli miraslarımız olacak. Yoksa bizle beraber tüm düşüncelerimiz kaybolup gidecek.

Bunları yazan bana, benim inanmam zor ama artık çocuklarımızı en önemli yatırım olarak görüyorum. Bunu bana öğreten kızıma da şukranlarımı sunuyorum.

7 Ekim 2007 Pazar

Ben bir Yola Çıktım :)

( Ağaçlar Net. Forum'dan - Aykraliçe'sinin Berlin'deki bir sarayın bahçesinden çektiği foto)

Bugün, kendi içimde kalmak istediğim, son derece dingin hissettiğim ve yaşam standartları açısından burada bulunduğuma tekrar tekrar şükrettiğim bir gün.

Yazdıklarımdan anlamışsınızdır, bu sene kızımıza kardeş gelmesi için kapıları açmayı planlıyorduk. Aslında, herşeyi aktarmak için henüz çok ama çok erken ama nasıl günlük hayatta kendi kendimize kaldığımızda neyin, nasıl değişeceği endişesini hissetmeden anı yazarız, burayı da o şekilde gördüğüm için kasmadan etmeden, ne olacaksa, olaylar nasıl gelişecek, kendini bir yola koyacaksa izlemek adına yazayım dedim.

Önce, bana ilk aşamada çok farklı gelen ama sonra insanları gerçekten de görünüşleri veya hayatta yapmakla yükümlü oldukları kalıplarıyla değerlendirmemek gerektiğini öğreten bu ortamdan bahsetmek istiyorum.

Buralarda, evet Müslüman kadının farklı kültürlerden de gelse kendine göre bir kapalılık anlayışı var. Mesela siyah süslü püslü burgayı giyen yerel Arap kadınları, diğer kültürlerden gelip de başını kapatan ama bunu farklı tarzda uygulayan kadınlar, ayrıca bizler gibi normal hayatta giydiklerini devam ettirenler...

Bunun baskı aracı olarak ülkemde yaşanmasını istemem ama farklı bir kültürde yaşadığım için de kapalılığın herşey demek olmadığını öğrendim, onu söylemek isterim. Bu ülke için içimde kapalılığa, örtünmeye karşı olan öfkemi sildim. Kapalı kadınlardan ziyade herkesin rengarenk bir şekilde kendisi olabilmesini, çocuklarımızın farklılıklarının farkında olamayacak şekilde birbirlerini benimsemelerini çok sevdim.

Bir kere, gelişmiş dünyadan çok farklı bir yön, hamileliğe, çocuk olayına verilen değer. Hani, derler olur geçer biter, bir sürü hamile kadın, hepsi robotlaşmış, kendinden fazla bahsedemezsin, sızlanamazsın, şımaramazsın...Belki, bu noktada olayı en güzel betimleyecek sıfat şımarmak. Kendini özel hissettirmezler bir türlü.

Ama burada bir kez erkekler her delikten çıkmıyorlar, kadınların kendilerine ait kadın kadına olmaktan zevk alacakları mekanları var. Belki, ne kadar modernleşiyoruz desek de içimizde bir taraf hep Asyalı kültüre yapışık kaldığından mıdır nedir, evlenme döneminden önce cinsiyetlerin birbirinden ayrılmasını kastetmiyorum ama bazen artık yalnızca kadınların bir arada olduğu, insanların birbirlerine cinsiyet ya da alıcı gözüyle bakmadığı yerlerde daha bir rahat hissettiğimi söylemek istiyorum. Buraya çok uygun bir moddayım, sistemle kavgam yok ona çok seviniyorum. Demek ki, elimde ne varsa onunla keyif çıkartabilmeyi bile öğrenmeye başlamışım!

His durumları böyle, kısaca jinekoloğa gittiğimde de beş dakika üstünkörü konuştuğum bir adama açılıp saçılmak istemiyorum. Belki bendedir tuhaflık, orası da ayrı. Yani, işin aslı doktor daima doktordur, işini profesyönelce yapar, sana da işi olarak bakar. ( Teori bunu gerektirir, duygular işin içine girince teori falan hak getirir.)

Neyse, jinekoloğum burada çok sevdiğim ve biz geldiğimizde ufaklıkla bana kaç kere yollarıyla alakası olmasa da yardımcı olmuş, okuldan 40 derecede çıkıp gelmek bilmeyen taksi bekleme dönemlerinde evimize kadar getirmiş olan Pakistan'lı İngiliz bir bayanın akrabası. İki çocuğunu da bana önerdiği bu hanım doğurtmuş. Geçen hafta aradığımda bir önceki günden rahatlıkla randevu alabileceğimi söylemişlerdi, ben de öyle yaptım, dün için Cumartesi aradım ve sabah saat 10:00 için randevu aldım.

Kliniğin olduğu yere nasıl gideceğimi biliyordum. Evden yarım saat önce ancak çıkabildim ama tam yolun üzerinde iğrenç bir trafikle karşılaşınca randevu 20 dakika ileriye kaydı. Telefon açtım, kız son derece rahatlatıcı ve candan " Siz üzülmeyin, zaten doktorumuz burada." dedi.

Klinik kocaman bir binada. Gittiğim yerin en göze batan yapısı, dönen ve dışardan gözüken merdivenler, arabayı park edecek yer açısından da sıkıntısız :)

Kızımı babasıyla okula yolladıktan sonra doktor için gerekli çalışmaları (!) yapmıştım ama jinekolojik muayene isteyince tabi ki tekrar bir tuvalet ziyareti hasıl oldu. O noktadan önce sanki hakikaten aileden birisiymişçesine iyi elektrik aldığım, ne bileyim bir teyze havasında gördüğüm bu güler yüzlü ve anaç jinekoloğa çok ısındım.

Yanında asistanı da varken, ki zaten hiç ayrılmadı, başımdan geçenleri, daha önce ne kadar hırpalandığımı, bir bebeğimizi yitirdiğimizi, bu hayatta kalanın 850 gr'dan dönüşüm geçirdiğini, rahime atılan dikişi, mide bulantısının şiddetini falanı filanı, aklıma ne gelirse anlattım.

Öncelikle, nasıl olup da altı yıldır hiç hamile kalmadığıma şaşırdı :) ( Ya, belki de kalmıyorumdur artık ne bileyim ) Sonrasında, hiç o aile ile ilgili kanser var mı, şu var mı bu var mı diye sorulmadı. Bana çok rahat olmamı, bunun en keyifli dönemlerden biri olduğunu falan anlattı. Ne kadar olumlu şeyler düşünürsek o kadar güzelliği kendimize çekeriz gibi Secret vari konuştu. E, benim zaten ruhsal konularla haşır neşirliğim var, aman canım diye içime sokasım geldi kadını.

Mide bulantısını sordum. " Hamilelerimize eziyet çektirmiyoruz biz öyle, tamam doğaldır tabi ki ama dayanılmaz hissediliyorsa da yardımcı olacağız." dedi bir oh! çektim, ne yalan söyleyeyim. Sonra, sezeryan oldum, yine ne olacak? dedim. %50 şansla yine sezeryana alırız dedi. " Benim üç oğlum da sezeryanla geldiler." diye ekledi. "Rahime dikişi nasıl atıyorsunuz?" dedim bir de. " İki ters bir düz, haraşo!" dedi :) Yok, onu da tamamıyla uyutarak yapıyorlarmış. Benim, eski doktoruma gerçekten de haksızlık etmek istemiyorum ama canım O'nda çok yanmış demek ki! Hatırlamak bile istemiyorum :(

Sonra geldik jinekolojik muayene aşamasınaaaaa. Hiç canım yanmadı :) Meme kanseri için kontrol, çok zayıf olduğumun eklenmesi ( alakası yok 56 kilo çıktım tartıda ), benim bu kompliman karşısında ağzımın kulaklarıma varma aşaması, bol jelli, az kocaman, metal olmayan aletli bir uygulama ile yine yüzme havuzundan sonra hissettiğim ve yanılmadığım mantar olayına çözüm için bir dolu ilaç yazıldı.

Bu konularda ne kadar kendimize yabancılaştırılmışız. Sanki hakikaten cinsel organlar vücudun bir parçası değilller gibi davranmaya koşullandırılmışız. Aslında, işin garip yanı benim ailemde ne böyle bir baskı vardı, ne bir şey! Hatta, çok da açık görüşlü insanlardır. Annem, jinekoloğum, canım cicim! şeklinde bir kadındı. Senede bayağı bir sefer klinik ziyaretimiz olur, jinekolog bayan benimkini hemen elinden tutar yukarki kata çıkartır, hal hatır, hoş beş yapılırdı. Ben, böyle bir annenin köyden gelme kızıyım. İlginç bir durum...

Bunları özel olarak yazmak istiyorum. Çünkü kitabımda beni derinden etkileyen jinekolog döneminde yazdıklarım yumuşatılmak istendi, ben de yumuşattım ama insan hakikaten dumura uğruyor. Birbirimize aktaramadığımız, utandığımız, sıkıldığımız için her giden kendine göre bir şeylerle karşılaşıp olayı maziye gömüyor. Ya da doğal olmayan bir " Herşey normal, vajina da elimzi ayağımız gibi bir organımızdır." safsatası yapılıyor. " Aaaa, utandın mı canım? Ne ayıppp, doktordan utanılır mı?" diye üç yaş çocuk azarlama halleri yaşanabiliyor.

Fatma'nın yazdığı "Vajina Monologları" tiyatro oyunu ülkemizde sergilenirken ismi sebebiyle yasaklanmıştı bile! Ama bak erkek milletine daha çocuktan itibaren " Göster bir pipini çocuuummm" denilir. Benim çok eğitimli gördüğüm birkaç tane erkek annesinin bile oğlunun çüküyle gurur yaptığını gördüğümde kulaklarıma, gözlerime inanmamıştım. Vajina utanılası bir organ ama erkeklik uzvu gösterilesi ve gururlanası...

Cinsiyetle ilgili abartılar, her türlü konuda yarışvari beyin yıkama durumları gerçekten midemi bulandırıyor. Bu erkekleri hem biz kadınlar yaratıyoruz, hem de sonradan cinselliği hayatının merkezi haline getirdiklerinde bizden sonraki kadın nesli zarar görüyor. Elbette ki, cinsellik ve bedeninle barışık olmak utanılacak ya da hasır altı edilecek bir başlık değil ama gerektiği kadar, bilinçli şekilde eğitim verilmesi, gereksiz yüklemelerden kaçınılması gereken bir konu.

E tabi, erkek pipisini bir gösteri aracı yaparsa veya anneler tarafından buna çanak tutulursa ve hayatımız boyunca kızlarda tam tersi kapatma ve kapattırılma, koruma hissi yaşatılırsa doktorun doktor olduğunu biliriz, utanılmaması gerektiğini de anlarız ama uygulamaya gelince tam tersini yaşarız. Vajinal konularda elimizden geldiğince konuşmayız, yüzme havuzundaki klorun savunma sistemini çökerttiğini okuruz, olsun! Bir de üzerine erkeğimize güzellik yapmak için, tertemiz olma (!) girişimine soyunuruz.

Halbuki, dün okudum işte, vücudumuzdaki kıllar dışardan geleni yapısı itibariyle tutuyor, içeriye sızmasını önlüyor ama biz ne yapıyoruz estetik pompalamalarla geyşa hale getiriliyoruz. Kadın olduktan sonra dış etmenlere en açık hale gelmiş olan vajinayı korumayı, bakmayı bilmiyoruz. Okuduklarımdan parfümlü pedin bile PH dengesini bozucu özelliğinden bahsedilmiş. Halbuki, günlük kullandığımız pedlerin bile öyle olanı var, " Aman ne güzel!" diye de aldığımız baki. Yapmıyor muyuz?

Bunlara dikkat etmeli, cinsellikten, kelimelerden, kendinden, çıplaklıktan utanmayan, kendine bakan, spor yapan geleceğin kadınlarını yetiştirmeliyiz. Belli konularda açık olmak da yetmiyor zaman zaman, o konuyu yok saymak da eğitim konusunda geri kalmaya yol açıyor. Soru soruldukça, değişimler geldikçe annenin kızına, babanın oğluna vermesi gereken bir eğitim bu. Sanki yokmuş gibi yaşamak ne alaka? Neyse...

Her jinekoloğa gidişte soğuk bir 35 yaş kadınını oynamayı canlandırırım gözümde. Bacak bacak üstüne atılır, çay mı kahve mi ne istenmişse yavaşça gazeteye göz atılarak yudumlanır...He heeee!

Bunun yerine olay şöyle vuku bulur; Eller, bacaklar düğüm olur, doktor yarı tanrı gözüyle görülür. " Ne olur acıtmayın, ay benim tatlı canım!" modlarına girilir ( tabi kelimlerle dışarı yansıtılmaz ama içerden de kuvvetli ve soğuk kadın gibi değil ürkek küçük çocuk gibi hissedilir ) Hatta sinirsel olarak sıçırganlık bile yaşanabilinir. O derece yani! Tam vakayım canım ben! Bu bendeki tepkilerin "olmaması gerekenler listesi"ne alınması ve kızımda tersinin uygulanması önemle dikkate alınır. En azından alınmalıdır ve alınacaktır. A ha bunu da buraya önemli not olarak düştüm!

Evet, muayene esnasında jinekoloğum ve asistan kızla beraber kurcala et, serviks'in muhteşem sağlıklı olduğunu gör :) İkinci zafer duygusu, birincisi " Ne kadar zayıfsın!" dendikten sonra yaşanmıştı. Bebeğin gelişimine başlayacağı yerde kocaman bir boşluk seyret, yani ekranda içine bak :) Tamam! Bitttiiii!

Aaaa! Ancak bu sefer neyi fark ettim, tamam belki rahat olamadım, ıy mıy dedim kendi kendime ama eski erkek jinekoloğumda yaşadığım kıpkırmızı olma sendromunu yaşamadım. Acayip acayip terlemedim. Tamam, ben bir orta yaş kadınıyım. Soğuk ve eleganım!

Smear testi için sonraya erteleme. Adet'in birinci ya da ikinci gününde ikinci randevu. Hastanelerin durumunu ve Sharjah'daki devlet hastanesinin gayet iyi konumda olduğunu anlama, normal şartlar altında zaten benim burnumun dibinde sürekli gittiğimiz yer var, oraya da geliyormuş jinekoloğumuz, biliyordum zaten bu detayı.

A bir de kan aldılar kolumdan. Ah! yine geriye gitti aklım. Ne tuhaf ki, işte taa altı yıl önce bugünkü halinde olan kızım için de bu aşamaları geçirmiştim. Sonra, dönüşte çok salak bir bulvarda yanlış yere dönerek yolumu kaybettim. Bulvara en az beş giriş çıkış var ve 360 derece dönüyor haliylene :) Klasik...Hangi yoldur ki ilk defa girilir bir yol kaybedilir.

Öyle bir huy ki sürekli hayatımı karşılaştırırım, geçmişte şartlar neydi? Ufaklık nasıl bir ortama doğmuştu? Okul hayatı neydi ne değildi? Benim yaşamım ne standartlardaydı? Falandı filandı...Böyle karşılaştırmalar yapınca insan o zaman elindekinin değerini anlar hale geliyor. Hakikaten unutanı sevmiyorum ben. Bunu telkin edene de kızıyorum. Nedir hayat öyleyse? Sürekli anı yaşayan biri nasıl şükredebilir ya da yanlışlardan dersler çıkarabilir? Benim kitabımda unutmaya yer yok. O yüzden, hayatımızda ilk defa özel sağlık sigortamız oluyor ve onun da acayip keyfine varıyorum. Hani, nasıl aromalı bir kahveyi yudum yudum içersin aynen öyle!

Bir dolu ilaç yazılmıştı ya, önce elimdeki listeyle karşı tarafta kliniğin kendi eczanesine gittim. İlaçların fiyatlarını gördüğümde gözlerim döndü, acaba yarısını mı ödeyeceğim? diye düşünürken ilk gittiğim yerde reçetedekilerden biri olmadığından ve sigorta ilaçları karşıladığı için, başka bir eczaneye yollanıldım ve aynı cicianneme benzer bir eczacının yerine girdim.

Hemen ardarda isimler raflardan çıkartıldı. Folik asid'i vermiyormuş, onu ben ödeyeceğim tamam derken, bayan dedi ki; " Siz, bu ilaçların parasını ödüyor musunuz normalde, yani sigortanız ilaçlarınızı da karşılıyor mu?" Bir anda kafam karıştı, ödendiğini hatırladım ama yüzde yüz emin de olamadım. " Bir eşimi arayayım." dedim ve cep telefonunun debelenme sesini dinledim. Klasiktir zaten, sessizde! Sonra, ben bizimkinin masasını ararken eczacı da kartımın numarasını vererek sigorta şirketimi aramaya başladı. Hemen, ikini denemede açıldı ve oradan " %0 ödeme." diye bir talimat geldi.

Amanın! %0'ı ben ödenmiyor, teminat dışı diye algılıyorum. Ama eczacı tam tersi olduğunu anlattı, yani benim ödeme yapmam gerekmiyormuş. Hemen kartımın arkasına bunu yazdı, ilaçlarımı nasıl kullanacağımı ekledi ve sonra benim ismimin Arap ismi olduğundan falandan filandan derken eczacının Irak'tan geldiği ortaya çıktı.

Nasıl modern görünüşlü, yaşı sanırım altmışlardadır. Kendi ülkesinde üniversitelerde ders verdiğini anlattı. Irak'da evine de eczanesine de el konulmuş. Kimlerin olduğunu da bilmiyor, öylesine bir kaos... Buralarda, Iraklılarla, İran, Suriyelilerle falan komşu ülkeler olduğumuz için hemen Türkiye, " A İstanbul!" diyiveriyorlar. Hatta, muhakkak ya ailenin bireylerinden biri ya da kendileri Türkiye'yi ziyaret etmişler. Ajman'da bir kocaman market bir kuaförün ismi İStanbul, Sharjah'da da aynı ismi görmek mümkün. "Allah yardımcınız olsun." dedim. Ne denilebilir ki? Geriye yağma mantığından hiçbir şey kalmamış. Ayrılırken, " Tekrar görüşmek üzere Evin kedisi." içtenliği de eklenince "Ay ne güzel, sanki kendi memleketimdeyim yahu!" diye düşündüm. Başka ülkelerde, farklı kültürlerle yaşamanın bile belli bir süre sonra aynı değerlerle devam ettiği gerçeği.

Allah'tan trafik dönüş istikametinde yoğun değildi, daha okula gitmek için bir saatim vardı ve inanılmaz yerlere girip çıkıp, gidiş yoluna geliş şeklinde girip arabayı çevirerek filmlerde yaşanabilecek bir olayı da önlemiş oldum. O sırada, ışıklar yüzünden bütün trafik durmuştu. Zaten, aksi taktirde öyle bir manevra yapmak mümkün değildi. Bir araba parkına girip sonra vazgeçerek kimse olmayınca gidiş yerinden geri çıktım, suçluyum memur bey! Kaçacağım dediğim yola bu sefer tekrar "Yaşasın kurtuldum!" dediğim bir an girip delirmişim, gerisini hatırlamıyorum...

Neyse, dediğim gibi iki sene önce geldiğimde ter atarak kaybolduğum Sanayi yolunda artık bir canavarım vesselam. Neymiş? Kaybolmadan yol yordam öğrenilmiyormuş.

Ardından, bugün beşte yüzme dersimize gittik. Dünden sonra ikinci kez, okulumuzun emekliye ayrılmış olimpik yüzücüsünden. Kadıncağızın altmışlarını fersah fersah geride bıraktığını düşünmekle beraber, bu kadar mı olur demek geliyor içimden. O nasıl omuzlar öyle?! Tabi ki yaşlanmaya yenik düşülmüş ama o yaşta bir babaanne, anneanne neredeee, bu nerede?

Derslerini normal şartlar altında verdiği klüpte yüzme havuzu yenilenme çalışmaları yapıldığı için veremiyor. Burası bize 10-15 dakikalık bir yolda, Sharjah'ın en büyük yüzme havuzunun olduğu bir otel. Veliler, havuzun çevresinde oturur, kendi çocuklarına inanamaz gözlerle bakarken ufaklıklar da öğretmenleriyle ciddi anlamda ders görüyorlar. Otelin yapısı biraz Sink Sink hapishanesini andırsa da fiyatlar gerçekten de insanı enayi hissettirmeyecek düzeyde seyrediyor. Günlük kullanım ise yıllık üyeliğe göre bizler için çok daha uygun düşüyor.

Gittiğimizde, velilerden tanıdığım Chen orada, oğlu Anthony yüzme grubunun içindeydi. Çocuklar kulvarda o kadar profesyonel yüzüyorlardı ki çok hoşuma gitti. Bu, ileri grup. Öğretmen onlarla aynı hızda havuz kenarında yürüyerek direktif veriyordu. Chen'le de klüp üyeliğini konuştuk.

Bana göre, verilen paranın değmesi lazım. Az da olsa önemli değil, bir üyeliği ne sıklıkta kullandığın daha önemli. Onların da öyleymiş çünkü hesaplamamda hafta arası babayla kızım için hiç şans yok. Saat altıda hava kararıyor. Geriye hafta sonları kalıyor ki benim için sabahtan akşama kadar klüp olayı gereksiz bir durum. Hadi sabah kahvaltısı evde alelacele yapıldı diyelim hafta sonu kahvaltı yapma tembelliğimiz bile kalmayacak geride. Ve aile içinde en fazla ben kullanabileceğim ki adil değil. Ne zaman gitmek istersem o zaman ücret verilmesi daha uygun şimdilik.

Yüzme derslerine gelince...Bütün bir gelişimin adım adım gözümün önünde olması
ne kadar da güzel! Hatta, ağlanası bir durum! Chloe'nin ciddi kulaç attığını, kafasını suya soka soka kabarcıklar çıkarttığını, öğretmeninin sürekli O'nu örnek gösterdiğini, telefonda " Henüz, atlamaya bile hazır değil." derken abartmıyorum, bir gün içinde O'na doğru kulaç atabilecek noktaya geldiğini ve en önemlisi bunun için ciddi bir istek duyduğunu görmek...Geçen sene hastalıktan şundan bundan dolayı devam etmediği yüzme derslerinin bile faydasının bu seneye aktarıldığına tanık olmak...Ve bu bebeğin 850 gramdan bu hallere gelebilmesini seyretmek, hamur yoğurur gibi O'nunla ilgilenebilmek...

Dersten sonra öğretmeni gelip " Herşeyden önce dinliyor, söylenenleri harfi harfine uyguluyor ki bu benim için çok önemli, iki günde yaratılan gelişimi gördünüz mü?!" dediğinde nasıl da gözlerinin parladığını, buradaki çocukları motive ederek alabilecekleri en iyi sonucu alma politikasını ne kadar sevdiğimi, yapana da yapamayana da yanlışları hatırlatılarak nasıl da eşit derecede ilgi gösterildiğini düşünüyorum. ( Bu detayı Çoban için yazdım. O'nun da kendi bloğunda kızıyla yaşadığı deneyimden ne kadar farklı bir bakış açısı olduğunu belirtmek istedim. Bunu sürekli kendim de karşılaştırma yaparak deneyimlediğim için yazdıkları düşündüklerimle cuk oturmuştu.)

Kısacası, burada kendi ülkemde yanına bile yaklaşamayacağım şeylere sahip olmanın zevkini çıkartıyorum. Her an kafam meşgul. Çocuğuma bunları verebilmek için "Türkiye'de neler yapmalıydım?" diyorum kendi kendime. Benim suratımı bile göremezdi ki! Amaç, kötülemek değil ama yaşadığım her neresi olursa olsun eksiler ve artılar, bunların bilincinde olabilmek... Türkiye'deki bu; " Paran olursa kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine sahip olursun, yoksa çocuğunu da kendini de çöpe at!" zihniyeti hakikaten beni çok kızdırdığı için.

Tamam, İngiltere de çok pahalı ama özel okul olmazsa olmazlardan falan değil. Çok az ailenin yararlanabildiği, hatta gereksiz bulduğu bir seçenek sadece. İki sene önce altı yaşında olan ufaklığın kuzeni Benjamin'in devlet okuluna gitmiştik de kendi kendime "Aman Allah'ım!" demiştim. Her bir öğrenci tek tek tanınıyor ve birey olarak ayrı konulardaki yetenekleriyle algılanıyordu. Bizdeki gibi bir konu seçilip dayatılmıyordu. Ya da her öğretmen kendi sınıfındaki en iyiye yapışıp, kendini bu konuda zorlayan, çaba sarfeden çocuğunu görmezden gelmiyor, tersine en önemli şeyin çabalamak olduğunu düşünüyordu.

Türkiye'de bu bakış açısına ulaşmak için özel okuldan başka alternatif yokmuş gibi sunulur ama içerde fabrika mantığı işlediği için " Para para para!" dan başka bir şey demeyen iş sahibinden başka bir şey yoktur.

Okullarımızda para ön planda tutulduğu sürece, maalesef eğitime verilmesi gereken değer ve adalet duygusu hep böyle yaralı kalacak.

Konuya jinekologla başlayıp, eğitim sistemimizle bitirdiğimin farkındayım. Aslında, bunların ikisi ayrı başlıklar altında toplanmalı. Ama durum ve yaşananlar bana bunları düşündürttü. O yüzden paylaşmak istedim.

İyi geceler :)